strateji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
strateji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2020 Cuma

Yeni Bir Dünya Düzeninin Başlangıcı., BÖLÜM 1

 Yeni Bir Dünya Düzeninin Başlangıcı., BÖLÜM 1
 


Sait YILMAZ, Obama, Jimmy Carter, Strateji, Afganistan, Soğuk Savaş, Özgür Dünya, Yeni Bir Dünya Düzeni, Doğu Çin Denizi, Jeff Bezos, Bill Gates,  iPhone, Amazon, Facebook, Google,

Yazar: Sait Yılmaz 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 2014; 

Bundan tam 100 yıl önce Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına kısa süre kala dünyada artık kalıcı barışın geldiğine, uluslararası sorunların büyük güçler 
arasında uluslararası hukuk yolu ile çözüleceğine dair yaygın bir kanaat vardı. 
1914 yılına girerken ABD ve Avrupa’daki entelektüel kesim bu umutlarla birbirlerine kartpostal gönderiyorlardı. 

Ancak, Haziran 1914’de bir Sırp teröristin suikastı ile tetiklenen yeni kitlesel katliam türüne “Dünya Savaşı” adı verildi. 

Bugün 2014’ün başındayız ve büyük güçler arasında büyük bir savaş gene imkânsız görünüyor. Savaşların değişmez aktörlerinden Rusya, artık büyük bir güç değil, Avrupa’nın askeri gücü gittikçe konumuna göre daha da yetersiz hale geliyor. Savaş alanları olan Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika ise yerel savaşlarla meşgul iken, büyük savaş nerede saklı? Eğer birbirine rakip iki büyük güç arasında hızla artan bir rekabet varsa savaş kaçınılmaz hale geliyor. Bu rekabet küresel olarak tarihte 15 defa yaşanmış ve 11’i büyük bir savaşla bitmiştir. ABD ve Çin arasında, kaynak paylaşımında yaşanmakta olan sıfır toplamlı rekabet ve güvensizlik, başka ülkeleri de içine çekecek bir girdaba dönüşme ve büyük bir savaş potansiyeline sahiptir. Güney Çin Denizi’ndeki sorunlar nedeni çeşitli ülkelerin gemileri ile şimdilik köşe kapmaca oynarken, Doğu Çin Denizi’nde Çin’in tek taraflı olarak ilan ettiği hava sahası kontrol bölgesi her an bir Japon gemisinin batırılması ya da uçağının düşürülmesi ile sonuçlanabilir. 1914 yılında büyük güçler savaşa girerken aslında hiçbiri bunu istememiş ama mecbur kalmıştı. Geldiğimiz aşama, Soğuk Savaş Sonrası denilen dönemin sonudur, uluslararası ilişkiler grameri yeniden yazılmakta, yeni paradigmaya girilmektedir. 2014 ile birlikte, bu makalede ele alacağımız gibi, yeni bir dünya düzeni başlıyor ve buna uygun stratejiler geliştiriliyor.

2013; Soğuk Savaş Sonrası Dönemin Sonu

Sovyetler Birliği’nin25 Aralık 1991’de çöküşü ve Soğuk Savaş’ın sona erişi, uluslararası sistemde bazı hızlı değişimleri birlikte getirdi. 1991 yılı aynı zamanda: Japon mucizesinin sona erişini; Çin’in hızla büyüyen, ihracata dayalı bir ekonomi ile Japonya’nın yerini almaya başlamasını; Avrupa Birliği’ni kuran Maastricht Anlaşması’nın formüle edilmesini ve ABD liderliğindeki koalisyon gücünün Kuveyt’i Irak’tan kurtarmak için savaşa gidişini temsil ediyordu. Soğuk Savaş’ın bitişi uluslararası sistemde 500 yıldır devam eden Avrupa çağını bitirdi. Artık hiçbir Avrupa ülkesi ekonomik, askeri ya da siyasi olarak küresel ölçekte değildi. Soğuk Savaş sonrası dönemin üç belirgin özelliği; ABD’nin tek süper güç olarak hegemonyasını sürdürmesi (tek kutupluluk), düşük işçi ücretine dayalı küresel sanayi gelişiminin merkezi olarak Çin’in yükselişi ve entegre ekonomik güç olarak yeni bir Avrupa’nın yeniden doğuşu oldu. Soğuk Savaş sonrası dönem; 11 Eylül öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılmaktadır. Birinci dönemde ABD tartışmasız siyasi ve askeri hâkim güç iken daha çok ekonomiye odaklanmıştı. Amerikan kurumları içeride dönüşüm savaşında idi ve uzun süren barışın onlara göre olmadığı ortaya çıktı.11 Eylül 2001 ile birlikte Amerikan stratejik kültürü değişti çünkü düşman hem anavatanı hedef almış hem de konvansiyonel olmayan nitelikte idi. Böylece Soğuk Savaş’ın kurumları tekrar etkin hale gelmeye başladı.ABD, İslam dünyasını sivil ve askeri yöntemlerle dönüştürme işine girişti. Bu dönemdeAvrupa, ekonomik olarak tökezledi ve siyasi olarak bölündü. Maastricht’te Avrupa Birliği’ne temel teşkil eden varsayımlar bugün geçerli değildir.

Soğuk Savaş, Amerika’nın dünya liderliğine meşruiyet sağlamış ve Özgür Dünya adı altında kendine uygun rejimleri kurmasına imkân vermiştir. Soğuk Savaş’ın bitişi ile baba Bush tarafından açıklanan Yeni Dünya Düzeni konsepti aslında 1930’ların Hitler’inden alıntı idi. O dönemde başkan Roosevelt, bu konsepti ne yeni bir şey olduğu ne de bir düzen getirdiği sözleri ile eleştirmişti. 1990’larda ABD’ye doğrudan yönelik ne bir tehdit ne de bu tehdide yönelik bir strateji vardı. 11 Eylül 2001 sonrasında ise Irak ve Afganistan savaşlarına yaklaşık 2 trilyon dolar harcayan ABD, bu savaşlarda 6.000 kişi kaybetti. Soğuk Savaş Sonrası dönem biterken yeni düzenin ilk önemli özelliği ABD’nin stratejik ekseninin Ortadoğu’dan Asya-Pasifik’e kaymasıdır. Uluslararası ilişkilerde yeni bir döneme, yeni bir dünya düzenine giriyoruz. ABD, gücün bütün boyutlarında (siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel ve askeri) hala dünyanın hâkim gücü ancak gücünü dikkatli kullanmak zorundadır.Pek çok Amerikalı için Obama dönemi, Amerika’nın gücünün azaldığının belirgin hale geldiği bir safhadır. 17 trilyon dolar milli borcu olan, 363 milyonluk ABD’de halen yaklaşık 50 milyon kişi yiyecek kuponları ile yaşamaktadır. Wilsoncu idealizm ile ihtiyatlı realizm arasında gidip-gelen Obama doktrini, stratejik uyum, vizyon ve süreklilik bakımından zayıf kaldı. 

Afganistan’dan yakasını kurtarmaya çalışan ABD, küresel üstünlük ile küresel tek lider olma arasında nasıl bir konum edinebileceğini hesaplamaya çalışıyor.
Yüzyıllardır Avrupa’daki büyük güçler arasındaki göreceli güç eşitliği “güç dengesi” diye adlandırılan bir sistem ile anıldı. Kıtada çıkan savaşlar bu denge çekişmelerinin sonucu oldu. Kısaca, jeopolitik eşitlik Avrupa’da pek işe yaramadı. Hâlbuki 14 ile 19. yüzyıl arasında Doğu Asya’da tek hâkim gücün Çin olması, bu coğrafyaya uzun süreli bir istikrar getirdi. Uluslararası ilişkiler jargonunda tarihsel olarak Avrupa’daki güvenlik ortamı “anarşi”, diğeri ise “hiyerarşi” olarak adlandırıldı. Tabii ki hiyerarşide eşitlik yoktur, birileri daha eşittir. Hayatımız boyunca insanların ve ülkelerin eşit olmasını savunurken, uluslararası ortamda eşitlik kaos getirmekte, zorbanın hakim olduğu hiyerarşide ise zorunlu bir barış yaşanmaktadır. Obama’nın seçimler esnasında kullandığı ana slogan “İleri” idi. Aslında “ilericilik”, 200 yıldan fazla bir süredir Sol düşüncenin “eşitlik” kavramından sonra en çok tercih ettiği olgudur. Nitekim ekonomik eşitlik pek çok kitleyi yanına çeken bir ideal olagelmiştir. Eşit paylaşım, Sosyalizmin temel argümanıdır.Eşitsizliğin aşırısı bugün ABD tarafından temsil edilen hegemonya demektir. Hegemonya, kendi barışına yani eşitsizliği sömürmeye meşruiyet ve rıza ister. İnsanlık tarihinde göreceli barış ve huzurun olduğu dönemler hep bir hegemon gücün ürünü olmuştur. Roma, İngiltere, Avusturya-Macaristan ya da Osmanlı İmparatorluğu, işgal ettikleri ya da hâkim oldukları yerleri sömürürken istikrar ve huzur da getirmişler, bunu istemişlerdir. Ancak hegemonya uygulaması 21. yüzyıla gelene kadar çok değişti. İşin içine yumuşak güç ve akıllı güç girdi. Özel askeri şirketler, askerlerin çoğu işini üstlendi. Gelişen teknoloji ve kitlesel medya, uluslararası kamuoyu desteği ve meşruiyet olgusunu öne çıkardı. Soğuk Savaş döneminde, bu meşruiyeti sağlamak için kurgulanan BM ve NATO gibi uluslararası kurumlar artık eskisi gibi işe yaramaz olmaya başladı. Örneğin, Çin, Doğu Çin Denizi’nde oldu-bittiler peşinde iken ne BM ne de NATO’nun esamesi okunmamaktadır.

ABD’nin Değişen Stratejisi

Obama iktidara gelirken Amerika’nın Avrupa ve İslam Dünyası ile ilişkilerini yeniden düzenleme sözü vermişti. Ama ikisini de yapamadı hatta Bush’un politikalarından çok az sapma gösterdi. Bunun nedeni, Obama’nın fikrini değiştirmesi değil, birçok şeyin gerçekte ABD başkanının elinde olmamasıdır. Başkana verilmiş gibi gözüken yetkiler abartılmıştır ve herkes onun her şeyi kontrol altında tuttuğunu, hatta dünyayı yönettiğini sanır. Amerikan başkanının dış politikayı dönüştürme gücü yoktur. Dış politikayı, zengin bir kesim tarafından yönetilen derin devletin belirlediği Amerikan çıkarları, dünyanın yapısı ve Amerikan gücünün sınırları belirler. Geriye başkan için bu çıkarları sağlayacak güvenlik politikaları ve stratejileri kalır. Ama ABD güvenlik politikası da yaklaşık yüzyıldır değişmemiştir. ABD güvenlik politikası, Realist bir anlayışla Doğu yarım küreden gelecek tehditlere karşı uluslararası sistemde gerekli güç dengesini sağlamaktan ibarettir. Başkanın stratejisi ise çatışmaları Batı yarımküreden ve özellikle Kuzey Amerika’dan uzak tutmaktan ibarettir. Bu nedenle, İkinci Dünya Savaşı’na kadar yalnızcılık politikası gereği müdahalelerden uzak duran ABD, Soğuk Savaş ile birlikte aktif olarak sisteme katılınca, güç dengesini korumak için stratejiyi tersine çevirdi ve müdahaleler (aktif dengeleme) sürekli hale getirildi.
2008 yılında seçim kampanyası esnasında Obama, aktif dengelemeden vazgeçilerek güç dengesini sağlamanın bölgesel güçlere bırakılması yönünde ilk işaretleri verdi. Ancak, başta Afganistan olmak üzere ABD’nin devam eden askeri angajmanları nedeni ile bu stratejiye hemen geçilemedi. ABD’nin hegemonik gücünü kaybediyor olması anarşiyi de peşinden getirmektedir. ABD, son 20 yılda şunu öğrendi; askerler savaşları kazanmak için gerekli ama nihai sonucu almak için rıza edinmenin şartı olan olumlu Amerikan imajına katkıları olmamaktadır.Bu nedenle Obama, yumuşak güç yanında “akıllı güce” geçti ve sert güç için bölgesel sorunlara minimum askeri müdahale anlamında “cerrahi vuruş (surgical strikes) doktrini”ni uygulamaya koydu. Arap hareketlerinin arkasında akıllı güç denendi. Askeri olarak Libya’da geriden idare eden ABD, Suriye’de yeni doktrin kapsamında hareket etti. Bu doktrin aynı zamanda Afrika’dan Moğolistan’a insansız hava araçları (drone) ve özel kuvvetler ile 10 yıldır “hedefli öldürme sistemi (targeted killing system)” adı altında yapılmakta olan terörle mücadelenin gerçekte ise rastgele insan avının da diğer bir uygulama alanı oldu. Şu anda CIA ve NSA tüm dünyada hedef arıyor, Amerikan özel kuvvetleri aramızda dolaşıyor, ABD özel askeri/istihbarat şirketleri müşterileri için komplolar hazırlıyor, Washington’daki Amerikan generalleri ise bulunan hedefleri sivil-asker-masum ayırt etmeksizin odalarındaki monitörden drone ile vurarak, ülkelerine hizmet etmenin gururunu yaşıyorlar. Şimdilerde ABD’nin elinde drone ve özel kuvvetlerden daha etkili ve ucuz başka bir oyuncak bulunmamaktadır.

Yeni ABD stratejisi, ekonomik nedenlerle olayları yönetmek yerine, kendi akışına bırakmayı ve sınırlı müdahaleyi öngörüyor. Strateji yönetmekten ziyade stabilize etmeyi hedefliyor. Bu gerçekte klasik anlamda olmasa da bir tür ‘yalnızcılık’ politikası olarak da görülebilir. Temel varsayım; dünyadaki gelişmeler kabul edilebilir olduğu sürece müsamaha etmek, ekonomiyi geliştirmeye bakmak. Rakipleri tarafından boyun eğme politikası izlemekle suçlanan Obama, orduyu küçültmekte, ekonomik yardımları sınırlamakta, sistemin kendi kendine dönmesine müsaade etmektedir. Ruslar, bu stratejiyi çabuk fark ederek kendi çevrelerini dönüştürmeye başladılar. Ortadoğu’da Obama’nın İran’ın durdurma yerine dizginleme fikri de bu stratejinin ürünüdür. Suriye ise bölgesel güçlere dayanma stratejisinin en iyi örneği oldu. Esat’ın varlığı İran’ın bölgesel gücünün dengeleri bozmasına neden olan en önemli unsurdu. Obama’nın stratejisi muhalefete örtülü destek dışında müdahil olmamak ama problemin çözümünü taşeronlara bırakmaktı. Türkiye ve Suudi Arabistan, ABD’nin isteğini kendi ideolojik hevesleri ile birleştirerek Esat’ı devirme işini üzerlerine aldılar.Ancak, yeni strateji, gerektiğinde ABD müdahalesinin geç kalacağı ve bunun da çok pahalıya mal olabileceği eleştirisi aldı. Bu stratejinin hayata geçmesi için Obama, Pentagon ve ABD istihbaratı ile yeni kurguyu çalışmaktadır. Obama’nın stratejisi ne kadar devam edebilir, bilinmez. Biraz da yeni gelişmeler bunu belirleyecek. Jimmy Carter da başkan olduğunda dünya olaylarından uzak durmak niyetinde idi ama İran Devrimi ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgali bunu engelledi.


***

2 Aralık 2017 Cumartesi

Sömürgecilikten, Küreselleşmeye ve “ Haydut Devletler ” tezine…


Sömürgecilikten, Küreselleşmeye ve “ Haydut Devletler ” tezine…


Irak-Şam İslam Devleti’nin geleceği, 
Petrol Güvenliği ve Kürt açılımı,


Prof. Dr. Şener Üşümezsoy
19 Ekim 2014


Küreselleşmeci teorisyenler kolonyal dönemden sonra emperyalist döneminin daha sonra ise küreselleşme döneminin geldiğini söylerler. Ve bu dönemin askerî, politik ve stratejik durumlarına bakarak emperyalizmi askercil bir olguya indirgerler. Kapitalist sömürünün hem yerel hem de küresel eşitsiz sömürüsünün üzerini örterler.

Paul Sweezy ve Paul Baran emperyalizmin gelişme döneminde emperyalist merkezin sömürüsüne girmiş bir alanın yeniden kendi çizgisinde büyüyebilmesinin mümkün olmadığını söylerler. Bu tezden hareketle Marks’ın İngiltere’nin Hindistan’ı sömürgeleştirdiği dönemdeki tezi geçersiz kılınmaktadır.

“Hindistan’ın gelecekteki gelişme düzeyi İngiltere’nin bugünkü durumudur” diyen Marks’ın ilerlemeci bakış açısıyla ürettiği tez 19. yüzyılın bir ürünüdür. Burada kapitalizmin geliştirici özelliği esas alınmış, emperyalist-sömürgeci özelliği ikinci plana atılmıştı. İngiltere’nin Hindistan’a girmesinden sonra artık doğal gelişimin olamayacağı görülmemiştir.

Paul Baran, Lenin’in eşitsiz gelişme yasasına bir katkı yaparak sisteme entegre olmuş bir alanın sistemin sömürüsü altına gireceğini savunmuştur. Bu tezi Andre Gunder Frank, Latin Amerika’daki geri üretim tarzı olan latifundialar gibi köle emeğine dayanan sistemlere uygulayarak bunların kapitalist gelişimin müdahalesi sonucu ortaya çıktığını söylemiştir. Böylece Marks’ın ilk tezinin ilericiliğinin kalmadığını ortaya koymuşlardır.

Bu durumun net görülebilmesi için Sweezy ve Baran’ın içinde yetiştiği Vietnam Savaşı’nın yaşanması gerekmiştir. Savaştaki ABD bombardımanı ABD savaş sanayini tetiklerken Vietnam Halk Savaşı da bağımlı halkların savaşarak bağımsızlığa ve sosyalizme geçişine neden olmuştur. Sweezy ve Baran bu yıllarda durumu açıkça görebildiler.

Takip eden dönemde SSCB’nin bürokratikleşmesi, krize girmesi ve çökmesi, buna karşılık dünya sisteminin büyüme dönemine girmiş olması artık emperyalizmin bittiği küreselleşme döneminin başladığı tezinin oluşmasına neden olmuştur. “Küreselleşme” ve “bilgi çağı” cilasıyla sunulan bu tezle antiemperyalizm ve mücadele döneminin devrinin de kapandığı iddia edilmişti.

ABD’li stratejist Thomas Barnett’in analizleri bu noktada siyasî açıklamalara yön verici olabilir. Barnett, Pentagon’a yol haritası çizmek için yaptığı yorumda, küreselleşmeci ABD ile ona entegre olan Almanya ve Japonya’nın oluşturduğu yapı “head to head” üçlü bir mücadelenin sürecini ele alır. Bu 80’li ve 90’lı yılların esasını oluşturmuştur. Bu süreçte diğerlerini geride bırakan ABD olmuştur. Bu da esas olarak Körfez Savaşı’yla olmuştur. ABD bombaları Irak’a düşerken, ileri sürülen tez “küreselleşmeye katılmayan devletlerin haydutlaşması ve bunların sistem tarafından cezalandırılması” oldu. Barnett’in ilk küreselleşmecilerine ek olarak ikinci küreselleşmeciler Rusya, Brezilya ve Çin oldu. Meksika ve Hindistan’da yerlerini alıp dünya sistemiyle bütünleştiler. Ama dışarıda kalan devletlerin sistem tarafından cezalandırılması gerektiği ileri sürüldü.

Kaddafi Libya’sı, İran, Venezüella ve Saddam’ın Irak’ı esas “haydut devletler” olarak görüldü. Bunlardan Saddam Irak’ı B-2 bombardımanlarıyla yok edildi. Kaddafi de benzer şekilde ortadan kaldırıldı.

Solda süreci algılama zaafı

Bugün kendine sol diyen ve antiemperyalist politikayı ortodoksça savunan anlayışlar dahi ABD’nin saldırısı için yağmur duasına çıkar gibi bombardıman duasına çıktılar. Oysa Leninist formüle göre esas mesele ilerleme değil sistemi yöneten emperyalizmin yıkılmasıydı. Sol teorisyenler bunu inkâr etse de Thomas Barnett’in, Brzezinski’nin tezleri karşımıza çıkar: İmparatorluk çağında da emperyalist gerçek değişmemiştir. Emperyalizm; Ömer Güven’in 1970’li yıllarda söylediği gibi Amerikan doları ve postalıyla temsil edilirken, günümüzde teknoloji geliştiği için Amerikan bombaları ve füzeleriyle temsil edilmektedir.

Leninist devrimci-ulusçu model emperyalizme karşı duruşu esas almaktadır. 1920’lerde Afganistan’da gerici gözükse de Emanullah Han’ın İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadelesi bu nedenle desteklenmişti. Lenin, sosyalist İşçi Partisi’nin iktidarda olduğu İngiltere’nin Hindistan’ı ve Afganistan’ı sömürgeleştirmesine karşı feodal Emanullah Han’ın yanında yer almıştı. Aynı şekilde İngiltere’nin Mısır’da Sudan’a doğru yaptığı sömürgeci yayılmaya karşı feoadalitenin de gerisinde bir toplumsal formasyona sahip olan Mehdi hareketi de desteklenmiştir. Mısır’daki ticaret burjuvazisinin sözcüsü konumundaki İslamcı Mehdi hareketi, İşçi Partisi’nin iktidarda olduğu emperyalist İngiltere’ye karşı savunuldu.

Günümüzde Saddam’ın bombalanmasına solun birçok kesimi tarafından karşı çıkılmadı. Kaddafi’ye saldırılması da benzer şekilde değerlendirildi. Afganistan’a yapılan saldırıda ise El Kaide’nin ABD tarafından yaratıldığı söylenerek sol tarafından desteklendi.

Çakal Carlos, Fransa’da yazdığı Devrimci İslam adlı kitabında devrimci ve sistem karşıtı tavrı İslamcı hareketlerde gördüğünü söylüyordu. İlerlemeci tez yerine Batı karşıtı, bazen Hıristiyan karşıtı ama esas olarak sistem karşıtı mücadele veren bu grupları destekledi. Bu ilerlemeci açıdan bakıldığında belki kabul edilemeyebilir. Fakat sistem karşıtlığı açısından başka bir gerçekliğin olmadığı da görülür. Bu El Kaide ya da Taliban’ın zamanında ABD tarafından örgütlenmesiyle örtülemez.

SSCB’nin yıkılması ve seküler sol örgütlerin zayıflaması sonucu bu alana cihatçı örgütler hâkim oldu. Bu hareketlere karşı sistemin ideolojik mücadelesi Ilımlı İslam kavramıyla oldu. Cihatçılığın Doğu toplumlarındaki köklerine ulaşmasının engellenmesi için reformist, Batıcı bir anlayış desteklendi. Fakat özellikle Arap Baharı ile cihatçılığın Batı karşıtı bir tepkiye dönüşmesi engellenemedi.

Cihatçılık Batı karşıtlığına evrildi

Cihatçı hareket, İslam toplumunun en primitif dönemine dayandı ve Peygamber devri öncesi Arap toplumunun tepkisel tavırlarını Selefîlikle bünyesine aldı. Cahiliye döneminin ve sonraki Haricîlerin, İbni Haldun anlattığı Arap kabilelerinin tavırlarını günümüze taşıdılar. Bunlar Batı tarafından reddedilse de Doğu için cazip olabildi. Klasik Arap milliyetçiliği, Baas temelli politikaların yerine bu cihatçılık geçmeye başladı.

El Kaide’nin de Batı tarafında reklamı yapılmış liderliğinin de etkisi oldu. ABD neo-con ekibinin istemediği sonuç ortaya çıktı. Batı toplumundaki İslamcı gençler, Troçkist ve devrimci temelleri İslamcı temellerle birleştirdiler. Radikal Selefî ideoloji böylece Doğuya doğru akmaya başladı. CIA, başlangıçta bunu Baas tipi, Nâsır, Kaddafi, Esad’a karşı kullandı. Bunları, Müslüman olmamakla suçlayan İhvancılık ile yıkmaya çalıştılar. Fakat bu tersine dönerek Batı karşısına geçti. Seyyid Kutub, Hasan el Benna tarzı giderek sol tarafından tanımlandığı anlamında sistem karşıtı, antiemperyalist bir kanala girdiler.

Bu çok fazla telaffuz edilmese de Sultangaliyev’in tasvir ettiği bir kanaldır. Emperyalizme hatta Batı proletaryasına karşı Doğu’nun İbni Halduncu anlayışta tarif edilen komünal yapılarına dayanan bir devrimcilik söz konusuydu. Sınıf mücadelesi gerçekleşemeyince sistem karşıtı bir tepki ileri sürülmüştür. Bu da proleter uluslar kavramıyla milliyetçi temelde gelişen ve dinsel formasyonlara da sahip bir antiemperyalizm gelişti.

Sovyet Devriminde Çarlığa karşı mücadele eden Sultangaliyev’in Kızıl Tatar ordusunun yanında Nakşî Vahidov’ların varlığı söz konusuydu. Lenin de sistem karşıtlığında Marks’ın kapitalizmin geliştirilmesini savunan ilerlemeci tezini eleştirmişti. Bu tezi Menşeviklere bıraktı.

Meselenin Tarihsel boyutları

1970’lerde Deniz’lerin, Mahir’lerin kurduğu yapıların devamı olduğunu söyleyen yapılar bugün Amerikan bombardımanı talep ediyorlar. Burada bir çelişki ortaya çıkar. IŞİD’in Selefî ve Haricî yöntemlerle kafa kesme pratiklerinin yarattığı tepki bir yandadır. Ama bu tepki aslında Osmanlı toplumunda palalarla kelle uçurmanın İslamî bir infaz olduğu gerçeğiyle de yan yana durmaktadır. Bu yöntem aşırı bir şekilde kullanıldığı için toplumda objektif bir tespit yapma olanağı da kalmadı. IŞİD’in Şii Hilali karşısında bir Sünni Hilali anlamında gelişen bir hareket olduğu, tarihsel alan olarak da Emevi ve Mervani hanedanlarının egemen olduğu Bağdat’ın kuzeyi Musul, Halep ve Şam’a yerleşen bir yol izlediği anlaşılmadı. Bu Arap iktidarının pekiştirilmesi anlamına gelir.

Emevi bölgesi ve Mezopotamya’da yer alan bu bölge Arapların Sünni kanadının mekânıdır. Abbasilerin ve Şiilerin alanı ise Bağdat ve güneyindedir. Bu çatışma Abbasîlerin Sünni olmasına karşılık, Sünnilerle Şiilerin tarihsel hesaplaşması anlamına geliyor. Abbasiler, Emevileri devirirken Şiiler adına harekete geçmişti. Şiilerle beraber iktidar olmuşlardı. Şam’ın iktidarını yıkmışlardı. Bu alan daha sonra Zengi Devletine kaldı.

Petrol yatakları üzerindeki egemenlik için geçmişteki Baasçı-Arap milliyetçisi iktidar yerine aynı sosyolojik tabanla Selefî bir yaklaşımla mücadele başladı.

Şii Hilalinde ise geçmişte Marksist-Leninist örgütlenmelerin temelini oluşturan Şii unsurlar dinsel bir militanlık içindeler. Mehdi Ordusu gibi militan Şii gruplar köklerini Hz. Ali’nin mücadelesine dayandırıyorlar. İki grup da gerçekte petrol yataklarının paylaşım mücadelesini veriyorlar.

IŞİD, Arap ve Kürt alanları

Saddam’ın bombalanması ve uçuşa yasak bölge ile engellenmesiyle bir Kürt özerk bölgesi ABD tarafından oluşturulmuştu. ABD’nin eğittiği peşmergeler bu alanı kontrol ediyorlar. Sünni Araplarla Kürtler arasındaki çatışmanın yeni versiyonu da bu son olaylarla ortaya çıktı.

Esad ise Türkiye’ye karşı bir tampon bölge olarak Suriye’nin kuzeyini Kürtlere bıraktı. PKK da burada Batı Kürdistan adıyla kantonlar oluşturdu. Şii Araplarla Sünni Arapların çatışmasından faydalanılarak Suriye ve Irak’ın kuzey kesimlerinde Kürt bölgeleri ortaya çıktı. Bu tarihsel ve diyalektik bir sürecin sonucu değildi. Küresel, konjonktürel olgular bunu yarattı.

Sünni Arap temelli aşiretlerin Selefîleşmesi ve militanlaşması ile IŞİD ortaya çıktı. Şiilere karşı Bağdat’a ilerlerken kuzeye ve doğuya Kürtlere karşı harekete geçti. Mezopotamya’nın ele geçirilmesi Kürtleri Zağros Dağları’na itecek bir hareket anlamına gelebilir. Türkiye’de ise Mardin – Urfa alanı da Halep’in devamı olarak Sünni Arap alanlarıyla beraber yeniden yapılandırılabilirdi. Türkiye’nin güçlü yapısı IŞİD’i bu bölgeleri talep etmekten uzak tuttu.

Bu Arap alanlarında Kürtleşmenin gelişmesi ile Suriye’de ve Irak’taki Kürtleşmeyle beraber IŞİD’e tepki yoğun oldu. Temmuz ayındaki “IŞİD Gerçeği” başlıklı yazımda bugün olacakları tahmin etmiştim. Atık bu bölgede IŞİD kendi alanını ele geçirerek petrole dayanacak bir görünüm sergilemektedir.

Amerika’ya “bomba yağdırma” duası

IŞİD’i tüm politik çevreler kendi çizgisine göre tanımlıyor. İP çevresi ABD’nin ve İsrail’in kurduğu yolunda değerlendirmeler yapıyor. AKP ise Esad’ın ve Batı’nın ürünü olduğunu söylüyor. PKK ise Tayyip Erdoğan’ın oluşturduğunu savunuyor. Bu üç körün bir fili farklı tarif etmelerine benzer.

70’li yıllarda Mihri Belli’nin yoldaşı Şevki Akşit bir konferansta “Ortam çok karışıksa ve ‘biz doğru yolda mıyız’ sorusunu cevaplayamıyorsak ‘düşmanlarımız bize ne diyor’ ona bakmalıyız. Eğer sırtımızı sıvazlıyorlarsa yanlış, bize saldırıp küfür ediyorlarsa bilin ki doğru yoldayız” demişti. Bu ölçüyle IŞİD’e ABD, Almanya ve tüm batı saldırırken sol görünümü altındaki hareketler ABD bombardımanı altındaki IŞİD’e karşı ABD’nin safına katıldılar. Pentagon’un açtığı silah kampanyasına imza attılar.

Burada ikili bir konum ortaya çıkıyor. Hem sol olmak hem de emperyalist sistemin politikalarına dâhil olmak, izinde yürümek…

Bu aslında ilerlemeci tezin gerici olarak tanımladığı dinsel yapılanmalara karşı Amerikan sisteminin yanında yer alma teorik saplanmasından kaynaklanıyor. Bu da devrimci bir yaklaşım değildir. IŞİD’in Erbil, Musul ve Mahmur’a saldırılarının önünü yoğun bombardımanla ABD kesebildi. ABD ile onun inisiyatifinde ortaya çıkmış olan Irak Kürt özerk bölgesi yine doğal olarak ABD tarafından korundu. Eğer IŞİD Amerikancı olsaydı, ABD’nin onu bu kadar yoğun bombardımana tabi tutması düşünülemezdi. IŞİD’in Amerikancılıkla eleştirilmesi bir çelişkidir. IŞİD, “Rojava”ya Temmuzdan önce de saldırmıştı. Kandil ve Türkiye’deki PKK güçlerine, Apo; “100 bin kişi Suriye’ye geçsin” demişti. Cizre ve “Rojava”ya bunun üzerine önemli bir yığılma oldu. Burayı Esad’ın boşaltmasıyla PKK geçici bir güçlülük hissetmiş olmalılar ki Irak Kürt bölgesi ile aralarında büyük hendekler açmışlardı. Bu hendeklerin amacı peşmergenin girişini engellemekti. Buradaki Barzani yanlısı unsurlar da tasfiye edilmişti. Temmuzda Kandil’in “Rojava”ya tüm gücünü yığmasına rağmen IŞİD’in saldırısı yine ancak ABD bombardımanı ile engellenebiliyor.

ABD bombardımanını talep etmek ise Türkiye’deki “sol” gruplara düşüyor! Bu da tarihsel bir “yaman çelişki”dir.

Bölgedeki Türkmen Faktörü

IŞİD ise Afrin, Cizre ve Kamışlı’ya doğru yayılmaya çalışıyor. Afrin, Antep’in hemen güneyindedir ve burada güçlü bir otantik Kürt yerleşimi yoktur. Kamışlı ise esasa olarak meşhur Arap aşiretleri bölgesidir. Türkiye’de de Urfa ve Mardin’de Arap aşiretleri yine yoğundur. IŞİD’in bu Arap aşiretlerine karşı bütünleşmesi hem Şii Hilaline karşı hem de Kürtlere karşı bir tepki olarak ortaya çıktı. Türkiye’nin tarihsel doğal uzantıları ise Halep ve Musul bölgeleridir. Bu alan Türk alanıdır. Ama Türkmenlerin Kürtleşmesi olgusu da önemlidir.

Aksungur Porsukî, oğlu İmadeddin Zengi ve torunu Nureddin Zengi Şam ve Halep atabeyleri olarak bu bölgeyi yönetmişlerdi. Artuklular Mardin ve Amed’de, Urfa’da Bozanoğulları Selçuklu’yla beraber buraya gelmiş Türkmenlerin iktidarını oluşturmuşlardı. Türbe dolayısıyla çok gündeme gelen Süleyman Şah ise sanıldığı gibi Osmanlı’nın atası değil Selçuklulardandır. Suriye Selçuklularından Tutuş’la yaptığı savaşta yenilince orada gömülmüştür. Tutuş onun cesedini Selçuklu ailesinde yaygın olan ayak yapısından tanımıştı. Ve cesedin başında ağlamıştı! Tutuş ise daha sonra yine Selçuklu olan Berkyaruk ile çatışmasında öldürüldü. Porsukî, Zengiler, Artuklular, Sökmenler, Bozanlar Türkmendir. Giderek Araplaşmışlardır. Bir kısmı ise Şafiilikle Kürtleşmişti.

Sonraki dönemde İlhanlılar ile gelen Oyrat, Sulduz ve Celayirler de egemen olmuştu. Bunlardan da sonra Akkoyunlu ve Karakoyunlular buraya yerleşti. Bunların Şah İsmail Safevi devrinde Şiileşmesi ise bugünkü Şii Türkmen olgusunun kökenini oluşturdu. Bunların dışında Akkoyunlulardan kalan Hanefi Türkmenler de vardır. Bunlar 16. yüzyılda gelmişlerdi.

Bu bölge ya Rum Selçukluları ve Osmanlıların ya da İran Selçukluları ve Safeviler tarafından yönetildi. Bu güçlerin mücadele sahası oldu. İlhanlılar tüm bölgeye egemenken halefleri burada iktidarlarını sürdürmüşlerdi.

Devlet olmak, halkı koruyabilmekten geçer

Çaldıran’dan sonra egemenlik tamamen Osmanlılara geçti. Bundan sonra da bir Pax Otomana – Osmanlı Barışı dönemi yaşanmıştı.

Devlet olmak o bölgenin halkının güvenliğini sağlamaktan da geçer. İran’a ve Araplara karşı Osmanlı ve ondan önce de Selçuklu bu güvenliği sağlayabilmişti. İlhanlı döneminde de bu başarılabilinmişti. Tarihte Mısır, Osmanlı ve İran’ın yanında bir de Bağdat’ta devlet vardı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bu güçlerin dengelerine göre farklı egemenler tarafından yönetildi. Akkoyunlu ve Karakoyunlular geçici döneminin dışında burada bir devlet merkezi olmamıştı.

Öcalan’ın ulusal devlete karşı çıkan ve Kandil’le tartışmaya giren Habermas tarzı yaklaşımı dikkatle incelenmeli. Etnisite ve ulusal dilin devlet kavramında yer almayacağını söyleyerek, çözüm sürecinde önünü açmak istemişti. Bu komünler ya da kantonlar yapılanmasına dayanan bir tezdi. Bu ise ne Suriye’nin, ne Irak’ın ne de Türkiye’nin toprak bütünlüğüne dokunulmayacağını iddia ediyordu. Ulusal devlet oluşturulamayacak Halep, Kamışlı, Cezire gibi alanlarda var olan tüm etnik yapıların içinde yer alacağı demokratik yapı tezi ileri sürüldü. Paris Komünü gibi ilerici bir görüntüye bürünmeye çalışıldı. AB’de ulus devletlerin kalmadığından hareket eden Apo, bu komünlerin Akdeniz’den Basra Körfezi’ne kadar genişleyebileceğini savundu. Bu sorunu çözer gibi gözüken kolaycı bir yaklaşımdır. Hatta böylece Türkiye’nin içinde daha küçük Kürt kantonlarının da kurulabileceğini iddia etmiştir. Bunu çok önce belirtmiştik.

Sol açısındansa şöyle bir yaklaşım gelişti: “Doğuda bir Kürt partisi olabilir ama Batıda bir Türk partisi olamaz! Parti çok etnilidir.” Bu noktada da adından “Türkiye” ibaresini bile çıkaran örgütler oldu. Demokratik ulus kavramı kantonsal bir yapılanma için savunuldu.

ABD desteğiyle Barzani’nin oluşturmaya çalıştığı devletçik veya Esad’ın çekilmesiyle oluşturulan kantonlar bir dış saldırı karşısında kendini koruyamadılar. Bu devletçikler ve kantonlar birbirini suçlarken IŞİD’in Sünni Arap tabanlı saldırısı göğüslenemedi. Buradaki halkın Türkiye’nin desteği olmadan Yezidilerin konumuna düşeceği de açıktır.

Devlet olabilmenin kendini savunabilme zorunluluğu ortaya çıktı. ABD bombalaması olmasaydı Musul’un bir günde terk edilmesi gibi “Rojava” da birkaç günde terk edilecekti. Tüm PKK güçlerinin burada konumlanmasına karşın durum budur. Halk da buradan Türkiye’ye göçmek zorunda kalmıştır. Yoksa bombardıman da yapılamayacaktı.

Kamışlı da düşerse demokratik ulus ve kantonsal yapılanmanın Ortadoğu için geçerli olmayan Avrupa için geçerli bir düşünce olduğu iyice ortaya çıkacak. Türkiye’deki açılım süreci de Kamışlı kantonunun Mardin kantonu ile birleşmesi, Kobani’nin Suruç ve Urfa’yla birleşmesi, Afrin’in Antep’le birleşmesi gibi bir taleple yapıldı. Fakat IŞİD saldırıları bunun yapılamayacağını ortaya çıkardığı gibi Kürt halkına da böyle bir yönetimin olamayacağını gösterdi.

Kürtler petrol güvenliğini de sağlayamadı, IŞİD sağlarsa ABD’yle uzlaşabilir

Barzani ile İran’ı çatışmalarına karşı Barzani bölgesini İran milisleri korudu. Mahmur’u ise PKK değil Amerika IŞİD’den kurtardı. ABD stratejistleri açısından da buradaki Kürtlerin askeri bir varlık gösteremeyeceği de yine bu saldırılar dolayısıyla ortaya çıktı. ABD’nin 25 yıldan beri üzerinde çalıştığı proje çöktü. Petrol bölgeleri üzerinde güvenlik sağlayabilecek iktidar Kürtler tarafından sağlanamıyor. Bu ortaya çıkınca ABD burada Kürtlere dayanan projesi rafa kalkacaktır.

IŞİD burada bir düzen kurup, şekilsel sivriliklerini tasfiye ettikten sonra bir İslam devleti olarak petrol bölgesinde güvenliği sağlaması koşuluyla ABD ile uzlaşabilir. Bu ihtimal de söz konusudur. ABD için esas olan petrol şirketlerinin petrol çıkarması ve sisteme aktarmasıdır. ABD bu nedenle Venezüella’ya dokunamadı. Kürtler ise bu güveni veremedi. Orta gelecekte diğer ihtimaller belirebilir.

Kaddafi’nin düşürülmesi sonrası da Libya petrollerinin güvenliği sağlanamadı. Yerel iktidarlar kabileler arasında çatışarak bu otoritenin kurulmasını sağlayamadı. Bu tip bir savaş içindeki Ortadoğu petrol şirketleri için ideal değildir. Amerikan silah şirketleri bunu istese bile petrol akışının durması ABD açısından istenir bir olgu olamaz.

ABD bombardımanın hedefindeki IŞİD alanı gerçekte petrol alanıdır. ABD de “bizim için önemli olan bu alanın güvenliğidir” demektedir. IŞİD’den başka burada bir statüko ve denge sağlayabilecek güç de görünmüyor. Bu nedenle IŞİD’in bombardıman edilmesi, onun ABD ile uzlaşmaya yönlendirilmesi anlamına da geliyor. “Büyük Kürdistan” kurulması ve alternatif bir gücün oluşması ihtimali de ortadan kalkmış görünüyor. Türkiye ise PKK’nın Kürt halkında yarattığı ABD yardımına rağmen ayakta kalamama ezikliğini değerlendirebilir. Ayaklanma denemeleri de bu başarısızlığı gizleyemiyor. Bu da “açılım PKK’yla değil Kürt halkının kendisiyle yapılmalı” tezini AKP’de güçlendirebilir. Tayyip Erdoğan’ın son konuşmaları da bu izlenimi yaratıyor.

IŞİD’in bu bölgedeki egemenliği tarihsel olarak Arapların Kürtlere tepkisinin dışavurumu olarak değerlendirilmeli. Ama stratejik anlamda da temel mesele petrol bölgesinde egemenlik kurulmasıdır. Türkiye açısındansa konu “Kuzey Kürdistan” için model olarak sunulan “Batı Kürdistan” modelinin çökmesidir. Artık PKK bile açılımda ne talep edeceğini bilemiyor. Kürt halkının PKK’ya güveninin sarsılması açılımın bir süre dondurularak daha sağlam bir muhatapla sürdürülmesine neden olabilir. PKK tüm güçlerini yığdığı bölgede yenilerek bir savaşın tarafı olamayacağını gösterdi. PKK’nın Türkiye ile bir savaşı da yeniden göze alma ihtimali kalmadı. Kürt halkının da desteğini kaybettiği bir noktada devletin kendisine karşı başlatacağı bir topyekûn savaş PKK’nın zayıf karnıdır.

Buna rağmen Türkiye açılımda Kürt halkının temsilcileriyle görüşme noktasındadır. PKK’nın Hüda Par’la keskinleşmiş mücadelesinin altında da geleceğe dönük bu projeksiyon var. IŞİD’in devletleşmesinin de sistem tarafından kabul edilebileceği de gözüküyor…


EKLER;
abd,ışid,petrol yatakları,pkk,şener üşümezsoy,sol,strateji,pyd,türkmen,

http://www.turksolu.com.tr/irak-sam-islam-devletinin-gelecegi-petrol-guvenligi-ve-kurt-acilimi/