21 Aralık 2020 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN DOĞU GENİŞLEMESİ ve TÜRKİYE BÖLÜM 3

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN DOĞU GENİŞLEMESİ ve TÜRKİYE BÖLÜM 3


Dr. Oğuz Mayda,Uluslararası ilişkiler,Avrupa Birliği,Doğu Genişlemesi,Türkiye,

Schimmelfennig, bu davranış biçimini ılımlı (liberal) bir rasyonalist varsayıma sahip retoriksel eylem ile açıklamaktadır. Schimmelfennig, retoriksel eylem kuramının inşaasında öncelikle aktör davranışına neden olan güdülerin neler olduğunu ve birbirleriyle etkileşimlerinin sonuçlarının neler olabileceğini araştırmıştır. Retoriksel eylem aktörlerin rasyonel nedenlerle tercihte bulunduğunu, buna mukabil aktör etrafındaki kurumsal – kültürel, normatif – çevrenin aktörün tercihlerine etki ettiğini varsayar. Öte yandan Schimmelfennig, bütünün, parçalarının bir araya gelmesinden daha fazla (yapısal) etkisinin olduğu fikrine katılmamaktadır. Yani gelişmelere yönverecek davranış biçiminin rasyonalist mikro seviyede, bir başka deyişle bireyin temel eylem biçimine ilişkin beklentiler çerçevesinde analiz edilmesi gerekmektedir (Schimmelfennig, 1999: 17-21). Schimmelfennig’e göre, aktörlerin bireysel davranış biçimleri toplu tercihlere yol açmaktadır. 

Topluluk normları aktör için araçsal bir kullanım imkânıdır. Schimmelfennig, aktör motivasyonlarının temelde rasyonel olduğunu, aktörlerin sosyal normları da kullanarak (Elster, 1989: 102) kendileri etrafında kendi çıkarına yarayacak bir görünüm oluşturduğunu (Goffmann, 1959: 6 – 16) ve tartışmalarını buna göre tasarlayarak (bir retorik inşaa ederek) etrafındakileri kendi tercihi yönünde seçim 
yapmaya (eyleme) ikna etme çabası içinde olduğunu öne sürmektedir. 

Görüldüğü gibi Schimmelfennig, normlar ile rasyonalite arasında yakın bir ilişki olduğunu varsayar. Buna göre aktörler stratejik olarak davranmakta ve eylemleri için duydukları meşruiyet ihtiyacını normları kendi çıkarlarına kullanarak gidermektedir. Aktörler değer tabanlı normatif tartışmaları siyasi konuşmalarda stratejik olarak kullanarak, rasyonel çıkar ve güç algısı ile oluşan kolektif sonucu değiştirme gücüne kavuşurlar. Bu nedenle retoriksel eylem, tartışmaların ikna amaçlı stratejik kullanımı olarak tanımlanmaktadır (Schimmelfennig, 1999: 28, 29). 

Retoriksel eylem için kurumlar, aktörlerin ihtiyaç duyduğu meşruiyeti kazanmasına uygun bir ortam sağlar. Öte yandan, bu meşruiyet kurumların (normların) sınırlayıcı etkisi ile kazanılmaz. Aktörler, siyasi hedeflerine ulaşmak için siyasi davranışa ilişkin sosyal normları üstlenirler. Bu bir rasyonel seçim ürünüdür. Kurumsal ortam aktörü uygun davranışa itecek kadar güçlü olsa da, rasyonel siyasi aktörler meşruiyetlerini artırmak ve meşruiyet masrafını düşürmek için, topluluğun meşruiyet standardını (ethosunu) olduğundan farklı gösterecek tir. Aktörler, meşruiyet standartları aleyhlerine işlediğinde, bu standartların sınırlamalarını azaltacak bir tartışma içine girerler. 
(Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2005: 156) Bu tartışmalarda, aktörler normatif değerleri araçsal kullanmak yoluyla diğerlerini ikna ederek, etrafındakileri retoriğin gücüyle rasyonel olmayan seçimleri onaylamak zorunda bırakırlar. 
Retorik, gücünü topluluğun geçmişteki uygulamalarına, aktörlerin geçmiş dönemde kendilerini toplum önünde bağlayan sözlerine uyuma zorlama kapasitesinden almaktadır. Buna göre, geçmişte topluluk içinde iyi bir görünüm elde etmek için sarf edilen sözler ve yapılan uygulamalar, bu görünümün korunması için aktörler üzerinde bağlayıcı bir etki yaratmaktadır. Schimmelfennig bunu sosyal etki olarak adlandırmaktadır (Schimmelfennig, 2003a: 218). 

Retoriksel eyleme gücünü veren diğer etken sosyal etkinin en önemli mekanizmalarından biri olan utandırmadır. Utandırma mekanizması, 
bir aktörün topluluk meşruiyet standardına aykırı davrandığında devreye girer. 
Yasadışı ya da toplum tarafından onaylanmayan amaçlar ve davranışların kamuya açık hale gelmesi, bir başka deyişle aktörün araçsal nedenlerle standart dışına çıkması topluluğun diğer üyelerini utandırma mekanizmasını kullanmaya sevk eder. Bu safhada, standarda uygun davranmayan aktörün geçmişteki taahhütleri ile mevcut tercih ve davranışları bir kıyaslamaya tabi tutularak, kredibilite ve tutarlılık endişesiyle utanca sürüklenmesi yoluyla norma uyuma zorlanması söz konusudur. Aktör, kişisel çıkar algısıyla sergilediği bireysel eylemden, normatif eyleme, bir başka deyişle netice mantığı ile hareketten uygunluk mantığı ile harekete geri dönüş yapmak zorunda kalır. 

Bu normatif etken, aynı zamanda stratejik hilenin (manipülasyonun) sınırlarını da belirler (Schimmelfennig, 2003a: 219, 220). 

Tartışma sahnesinin sergileneceği güne (karar alma tartışmalarına) kadar topluluk önünde ikna kabiliyetini artırmak ve tutarlı eylemlerle bunu sağlamlaştırmak için norma uygun davranış sergileyen ve söylemlerini buna göre şekillendiren aktör, kişisel çıkarları için normlara aykırı davranma imkânını bulamayacaktır. Burada aktör retoriksel bir tuzağa düşmüştür (Shimmelfennig, 2003a: 222). 

Buna mukabil, retoriksel eylemle tartışmaya katılan aktörler, karara ilişkin tartışmalarda topluluk norm, değer ve kurallarını stratejik olarak kullanarak, norma uygun davranmayanları retoriksel tuzakla utandıracak ve norma en uygun karara katılıma zorlama imkanını bulacaktır. 
Schimmelfennig’e göre hem merkez ve Doğu Avrupa ülkeleri hem de Doğu’ya yönelik genişlemenin Batılı taraftarları (sınırlı genişleme yanlısı ülkeler: Avusturya, Finlandiya ve Almanya; kapsamlı genişleme yanlısı ülkeler: İngiltere, Danimarka ve İsveç) (Schimmelfennig, 2001: 50), hedeflerine ulaşmak için retoriksel eylemin etkisine güvenmişlerdir. Merkez ve Doğu Avrupa hükümetleri üyeliğe yönelik 
taleplerini Avrupa uluslararası topluluğunun meşruiyet standartlarına – Avrupa kimliği ve birliği, liberal demokrasi ve çok taraflılık – dayandırmış, bu değerlerin AB’yi kendilerini üye olarak kabul etmek zorunda bıraktığını göstermeye çalışmıştır. Bu ülkeler, Topluluğun anayasal değerleri ve geçmişteki retorik ve eylemleri ile AB’nin merkez ve Doğu Avrupa ülkelerine yönelik mevcut davranışı arasındaki tutarsızlıkları öne çıkarmıştır. Bu şekilde, kurumsal kimliği seferber etmeyi başarmış ve genişlemeyi bir güvenilirlik konusu haline getirmiştir. 
Bunlar, katılıma ilişkin çıkarlarını ilerletmek maksadıyla, kendilerinin Topluluk değerlerini paylaştıklarını ve normlarına iştirak ettiklerini sürekli gösterme imkânı bulmuştur (Schimmelfennig, 2003a: 267, 268). Özetle, genişleme kapsamındaki makro politikalara ilişkin olarak rasyonalist bakış açılarında tüm adayların tercihleri ve üye devletler arasındaki çatışmalar sabit kabul edilmektedir. 
Oysaki aday ülkeler bakımından kendini kurumun değer ve normlarıyla özdeşleştirmenin farklı dereceleri olabilecektir. 

Ayrıca, karar alma süreci bir pazarlık süreci değil bir tartışma süreci olacaktır (Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2002: 514). Kurum, dışarıdakilerin kolektif kimliğini, değer ve normlarını paylaştığı oranda genişleyecektir (Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2002: 515). 

Sonuçta, AB’nin Doğu genişlemesi tartışmaları esnasında birçok üye ülke rasyonel bir getiriye sahip olmayacağı halde, genişlemeye onay vermiştir. Başlangıçta genişlemeyi frenleme yönünde oy kullanan ülkeler (sınırlı genişleme yanlıları: Belçika, Lüksemburg ve Hollanda; kapsamlı genişleme yanlıları: Fransa, Yunanistan, İrlanda, İtalya, Portekiz ve İspanya) (Schimmelfennig, 2001: 50), genişlemeye ilişkin tartışmalarda kendilerine Doğu Avrupa ülkelerine 1990’lı yıllardan itibaren verilen sözler hatırlatıldığında, utanca sevk edilerek, genişlemeye onay vermeleri sağlanmıştır. Diğer bir deyişle kurumsal topluluk normları devlet davranışına etki etmiş ve politika değişikliğine neden olmuştur. 
AB’nin Doğu genişlemesini tam olarak açıklayabilen Retoriksel Eylem Kuramının, Doğu Avrupa ülkeleri ile yaklaşık aynı dönemde üyelik müzakerelerine başlamış olan ve pazarlık gücü açısından Doğu Avrupa ülkeleri ile benzer özellikleri taşıyan Türkiye’nin AB’ye katılım sürecini analiz için de açıklayıcı bir araç olduğu görülmüştür (Mayda, 2013). Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinde Topluluk değer, norm ve kurallarına uygun politika sergilediği dönemlerde, Birliğe katılımına karşı gelen AB üyesi ülkelerin retoriksel tuzağa düşerek Türkiye’nin Birliğe üyelik yolunda mesafe kaydetmesine izin vermek zorunda kaldığı gözlenmiştir (Schimmelfennig, 2008: 22). 

Keza Schimmelfennig, Türkiye’nin 1997-1999 yılları arasındaki AB adaylığına kabulü sürecini bu perspektiften açıklamaktadır. 

Buna göre, 1997 Lüksemburg Zirvesinde AB, AB’ye aday ülkeler arasında yer almamasına karşılık Türkiye’ye, AB’nin Topluluk normları gereğince tüm başvuruda bulunan ülkeleri aynı liberal demokrasi standardına göre değerlendirme zorunluluğu bulunduğundan, kültürel ve ekonomik sebepler, politik masrafının fazlalığı ve AB’ye üye ülkeler arasındaki görüş farklılıklarına rağmen 1999 Helsinki Zirvesinde adaylık statüsü vermek zorunda kalmıştır (Schimmelfennig, 2008a: 4). 

Bu aşamadan sonra, Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerine 15 uyum 
sağlamayı başardığı müddetçe, üye devletlerin tercihleri değişse dahi müzakerelere başlaması kaçınılmaz hale gelmiştir. 

Zira, Aralık 2002’de Kopenhag Zirvesinde, Aralık 2004’te Komisyonca verilecek bir rapor ve tavsiye doğrultusunda Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini karşıladığı sonucuna ulaşılırsa AB’nin Türkiye ile gecikmeksizin katılım müzakerelerini açacağına yönelik aldığı karar, sadece aday ülkeyi değil, üye ülkeleri de kurumsal ve normatif sınırlamalar altına sokmaktadır. Türkiye’nin 1999 yılı sonrasında kendisinden beklenmedik bir şekilde reform yaparak ilerleme göstermesi karşısında, Türkiye’nin üyeliğine karşı olanlar “tuzağa düşmüş”, bir başka 
deyişle Türkiye ile müzakereleri başlatmayı inkar edecek meşru bir yol bulamamıştır. Bu ülkeler, kendi yerel tabanlarını tatmin etmek için son anda Türkiye’nin katılımı konusunda referandum yapılabileceği sözünü vermiştir (Schimmelfennig, 2008a: 18-24). 

Benzer şekilde, AB’nin Kıbrıs politikası, Güney Kıbrıs’ı uluslararası hukuk bakımından sorunlu olmasına rağmen Ada’nın tamamının meşru temsilcisi olarak tanımasıyla şekillenmeye başlamıştır. Öte yandan Yunanistan’ın, Türkiye’nin Birliğe katılım sürecinde geçmesi gereken aşamaları, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin üyelik süreci Türkiye’den bir adım önünde olacak şekilde kabul etmesi de ayrı bir retoriksel tuzak örneğidir 16. 

Türkiye Yunanistan’ın bu retoriksel tuzağına Kıbrıslı Rumların AB üyeliğine yaklaştırıldığı her aşamada yapmış olduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile bütünleşme yönünde tehdit içeren açıklamalarıyla düşmüştür. 

Bir başka deyişle, Güney Kıbrıs’ın AB’ye adaylık sürecinde özellikle Yunanistan’ın AB’nin tam üyesi olarak Birliğin karar platformlarında, Kıbrıs sorunu bağlamındaki tartışmalarda, Türkiye’yi Topluluk norm ve değerlerine uymamakla suçlama imkânını bulması ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni Birliğe katılıma hazır göstermesi etken olmuştur. Diğer Birlik üyeleri Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı uyguladığı bu retoriksel eyleme, Kıbrıslı Rumların AB’ye üyeliğinin gerçekleşmesi sonrasında Türkiye’den Ek Protokol ile gümrük birliğini tüm AB üyelerine genişletmesinin bir AB normu olarak istenmesi ile destek vermiştir. 

Öte yandan, Türkiye’nin Müzakere Çerçeve Belgesinde 17 yer alan, gümrük birliğini tüm AB üyelerine genişletme taahhüdünü yerine getirmemesi sonucu, AB içinde Türkiye yanlısı kesimin (şartlı olarak Belçika ve Lüksemburg –üyelik koşullarının yerine getirildiğinin ispatı açısından–; sürekli olarak İngiltere, İsveç, Finlandiya, İspanya, Portekiz, Merkez ve Doğu Avrupa ülkeleri) eli zayıflamıştır. 
Türkiye’nin gümrük birliğini tüm AB üyesi ülkelere genişletmeyerek Topluluk kurallarına, üye ülkelerden birini (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) tanımayarak Topluluğun eşitlik ve dayanışma normuna uymayan ülke konumuna düşmesiyle, Türkiye’nin üyeliğine karşı olan ülkelerin (Almanya, Avusturya, Danimarka, Fransa, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) iddiaları daha meşru hale gelmiş ve “ Tersine Retorik” başlamıştır (Schimmelfennig, 2008a: 45). Sonuçta, Türkiye Güney Kıbrıs Rum Yönetimine ilişkin kısıtlamalarını kaldırmadığı sürece bazı müzakere başlıklarının açılmaması, hiçbir başlığın da geçici olarak kapatılmaması kararı alınmıştır. Görüldüğü gibi, Türkiye’nin AB’ye katılım 
sürecinin de tek başına sosyolojik kurumsalcılık veya sosyal inşaacılık ile açıklanması mümkün değildir (Schimmelfennig, 2008a: 24). 

Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki çıkmazı, ilişkilerin merkez ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye katılım tecrübesinden farklı bir çerçevede değerlendirilmesini gerektirmiştir. Gerek merkez ve Doğu Avrupa ülkeleri, gerekse Türkiye’de AB norm ve kurallarına uyum “koşulluluk” yoluyla gerçekleşmiştir. AB koşulluluğu, bir başka deyişle AB’nin aday ülkelerde insan hakları ve demokrasi standartlarına uyum için kullandığı temel strateji, ödül yoluyla güçlendirmek, uyum gerçekleşmezse bu ödülden mahrum etmektir. Yani AB, önce teknik ve mali yardımlar ile piyasa ekonomisine geçişi sağlamakta veya güçlendirmekte, AB piyasasına artan bir erişim ve karar almaya artan bir katılım imkânı sunmaktadır. Aday ülkelerde yapılan demokratik reformlar oranında bu ödüller artırılmakta, uyum gerçekleşmiyorsa, bu ödüller askıya alınmaktadır (Schimmelfennig vd., 2003: 496-498) 18. 

Türkiye’de 1999 yılında adaylık statüsünün alınması ile birlikte, 2002 yılı yazına kadar, ölüm cezasının kaldırılması, Kürtçe eğitim ve yayın serbestisi, Milli Güvenlik Kurulunda sivil üyelerin sayısının artırılarak, askerin siyasetteki etkisinin azaltılmaya başlanması gibi ciddi reformlar yapılmıştır. Yani koşulluluk ciddi üyelik perspektifi verildiğinde işe yaramıştır (Schimmelfennig vd., 2003: 509). Özetle, uyum çabaları siyasi fayda-maliyet hesabıyla sürüklenmiş ya da sınırlandırılmıştır. 

Bununla birlikte, katılım müzakerelerine başlangıç kararı retoriksel eylem ile açıklanabilmişken, Türkiye’de AB demokratik ve idari standartlarına uyumun, müzakerelere başlanmasından altı yıldan fazla süredir devam etmesine rağmen üyeliğin gerçekleşmemiş olmasını aynı temelde açıklamayı güçleştirmektedir. Schimmelfennig’in yakın zamanda geliştirdiği normatif kurumsalcılık açısından da Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olan AB üyesi devletler 1999 yılında normatif bir tuzağa düşmüş, 2006 yılında ise tuzaktan çıkarak Türkiye yanlılarının katılım müzakerelerinin kısmen askıya alınması yönünde desteklerini almıştır. Fakat bu “tuzaktan kurtulmanın” bu derece uzaması normatif kurumsalcılığın açıklama gücünü oldukça azaltmaktadır (Schimmelfennig ve Thomas, 2009: 492)19. 

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder