28 Aralık 2020 Pazartesi

Benim Kıbrıs Krizim: Kıbrıslılar Acı Çekiyor, Yatırımcılar Gülümsüyor


Benim Kıbrıs Krizim: Kıbrıslılar Acı Çekiyor, Yatırımcılar Gülümsüyor 


Michalis Persianis* 




* KATHİMERİNİ KIBRIS GAZETESİ EKONOMİ VE FİNANS BAŞ EDİTÖRÜ 

BAŞKANDAN  SUNUM.,

Zaman büyük bir hızla akıp geçiyor. Mevsimlerin birbirini kovalayıp yazdan sonbahara geçtiğimiz şu günlerde Avrasya coğrafyası da yine yoğun günler 
yaşıyor. 
Avrasya Ekonomik İlişkiler Derneği olarak takip ettiğimiz yoğun gündemi sayfalarımızın yettiği kadarıyla Eko Avrasyanın bu sayısına taşıdık. 
15 Eylül Bakü’nün işgalden kurtuluş günüydü... Kardeş ülke Azerbaycan’ın başkenti Bakü’nün kurtuluşunda büyük emeği olan 
Nuri Paşa ve Kafkas İslam Ordusu’nun tüm isimsiz kahramanlarını bir kez daha saygı ve şükranla anıyoruz. 
Kazakistan’ın başkenti Astana bu yıl başkent oluşunun 15. yıl dönümünü kutladı. Kazakistan Ankara Büyükelçisi Janseyit Tüymabayev’in davetlisi olarak gittiğimiz Astanada muhteşem kutlamalara katıldık. 
Avrasya Ekonomik İlişkiler Derneği olarak kurulduğumuz ilk günden bu yana ülkemizin Türk Cumhuriyetlerine yönelik politikaları çerçevesinde şekillendirilmiş bir gelecek inşa edilmesine aktif bir STK olarak yürütmekte olduğumuz lobicilik faaliyetleriyle katkıda bulunmak önceliğimiz olmuştur. Bugüne kadar gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında STK’lar, üniversite, enstitü ve akademilerle 
ortaklaşa birçok proje yürüten derneğimiz yeni bir oluşuma imza atıyor: ’’Avrasya Akademi’’. Kasım ayı itibariyle çalışmalarına başlayacak olan Avrasya Akademi, başta Avrasya olmak üzere Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Avrupa’ya uzanan coğrafyada kongre, seminer, çalıştay, söyleşi, sergi, konser gibi bilimsel ve kültürel etkinliklerin yapılmasına ortam oluşturacaktır. Akademi’nin program ve faaliyetlerini ilerleyen günlerde web sitemizden takip edebilirsiniz. 

Doğudan batıya, batıdan doğuya tüccarların, orduların, bilge kişilerin buluşma noktası olan tarihi İpek Yolu’nun 21. yy.da yeniden canlandırılması ve etkin hale gelmesi için Türk Dünyasının kardeş ülkeleri önemli işbirliklerine imza atıyor. 

Bu sayımızda İpek Yolu için yapılan işbirliklerini mercek altına aldık. İran seçimlerinin ardından ülkede son durum, Ukrayna-Türkiye ilişkilerinde güncel gelişmeler, Almanya da yapılan seçimler sayfalarımızda takip edebileceğiniz konu başlıkların dan sadece birkaçı... 

Dergimiz her geçen gün sizlerin eleştiri, yorum ve önerileriyle gelişiyor, büyüyor... Desteğiniz için çok teşekkür ediyor, en derin saygılarımı sunuyorum. 

Sahibi 
Avrasya Ekonomik Sosyal İlişkiler Derneği Adına 

Hikmet EREN 

Kıbrıs’ta bankacılık sektöründe yaşanan çöküşün otopsisi bize geniş anlamda bildik bir çerçeve çiziyor: eski dost kapitalizm, gevşek denetim, kredileme ve ölçüsüz kredi büyümesi, banka aktiflerinde büyüyen bir delik oluşturmak üzere bütünleşen ciddi hata dizileri ile birlikte hareket etmiştir. 

Belki de en ilginç olan, diğer geleneksel bankacılık krizlerinde yaşananın aksine, yabancı mevduat kaçışının Kıbrıs’ta krizin nedeni değil sonucu olmasıdır. 
Açık olan bir şey var ki, o da Eurogroup’un aldığı mevudat bu kriz ile mücadele ettiği dönemde, gerçek (reel) ekonomi , Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeleri ayağa kaldıran ve birçok fırsat yaratan büyük bir değişiklik tecrübe etmeye başlamıştır. 

    Açık olan bir şey var ki, o da Eurogroup’un aldığı mevudatlarda kesintiye gidilmesi kararının gereksiz ve ekonomik olarak ölçüsüz bir karar olduğudur.

Hem Laiki Bank hem de Kıbrıs Bankası “15 Mart” gününde (1) iflas etmişti, ancak bankaların yaraları, bir bankaya hücum süreci oluşturulmadan daha dikkatli şekilde sarılabilirdi.

İşleri daha da kötüleştiren, Avrupa Merkez Bankası’nın etkisiyle Kıbrıs Merkez Bankası’nın, zaten açıkça iflas etmiş olan;

Kıbrıs Merkez Bankası Başkanının tabiriyle “solunum aygıtının” kapatılması gereken Laiki Bank’a dokuz ay likidite yardımı yapmaya devam etmesidir.
Bununla birlikte, Kıbrıs’ın ortaya çıkan bu kriz ile mücadele ettiği dönemde, gerçek (reel) ekonomi , Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeleri ayağa kaldıran  ve birçok fırsat yaratan büyük bir değişiklik tecrübe etmeye başlamıştır.
    Laiki Bank ve Kıbrıs Bankası’nın bağlantı yerlerinden söküldüğü bir zamanda yaşanmakta olan en ilginç değişim, geleneksel ekonomik ve sosyal  elitlerin rolünün değişmekte olmasıdır. Bu durumda kriz iki yakından bağlantılı gerçeği ortaya çıkarınca görünür olmuştur:
 İlk olarak kredilemenin (bir milyon Avro üzerinde olduğu tahmin edilmektedir) ülkenin en büyük iki bankasında toplanmış olmasıdır. 
Kendileri, ortakları veya akrabaları yönetim kurullarında yer alan iş adamları geri ödeme yetenekleri konusunda ciddi bir analiz yapmadan teminat  göstermek suretiyle yüksek miktarda kredi çekiyorlardı. 
Bu krediler şirkete sermaye aktarımını sağlarken ve süresi bittiğinde sözleşmesini devamlı yenilerken, bankalar özellikle kağıt üzerinde itibarlı görünen
ancak gerçek satış değeri bulunmayan ağır teminatlara hiçbir karşılık gösterme gereği hissetmemiştir. 
İkinci olarak, Ekonomik kriz bu elit kesimi yönetim kurulları ve yürütme yetkilerinden uzaklaşmaya zorlarken, bu kesim söz konusu iki bankanın iç yapısında  denetim ve erişim imkanlarına sahip olma çabalarına girişmiştir. 
Bunu belki de kredi sözleşmelerinin yenilenmesini devam ettirebilmek ve temerrüde düşmemek için yapmışlardır. 

< İlginç şekilde, krizin pusuna rağmen Kıbrıs Yunanistan’ın yaşadığı siyasi belirsizliğe sahip değildir ve esas konu bankacılık sorunudur >

Bu değişim başka bir değişime yol açmıştır. Yabancı ülkelerde öğrenim görmüş ve iş tecrübesine sahip daha genç kadrolar, Üçlü’nün (Troyka) dikkatli bakışları 
altında, denetim mekanizmalarına girmeye başlamıştır. 
 Böylelikle ekonominin boğazındaki ipek kordon kaldırılmaya başlamıştır. 
Bu durum, devam eden bir kriz karşısında Kıbrıs’ta yeni fırsatların çıkış noktasını oluşturmaktadır.
Yaklaşık 40 yıldır, yüksek büyüme sanayisi olarak tanımlanan istikrarlı bir büyüme eğrisi takip eden ülke bu büyümeyi kurutmuştur. 
Daha fazla oyuncu bu yüksek büyüme sanayisine girdikçe ve kar sınırlarını erittikçe, ekonomi kendisini yeni bir sanayiye kaydırarak yeni yatırım ve yüksek
kar çekmeye başlamıştır.
Geleneksel elit kesim ekonomi üzerindeki denetimini kaybetmeye başlarken, Kıbrıs sadece ülkedeki hızlı ama istikrarsız büyümeye sebep olan ticari eğilimi terk
etmek zorunda kalmamış daha fazlası gerçekleşmeye başlamıştır. Artık, bankacılık şirket kurulumu ve muhasebe hizmetlerinin %4’ün üzerinde bir büyüme  oranı sağlayamaması, gerçek (reel) ekonominin yeni alanlara kayarak çeşitlenmesine yol açmıştır.

    Bu “büyüme çeşitlenmesi”, kafeterya sektöründen alternatif enerji parklarına, yüksek öğrenim sektöründen yeni çeşit profesyonel hizmet sektörüne, farklı büyüklük ve içerikte yeni projelere yönelik yatırım ve fon arayışında kendini göstermektedir.

Nakde aç olan Kıbrıs için bu büyüme çeşitlenmesi yeni yatırımcılar için kapı açmaktadır.

Artık bankalarda daha sonra kredilendirmede kullanılacak büyük mevduatlar yerine, yapılabilir gerçek projelerde doğrudan hissedar olan yabancı yatırımcılara
şahit oluyoruz. Güneş enerjisi yatırımları, kapsamlı internet alt yapıları ve uluslararası telefon hizmetleri belki de bu konudaki en önemli örneklerdir.

    İlginç şekilde, krizin pusuna rağmen Kıbrıs Yunanistan’ın yaşadığı siyasi belirsizliğe sahip değildir ve esas konu bankacılık sorunudur. 
Hemen olmasa da önümüzdeki 24 ay boyunca internetten gelişmeleri takip edecek olan çoğu yatırımcı bunun halledilebileceğini düşünmektedir.
Bu yatırım akışının bir parçası ise iflas eden bankalardan yatırımcıların aldığı sorunlu kredilerin faizleridir, ki anlaşma ve satışlar sırasında bu faizler 
somutlaşmaktadır.
Karlı bir işe dönüşme potansiyeline sahip sorunlu bir ticari krediyi elinde tutan yabancı yatırımcı, borçluyu yeniden yapılandırma ve uzun vadede bu işten hisse
alma arayışındadır. 
Bu durum ilk aşamada ümit verici ancak yaşlanmakta olan turizm sektörü için geçerlidir.
Bu fırsatların arkasında tabi ki bir dizi başka düşünceler vardır. İlki Kıbrıs sorununun çözümü için her an olabilecek ilerlemedir. Ekonomik durumun, Kıbrıs
Cumhuriyeti’ni çözüme zorlaması için suistimal edilmesinin çözüm sürecinde ilerlemeyi engelleyeceği yönünde bir hissiyat olmasına rağmen, özellikle 
açılış sahnesi Maraş’ın yeniden inşasını içerdiği takdirde, bu dönemde adanın birleşmesinin iki tarafın da yararlanacağı bir durum olduğu açıktır. 
Bu bağlamda, Kıbrıs’ın kuzeyi, eğer mümkünse doğrudan AB desteği ile AB müktesabatını uygulamaya başlamak zorundadır.

İkincisi, doğal gaz kaynakları vasıtasıyla elde edilecek büyüme umududur. Siyasi konulardan öte, gaz üretimi başladığında ön sırada yer alabilmek  amacıyla ofisler açmak ve hatta küçük ölçekli operasyonlar başlatmak suretiyle ülkede pol pozisyonuna sahip olmak için mücadele veren bir grup yabancı yatırımcı bulunmaktadır. Bunların ötesinde ülkede enerji konusunda uzmanlık bilgilerine acil ihtiyaç duyulmakta, yabancı yatırımcılar sadece yerel  oyuncuların yapacağı yatırımlarda değil teknik bilgi ve hizmet alanında da hissedar olabilme arayışı içerisindedir.

Bu gelişmeler Kıbrıs’ın düze çıktığı anlamına gelmemektedir. Kriz sonrasında Kıbrıslılar daha uzun süre sıkıntı çekecek ve ekonomi olumsuz ya da  düşük büyümede seyrederek akışkanlığını kaybedecektir.
Aynı zamanda ekonomik güçlerin yer değiştirmesi ve fon ile uzmanlık bilgisi ihtiyacı, ekonominin yıkılan devlerinin yarattığı boşluklar üzerinden en uygun fırsatları yakalamaya başlayan yabancı yatırımcılar için yolları açmaktadır.

(1) Ides of March: Tarihi olarak Roma Cumhuriyeti’nden Roma İmparatorluğu’na geçiş sürecinin dönüm noktalarından kabul edilen Julius Sezar’ın 
M.Ö.44 yılında öldürüldüğü ve Roma takviminde 15 Mart gününe denk gelen tarih. 


BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINI 100.YIL DÖNÜMÜNDE 3.DÜNYA SAVAŞI 1 SAVAŞ GÖÇMENLERİ SORUNU

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINI 100.YIL DÖNÜMÜNDE 3.DÜNYA SAVAŞI 1 SAVAŞ GÖÇMENLERİ SORUNU


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 2014 Birinci Dünya Savaşının yüzüncü yıl dönümü. Yüzyıl önce yaşanan dünya savaşının en önemli sonucu Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Rus Çar İmparatorluğunun yıkılışı ile sonuçlandı. Büyük toprak kaybına rağmen, Osmanlı'nın çekirdek toprakları üzerinde Türkiye kurulurken, Rusya'da Sovyetler Birliği kuruldu. Batı'nın kendi içindeki güç dengeleri Osmanlı'nın tamamen silinmesini gerektirmediği için Türkiye bir şekilde tarihte yerini almış oldu.

Bunun bedeli de Kürtlere ödetildi. Kürdistan, Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında bölüşüldü. Sonrasında Kürtler ayaklandıysa da bunda başarılı olamadılar.

Batı içi çatışma/denge noktasında Batı'dan (Rusya dahil) destek alamadılar.

Birinci Dünya Savaşından sonra yeni bir güç olarak kendisini gösteren ABD, İkinci Dünya Savaşının sonucunun belirlenmesinde de etkili olunca bu Batı'nın öncülüğünün ABD'nin eline geçmesi anlamına geliyordu. İkinci Dünya Savaşının galiplerinden biri de Sovyetler Birliği idi. Geçmişte, hegemonya/siyasi anlayış farklılık şekilde oluşan Batı içi çatışmaya bu boyutlara ideolojik (Sosyalizm-Liberalizm) yön eklenmiş oldu. Dünya iki bloğa ayrıldı. Bloklar arası çatışma tarihsel Doğu-Batı çatışmasını dahi geride bırakmıştı. Asya, Yakın Doğu, Afrika, Güney Amerika'da her yerde yaşanan buydu.

Sovyetler Birliğinin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra eskisi gibi olmasa da bu rolü Rusya oynamaya devam ediyor. Başkalarının toprak ve yönetimi üzerinde etkili hale getirerek güç paylaşımını/savaşını başkaları üzerindeki emperyal anlayış bu günkü sorunların ana kaynağıdır. Bunun en görünür nedeni ülkelerin karşı karşıya gelişi, ülkeleri oluşturan halkların etnik/dinsel/mezhepsel olarak karşı karşıya getirilmesidir. Toplumun kendi sorunlarını çözme yeteneğini yok ederek kendisine muhtaç hale getirmesidir. Böylece küresel güçler kendi aralarındaki savaşları kendi toprakları dışında, kendi insan kaynaklarını kullanmadan yürütebilmektedir ler. Savaşların en önemli sonucu, büyük göçmen istilasıdır. Bir savaşta, göçmenlerin sayısı, niteliği, göç yönleri savaşın uzun ve sert geçeceğinin en önemli belirtisidir. Suriye açısından bakıldığında toplam nüfusu 20 Milyon olan Suriye'den komşu ülkelere (Ürdün, Türkiye, Lübnan, Irak) beş milyona yakın mülteci göç etmek zorunda kaldı. Bunlara kayıt dışı olarak daha uzak yerlere göç edenler de dahil edildiğinde yaşanan göçler Birinci Dünya Savaşında Balkanlar ve Doğu Avrupa'da yaşanan göçleri gölgede bırakacak durumdadır. Göçmenlerin saysısallığının savaşın süresinin belirleyiciliği karşısında, savaşın giderek daha da boyutlanacağını göstermekle kalınmayacağını, fiziki kitlesel imha/soykırımların yaşanacağını gösteriyor. Göç nedeniyle meydana gelebilecek bir sorun da göçün yönünün olduğu ülkelerin buna paralel olarak savaşa girme riskini taşımasıdır. Türkiye, bu göçmen tehlikesini ön göremedi. Göçmen sayısının kritik miktarını yüzbin olarak belirledi. Buna göre hazırlık yaparak başlangıçta göçmen gelişini teşvik etti (Sınırlarda çadır kentler kurarak, buradaki konforu basına servis etti). Kısa süre içinde Türkiye'ye gelen Suriyeli sayısı 1,5-2 milyona dayandı. Sınırdaki çadır kentler yetersiz olduğundan dolayı, kısa sürede bu göçler Türkiye'nin her yerine doğru ilerledi. Göç edenlerin kontrolü kolay olmadığından dolayı hiç de beklenmeyen olayların (Suriyelilere karşı Irkçı yönelmeler, radikal islam'a eleman olma, ucuz iş gücü) meydana gelişi de kaçınılmazdı. Türkiye ile Esad Suriye'si savaş halindedir. Saddam'ın ve Kaddafi'nin akibetinin Esad'ın başına gelmemiş olması Türkiye'yi germiş durumdadır. Tüm hesaplarını Esad'ın gidişi üzerine kuran Türkiye yaşadığı Kürt sorununa ek olarak bir göçmen istilasına uğramış olması, Türkiye'yi kıpırdamaz bir duruma getirmiştir. Türkiye, Kuzeyinde Rusya ile sorunlar (Ukrayna, Kırım, Çeçen), Güney Doğusunda Suriye, Irak ve Kürtlerle sorunlar yaşamaktadır. Kobani nedeniyle ABD ile oluşan yaklaşım farklılıkları da dikkate alındığında "hareketsizliği" mahkumiyeti daha da iyi anlaşılmaktadır. Buna Türkiye'de belirli bir iç konsensüs (CHP, Cemaat, Askerin durumu vs) olmadığı da eklenirse zorluğun derecesi daha da açık görülecektir. Birinci Dünya savaşında Osmanlı'nın yaşadığı yenilgi Suriye savaşı ile devam edecek gibi görünüyor. Çünkü, Osmanlı Birinci Dünya Savaşına girerken, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğuyla ittifak halinde girmişti. Bu ittifak dahi savaşı kazanmasına yeterli olmamıştı. Göçmenlerin yarattığı sorunlara geri dönecek olursak, savaş sona erse dahi göçmenlerin geldikleri veya geri dönecekleri yerlerde sorunların devam edeceği, yeni bir boyut kazanacağının bilinmesi gereklidir. Diyelim ki, Suriye savaşını Esad kazandı. Esad, egemenlik kurduğu topraklarda devlet/kamu düzenini sağladığı zaman malını mülkünü orada bırakıp göç edenler geri döndüklerinde mallarının yeni sakinler tarafından kullandığını gördüklerinde bunun yeni bir çatışmaya neden olabileceği de ön görülmelidir. Aynı durum, Esad rejiminin yıkılması halinde de görülecektir. Türkiye'nin savaşması çok zordur. Türkiye'nin durumu Birinci Dünya Savaşına adeta sürüklenen Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna benzemektedir. Kuzey Doğu'da bir yandan Rusya ve Polonya ile Güneyinde ise Milliyetçi Sırplarla savaşması mümkün değildir. Ayrıca onlarca farklı halkı içinde barındırdığı için içten de kaynamaktadır. İmparatorluğun her yerinden İmparatorluğun çekirdek merkezlerine doğru savaş nedeniyle büyük bir göç de yaşanmaktadır. Yukarıda da dediğimiz gibi Türkiye'nin "düşmanı bol, gücü sınırlı" durumu savaşa girmesine uygun değilse de Türkiye'yi birden fazla cephede savaşa sürüklemek isteyen siyasi kadrolar, bu haliyle Türkiye'yi savaşa sokarlarsa, durumu aynen daha birinci dünya savaşı bitmeden lime lime olan Avusturya-Macaristan'ın durumunu yaşayacaktır. Böylece 20.Yüzyılın başında eksik kalan, Türkiye'nin küçülmesi de 21.Yüzyılın başında gerçekleşmiş olacaktır.
Enver/Talat'ın rüyasını gören Erdoğan / Davutoğlu da Enver / Talat'ın da gerisine düşecektir. ***

ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ

ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ




Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
Öncelikle Kobani sonrasında 6-7 Ekim olaylarıyla "çözüm sürecinin" kırılmaya uğradığını Öcalan da kabul ediliyor. Öcalan'ın "Çözüm süreci açısından gelmiş olduğumuz nokta bir kırılmaya maruz kalmıştır.

Bunun en önemli sebebi; bu süreçlerde hükümetin benimle geliştirmeye çalıştığı ilişki biçimini bir araçsallaştırma mekaniğine oturtmaya çalışmasıdır." demiş olması bunu ortaya koyuyor. Öcalan'ın mesajındaki hükümetin kendisini araçsallaştırma mekaniğine oturtmaya çalışmasındaki çabası da bir değişiklik olup olmayacağı da belirsizdir. Hatta, Öcalan'a "elindeki kart" gözüyle bakılmaya devam edildiğinin sayısız örnekleri bulunmaktadır. Bu nedenle Öcalan'ın "15 Ekim itibarıyla yeni bir aşamaya geçtik" demesi "ihtiyatlı bir iyimserlikten" öte bir anlama gelmez. Bunun bu şekilde olmasının en önemli nedeni hükümetin en azından bir buçuk yıl önce atması gereken somut adımları atmayışı ve bu adım atmayışına rağmen Kürt tarafının diyalogların bu şekilde devam etmesini onaylayan tarzı devam ettirmiş olmasıdır. Yani bunun sorumluluğunu sadece hükümete atmak da yanlıştır. Öcalan açısından bakıldığında onun durumunda olan birinin iyimserlik ve umutlu olmaktan başka çaresi de yoktur.6-7 Ekim'de görüldüğü gibi bu olayı etkileme şansı da yoktur. Çünkü Kobani'ye karşı Devlet'in tavrı o kadar kötü idi ki, bunun karşısında o tepkiyi göstermemek mümkün olmazdı. Tersine tepkiler olmamış olsaydı, Kobani düşmüş olacak bu da Kürt halkını devlete karşı silahlı bir ayaklama mecburiyetinde bırakabilirdi.

Ortadoğu'nun yangını bir anda Türkiye'nin her yanına yayılabilirdi. Durum böyle iken, tepkilerden ve olaylardan Kürtleri ve onun demokratik sivil temsilcisi olan HDP'yi sorumlu tutmak büyük bir haksızlıktır. Büyük bir karalama ve psikolojik savaş yürüterek, her şeyi sorumluluğunu HDP'ye yüklemek büyük bir haksızlıktır. Hele hele bu olumsuz propagandalara HDP içinde sorumluluk düzeyinde yer alan birinin kendisini buna alet ederek, sorumluluğu Kürt Siyasal Hareketine çıkarması doğru değildir. HDP, çözüm sürecinin olmazsa olmazı olmasına rağmen HDP ve Selahattin Demirtaş'a yönelik olarak hükümetin karalama/dezenformasyon faaliyeti çözüme hizmet etmez. Öcalan'ı çözümden yana, HDP'yi ise çözüme karşıt göstermenin bir geçerliliği yoktur.

Çözüm süreci devam edecek mi devam etmeyecek mi? Hükümetin açıklamaları ve İmralı'ya giden HDP heyetinin getireceği mesajlar sürecin devamını sağlayabilir mi?Bu saatten sonra ne Tayyip Erdoğan'ın ne de Öcalan'ın süreci kendi yerel/yerli çabalarla sürdürme gücü kalmamıştır. Kobani ile birlikte Kürt sorununun uluslararasılaşmasının zirve yapmasından sonra, küresel güçlerin içinde olmadığı bir çözümün mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır. AKP hükümeti ve Erdoğan, küresel ve bölgesel güçlerle ilişkilerini iyileştirmesi bir yana daha kötüleştirdikçe Kürt sorununun çözüm yeteneğini yok ediyor. Daha fazla güvenlik ve kamu düzeni diyerek istikrarsız/kararsız otoriterliğe doğru tam gaz yol alıyor. Hukuku ve Anayasa'yı askıya alacak şekilde fiili başkanlık rejimini uyguladıkça, devletin temel dinamikleri yetkisiz ve sorumsuz birinin iki dudağı arasında kalıyor. Sadece kendi partisi üzerinde etkin kalmakla yetinmiyor, yargıyı ve her türlü idareyi kendi ekseninde hareket ettirmekle de yetinmiyor, KSH ve Öcalan'ı da kendisine bağlı bir araç olarak kullanmak istiyor. Bunu yapmaya gücü yetmediğinde baskı, tehdit ve manipülasyonu devreye sokuyor.
Bu şartlarda ve bu aktörlerle sürecin yürümesi mümkün değildir. Öcalan da bunu fark etmiş durumdadır. Bana göre Öcalan'ın süreçten çekilerek, HDP, KCK ve Kürt halkının sürekli ertelenen umutlarının sömürülmesi/sönümlenmesine son verilmelidir. HDP tarafından dile getirilen "hükümetin bir kanadında Demirtaş'ı istemeyenler var" denilmesi hem gerçeklik hem de siyasi ahlaka uygun değildir. Çünkü, hükümette iki kanat diye bir durum yoktur. Varsa yoksa Erdoğan vardır. Erdoğan ne derse o olmaktadır. Demirtaş'ı istemeyen birisi varsa o da Erdoğan'dan başkası değildir. Daha önce Öcalan 'la görüşme heyetinden onu çıkarma emrini veren de Erdoğan'dır. Demirtaş, sürecin devamı hatırına bu konuda sesini çıkarmamıştır. Kaldı ki, karşılıklı siyaset yapan iki partiden birinin diğer partinin süreci kiminle yürütüleceği belirlemeye kalkışması ahlaki ve hukuki de değildir. Dayatmalar, KSH'nin kurumsal ve toplumsal bütünlüğünü tehdit etmeye başlamıştır. Buna daha fazla katlanma, KSH'ni dayandığı toplumsal dinamiklerle karşı karşıya getirme potansiyeli taşımaktadır. Belki de hükümet bu şekilde olmasını arzulamıştır. Kamu Düzeni ve Güvenliğinden Kasıt Erdoğan ve Arkadaşlarının Güvenliği ve Geleceğidir.
Öcalan'ın 21 Ekim tarihli mesajında "kendi yerelliğimizden yola çıkarak evrensel çözüme ulaşma şansımız varken, bu hamleyi yapmasak bölgemiz başka güçlerin salt kendilerini merkeze alan dayatmaların ve uygulamaların girdabında telef olacaktır." demiş olması bu tehlikenin somut ifadesidir. Başka güçten anlaşılması gereken ABD'den başkası değildir. Ne yazık ki, AKP'nin "değerli yalnızlık" siyaseti bu sonucu doğurmuştur. AKP, bununla sadece "çözüm sürecini" elinden kaçırmakla kalmamış, kendi ülkesindeki "kamu düzenin bozulmasına" neden olmuştur. Bundan sonraki sürecin temel dinamiğini özgürlüklerin sınırlandırılması ile devam edecek güvenlik eksenli politikalar oluşturacaktır. Polisin yetkilerinin artırılması, yargının yürütmeye bağlı hale gelişindeki örnekler bunun habercisidir. AKP'nin güvenlikten anladığı Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının geleceğidir. Bunu iliklerine kadar yaşadıkları için, çözüm süreci devam edecek görüntüsü altında altı ay sonra yapılacak seçimlerde iktidarını sürdürmek amaçlanmaktadır. Bu kaygıları olan AKP'nin önceliği "çözüm sürecini" sonuca ulaştırmak olamaz. Kaldı ki, Güney Kürdistan'dan sonra Rojava'da da Türkiye'nin etkinliği kalmamıştır. Bu giderek Kuzey Kürdistan’ı da etkisi altına alacaktır. Bunu önlemeye Öcalan'ın gücü de yetmeyecektir. Öcalan'ın 21 Mart 2013 tarihinde çağrısını yaptığı "Misak-ı Milli" ve Türk/Kürt işbirliğinin maddi temelleri de kalmamıştır.
6-7 Ekim’den HDP’yi Sorumlu Tutmak HDP’ye Haksızlıktır. KSH’nin Üçlü Dinamiği: Öcalan-Qandil ve Demokratik Kürt Siyaseti Öcalan, Qandil ve Demokratik Kürt Siyasetinin kendi arasındaki ilişkisi kendisine özgü dinamikler le yürümektedir. Üçlünün birbiriyle karşıtlığı olmadığı gibi aynılığı da söz konusu değildir. Kendisine özgü bir görev bölüşümü vardır. Zaman zaman bazı karışıklık lar görülse de bunu aşacak tedbirleri almakta esnektir. Burada önemli olan husus, devletin "Öcalan iyidir" derken, onun neyi amaçladığıdır. Bu amacı da KSH'ni bir arada tutan Öcalan'ın bu özelliğini yok ederek KSH'ni birbirine düşürmek/bölmek amaçlıdır. Öcalan da bunun farkındadır. Sırf bu bakış açısı bile çözüm sürecinin devamına engeldir. Sizden somut adım atmanız beklenirken, siz somut adım atmak yerine güvenlik/özgürlük karşıtlığı temelinde düzenleme yapmak ve KSH'ni kendi içinde karşıtlıklar oluşturmak için kara propagandaya başvurduğunuz takdirde bundan sonuç almanız mümkün değildir. KSH, ideolojik, örgütsel ve liderliği açısından bu düzeyi yakalayışı tarihsel bir süreç ve bilinç üzerinden oluşmuştur. Bu üçlünün halkla ilişki ve iletişimi canlı bir organizmanın işleyişi gibidir. Halk düzeyindeki lidere bağlılık ve halkın siyasi yapının devamındaki hassasiyeti bu bölünmeyi imkansız kılar. Durum böyle iken, hareketi bölmeye yönelik faaliyetler olsa olsa bunu içinde taşıyanların niyetlerini ortaya koyar. Düzen içi İlerlemeyi Esas Alan AKP’nin duruşu, soruna köklü çözüm getiremez.
KSH'nin etkinlik, yaygınlık, ideolojik bütünlük ve örgütlülüğünün en büyük ihtiyacı dünya tarafından "tanınırlığının"olmayışıdır.
Kısaca diplomasi alanının darlığıdır. Kobani'de ABD'nin PYD üzerinden ilişki geliştirmesi, bunun üzerinden koalisyon güçlerinin IŞİD'e havadan müdahalelerde bulunuşu, Kürdistan bölgesel yönetimiyle olan sorunların aşılarak Kürt ulusal birliğinin siyaseten sağlanmış olması küçümsenecek bir husus değildir. Bazı sosyalistlerin teorisyenliğe soyunarak, Kobani "ruh" ve "beden" şeklinde ayrımlara tabi tutarak, Dohuk anlaşmasını "kötü kokular"olarak nitelemesi, Kobani'nin beden olarak kurtulduğunu, ruh olarak düştüğünü söylemiş olmaları iyi niyetten yoksundur. Kürt birbiriyle savaşsın, didişsin demektir. Bir kez KSH ile ABD ilişkisi tek taraflı bir ilişki değildir.Kürtlerin IŞİD ve benzeri örgütlerle çatışması ABD ile ilişkilerle birlikte başlamadı. Bu önceki dönemlere dayanmaktadır.

Suriye Kürdistan'ındaki Kürtlerin "radikal" İslamistlerle çatışması olduğu dönemlerde Irak Kürdistan'ı kendisini güvenli bir vaha olarak görüyordu. Zaman zaman Irak Kürdistan'ında radikal İslamistlerin canlı bombaları patlasa da hiç kimse bunu Irak Kürdistan'ının temel güvenliğini sarsmayacağına inanırlarken, Kobani'de Serekaniye'de, Qamişlo'da Kürtler radikal İslamistlerle göğüs göğüse çarpışıyordu. Ne zaman Musul düştü, tehlike Hewler kapısına dayandı o zaman ABD, tehlikeyi görmüş oldu. O zamana kadar Irak'ta ve Suriye'de olanlar onu hiç ilgilendirmiyordu. Küresel gücün bıraktığı bu boşluğu doldurmak için Türkiye, Katar ve Suudilere fırsat doğmuştu. Binlerce TIR'dan oluşan silah teslimi/yığılması da bu dönemde olmuştu. Musul'un bu şekilde kolay ve kısa sürede düşmüş olması önceden yapılan hazırlıkların sonucudur. Tüm bunlar olurken, radikal islamistlerle savaşmayı göze alabilenler Rojava Kürtlerinden başkası değildi. ABD-Rojava ilişkilerinin gelişimi konusunda değerlendirme yapılırken bu hususun akıldan çıkarılmaması gerekiyor. ABD bu konuda girişimde bulunmadan önce Suudi Arabistan, Qatar, BAE ve Mısır'la gerekli anlaşmaları yapmıştır.

Böylece Suudi-Qatar-Türkiye üçlüsü çerçevesinde Musul üzerinde yapılan anlaşmalar geçersiz hale gelmiştir. Suudi, Qatar'ın yokluğunda Türkiye olursa KBY'ni yanına alarak tek başına Musul'u idare edebileceğini düşünmüş ise da ABD'nin baskısı sonucu KBY'nin Türkiye ile birlikte hareket etmekten vazgeçmiş olması, Türkiye'nin IŞİD'le ilişkili olduğunu gün yüzüne çıkarmıştır. Türkiye'nin bunu sürdürmesi mümkün değildir. Türkiye her iki taraftan da(IŞİD-ABD) daha az zarar görmemeye çalışacaktır. Buna rağmen pratiği ile Kürtler ile IŞİD arasındaki tercihini Kürtlerden yana kullanmamıştır. Bırakalım IŞİD'e karşı Kürtlere yardım etmesini, başkalarının yardıma gelmesini engellemeye çalışmıştır.

Irak Kürdistan'ından yapılacak yardımlar için koridor isteklerini yerine getirmediği için yardımlar uçaklarla yapılmak zorunda kalınmıştır. Sol ve sosyalistlerin PYD/ABD ilişkisini emperyalistlerle işbirliği olarak değerlendirmek yerine Türkiye'nin tavrına karşı etkili bir muhalefet yürütmeyişinin üzerinde durulmalıdır.
Temel olarak bakıldığında AKP'nin gerek küresel gerekse yerel olarak sistemin bir parçası olduğu açıktır. Her ne kadar ulusalcı/laik tarafla çekişme içinde olduğu görülse de bu çekişme bir kavgadan öte bir anlama sahip değildir.Kaygısı ve çabası "mevcut devlette hiçbir değişiklik yapmadan" içine yerleşmektir. İdeolojinin İslami veya milliyetçi olmasının önemi yoktur. Yapmak istediği değişiklikler devleti yeni şartlara uydurup, yaşatmaktan ibarettir.
AKP'nin tıpkı diğer olaylarda olduğu düzen içinde ilerlemeyi esas aldığı için ondan radikal çözüm beklemek kolay değildir. AKP'nin önceliği kendi geleceği ve güvenliğini sağlamak olduğu için kamu düzeni ve kamu yararına kendi penceresinden bakmaktadır. Bunun önceliği seçimlerde başarıyı sürdürmektir. Belirli olay ve kişiler üzerinden geliştirilen ilişkiler AKP için araçsallaşmaktan öte anlama gelmez.

İlk iktidara geldiğinde AKP'nin liberal ve demokrat kesimlerle ilişkisinin günümüzde geldiği nokta açısından bakıldığında bu açıkça görülmektedir.

Bu kesimlerin varlığı, AKP'nin varlığı için gereksiz hale geldiğinde AKP'nin bunları bir tarafa bıraktığını gördük. Aynı şekilde yargı ve güvenlik alanında AKP ile iç içe olanların "paralel yapı" adı altında görevden alınmaları olayı da bu araçsallaştır manın görünen yönlerinden biriydi. Kendisine çok yakın olanları araçsallaştırıp işine gelmediği anda onları bir tarafa bırakan bir anlayışın Kürtlerin kazanç hanesine bir şey verebileceğine inanmak için çok saf olmak gerekiyor. Öcalan'ın 21 Ekim'deki açıklamasında görüleceği gibi hükümetin kendisini araçsal bir mekanizma olarak gördüğünü fark etmiştir. Uyarısını da bunun üzerinden yapmıştır. Çözüm süreci ipinin kaçmakta olduğunun farkındadır. AKP Hükümetiyle ilişkilerin canlı tutarak ipin ucunu kaçırmak istememektedir. Öcalan ve KSH'nin temel açmazlarından biri de budur. AKP Hükümetinden ve Erdoğan'dan neler olacağını tahmin etmek dahi istememektedir. Oysa yanlış yapıldığının anlaşıldığı anda o yanlıştan hemen geri dönülmelidir. Aksi durumda bilinçli bir yanlışlık söz konusu olacaktır. Tarihsel olarak telafisi mümkün olmayacak sonuçlara neden olabilir. Hele hele bizzat CB ve Başbakanın ağzından Kürt karşıtlığı söylem ve pratiğinin bu kadar zirve yaptığı bir durumda bu yapılanları görmezlikten gelmenin korkunç sonuçları toplumsal Kürt yaralamasını ileriki aşamalarda Türklerle eşit temelli ilişkilerin yolunu da kapatabilir. Burada söylemek istediğim, KSH'nin AKP'ye mecbur olmadığını belirtmektir. Türkiye toplumu bu ilişkiyi sürdürme kapasitesine sahiptir. Daha fazla AKP'ye mecbur kalmak, Türkiye toplumunun Kürtlerle ilişkiyi sürdürme kapasitesini daraltır, yetenek ve üretkenliğini yok eder.Söylediklerinden PKK'nin ateşkesi bozup, silahlı mücadeleye başlaması değildir. Tersine, dayatmalar üzerinde kurulu ilişkilerde üzerinde baskı kurulan tarafın uçlarının daha da gerileceği bir gerçektir. Bu şekilde devam ettiği müddetçe gerilim birike birike büyük bir şiddet patlamasına neden olabilir. Kobani, Türkiye IŞİD İlişkisi, ABD/PYD diyalogu, Kobani’ye Yardım ve Yardım Nedeniyle PYD’ye Bazı Sol / Sosyalistlerin Eleştirileri Kobani'ye saldırı ve düşürmeyi amaçlayan IŞİD işgali kesintisiz bir şekilde kırk gününü doldurmuş durumdadır. Koalisyon güçlerinin havadan müdahalesi ve havadan silah yardımına rağmen bu saldırıların devam ediyor olması durumunu iç açıcı olmadığını göstermektedir. Bunda Türkiye'nin oynadığı olumsuz rol çok önemlidir. Ne yazık ki, Türkiye'deki muhalif ve demokratik çevreler eleştiri oklarını kendi hükümetlerine yöneltme yerine KSH'ne yöneltmektedirler. Bir kaç küçük sosyalist grubun KSH'ni bu konuda yalnız bırakmayışı, sonuna kadar destek vermiş olması önemli ise de bunun yeterli olmadığı açıktır. Bu desteğin giderek yoğunlaşması zorunludur. Olaylar üzerinde proaktif ve reaktif olarak etkili olan Türkiye'dir. Türkiye, Rojava karşıtı politikaları belirlerken kendi toplumunun sessiz desteğini almadan bunu yürütmesi mümkün değildir. Türkiye'deki demokratik kazanımlara büyük katkı sunan Kürt hareketinin bu katkısının devamı, Kürt hareketinin mücadelesinin sahiplenilmesi ile mümkün olacaktır. Kendisini sol ve sosyalist olarak niteleyenler dahi koalisyon güçlerinin Kobani'ye havadan desteğini dahi"Kürtlerin emperyalizmle işbirliği yaptığı" şeklinde suçlama ve karalamalara kadar gitmektedirler. Zamanı gelince IŞİD ve benzer örgütleri de "Emperyalizmin sevgili evlatları" olarak gösteren bu anlayışın tutarlı bir yanı yoktur. O zaman onlara sormak gerekiyor: Kürtler, Kobani'de kendi toprağını ve onuru için IŞİD'e karşı savaşması da emperyalizmle iş birliğidir ya da IŞİD, ABD ile savaşıyor diye IŞİD de mi anti emperyalisttir? ***

DAVUTOĞLU'NUN BİR AYI DAVUTOĞLU (OUT!) GÜL (İN!) Mİ?

DAVUTOĞLU'NUN BİR AYI DAVUTOĞLU (OUT!) GÜL (İN!) Mİ?




Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN Davutoğlu Başbakan olurken, kendisine iki temel görev tevdi edildi. Bunlardan biri "çözüm süreci" ikincisi ise "paralelle mücadele" idi. Çözüm sürecinin komada olduğunu herkes görüyor. Paralelle mücadelede ise, Erdoğan'ın Başbakanlığının gerisinde kalındığı görülüyor. Örneğin Erdoğan'ın Başbakanlığının son iki ayında "Paralel polislere" üç büyük operasyon yapılırken, Davutoğlu'nun Başbakanlığı döneminde operasyon yapılmayışı bir yana İzmir'de tutuklanan polisler serbest bırakıldılar. Paralelin yargı boyutu olarak görülen "Yargıtay'ın dizayn edilmesinde" başarı elde edemediler. Aynı şekilde, HSYK'da Yargıtay ve Danıştay kontenjanına hükümetin desteklediği adaylar seçilemediler.

12 Ekimde yapılacak HSYK seçimlerinde de "hükümetin listesinin" kazanmaması halinde, Başbakanın kendisine acil olarak gerçekleştirmesi beklenen görevleri yapmamış olacaktır. Bu da, 2015 seçimlerinde AKP'yi yeni bir Başbakan arayışına itecektir. Ekonomideki kırılganlık, ABD/AB ilişkilerindeki gerginlik de dikkate alındığında 2015 seçimlerine Davutoğlu'nun liderliği ile girmenin koşulları azalmıştır.

Tarabya köşküne yerleşerek, "unutturulacak biri olmadığını gösteren" Abdullah Gül'ün AKP'nin başına geçmesi konusunda bir çok işaret vardır.

Örnek mi?

"Bayram vesilesi ile önce CB Erdoğan, sonrasında BB Davutoğlu, ECB Gül'ü ziyaret ettiler. Hem de Tarabya'daki köşkünde (evinde değil). ***

IŞİD'İN KOBANİ SALDIRSI VE TEZKERENİN YENİ DÖNEMİN SİYASETİNE YANSIMALARI

IŞİD'İN KOBANİ SALDIRSI VE TEZKERENİN YENİ DÖNEMİN SİYASETİNE YANSIMALARI



Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 30.09.2014
Türkiye bütün enerjisini, Suriye’deki Kürtleri yedek güç haline getirmek ve onları Esad'la savaştırmak için harcadı. Kürtler bu rolü kabul etmedikçe, Kürtlerin günlük ihtiyaçlarını karşılamak için kurdukları yönetimleri, oldu bitti şeklinde niteleyerek çeşitli zorluklarla baş başa bıraktı onları. Radikal İslamcıların Kürtlerin üzerinde salınması, Türkiye'nin Kürtlere yaşattığı en önemli zorlukların biriydi. Türkiye'nin politikaları ortaya çıkmıştır. Devlet Bakanı Akdoğan çıkmış "Suriye Kürtleri doğal müttefikleriymiş" kim inanır bu yalana. Suriye Kürtlerinin temsilcilerini tanımayacaksın, onları terörist ilan edeceksin sonra da müttefikiz diyeceksiniz buna inanmamızı bekleyeceksiniz. Günlerdir IŞİD, Kobani'ye doğru ilerliyor. Kendi topraklarını Kobani'ye yardım etmek isteyenlere sonuna kadar kapatacaksın, oradaki Kürtleri katillerin eline vereceksin. Kürtler bunu yutmaz artık. Barzani de sizin ne olduğunu anladı artık. Bunların karşısında Türkiye’yi eleştirmek, demokratik eylem yapmak her Kürdün hakkı olduğu halde, bu hakka karşı gazla, gerçek mermi ile müdahale edeceksin, onların yanında eyleme katılan Aysel Tuğluk’u “edepsizlik” yapmakla suçlayacaksın. Aysel Tuğluk’un taşı olayı, onların işledikleri büyük suçların perdelemesi için kullanacaksınız.

Başka bir deyişle, bakanı, başbakanı işledikleri suçlarını kapatmak için kendilerine günah keçisi olarak Aysel Tuğluk'u seçtiler. Aysel Tuğluk'un elindeki taş neredeyse Kürtlere savaş ilanın gerekçesi oldu. Türkiye'yi işgalci konuma düşürebilecek "tampon bölge" uygulanmasına sürülecek "mehmetçik" bir anda "aziz mehmetçik" konumuna getirildi. Türkiye, IŞİD'e karşı olmaktan çok, IŞİD'in yıkmaya çalıştığı Kobani Kantonunu yok etmeye çalışıyor.

Kobani'yi Araplaştırma/Türkleştirmeyi esas alarak Türk topraklarına dahil etme çabası vardır. Böyle yaparak, Türk askerinin Afrin ve Cizire'yi de dağıtması kolaylaşacaktır. Kısacası, Türkiye/IŞİD ittifakı devam ediyor. Rehinelerin serbest bırakılmasından sonra Türkiye IŞİD karşıtı koalisyonda yer alacağını söylemiş olsa da bu söylem ABD'nin beklediği anlamda bir söylem değişikliği değildir. ABD, Rusya ve Suriye'nin karşı koyacağı şartları ileri sürmüştür. ABD'nin gündeminde Suriye'ye yabancı askerden çok Suriyelilerden oluşacak bir kara gücüdür.

Bu gücün büyük oranda Kürtlerden oluşacağı da açıktır. Türkiye, IŞİD'e karşı oluşturulacak bir Kürt gücünün oluşmasını istemiyor. Çünkü oluşturulacak bu güç, ABD ve Batı'nın sağladığı silahlarla kalıcı bir güç haline gelebilir. Türkiye, Batı’nın desteğiyle Kürtlerin anahtar konumuna gelişi, başka bir deyişle Kürtlerin Türkiye’den rol çalma durumuna gelişini önlemek için Suriye’de tampon bölge oluşturma düşüncesi öteden beri vardı. Yerel seçimlerden bir hafta önce Ahmet Davutoğlu, Hakan Fidan, Genel Kurmay 2. Başkanının ses kayıtları Süleyman Şah Türbesinin korunması adı altında Türkiye’nin operasyon hazırlığı içinde olduğunu göstermişti. Son günlerde Türkiye toprağı sayılan Süleyman Şah Türbesi çevresinde IŞİD yoğunluğu yönündeki haberler bu hazırlıkların boşuna hazırlıklar olmadığını gösteriyor. Kobani saldırısı ile Süleyman Şah Türbesinin etrafının IŞİD tarafından sarıldığı yönündeki haberler birbiriyle bağlantılıdır. Türkiye’nin Kobani-Suruç sınırına askeri yığınak yapıp, Kobani’ye destek vermek isteyen Kuzey Kürdistanlılara müdahale etmiş olması, tezkere öncesi hazırlıkların son aşamaya geldiğini gösteriyor. Konjonktürel durum, ABD’nin Suriye’ye bakış açısındaki farklılıklar ile Türkiye ile Kürt Siyasal Hareketi(KSH) arasındaki “çözüm sürecinin” Rojava nedeniyle tıkanma durumuna gelişi, Türkiye’nin istediği şekilde hareket etmesinin önünde engel olarak duruyor. Türkiye öyle bir duruma gelmiş ki, tezkerenin kabul edilip, Suriye topraklarına Türk askerinin girmesine karar verilse dahi, bundan Türkiye’nin kazançlı olup olmayacağı belirsizdir. IŞİD’in Kobani’yi kuşatmasında kolaylık sağlayan Türkiye’nin Kobani’yi işgali, Kürtler tarafından IŞİD saldırısının yeni bir versiyonu olarak görülecektir. Bu da devam edip etmeyeceği “Öcalan’ın kararına göre belirlenecek” çözüm sürecini geriye dönülmez bir şekilde yok edecektir.

ABD, Irak'taki Kürtlere silah vermesi ile Rojava'daki Kürtlere silah vermesinde şimdiye kadar farklı davrandığı bilinmektedir. ABD, Rojava'daki Kürtleri, IŞİD karşısında çaresiz bırakarak, Rojava Kürtlerinin Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY)'nin inisiyatifi doğrultusunda hareket etmeye zorladığı konusunda güçlü argümanlar bulunsa da IŞİD saldırısı karşısında KBY Peşmergeleri ile YPG/HPG savaşçılarının birlikte hareket etmeleri ABD’nin farklı davranışını anlamsız hale getirmektedir. Türkiye’yi asıl endişelendiren husus da “Kürtler arasındaki ulusal birliğin” sağlanmış olmasıdır. Dikkat edilecek olursa Türkiye ile PKK arasındaki çözüm sürecinin açmazı da Rojava'dan ileri gelmektedir. Rojava üzerinden çözülecek düğüm çözüm sürecinin kaderini belirleyecektir. Eğer Kobani düşerse, Türkiye'nin kara harekatı, ABD'nin havadan müdahalesiyle kurtarılırsa bu Rojava'daki siyasi aktörlerin yenilgisi anlamına geleceğinden dolayı Rojava'yı KBY'nin yörüngesine daha fazla kaymaya zorlayacaktır. KCK'nin 27 Eylül tarihinde yayınladığı açıklamasında "koalisyon güçlerini uyarması" böyle olması olasılığından dolayıdır. KCK'nin "çatışmasızlık bitti" açıklamasının fiili sonuçları Amed ve Bitlis'teki polise yönelik eylemlerle açıkça ortaya çıksa da son ana kadar hükümet ile HDP arasındaki temasların devam etmesi, KCK'nin "sürecin bittiği" yönündeki açıklamalar karşısında HDP Eş genel başkanı Demirtaş'ın ABD ziyaretini yarıda kesip, Türkiye'ye dönmeye karar vermesi ve Demirtaş'ın "süreç konusunda son kararın Öcalan'a ait olduğunu" söylemiş olması, bir anda dikkatleri, bu hafta sonucu gerçekleşmesi beklenen HDP/Öcalan görüşmesine çevirmiş durumdadır. KBY, IŞİD'in Musul'u alıp, Kürdistan'a yönelmesinden sonra bazı gerilemeler yaşadıysa da özellikle ABD'nin IŞİD'e müdahalesi sonrasında Irak Merkezi yönetimiyle birlikte hareket etmeye başlamış olması, KBY'nin Kerkük'te sağladığı üstünlüğü kalıcı hale getirme imkanı sundu. Irak merkezi hükümeti ile KBY arasında çelişkiler olduğu dönemde, Rojava'daki Kürtlerin Irak'la ilişkileri daha iyiydi. KBY'nin Rojava'ya çıkardığı engeller Irak üzerinden gideriliyordu. Musul'un düşmesi ile birlikte değerlendirildiğinde Rojava'nın Musul üzerinden Irak'la ilişki geliştirmesi imkansız hale geldi. Çünkü Rojava'nın en büyük kantonu Cizire, KBY'ne muhtaç olmadan(Tıl Koçer Kapısı) bazı ihtiyaçlarını giderebiliyordu. O nedenle IŞİD, kolayca Rojava'ya saldıramıyordu. Bu açıdan bakıldığında, ABD ve koalisyon güçlerinin etkin müdahalelerine rağmen, IŞİD'in Şengal'le birlikte Kobani'ye saldırılarını görülmemiş şekilde artırmış olmasında Irak ve KBY'nin Rojava'dan desteğini tam olarak çektiğini göstermektedir.
KSH'ne yol gösterenlerin en önemli argümanlarından biri en eski ve köklü Kürt hareketini temsil eden PDK (Kürdistan Demokrat Partisi)'nin, genel Kürt siyasetine ağabeylik yapabileceği konusundaki beklentilerdir. Bu beklentilerin en önemli nedeni, PDK'nin Irak Kürdistan Yönetimindeki etkinliği ve aktifliğinden ileri gelmektedir. Özellikle, ABD'nin Irak'a müdahalesinde PDK'nin diğer Kürt partileriyle ilişkisi, diğer Kürt partilerinin PDK ile ilişkili olmasının ABD'yle ilişkinin dolaylı yolu olarak görülmüş olmasıdır. Gerçeğin bunun böyle olmadığıdır. PDK ve onunla birlikte hareket eden diğer Kürt partileri, ABD'den çok, komşuları Türkiye ve İran'la ilişkileri hep ön plandaydı. PDK daha çok Türkiye ile ilişkili iken, YNK daha çok İran'la ilişkili oldu. İlişkili olan her iki devlette de "Kürt meselesi" olduğundan dolayı, Irak Kürt partilerini sürekli olarak kendi dışındaki Kürtlerin sorunlarıyla ilgilenmemeyi beraberinde getirmiştir.

Bu da bu partilerin Irak Kürdistanı dışında örgütlenmesini zora sokmuştur.

Bu partilerin Suriye Kürtleri arasında ilk örgütlemeyi sağlayan partiler olduğunu da belirtmek gerekir. Suriye'de daha sonra PKK'nin etkin olmasıyla birlikte gerek PDK gerekse YNK'nin örgütlenmesi gerilemiştir. Bunun en önemli nedeni, PDK'nin PKK yerine, Türkiye ile ilişkilerini ön plana almasıydı. Nitekim, Türkiye PDK üzerinden Suriye'deki Kürt muhalefetinin, Suriye Ulusal Koalisyonun bir alt bileşeni yapmaya çaba göstermiştir. Suriye Kürt muhalefeti özellikle PYD, bundan uzak durdukça, PYD'ye Türkiye ve PDK'nin suçlaması "Esad'la işbirliği yapıyor, Esad'a kurşun sıkmıyor" şeklinde paralellik göstermiştir. Türkiye ile PDK'nin ilişkileri o kadar yoğunlaşmış ki, yedikleri içtikleri ayrı gitmemeye başlarken, IŞİD'in Irak Kürdistan'ına saldırmaya başlaması bu ilişkileri bir anda tuzla buz etmiştir. Deyim yerindeyse Kürtler için 21. Yüzyıl 2014'ün yazında başlamıştır. Bu dönemin en önemli özelliği, Kürtlerin Küresel güçlerle aracısız ilişkinin yolunu açmıştır. Bu yol, içinde avantajları olduğu kadarıyla dezavantajları da taşımaktadır. Nasıl ki, Küresel güç Irak Kürdistan’ındaki Kürt örgütleri bir araya geldiyse, aynı şekilde Ortadoğu'da aktör olacak Kürtlerin Kürdistan'ın bütünlüğünde bir araya gelmeleri zorunludur. Parti, örgüt, aşiret çıkarları bir tarafa bırakılmalı, ulusal birlik temel alınmalıdır. Ulusal birlik, askeri gücü, kendi kararlaştırmasını esas almalıdır. Öyle bir siyasal birlik olmalıdır ki, Batı'dan gelecek ekonomik ve askeri desteklerin nereye gideceği konusunda Batılı güçlerin kafasında soru işaretleri bırakmamalıdır. Kürtlerin temel istemi olmasa Kürtlerin ABD ile birlikte hareket etmek zorunda kalışları karşısında buna bölgesel güçlerin göstereceği tepki/tavır yeni dönemin dezavantajlı yönüdür. Bu dezavantaj aynı zamanda Kürtlerin birlikte hareket etmesinin pozitif enerjisi olacaktır. Bu çerçevede Kürt örgüt, parti ve liderlikleri ayakta kalacak, bu dönemin gereklerini okuyamayanlar "tarihin çöp tenekesinde" yerini alacaktır.

Afganistan ve Irak'ta görüldüğü gibi ne ABD'nin havadan müdahalesi ne de fiili işgalin sonuç almaya yeterli olmadığını göstermiştir.
Bunun başarılı olması için, yerel askeri gücün desteği zorunludur.
Zaten, İngiltere öncülüğündeki sömürgecilik politikasının iflası ve İngiltere'nin paldır palas sömürgelerden çıkışı bu nedeneydi. ABD'nin tarih sahnesine çıkışı da İngiltere'nin bu mirası üzerinden devam etmiştir. Gelişmelerin uzağında durup da Kürt Siyasal Hareketine akıl vermeye kalkışan bazı kesimler, Kürtlerin geleceğinin ABD'nin ipotekliğini kabul etmeleriyle mümkün olacağını söylüyorlar. Özellikle, KSH'nin Rojava'daki özgün direnişini görmeden, onların ABD'ye yalvardıklarını söylüyorlar. Bütünsel olarak bakıldığında, bölgesel bazı güçleri yanına alan IŞİD'in Kürtlere saldırısı karşısında, IŞİD'i düşman olarak gören ABD'nin IŞİD'e müdahale etmesini istemek kadar normal bir durum olamaz. ABD'nin de "Ortadoğu'daki Stratejisini" ayakta tutması için yerel güçlerin desteğini de almak durumundadır. Rojavalı Kürtler, her şeyden önce Kendi topraklarını koruyorlar, bunun için savaşıyorlar. Bu aynı zamanda ABD lehine bir durumdur. IŞİD ve benzeri örgütler, Kürtlerin bu savunma savaşı gerçeğini örtbas ederek Kürtleri ABD ve Batı'nın askeri gibi göstermektedir. Bu şekilde, Kürtlerle Arapları karşı karşıya getiriyorlar. Kürtlerle savaşın ABD ile savaş olduğunu söylüyorlar.

Bu da Kürtleri daha da yalnızlaştırmaktadır. Bu durumda, Kürtlerin katliamının olmaması için, ABD'den Kobani'deki IŞİD mevzilerine havadan müdahale etmesini istemek kadar normal bir şey olamaz. Aynı şekilde Kürtlerin direnişi olmadan da IŞİD'e gerçek anlamda zarar verilmeyeceğini ABD bilmiyor mu? Burada önemli olan nokta, IŞİD'e karşı ne sadece Kürtlerin direnişinin ne de ABD'nin havadan müdahalesi tek başına sonuç alıcı olmayacağının bilinmesidir. Zorunlu bir ilişki vardır. Nasıl ki, birbirini yok etmeye yeminli İngiltere-Sovyetler Birliği (Liberalizm-Sosyalizm) Naziler karşısında zorunluluktan dolayı ittifakı zorunlu kıldıysa burada olması istenilen de budur. Bu asla, Kürtlerin bundan sonraki süreçte ABD'nin bir alt bileşeni haline geldiğini göstermez. Özgürlüğüne kavuşan Kürtlerin geleceklerini özgürce kararlaştırnasının yolunu açar.
AKP hükümeti, devletin önemli kadrolarına cemaate mensup kişileri atarken, "bunlar inançlı Müslümanlar" demişti. Sonradan onları paralel ilan etti. Aynı şeyi herhalde IŞİD için de "bunlar Müslüman, Müslüman’dan terörist olmaz" dediği muhakkaktır. Şimdi de "Müslüman olmak terörist olmamak anlamına gelmez" diyerek IŞİD'le de tıpkı cemaatle arasını bozduğu gibi bozacaktır. Böylece AKP, ne ılımlısına ne de radikaline yaranacaktır. Ilımlısı da radikali de AKP'ye düşman olacaktır. En kötüsü de Kürtlerin düşmanlığını kazanmış olmasıdır. Hele hele Cemaat ve IŞİD Kürtlerle ittifak etse ne olacak? Kendi düşen ağlamaz demekten iyi söz olmaz derim.

Yeni gelişmeler, Türkiye ile KBY ilişkilerini de temelden etkilemiştir. Kürtler arası birliktelik oldukça, bundan memnun olmayacak en önemli güç Türkiye'den başkası olmayacağından dolayı PKK'nin KBY ve Barzani'ye yönelik Türkiye ile birlikte hareket ettiği yönündeki eleştirilerin de bir geçerliliği kalmamıştır. En son Türkiye CB Erdoğan'ın Almanya'ya hitaben "KBY'ne silah verilmesin" çıkışı, Türkiye ile Barzani ilişkilerinin eskisi gibi olmadığını göstermektedir. Erdoğan aynı konuşmasında şimdiye kadar "çözüm sürecini" sürdürdüğü PKK'yi IŞİD'den daha tehlikeli bir örgüt olarak göstermesi de Türkiye'nin IŞİD'e desteğinin devam edeceği anlamına gelmektedir. Türkiye'nin IŞİD karşıtı koalisyona katılmayı imkansız hale getiren "ipe un serpme" politikasıyla birlikte değerlendirildiğinde, mevcut hükümetle Batı'nın ilişkilerinin devam etmesi de mümkün değildir. Türkiye ile birlikte hareket eden KBY'inden sonra Suudi Arabistan ve Katar gibi devletlerin ABD'nin yanında yer almış olması Türkiye'yi yalnızlığa iyice itecektir. Küresel ekonomiye bağlılığı, ekonominin kırılganlığı, sıcak paraya dayalı piyasa sistemi, Türkiye'nin NATO ile tarihsel bağları ve taahhütleri gereği yalnızlık ve batıya dayalı olmayan politikaları sürdürmesi mümkün değildir. Türkiye'nin dünya dengeleri içinde tarafsız bir güç, ya da Rusya ile birlikte hareket etmesinin koşulları da bulunmamaktadır. Her şeyden önce Türkiye'nin Suriye ve Ukrayna'da takındığı tutum bu şekilde hareket etmesine engeldir. Dış politikada keskin bir dil kullanıp, iç politika sürdürülmeye çalışılacaktır. ABD'nin karşı çıktığı, tampon / güvenlikli / uçuşa yasak bölge gibi kararları TSK'nın uygulayacağı veya nasıl uygulayacağı konusunda da merak konusudur. Kaldı ki, bu konuda TSK'nın yetkilendirilmesi, hükümetin gerilettiği sandığı TSK Vesayetini geri de getirebilir. Özellikle, AKP'nin alternatifinin demokratik yoldan çıkmayışı yönünde ilerleme olmadığı takdirde TSK'ya taviz vererek konumunu sürdürmek isteyebilir.

Bu nedenle KSH, AKP'ye karşı CHP dahil olmak üzere seçim ittifaklarını gündeme almak durumundadır. CHP de aynı şekilde HDP ile ittifakın yolundaki engelleri aşmalıdır. Bu ittifakın başlangıcı TBMM'e gelecek Irak ve Suriye tezkeresindeki tutumla olabilir. tezkerenin reddi konusundaki CHP-HDP birlikteliği ilerisi için oluşacak seçim ittifakının zeminini oluşturacaktır. Aynı zamanda AKP ile derin çatışma içinde bulunan Cemaatle de gergin hava giderilebilir. IŞİD'e karşı tutumda net tavır alan cemaatin bazı ileri gelenlerinin IŞİD'in Kobani saldırısına karşı çıkışı HDP ile cemaati yakınlaştırma potansiyeli taşımaktadır.
Recep Tayyip Erdoğan'ın CB, olmasından sonra Başbakanlığa atanan Ahmet Davutoğlu'nun nasıl bir Başbakan olacağı aşağı yukarı belliydi. Geçmişi, akademisyenlikten gelen, AKP içindeki konumu ile "bir bürokrat kisvesinde" öte anlama gelmeyen Davutoğlu'nun AKP gibi Erdoğan'ın liderliğine kitlenmiş bir partide, Partisine lider olması çok zordur. Özellikle, devasa sorunların kaynağı olan Ortadoğu'daki bozgunun temel aktörü olmak bunu daha da imkansız hale getirmektedir. Zaten, Davutoğlu Başbakanlığa atanırken, ondan yeni bir lider devşirmekten çok ondan, "geçiş dönemini" atlatacak biri gözüyle bakıldı. Bu dönemin temel özelliği, Anayasa'ya göre sembolik/sorumsuz olan CB'nin "fiili başkan" gibi olmasıdır. Erdoğan, bu konuda tahminlerde bulunanları yanıltmadı. Başbakanmış gibi davranarak ekonomiden dışişlerine kadar icrayı bizzat kendisi yürüttü. Başbakanken sürdürdüğü "polemikçi" retoriğinden hiçbir şey kaybetmedi. Hem içerdeki hem de dışardakilerle tartışmaları o yürüttü. Aynı şekilde eleştirilerin çoğunluğu ona yöneldi. Giderek, Başbakanlık yokmuş gibi göründü. Başbakan kendisini var gösterebilmek için bol bol İslami söylem(İslam, Allah, dua) ve devletçi/türkçü söylemi(büyük devlet, büyük millet, Osmanlı) esas aldı. Başbakanlığının üçüncü haftasında kendisine verilen "49 rehine paketi" bile işe yaramadı. 49 rehinenin tesliminin maliyeti (Kobani) ortaya çıktıkça, bundan sonra işinin kolay olmayacağı da çıkmış oldu. Bunun çözüm sürecinin geleceği üzerindeki etkileri göz önüne alındığında bocalamanın/başarısızlığın ne boyuta geleceği konusunda iyimser olmayı gerektirecek bir durum yoktur.

Hükümet, daha önce iki tezkere şeklinde(Irak, Suriye) Meclise sunulan tezkereleri tek bir tezkere başlığı altında 2 Ekim’de TBMM’ye getiriyor. Tezkerede her ne kadar IŞİD’in terörist olduğu yazılıp, ona karşı da mücadele edileceği yazılmış ise hükümetin geçmişteki söylem ve pratiği, Irak ve Suriye’deki rejimlerden söz edilmezken, IŞİD’le ciddi bir şekilde savaşan Kürt Siyasal Hareketinin “çözüm sürecinin kurtarılmaya çalışıldığı” bir dönemde “savaşılması gereken terörist” olarak nitelenmesi, AKP hükümetinin giderek Suriye ve Türkiye Kürdistan’ı hareketleriyle birlikte çeşitli alanlarda hareket eden KBY’ni dahi “terörist” ilan etmesi dahi ihtimal dahilindedir. Bu bakımdan tezkere, basit bir tezkereden çok, AKP’nin bundan sonraki Ortadoğu ve Kürt politikasının yol haritası şeklindedir. Bu yol haritasının en büyük ideolojik desteği de “Türk Milliyetçiliğinin klasik reflekslerine” dayanmaktadır. MHP’nin de destek vereceği anlaşılan bu tezkere ile geçmişteki Kürt konusunu “Askere havale etmekten” başka bir anlama gelmemektedir. 30 Ağustos 2014 Resepsiyonunda Genel Kurmay Başkanı Necdet Özel’in “muttıra” niteliğindeki sözleri, askerin Kürt meselesi konusunda 1990’lı yıllardaki konumuna döndüğü de söylenebilir. Bu konum 2007 yılından sonra TSK’de Kürt sorunu konusunda oluşan olumlu/yapıcı politikadan da eser bırakmamıştır. Bu nedenle, AKP’nin Kürt politikasının Türkiye’nin Kürt politikası olduğu söylenemez. Bu tezkereye bakarak, KSH’nin “çözüm sürecini” bitirerek, yeniden “çatışmaya başlaması” kararı vermesi doğru değildir. Başta CHP olmak üzere, Türkiye’de “tezkere ile Türkiye’nin sokulmak istenilen rolüne” karşı çıkan çok sayıda toplumsal dinamikler vardır. Bu dinamiklerin ileride iktidar dinamiği haline gelme, ihtimali KSH’nin tek taraflı da olsa en azından “çatışmasızlık” sürecine devam etmelidir. Bu aynı zamanda AKP içindeki, demokratik özünü barındıran kesimlerin de sempatisini kazanacaktır. Kaldı ki, IŞİD karşısında büyük bir direniş sergileyen YPG ve HPG’ye karşı Türkiye toplumunda büyük bir sempatinin oluştuğun da göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Yazımı, Anonim Eski Bir Halk Masalı ile bitirmek istiyorum: “Kediden korktuğu için kederlenen bir farecik varmış. Büyük bir büyücü fareciğe acımış ve onu kediye dönüştürmüş. Ama hayvan bu sefer de köpekten korkmaya başlayınca büyücü onu köpeğe dönüştürmüş. Bu sefer de kaplandan korkmuş. Büyücü, gayet sabırlı bir biçimde, gücünü kullanıp onu kaplana çevirmiş. Ama bu sefer de avcıdan korkmaya başlamış. Büyücü, sonunda pes etmiş ve hayvanı yeniden fareye dönüştürüp şöyle demiş: Sana ne yapsam yardımcı olamam çünkü sen büyüdüğünü hiç anlamadın. En iyisi ilk halinde kalman."(Aktaran Paulo Coelho, Aldatmak, S.114 Can Yayınları 2014) ***

IŞİD'E KARŞI İTTİFAK VE ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ

IŞİD'E KARŞI İTTİFAK VE ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ



Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 15.09.2014 21:25:06
IŞİD'in Kobani'yi işgal/istila girişimi, olup da görünmeyen gerçekleri ortaya çıkardı. Türkiye'nin "Suriye muhalefeti" adı altında IŞİD'e yardım ettiği, organizasyonunu sağladığı gizlenemez bir duruma geldi. Türkiye'nin bunu geleneksel Kürt karşıtlığından çok, Suriye'de Esad'ı düşürmek için yaptı. Kürtleri de sürekli olarak muhaliflerin çatısı altında görmek istedi. Bu konuda başlangıcından bu yana Rojava Kürtlerine karşı her türlü yöntemi kullandı. PYD Eş Genel Başkanı Salih Müslim'e kapılarını açtı, Suriye muhalefetinin başına İsveç'te yaşayan bir Kürdü getirdi. Barzani ile ortaklığına dayanarak, Barzani üzerinden PYD’ye etki etmeye çalıştı. PYD'yi bölmek için elinden geleni yaptı. PYD'nin kurucularından İsa Hüso'nun ve Salih Müslim'in oğlunun öldürülmesinde Türkiye'nin rolü üzerinde hiç durulmadı. O dönemde Salih Müslim'in Rojava'ya gidiş/gelişinin engellenmesinde KDP'nin rolü olduğu görüldü. Bunların hiçbiri Rojava Kürtlerini, sönük Suriye muhalefetinin basit bir alt bileşeni haline getirmeye yetmedi. Giderek Suriye muhalefeti erimeye başladı. El Nusra ve IŞİD gibi “terörde sınır tanımayan” Radikal İslamist örgütler ön plana çıktı. Bunlardan IŞİD, örgüt olgusunu aşarak, devlet gibi hareket etmeye başladı. Ancak devletlerin elinde olabilecek silahlarla Musul gibi bir şehri işgal etmeyi başarmakla kalmadı. Helen elinde tutmaya devam ediyor. Güney Kürdistan’a saldırıyor, Rojava’nın Kobani Kantonunu işgal etmeye çalışıyor. Kobani’nin çevresini tank, top ve havan gibi ağır silahlarla doldurarak, kantonu boğmak ve büyük bir Kürt katliamı yapmanın hazırlıklarını yapıyor. Hiç kimse İŞİD’in Musul’da Irak Ordusunun bıraktığı silahlarla yaptığını söylemesin. Eğer, bir örgüt bir gecede Musul gibi bir şehri ele geçirebiliyorsa, o şehri ele geçirmek için gerekli silahlara sahip olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Evet, IŞİD Musul’daki silahları ele geçirdi bu şekilde kendisini daha da güçlendirdi. Ancak bunu yapabilecek gücünü önceden oluşturmuştu. Bu gücün de TIR’larla Türkiye’den taşınan silahlarla oluşturduğu konusunda sayısız deliller bulunmaktadır. Türkiye Cumhurbaşkanının, “IŞİD’in elinde ABD silahları var” demiş olması bir manipülasyondan ibarettir. Türkiye dahil olmak üzere Ortadoğu’da kullanılan silahların ABD menşeli olduğu bilinen bir gerçektir. Hatta TIR’larla taşınan silahların tamamı ABD yapımıdır.
Davutoğlu, ABD silahlarının IŞİD'in eline geçtiğini söylemiş. Sanki, IŞİD'i örgütleyip, silahlandırdıktan sonra Musul'u ele geçirenlere yardım edenler kendileri değilmiş gibi konuşuyor. Davutoğlu, halen Esad'a karşı savaş veren, IŞİD veya El Nusra dışında muhalif güçler olduğunu sanıyor. IŞİD'in Kürtlere, Hıristiyanlara, Ezidilere, Türkmenlere katliam yaptığını görmüyor. Hatta IŞİD'in giderek Ahrar El İslam ve ÖSO'ya karşı savaş veriyor. Bunu da görmüyor. Bir kere, Irak'taki silahların IŞİD'in eline geçmesi olayı ile IŞİD'in Musul'u ele geçirebilecek bir güç haline gelişi olayını birbirinden ayırmak gerekir. Eğer IŞİD, Irak'taki ABD'nin Irak Ordusuna bıraktığı silahları ele geçirebiliyorsa, bunun basit bir gerilla savaşı başarısı olduğunu hiç kimse söylemesin. IŞİD, bunu, arkasına büyük bir güç alarak bunu yapmıştır. Bu gücün de Türkiye olduğunun sayısız örnekleri vardır. THY'nın dahi sivil personelini tahliye ettiği gerçeği dikkate alındığında konsolosluk görevlilerinin oradan çıkarmak için hiçbir şey yapmayışı, IŞİD'le Türkiye arasındaki ilişki boyutunu öylesine ortaya çıkarıyor ki, Türkiye orada IŞİD'le beraber muharip güç de mi bulunduruyor mu? Denilse yanlış olmaz. MİT tırlarının sayısı, gidiş yönü dikkate alındığında Türkiye'nin bu silahların taşınmasında sadece yol izni vermediği, bu silahları bizzat kullanan veya kullanmayı öğreten personeli eğitimi için oraya gidebileceği de göz önünde bulundurulmalıdır. Konsolosluk görevlilerinin içinde çok sayıda özel timin bulunuşu da böyle olabileceği konusunda işaretler taşımaktadır. AKP döneminde, Türkiye Irak Kürdistan'ına diğer dönemlerden farklı bir yaklaşım gösterip onları tanıma yönünde adım atmış gibi görünse dahi Türkiye'nin "dünyanın neresinde olursa olsun Kürdistan'a karşı olma" stratejisinde hiçbir değişiklik olmamıştır. Türkiye'nin KBY ile ilişkisi, eşit güçler arası ilişkiden çok, Türkiye'nin KBY'ni egemenliği altına alma amaçlıdır. KBY'nin toprağını işgal, ekonomik vs ambargolara uygulayıp tecrit etme, Irak hükümetiyle ilişkilerine müdahale etmek gibi tehditvari yöntemlerle kendisine bağımlı hale getirmektir. Talabani'nin yokluğunda, PKK ile de çözüm süreci oyalanması ile birlikte Barzani'nin bu tehditlere boyun eğişi bu süreci hızlandırmıştır. ABD'nin Irak'tan çekilişi, Suriye'de yeni bir maceraya girmek istemeyişi Ortadoğu'da ABD'nin geride bıraktığı boşluğun dolduruşunda Türkiye'yi cesaretlendirmiştir. Türkiye, Barzani'yi kendisine bağlayıp, Barzani üzerinden Rojava'da kontrolü ele geçirmiş olsaydı Türkiye'nin bölgesel güç olmasının yolu açılacaktı. Türkiye açısından bu planın gerçekleşmeyişinin en önemli nedeni Müslüman Kardeşlerin(MK) Mısır'daki başarısızlığıdır. MK, Mısır'da iktidarda kalmış olsaydı, bu Filistin, Suriye ve Irak'taki MK'nin önününde açılması demek olacaktı(Irak MK temsilcisi Tarık El Haşimi hakkında Irak'ta idam cezası verildiği halde Türkiye'nin koruması altındaydı. Musul'un IŞİD'in eline geçmesinin sorumlularından biri olduğu konusunda haberler çıktı). Anlaşılan odur ki, Katar'ın örtülü, diğer Körfez ülkelerin doğrudan katılımı(Batı'nın onayı) ile Mısır'da MK'nin askeri darbe ile devrilmesi dengeleri değiştirdi. Böylece, Türkiye'nin yüzyıla yakın Batı ile oluşturduğu politika tam bir eksen kaymasıyla sonuçlanacakken, Mısır'daki büyük yenilgi Türkiye'nin bu konudaki beklentilerini tuzla buz etti. Göründüğü kadarıyla KBY, IŞİD'e karşı oluşturulan "çekirdek gücün" temel savaşçısı olacaktır. PKK/KCK/YPG de buna destek verecektir. Türkiye'nin Barzani ve Kürtlerle ilişkisi artık eskisi gibi olmayacaktır. Çözüm sürecinin sürdürülmesinde garantör güç olan Barzani'nin çözüm sürecindeki rolü de kalmayacaktır. Bu da "oyalama süreci" haline gelen "çözüm sürecini" her an bitirebilir. Türkiye'nin onca Arap devletinin onayına rağmen, IŞİD'e karşı yapılan toplantının sonuç bildirgesine imza atmayışı, IŞİD'le mücadelede yer almak için "Ortadoğu'daki tüm terör örgütleriyle mücadeleye hazır olduğunu" söylemiş olması, IŞİD'in Kürdistan'da ilerleyişinin önlenmesinde büyük rol oynayan PKK'yle mücadele şartına bağlamış olması, TC'nin Kürtlere bakış açısını ortaya koymaktadır. Bu da çözüm sürecinin yürümeyeceğini gösteren en önemli belirtilerin başında gelmektedir. Kaldı ki, Türkiye'nin IŞİD'e karşı, böyle bir söylemde bulunuşu oyalayıcı ve IŞİD'e zaman kazandırıcı bir taktik olduğunun da bilinmesi gerekiyor. Zanedersem ABD de bunu anlamıştır. IŞİD'e karşı, hava saldırılarının İncirlik'ten değil de Erbil'den yapılmasının kararlaştırılması bu nedenledir. Davutoğlu, eski rüyalarını gerçekmiş gibi görmeye devam ediyor. Böyle olmasın diye "Esad'a yalvardık" diyor. Onun Esad'a "yalvardık" deyişi Esad'a tehdit olduğunu bir türlü kabul etmiyor. Çünkü o, bütün söyleminde konuya "mezhep" bakış açısıyla bakarak Esad'ı Suriye'de % 12'lik Sünni olmayanların temsilcisi olarak görüyor ve gitmesini istiyor. Sünnilerin de Esad'a destek verebileceğini aklının köşesinden geçirmiyor. Türkiye ve Davutoğlu böyle yaparak Suriye'deki Sünnileri ortadan ikiye bölüp bir kısmının Esad'a bir kısmının da IŞİD'e sıkı bağlanmasına neden olarak, Suriye'deki savaşın palazlanmasıyla birlikte Suriye dışına da sıçramasına da neden olmuştur. Bu tehlikenin Türkiye'ye yakınlaştığının onlarca işaretleri vardır. Türkiye'nin, ikircikli, iki yüzlü politikaları gören IŞİD'in Türkiye'de eylem/örgütleme kapasitesi gözönünde bulundurulduğunda ve "çözüm süreci" ortadan kalktığında bunun nasıl sonuçlanacağını insan düşünmek istemiyor bile. Gerek uluslararası ilişkiler, gerekse iç siyasi ilişkiler bağlamında bakıldığında, AKP'nin bir yıl içinde iki önemli seçimi kazanmış olması, AKP'yi rahatlatacağı yerde daha fazla gerilim içine sokmuştur. Bu gerilimin en önemli nedeni iktidarda kalma süresi uzakdıkça, AKP'nin iktidardan düşüşü konusunda yaşadığı korkudan ileri gelmektedir. Oy oranının yüzde 34, bürokratik vesayetin kendisini en yüksek düzeyde kendisini hissettirdiği dönemde dahi bu denli iktidardan düşme korkusu yoktu. Gezi olayı ve 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonlarının yaşattığı korku, AKP ve liderini o kadar korkutmuşki, bu korkusunu berteraf edebilecek yargısal dizaynı yapamamanın verdiği tedirginlik CB olsa da eksilmek yerine artmaktadır. Özellikle Ekim ayında yapılacak HSYK seçimlerinde "paralel yapı/cemaatin" başarılı olmaması için elinden gelen herşeyi yapmaktadır. AKP, 2014 yılında kendisine uygun yargısal düzenlemeler yapsa da, AKP'nin işlediği suçlar ve yolsuzlukları örtbas etmeyeceğine inanmaktadır. Dış politikayı, iç politikanın manivelası haline getirmek üzerine kurulu bu politikanın sürdürülebilirliği, dış politikadaki sorunlar içe yansımaya başladıkça, AKP dış politikada açılım yapma yerine daha fazla içe sığınma ile karşı karşıyadır. Kırılgan, sıcak paraya dayalı bir ekonomiye sahip olan Türkiye'nin IŞİD nedeniyle, Suudi Arabistan ve Katar'ın içinde bulunduğu IŞİD karşıtı ittifaka imza atmayışı, mevcut durumda Türkiye'yi daha fazla açmazla karşı karşıya bırakacaktır. Görünürde, Türkiye sanki ABD'nin politikasına karşı duruyormuş gibi görünse de Türkiye'nin Küresel ekonomiyle oluşturduğu bağın bir sonucu olarak bu karşı çıkışı sürdürmesi mümkün değildir. İster istemez, Türkiye, Batı ile 200 yıllık serüvenini bir çırpıda bir tarafa atamaz. Kaldı ki, bu serüveni daha fazla bağlılık ilişkisi şeklinde sürdürmek isteyen bürokratik, muhalif ve sermaya çevreleri de her zaman olduğu gibi yedekte durmaktadır. O yüzden, pragmatizmi yaşamının en önemli ilkesi yapan AKP, manevra yaparak, tıpkı 2003'te teskerenin reddinde olduğu gibi, ABD'ye fiili destek vermek yolunu seçecektir. ***

GERÇEKLİĞİ OLMAYAN İYİMSERLİK

GERÇEKLİĞİ OLMAYAN İYİMSERLİK


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 09.09.2014 İnsan, bazen çok önem verdiği bir yeri bulabilmek için arayışlara girer, ondan bundan yardım ister. Bulunacak yeri bulmak zorlaştıkça, aranılan yeri bulmak, aradığınız yeri bulup da orada gerçekleştirmek istediğinizi bir tarafa bırakıp, orayı bulmak bile başlı başına bir başarı gibi görünür. Elinizde bir pusula veya harita olmadığı için, aradığınız yeri sürekli başkalarına sormak zorunda kalırsınız. Defalarca, farklı kişilere sordukça, gideceğiniz yere gitme amacınızı da unutursunuz. Zamanınız az kalmıştır. Sizin için gideceğiniz yerdeki amacınızı gerçekleştirmek ikinci plana düşmüştür. Cezaevine düşenler de öyle. Önce hemen serbest bırakılacaklarına inanırlar, sonradan bir savcı veya hakimin karşısına çıkmayı dahi özlemle ararlar. Dışarı çıkma isteği bir anda mahkemeye çıkma düşüncesine dönüşür. Ama burada eksilmeyen tek şey umudun varlığıdır. Ancak umut, beklentilerle yoğruldukça, tükenir.
Adı “Süreç” olsun, “çözüm” olsun ya da “çözüm süreci” olsun, herkesin gözü bunda. Ancak giderek, bu kelimeler, asıl anlamlarından uzaklaştıkça, tıpkı “Umudun” tüketilmesine benzer bir akibet bunları da bekliyor. Sahip olmayacağını bilip de sahibi olma umudunu canlı tutar gibi, umudu yarınlara taşır gibi yine de çözümün olabileceğine inanmaya başlıyoruz. İnanmaya başladıkça, umudun öldüğünü de kabullenmiş oluyoruz. Umudun, bireyselliği, kişiye bağlılığı, inanmada yoktur. Çünkü, inanma ile bireysellik bir tarafa bırakılmış, gerçekleşme başkalarına bağımlı hale gelmiştir. Başkası yapacak, siz başkasının yapacağına inanacaksınız. Amaçsız umut durumuna düşmek aynen budur. Nazi Zindanında yazılmış ölüm ilamının tarihini bilen “Dar Ağacından Notlar” kitabının yazarı Julios Fuçik : “Geçen yıl, geçen ay, bugün, yarın-gözlerimiz hep, umudumuzu taşıyan yarına dönük. Şansınız olmayabilir, yarın vurulabilirseniz de- ama ah, o yarın da ne çok şey olabilir! Hele bir yarın olsun, bak nasıl her şey değişecek… Değişebilir yani. Hiçbir şey durmuyor ki… Hiçbir şey durağan değil ki… Kim bilir yarın neler olacak? Yarınlar geçiyor, binlerce insan ölüyor, onlar için yarın yok artik. Geride kalanlar, umutlarından bir şey yitirmeden sürdürüyor. Kim bilir neler olabilir yarın? İnsanlar, bir yığın söylenti yayıyorlar, her gün. Her hafta savaşın sonunun geldiğini uyduruyor biri, bu söylenti ağızdan ağza, daha doğrusu kulaklara varan ağızlarda dolaşıyor. He hafta. yeni bir mutlu heyecan fısıltısı dolaşıyor, Pankrats'da, hemen inanıyoruz. Böyle şeylere inanmamak için zorluyor insan kendini. Yalan umutlarla oyalanmak. doğru değil diyor kendi kendine Ama boşuna. iyimserlik, yalanlara dayanmaz, dayanamaz alanlarla beslenmez iyimserlik Gerçeklere dayanmalıdır savaşın tek bir yolla bitebileceği gerçeğini gören bir iyimserlik yaşayabilir. Yüreğinin derinlerinde gerçeğe inanıyor insan. Bu inanç bir gün karara dönüşecek, ve kazanılan bir gün, yaşanılabilen bir gün, feda edemediğiniz yaşam sizi korkutan ölüm arasındaki bağı kaldırabilir de İnsan yaşamında öylesine çok gün yok. Ama gene de günlerin çabuk, daha çabuk, daha çabuk geçmesini istiyor insan. Genellikle insanin yaşamından bir gün alıp götüren, ömrünü kısaltan zaman, insanın en büyük dostu burada.. Ne garip! Yarın, bugün oluyor. Öbürgün, bugün oluyor ve sonra geçip gidiyor. Askılar, daha karşı hücrenin kapısında öyle duruyor.”
“Çözüm, barış ve süreç” sihirli üç kelime… Herkesin dilinde, hükümetin, devletin, Kürtlerin! Kim varsa bunlarla yatıp kalkıyor. Gerçekliği olmayan bir iyimserlikle. ***

ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜ DERİNLEŞTİRİP SÖMÜRÜYÜ HALKLARIN KADERİ YAPMAK

ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜ DERİNLEŞTİRİP SÖMÜRÜYÜ HALKLARIN KADERİ YAPMAK



Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN Barzani'nin KBY'nin sınırlarını ve iç güvenliğini sağlayamadığı, IŞİD saldırılarıyla birlikte görüldü. Aslında Irak Kürdistan'ında Barzani'nin yıldızının yükselişi enerjisini daha çok ABD'nin Irak'ta varlığıyla at başı gidiyordu. ABD, Irak'ta bulunduğu müddetçe Barzani, ABD'nin varlığından aldığı güvenle, Irak'taki genel politikaya kayıtsız kalıyordu. Bunlardan en önemlisi sürekli ertelenen "Kerkük'ün statüsüydü". ABD varken, Kerkük'ün statüsünün belirlenmesi daha kolaydı. ABD'nin gitmesiyle birlikte, Barzani'de güvenlik kaygısı oluşmaya başladı. 2003'teki "tezkere krizi" ile kendisini Irak'taki yeni dönemin dışında bulunan Türkiye bu durumu fırsata çevirmek için, Irak Kürdistan'ı ile ilişkiler geliştirmeye başladı. ABD'nin Irak'ta geride bıraktığı boşluğu dolduracağı konusunda adımlar attı. Başlangıçta ABD'de de buna sıcak bakıyordu. Bunun nedeni, ABD'nin Irak'taki boşluğun İran tarafından doldurulabileceği konusundaki kaygıydı. Arabistan'daki rejimler, petrolden elde ettikleri gelirleriyle kendilerine bağımlı maaşlı bir halk yaratmış durumdadırlar. Üretime katılımı az veya hiç olmayan bu maaşlıların kaderi de önce kendi rejimlerine sonra ise küresel kapitalizme bağlıdır. Bu nedenle Arabistan yarım adasındaki rejimlerin kendi dinamikleriyle(Arap baharı vs) yıkılması kolay değildir. Esas gelişimini, Cihat ideolojisinden alanlar dünyanın her yerinde örgütlenerek buraya akın ediyorlar. 1960'lı yıllarda Filistin ve Güney Amerika'ya akın eden Enternasyonal Devrimcilerin akınına benzer bir durumla karşı karşıyayız. Güçlü İslami ideolojik yapıya sahip bu örgütlemenin devamlılığı Batı için büyük bir tehlikedir. Batı, kendisine göre bu tehlikeyi kendisinden uzak bölgelere savurtması, tehlikeden uzak olduğu anlamına gelmez.
ABD, tehlikenin boyutunu James Foley'in infaz görüntüleriyle gördü. İki yıl önce Libya'da üç diplomatının linçle öldürülmesinden sonra Foley'in görüntüleri, 11 Eylül 2001'i gözler önüne getirdi. Afganistan ve Irak işgali hiçbir şeyi değiştirmemişti. El Qaide'nin Ortadoğu versiyonu, petrol bölgesi Musul'u kontrol ediyor, siyasi mesaj vererek hilafet ilan etmişti. Bağdat'a doğru ilerlemesi beklenirken, gözünü, Kürt-Dubai'si olan Erbil'e dikmişti. Barzani ve Erbil'in kendisini Batı'nın Ortadoğu anlayışına uygun bir şekilde "petrol şeyhi" konumunda görünüşüyle birlikte, Batı'nın ona bakışının tersi bir şekilde kendisini Türkiye/AKP ile ilişkilendirmesi onun en büyük açmazıydı. Batı'nın temel amacı, Türkiye dâhil tüm İslam toplulukları bir aktör olarak değil de, figür olarak görmüş olmasıdır. Figürlükten aktörlüğe tevessül eden emellerin Saddam'dan Kaddafi'ye kadar neyle sonuçlandığının örnekleri göz önündedir.
Dünya büyük bir hapishane, Türkiye bu hapishanede bir hapishane. Buradaki yaşamımız böyle işte. Sürecin umudunu bizim için yaşatanlardan biri de hapishanenin en derininde günlerini doldururken bu umudu canlı tutabilmek için en azından “bağırsakları elde dolaşmak zorunda bırakılan” tutsaklardan birinin dahi serbest bırakılamamasının üzüntüsü içinde, her iki taraf için önemli gelişmeler olabileceğinin umudunu o karanlık demirden ve de betondan yapılma mezarından bize fısıldamaya devam etmektedir. Bakıyorum ne mevsimler ne yıllar ne başbakanlar geçti. Hep umudu canlı tutmakta. On yıl önce, beş yıl önce, Habur’u Oslo’su derken, çözümün çemberini hep yüksekte tutan “oradakinden” başkası olmadı. Yıllar onu da yalarcasına yutarken, yaşlılığın getirmiş olduğu umutlu olmaktan çok umutlu olabilme ihtimalini yaşarken görebilmenin kendisini yaşatırken, geride bıraktıklarında bıraktığı beklenti tüketime yol açtıkça ve de kendi çözüm gücünü de onun sırtına yükledikçe, yükü taşıyan değil de yükün taşıdığı biri haline gelmektedir. Bu da hem yükü hem de yükü taşıyanı ağırlaştırır.
Batı'nın en önemli özelliği, kendi egemenliğini tartışma dışında bırakmasıdır. Bu da ona sınırsız bir öz güven vererek yasa dışı örgütler dâhil olmak üzere her kesimle görüşmenin yolunu açmaktadır. Soruna araçsal olarak bakıldığı için, El Qaide veya IŞİD'le ilişki geliştirmesi veya bunların kendi tanıtım ve propagandalarına da alan açmakta beis görmez. Son olarak ABD'li iki gazetecinin infaz görüntülerinin yayılmasında, ABD'nin etkisi dikkate alınmalıdır. Belki, El Qaide/IŞİD ABD için en önemli düşman olarak görülür ancak bu düşmanlık durum ABD'nin bu örgütleri, başkasına karşı kamçı olarak kullanmasına engel değildir. Bunun en önemli örneği, Ukrayna nedeniyle ABD/AB/NATO ile Rusya arasındaki gerilimde kendisini gösterdi. ABD'nin havadan müdahalesiyle Irak'ta gerileme içine girin IŞİD, bir anda hedefine Rusya'yı koydu. Çeçenistan üzerinden, Kafkasya'yı Rusya'dan ayıracağı söylemini dile getirmeye başladı.

NATO'nun da Kırım'daki Tatar/Müslümanları gündeme getirdiği dikkate alındığında, IŞİD kamçısın etkisinin Ortadoğu'da görülmesinden sonra IŞİD'in bundan sonraki yönü Rusya'ya yönelik olacaktır. İşin esasına bakılacak olursa, NATO ve ABD, bunu NATO'nun Irak ve Suriye'de IŞİD'e kara operasyonu dahil, her türlü müdahaleyi yapmak için Rusya'yı ikna etmek, onun desteğini almak için yapmaktadır. Başka bir deyişle ABD, Rusya'ya "IŞİD'le mücadelede bana yardım etmezsen, Rusya'yı karıştırırım, Soçi'de yapılacak olimpiyatları yapamaz duruma getirirm" demek istiyor. Rusya, Kırım'daki kazanımını ve diğer avantajlarını korumak için ABD'nin IŞİD'e yönelik müdahalesine destek verecektir. Buna benzer bir durum, 2001'deki ABD'nin Afganistan'da oldu. Rusya'nın dolayısıyla İran'ın desteği alındıktan sonra, Türkiye'nin etkisi neredeyse sıfıra iner. IŞİD, karşısında 2001'deki Afganistan'daki Taliban'a müdahalede nasıl ki, Pakistan etkisiz kaldıysa Türkiye de etkisiz kalacaktır. Nasıl ki, Türkiye'nin IŞİD'e desteği varsa, bu desteğin bir benzeri Pakistan ile Taliban arasında da vardı. Pakistan'ın, ABD'nin Taliban'a müdahalesine destek vermeyişinin en önemli nedeni de tıpkı, Türkiye'nin IŞİD'le ilişkisine olan benzerliğinden dolayıydı. Bu da Türkiye'yi Pakistanlaştırabilir. IŞİD, Türkiye'yi eylem alanı haline getirebilir. Türkiye'nin Batı ile ilişkileri, Türkiye'nin NATO'nun önemli müttefiklerinden biri oluşu nedeniyle, Türkiye siyasi olarak ya daha fazla karışacak(askeri darbe dahil) ya da Pakistanlaşmamak adına NATO şemsiyesinde oluşacak "çekirdek gücün" içinde yer alacaktır. Her ne kadar, bunun tersi propagandalar olsa da bu gerçeği gizlemeye yönelik bir manipülasyon olmaktan öteye gitmeyecektir. ABD, kendisini sokmak için yanına yaklaşan yılanı boğazından tutarak, başkalarını yola getirmek için büyük bir olanağa sahip gibi görünse bile egemenci bakış açısı sürdüğü müddetçe, hiç kimse nereden çıkacağı belli olmayacak "ejderhalara" engel olmayacaktır. ABD'nin IŞİD'e müdahalesinde, en kritik noktalardan biri de ABD'nin 2001'deki Afganistan'daki "kuzey ittifakı" rolünün kimin üstleneceğidir. Bu rolün Kürtlere verildiği açıktır. Zaten, IŞİD'in Kürdistan'a saldırısının zeminin yaratılma sürecindeki ABD'nin sessizliği de buna katkı sunmuştur. Bağımsız devlet ilanının en yüksek perdeden konuşulduğu bir anda "güvenlik vahası" Erbil, bir anda IŞİD'in vahşi nefesini ensesinde hissetmiştir. Bu da KBY'ni, yeni kararlar almaya zorlamıştır. Türkiye'ye güvenip de ABD'nin karşı çıkışına direnilmeyeceği gerçeğiyle yüz yüze bırakmıştır. Bunun en önemli nedeni, KBY'nin elindeki imkânları, Parçalanmış Kürdistan için kullanmaktan kaçışıydı. Elde ettiği imkanları, kendi halkını üretimden koparıp, devletten maaş dillenen memur konumuna getirmek için kullanmıştır. Kuzey ittifakı adıyla, ABD'nin yanında yer alanlar, Taliban'ın yıkılışını kolaylaştırdılar ancak bu Kuzey İttifakında yer alanlara yaramadı. Yeni oluşan Afganistan yönetiminde yer almalarını sağlayamadı. İşin en ilginç yanı da Afganistan hiçbir zaman rahat yüzü görmedi. O nedenle, "ABD gelecek, her şey düzelecek" diye bir şey olamaz. Tersine ABD'nin gelişi, savaş ve kargaşayı daha fazla alevlendirecektir. Türkler, Araplar, Farslar, Kürtler, demokratik eşitlik ve gerçek özgürlük temelinde birbirinden uzak düştükçe, Batı'nın acı reçetelerinin tedavi edici değil de öldürücü olduğunu görmek için daha neyi bekliyoruz. Kendimizi kanatıp, kanımızla ekmeği katık etmek, kanımıza da ekmeğimize yazık değil mi? Kaderimiz neden, Galler diye bir yerde çiziliyor. O uçaklardan atılan yiyeceğe de bombaya da ihtiyacımız yoktur. Ah içimizdeki sömürgecilik. Yaşasaydı Frantz Fanon, o ilk kurşunu içimize sıkmadığını görseydi, o kurşunu o bize sıkmak zorunda kalacaktı. ***

SOSYAL ŞİDDET ÖRNEĞİ OLARAK "DİYARBAKIR BELEDİYESİNE SALDIRI" OLAYI

SOSYAL ŞİDDET ÖRNEĞİ OLARAK "DİYARBAKIR BELEDİYESİNE SALDIRI" OLAYI



Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 07.07.2014 Kadınlara yönelik şiddet ve cinayetler, Mardin'de köy korucularının saldırı ve öldürme olayları, arazi kavgaları, elektrik kesintileri nedeniyle DEDAŞ binalarının yakılması ve en sonunda Silvan-Diyarbakır hattında çalışan minibüsçülerin Diyarbakır Büyükşehir Belediyesine saldırıları sosyal şiddetin en önemli örnekleridir. Bunların temel nedeni genel olarak ekonomik özel olarak da iş alanlarının azalmış olmasıdır. Sosyal şiddetin en önemli özelliği total bir örgütlenmeden çok ani gelişen tepkileri dışa vurmuş olmasıdır. Yeri, zamanı belli değildir. Diyarbakır'da olduğu gibi geniş kapsamlı olabileceği gibi herkesten uzak bir evin içinde de meydana gelebilir. Güvenlik ve hukuk çerçevesinde bunu önlemek kolay değildir.
Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da dalga dalga yayılan "Arap Baharı" tüm denge ve beklentileri alt üst etti. Selefi/Radikal İslam'ın güçlenmesiyle sonuçlanan Arap baharı, istenilenin tersini gerçekleştirdi. Irak'ta, Saddam döneminde esamesi okunmayan radikal İslam, görülmemiş şekilde gelişme gösterdi. Aynı durum Libya'da sonrasında Suriye'de ortaya çıktı. Demokratikleşmenin, Batı'nın çıkarlarına olmadığının çeşitli örnekleri kendisini gösterdikçe, ABD ve Batı eski liderleri ve anlayışları yeniden ön plana çıkarmak zorunda kaldılar. Bu da Ortadoğu'da "etnik, dinsel ve mezhepsel" çatışmayı alevlendirmek şeklinde kendisini göstermeye başladı. Ülkeleri, iç savaş/çatıştırma alanı haline getirmek, parçalamak; bunun sonucunda Ortadoğu halkları güçsüzlüğe mahkûm ettirmektir. Bu da Ortadoğu'da iki eğilimi beslemeye yarar.

Ya Batı'nın egemenliğini/koruyuculuğunu isteme ya da toplumsal dayanağı her zaman hazır olan küresel/radikal İslam'ın gelişmesi şeklinde kendisini gösterir. Bir süre sonra, iç çatışma şeklinde görülen çatışmalar giderek renk değiştirerek Batı uygarlığı/İslam çatışması rengine bürünür. Şu anda geçmişte, Afganistan'da olduğu gibi Suriye ve Irak'ta olan budur. IŞİD'in kısa sürede gelişimi ve ilerleyişinin ardında yatan temel budur. Batı'nın "ya bizdensiniz ya da onlardansınız" anlayışı, Küresel radikal İslamistlerde de aynı anlayışı geliştir. Ortadoğu'daki çatışmaların açmazı ve çıkmazı burada kendisini belli etmektedir. Bunun en önemli açmazı da Petrol bölgesi Arabistan yarım adasındaki rejimlerde kendisini belli etmektedir. Şunu vurgulayalım: "Arabistan Yarımadasındaki rejimler, radikal İslam'ın tehdidiyle, daha fazla baş başadırlar. Çünkü onlar, petrolden elde ettikleri gelirleri küresel finans kapitalin hizmetine sokarak, finans kapitalin rezervini oluşturmaktadırlar.

Öyle sanıldığı gibi, Suudi Arabistan'ın "rejim olarak" radikal İslam'a destek verdiği doğru değildir.

Tam tersine, Batı olarak yaşatmak, onlar da Batı'yı yaşatmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Ilımlı olarak nitelenen Mısır'daki Müslüman Kardeşler hükümetinin askeri darbe ile devrilmesinin arkasındaki Suudi/Batı desteği bunu açıklamaya yeter de artar.
Basına yansıdığı kadarıyla Diyarbakır Belediyesine saldırı, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinin kendi yetkisini kullanarak Diyarbakır-Silvan arasında toplu taşıma yapmaya karşı bir tepki olarak görülmektedir. Nasıl ki, İstanbul veya Ankara'da büyükşehir ile ilçeler arasında toplu taşıma yapılıyorsa Diyarbakır ile ilçeleri arasında yapılması normaldir. Büyükşehir Belediyelerinin en önemli görevlerinden biri de budur. Ancak Kürdistan'da büyük bir işsizlik vardır. Doğal olarak bir ilçeye belediye tarafından toplu ulaşım hizmeti götürüldüğünde özel ulaşımda iş yapan yüzlerce kişi bir anda işini kaybetmesi üzerinde de durulmalı, bunlara yeni iş alanları bulunması gerekmektedir. Bir ay önce "Çocuğu dağa çıkan" ailelerin eylemi ile Minibüsçülerin eylemlerinde görüleceği gibi yeni bir durumla karşı karşıyayız. Demokratik barışçı olsun(Ailelerin eylemi) saldırı temelli olsun, her iki eylemde de tepkinin adresi BDP'nin iktidar olduğu yerel yönetimler olmuştur. Küçük kapsamlı gibi görünse de bu tepkiler Kürt Siyasal Hareketinde mikro bir iktidar gerçekliğinin oluştuğunu göstermesi bakımından ilginçtir. BDP Eş başkanının eylem yapan ailelerin "istihbarat tarafından kışkırtıldığı", Gültan Kışanak'ın da "saldırı yanıtsız bırakılmayacaktır" şeklindeki mesajları KSH'nin "iktidar dilini" kullanmaya başladığı gösteriyor. Halbuki, Kürdistan halkı KSH'ne sonuna kadar destek vererek sosyal, ekonomik ve kültürel sorunlarına çözüm getirilmesini istemektedir. BDP'li belediyeler seferberlik ruhuyla koordinasyon içinde Kürt toplumunun bu sorunlarına çözüm perspektiflerini ortaya koymalıdır. Tamamen tepkisellik ve siyasal çerçevede kendisini gösteren "mağduriyet" durumundan hızla çıkıp, bu sorunları çözme iradesini ortaya koymalıdır. Toplum tepkiyi BDP'li belediyelere göstererek adresi de doğru belirlemiştir. Buna benzer tepkiler, önümüzdeki dönemde farklı şekilde görülebilir.
Halka ucuz ekmek sağlama yönündeki çalışmalara karşı fırıncılardan değişik esnaf kesimlerinden tepkiler de gelebilir. Bu tepkileri yok saymak ne kadar yanlış ise de tipik bir iktidar refleksi ile dışlayıcı yaklaşmak da o kadar yanlıştır. Büyükşehir belediyeleri ilk kademe belediyeleriyle koordinasyon halinde yeni iş alanları oluşturmalıdırlar. Ancak bu şekilde sosyal şiddetin alanı daraltılabilir.
KSH'nin tek taraflı olarak iradesini ortaya koyması da yeterli değildir. Büyükşehir yasasının gerçek anlamda uygulanması için merkezi yönetimin vesayet ötesindeki engellemeleri kaldırılmalı, belediyeler rantın üretildiği yerler olmaktan çıkarılmalıdır.
Öyle denildiği gibi sorunlara siyasal çözüm getirmek diğer sorunları çözmeye yetmiyor. Bütünsel bir çözüm çerçevesinde herkesin rolünü oynayacak imkanlara kavuşması gerekiyor. ***

ÇÖZÜM SÜRECİ YASA TASARISI ÜZERİNE ELEŞTİREL BİR DEĞERLENDİRME

ÇÖZÜM SÜRECİ YASA TASARISI ÜZERİNE ELEŞTİREL BİR DEĞERLENDİRME


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 27.06.2014 Çözüm sürecinin konuşulmasından günümüze kadar yapılan tartışmaların ana konusu "çözüm sürecinin yasal dayanağa kavuşup kavuşmadığı"dır. Tartışmalar bunun üzerinden yürütülürken, içeriğinin nasıl olacağı hep ikinci planda kaldı. Sürekli olarak çözüm sürecini teşkil eden iki tarafın bakış açıları çerçevesinde bir yaklaşım gösterildi. Bakış açısını ortaklaştıracak ya da yakınlaştıracak çalışmalar çok az görüldü. Bu da taraflar arasında olması gereken "güven ortamını" hep zedeledi. Oysa, bu ortamı yaratacak gerek "akil insanlar" gerekse "TBMM çözüm komisyonu" gerekli yakınlaşmayı sağlayabilirdi. Ne yazık ki yapısal ve fonksiyonel eksiklikler bu ikiliye rolünü oynatamadı. Bunun en önemli nedeni hükümetin soruna güvenlik ya da terör eksenli bakmış olmasıydı. Bu konuda bir ilerleme sağlanamadı. O zaman ki adıyla "milli birlik ve kardeşlik" projesinden öte bir adım atılmadı. Adımın atıldığı kurumun içişleri bakanlığı/emniyet eksenli olması bunun ipuçlarını vermek için yeterliydi. Yasa tasarısında da aynı anlayış devam ediyor. Tasarının 3.Maddesine göre çözüm sürecine dair yetkiler "Kamu güvenliği ve müsteşarlığına"(KGM) veriliyor. KGM bilindiği gibi Genel Kurmay'dan MİT'e kadar olan güvenlik/istihbaratın koordinasyonunu esas alan bir kurumdur. Bu kurum, sonuç olarak güvenlik ve terörle mücadeleyi esas alan bir kurumdur. Bu açıdan bakıldığında, Terörün sona erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirmesine dair kanunun(TTGK) bu eksen doğrultusunda hazırlandığı söylenebilir. Çözüm sürecinde yer alan/alacak aktörler açısından bakıldığında sorunun yüzyılı aşkın bir sorun olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Bu nedenle kapsamlı bir konsensüs oluşturulmalıdır. Tasarı ile bunun ihmal edildiği, sorun veya süreci AKP dönemiyle sınırladığı görülmektedir. Bu da çözüm aktörü olarak AKP tekelinin esas alındığını gösteriyor. AKP kendi dönemini "normalleşme" dönemi olarak görürken, kendisinden önceki dönemi normal olmayan dönem olarak adlandırken, kendi dışında bir dönem olabileceğini tasavvur dahi edememektedir. AKP'nin karşısında somut bir alternatifin olmayışı da AKP'nin bu tasavvurunu güçlendirmektedir. AKP'nin soruna bakışı ve çözümü "sessiz devrim" sloganında gizlidir. Bu sloganın esası düzen içinde kendisini kabul ederek ilerlemeyi ifade eder. Bununla kendisini kabul ettirerek toplumsal grupları kendi çözümüne razı etmek/mecbur bırakmak amaçlanıyor. Belki toplumsal gruplar açısından bazı kazanımlar olsa da bu kazanımı sahiplenecek iç dinamizmin tükenişi ile birlikte egemen olan bunu kendi lütfü şeklinde bir anlayış içine girebilir. Bu da kazanımları Hak temelli olmaktan çok bahşedilen/sunulan bir şeymiş gibi bakılma beklentisi içine sokar. TTGK tasarısının kapsamı, işlevi ve aktörleri bakımından bu düşünüş tarzının izleri çok fazladır. Temel aktör, hükümet ve KGM olarak görülmektedir. Diğerlerinin rolleri belirsiz ya da ikincil durumdadır.
Yasa tasarısının ikinci maddesi "uygulama, izleme ve koordinasyon" başlığından anlaşılacağı gibi Öcalan'ın sık sık dile getirdiği "izleme kurulu" akla gelmekte ise de koordinasyonun KGM'ında olması nedeniyle tarafsız ve farklı kesimlerin bu kurulda yer alıp almayacağı belirsizdir. Yasanın görüşülmesi sırasında daha önceden hükümet tarafından belirlenen akil insanlardan farklı bir akil insanlar kuruluna ihtiyaç vardır. Tasarıda yer alan "yurtdışındaki kişi ve kurumlar" ibaresinden hareketle benzer süreçlerde yer alan uluslar arası itibarı olan kişi ve kurumlarında bu izlemede yer almalarının yolu açılmalıdır. Nihai olarak çözüm süreci silahsızlandırma ile sonuçlanacağından dolayı silahsızlandırmanın nasıl olacağı, silahların kime teslim edileceği gibi konusu sürecin en önemli aşamalarından biri olacaktır. Bu da ister istemez yurt dışından kişi ve kurumlara rol verilmesini zorunlu hale getirecektir. Bunun mevcut yasa ile hükümete yetki verilmesi şeklinde değil de yasal hükümle düzenlenmesi gerekmektedir.
Yasa tasarısının genel gerekçesine göre Türkiye'de normalleşme gerçekleşmiştir. Normalleşmenin Devamı için "terör" sorunuyla mücadelede paradigma değişikliğine ihtiyaç vardır. Bu paradigmanın esası "terörle mücadele siyasetle müzakereye" dayanmaktadır. Tasarının genel gerekçesinde "terör eylemleri sürdüğü müddetçe güvenlik güçlerinin ve adli makamların hukuk içinde bunlarla mücadele etmesi kanuni görevidir" denilerek başta kalekollar olmak üzere operasyonların hız kesmeden devam edeceği de açıkça belirtmektedir. Demek ki, mevcut kanunlardaki terör ve örgüt tanımlamasında bir değişiklik ön görülmüyor. Halbuki, her şeyi "terör" tanımının içine çekmeye müsait TMK ve TCK'nun örgütle ilgili hükümlerinde değişikler yapılması mevcut KCK davaları için zorunludur. Hükümet her ne kadar 3,4 ve 5. Demokratikleşme paketlerini önemli görüyorsa da gerek güvenlik görevlileri gerekse yargı üzerinde somut bir etkisi görülmedi. Belki tutukluluk süresinin uzaması nedeniyle bazı tahliyeler olduysa da burada önemli olan husus yargılamaların sonucunda yüksek cezalar ve hak mahrumiyetine neden olacak TMK ve TCK hükümlerinin uygulanacağıdır. İnandırıcı ve güven verici olması bakımından öncelikle tehlike arz eden bu düzenlemelerde radikal değişiklik yapmayı gerektirmektedir. Düşününüz HDP'nin eski eş genel başkanının omzunda 9 yıllık bir hüküm vardır. Milletvekilliği sona ermeden bu hükmün mecliste okunmasıyla birlikte cezaevine girmek tehlikesi bulunmaktadır. Aynı durum serbest bırakılan diğer milletvekilleri ve siyasetçiler için de geçerlidir. Yasa tasarısının amacını anlamak için gerekçesine bakmaya devam edelim. Gerekçeye göre şimdiye kadar çözüm sürecine münhasır bir mevzuatın olmadığı, sürecin halihazırda ilgili kurumların mevzuatı çerçevesinde yürütüldüğü anlaşılmaktadır. Gerçekten şimdiye kadar çıkarılan mevzuat çözüm sürecine özgü değildi. TTGK bu bakımdan bir ilktir. TBMM'de takviyeler yapılarak işlevsel bir yasa durumuna gelebilir. Kaldı ki, bu yasa bir başlangıcı ifade eder. Bu yasanın oluşturduğu yapı ve çerçevede başka yasalar da çıkacaktır. Ancak tasarının cumhurbaşkanlığı seçimine az bir süre kala meclise sunulması yasanın seçim sonuçlarını etkilemeye yönelik bir hamle mi tartışmalarını da beraberinde getirmektedir. Nitekim prensipte yasa tasarısına karşı olmadıklarını söylemekle beraber CHP'nin kaygısı bu yöndedir. Özellikle Kılıçdaroğlu'nun Diyarbakır'da verdiği mesajlarla birlikte ele alındığında hem CHP'nin hem de AKP'nin çözüm süreci ile ilgili demeç ve uygulamalardaki mesajın seçime dönük olduğuna dair işaretler ağırlık kazanmaktadır. Hükümet, Irak'taki son gelişmeler, Kerkük'ün KBY'nin denetimine geçmesinden sonra yaşanan panik de etkili olabilir. Kürdistan'ın kalbi sayılan Kerkük'ün KBY'nin siyasi ve askeri denetimine girişi vücuttaki tüm organların kalple bağlantısı neyse diğer parçaların birlikteliğini çağrıştırması gibi Kürtlerin ulusal birliği için somut bir durum yaratmıştır. Türkiye bundan duyduğu kaygı ve Kerkük'e sahip olan Kürdistan'ı denetimini sağlamak için de böyle bir düzenleme yapma ihtiyacı duymuş da olabilir. Özellikle Haziran ayının başında Lice'deki Kalekol eylemleri nedeniyle sürecin kritik bir aşamaya gelişinin devamı halinde çatışmalı ortama girildiğinde bunun çözüm sürecinin önemli bir yerinde yer alan Barzani İle ilişkileri de zorlama ihtimali oldukça yüksekti. Çözüm sürecinin yasal dayanağı kavuşması için Barzani'nin etkisi de göz önünde bulundurulmalıdır. Yasa tasarısında yer alan "gerekirse yurtdışındaki kişi ve kurumlarla ilişki" bu tür ilişkilere yasal zemin oluşturmak amaçlanmıştır. Böylece çözüm süreci ile ilgili olarak Öcalan'la değişik kesimlerin görüşebilmesinin yolu amaçlanmıştır. Böylece yasanın çıkmasıyla birlikte hükümete verilen yetki kapsamında Öcalan, Barzani, Salih Müslim gibi siyasi liderlerle de görüşmenin yolu açılabilir. Kapsam itibarıyla görüşecek bu kişi ve kurumların çeşitliliği de artacaktır. Tasarının tartışmaya aday en önemli maddesi "bu yasa kapsamında verilen görevi yapanlara hukuki güvence" getirilmiş olmasıdır. Yasa tasarısındaki bu hüküm MİT yasasıyla kamu görevlilerine getirilen hukuki güvencenin süreçte yer alacak diğer kişiler için getirilmiştir. Örneğin tasarı yasallaşırsa BDP'li milletvekillerinin İmralı ve Qandil'le görüşmeleri yasal dayanağa kavuşmuş olacak yapılan görüşmeler hukuka uygun olarak kabul edilecektir.
Sonuç olarak 19 aya yakın bir sürede ölümlerin olmayışının oluşturduğu atmosferde saikler ne olursa olsun çözüm sürecine münhasır çerçeve bir yasa tasarısının meclis gündemine gelişi tarihi öneme sahiptir. Kimisi bu tasarıyı hükümetin Kürt Siyasal Hareketine bir tavizi, kimisi de KSH'nin hükümete bir tavizi şeklinde şimdiden mahkum etmeye çalışsa da da en azından niyetlerde asgari müştereklerin yakalamasının mümkün olabileceğini göstermiştir. Ancak bu yasa tasarısı sadece bir başlangıçtır. Uygulaması ve sonrası için atılacak çok adım vardır. ***