2 Aralık 2020 Çarşamba

ZORLUKLARIYLA HELAL KAZANÇ.,

ZORLUKLARIYLA HELAL KAZANÇ.,


Erdem AKÇA.,
ZORLUKLARIYLA HELAL KAZANÇ.,

Ekonomik hayatın en büyük 2 argümanı emek ve sermayedir. Meşru sermaye, Marks’ın da tespit ettiği üzere “ birikmiş ve cisimleşmiş emek ” olması hasebiyle diyebiliriz ki, ekonominin aslî temeli emektir. Bu önemli hususu, emeği, maddi ve manevi insan varlığının temeli kabul eden semavi dinler ve özellikle Kur’an şöyle ifade eder: “ Leyse li’l-insâni illâ ma saa * Enne sa’yehu sevfe yürâ * Sümme yüczâhu’l-cezâe’l-evfâ ”  ( İnsana çalıştığı ve peşinde koşturduğu şeyden başka bir karşılık yoktur. Sa’yinin karşılığını ise sonra görür. Kendisini tatmin edecek şekilde emeğinin karşılığını alır. ) 

Bu âyet maddi ve manevi bütün insan faaliyetlerini birden ifade eden kapsamıyla emek-ücret ilişkisini bir kanun haline getirdiği gibi diğer bir kanunu da nazara sunar: “ Meşru servet hemen oluşamaz… ” Çünkü âyet “ sonra görür ” diyor. Bu açıdan belirli bir miras ve hazır birikime sahip olmadan şahsî emeğiyle ekonomik hayata atılan bir kişinin alın teri ile servet sahibi olması, normal şartlar altında, uzun ve dalgalı bir süreç ister. İstisnai haller hariç… 

Emeğin istihdam edildiği sahalardan stabil ve sabit bir gelire sahip olan memuriyet, sosyal ve siyasal hayatın çalkantıları içinde yol alan bir ticarete göre servet ve zenginlikten daha uzaktır. Sermaye birikimi ve servet, kişisel açıdan ve mikro-ekonomi yönünden önemli olduğu kadar ülke açısından ve makro-ekonomi yönünden de önemlidir. 

Çünkü ülkelerin kalkınması, sermaye birikimine dayanır. Bu ise, üretim ile oluşur. Memuriyet ise, hizmet sektörüdür; üretim yapmaz. Yalnızca üretim faaliyetlerinin sevk ve idaresini organize eder. Bu manada Said Nursi, bir ülkenin kalkınmışlık kriterini “ Kamu sektörünün ülke ekonomisinde payı ”  olarak tespit eder. Kamu sektörü büyüyen ekonomiler gerilerler. Bu tespite nazaran diyebiliriz ki, kalkınmak isteyen bir ülkede ya kamu sektörü bir firma gibi üretim sahasına inecek… Bu ise tekelleşmeye ve haksız rekabete yol açacağından ticari hayatı sekteye uğratır. Veyahut kamu sektörü küçülecek, gereksiz istihdamı ve bunun giderini azaltacak… Bu durum ise lüzumsuz bürokrasiyi, kaynak israfını engelleyeceği gibi, devlet kademelerini bir hâkimiyet aracı ve ego tatmini vesilesi görmeyi de ortadan kaldıracaktır. İdeal devlet modeli olan “ garson devlet ” konumunu o ülkede oluşturacaktır. Hz. Peygamber’in (ASM) ârifâne söylediği gibi “ Kendisine hizmet edilen değil hizmet eden, o kavmin efendisidir. ”  Devlet, halka köle gibi hizmet edecek ki, onların duasını, sevgisini, sadakatini kazansın. Bu şekilde halk da “ İnsan ihsanın kölesidir ”  hadisine göre idarenin azat kabul etmez kölesi olsun. 
Bu tespitler ışığında diyebiliriz ki PKK terörünün bir sebebi de, devletin Batı ve Kuzey Anadolu’ya ettiği hizmeti, Doğu ve Güneydoğu bölgesine etmemesi ve onlara yaptığı yatırımı bunlara yapmamasıdır. Terörün bu manada ilacı da, Doğu ve Güneydoğu tarlasına hizmet ekmektir. Ki muhabbet ve sadakat biçsin. Bu manada şu an terörün gerilemesinde GAP projesinin etkisi yadsınamaz derecede barizdir.

Emek İstihdamı

Ekonomik manada insan emeğinin arz ve talebinin kendini sergilediği piyasaya           “ Emek Piyasası ” denilir. Bu noktada Kamu Sektörü ve Özel Sektör iki ana dal olarak önümüze çıkar. Bütün toplumlarda gördüğümüz üzere… Bir toplum devletleştiği; devlet ise, müesseseleştiği ve teşkilatlandığı zaman ister istemez memuriyet ve kamu istihdamı ortaya çıkar. İslam tarihinde Hz. Peygamber (ASM) devrinde kurulan İlahî iktidarda görev alan sahabelerde ve sonrasında Hz. Ömer (RA) döneminde her sahadaki teşkilatlanmalarda istihdam edilen sahabelerde ve işin ehli ve layıkı olan Tabiin’de gördüğümüz üzere... Kadı Şureyh gibi…
Kamu sektörü, genel manada memuriyet şeklinde emeği istihdam eder. Yeni çıkan kanunlar bütün memurları “ kamu işçisi ” olarak isimlendirse de... Bu sistemde şahıs, devletin ortağı değildir. Yalnızca devletteki çeşitli kademelerde belirli bir süre görev alan bir elemandır.
Özel Sektör ise, insan emeğini farklı suretlerde istihdam eder:

a) Firmanın yalnızca çalışanı olarak…
b) Firmanın hem çalışanı hem ortağı olarak…
c) Firmanın sahibi olarak…

Binlerce yıllık insan tecrübesiyle sabittir ki, en verimli emek kişinin işin ortağı olarak çalıştığı durumda ortaya çıkmaktadır. İşin sahibi olmanın verdiği rehavet veya firmanın parmağındaki yüzük gibi, bir aidiyet hissi taşımayan bir çalışan konumu emeğin kalitesini, miktarını ve sürekliliğini olumsuz etkilemektedir. Fakat ortaklıktaki aidiyet ve sahibiyet hissi, aynı zamanda bir birine karşı sorumluluk duygusu, emeğin miktarı ve yoğunluğuna göre artan gelir heyecanı insan emeğini gerek kalite gerekse miktar olarak tavan seviyeye yükselten bir kamçıdır. 
Kamu sektöründe ise, ortaklık algısı, siyasi manada bir “ şirk ” ve bölünmeye yol açtığı için riskli ve yasaktır. Fakat buna rağmen bazı idareciler, kendilerini makamları ile bütünleştirerek, kendilerini de o makamı tam manasıyla dolduran ve temsil eden kişi olarak algılayarak devleti kendilerine indirgerler. “ Ben olmasam ülke batar ” mantığına işi getirirler. Oysaki idarede ehliyet ve liyakat esastır. Ehliyette ilim, liyakatte ise vazifesinde fâni olma belirleyici unsurdur. Kur’anın bildirdiği üzere “ Her ilim sahibinden üstte ilim sahibi     vardır. ”  Yani ehliyet konusunda kimse son nokta değildir. Aynı durum liyakat için de geçerlidir. Bundan dolayı kimi zaman gelen gideni aratsa da, kimi zaman da gelen gideni unutturur. Abbasilerin İslam’a yaptığı hizmetleri, Selçukluların; Selçukluların yaptığı hizmetleri Osmanlıların unutturması gibi… Herkes ve her millet bu âlemde vazifesini görür gider. Kimse vazgeçilmez değildir. Şahıslar fani, makamlar bakidir. Bu açıdan devlette temel bir kural olarak “ süreklilik ” esastır.

Kazanç Psikolojisi

Pakistanlı mütefekkir ve aşk adamı Muhammed İkbal’in ifade ettiği gibi “ Hayatın manası, elde etme ve kazanmadır. ”  Hayat, bir faaliyettir; şevk ise onun bineğidir. Kazanç yeni kazançlar için alt yapı ve motivasyon unsurudur. Maddi ve manevi manada… 

Hayat, faaliyetsiz düşünülemez. Faaliyet belirli bir noktaya odaklandığında “ amel ”  adını alır. Bu manada işçilere “ amele ” denilir. Fakat bir faaliyet kendini teknik bilgi ve estetik zevk yoğunluğuyla gösterdiğinde “ sanat ” haline gelir. Amel ve sanat ile kişinin gelir elde etmesine Kelam ve iktisad ilminde “ kesb ” ( kazanç ) denilir. Kesb elde edene ise,          “ kâsib ” ismi verilir. Bu noktada insanın meşru kazancının kâinatın varlık gayesi olan muhabbet hakikati noktasında konumunu Hz. Peygamber (ASM) şöyle ifade eder: “ Allah elinden iş gelen sanatkâr mümin kulu sever. ”   Onun emeği, Allah’ı sevdiğini; helal kazanç için çektiği meşakkatle sergilediği liyakat ise Allah tarafından sevildiğini gösterir. Diğer bir hadis helal kazanç için çekilen zahmet, yorgunluk ve meşakkatin kazanca kudsiyet kazandırdığını şöyle ifade eder: “ Allah, helal kazanç yolunda kulunu yorgun görmeyi     sever! ”  

Meşru kazancın yaşadığı borçlanma imtihanı ve faiz sistemiyle hesaplaşma ise, ticari yeteneğin kemikleşmesine, kazancın bir cihad seviyesine yükselmesine yol açar. Kazanç yolunda sergilenen dürüstlük, vade uzatma taleplerindeki vefa, ahdini yerine getirmedeki sadakat ise ideal ticaretin sosyal hayattaki kaynaştırıcı yönünü gösterir. Bu manaları ifade sadedinde Hz. Peygamber (ASM) şöyle der: “ Dürüst, sözüne ve işine güvenilir tüccar, nebiler, sıddıklar ve şehitlerle beraberdir. ”  Bu manasıyla helal kazanç yolunda yaşananlar, imanın hayata yansıması, kişide güzel ahlak ve seciye halinde sabitleşmesi yolculuğunun adıdır.   

Alın Teri, Ferd ve Toplum Huzuru

Emek, hayat enerjisini sahip olduğu bilgi birikimiyle birleştirmektir. Sanat ise, emeğine ruhunu katmak ve işini, eşi gibi sahiplenmek ve sevmektir. Bu manada işini seven bir kişinin elde edeceği ürünler, ruhlu ve bereketli bir sanat eseri haline gelir. 

Her insanın yaratılışı gereği bir ilim ve sanat yolculuğu bulunuyor. Bu yolculuğa          “ tahlil ” ve “ terkib ” denilir. İlim, tahlildir; sanat ise, terkiptir. Herhangi bir sahada bir iş yapabilmek için, ilme; o ilimle bir şeyler ortaya koymak için sanat yeteneğine ihtiyaç vardır. Bu manada her insan sanatkâr bir ruhla doğar. Yeteneğinin bulunduğu sahada çalışmazsa yaptığı iş teknik bilgi aktarımından ibaret mekanik bir yapı arz eder. İşini de kerhen yapar. Fakat yeteneği olan sahada çalışan birisi, mesleğinde fâni olur. Yaratılışının gayesi olarak mesleğiyle bütünleşir. Kendini, onu o istidadla donatan Allah’ın kudret elinde bir sanat fırçası olarak hisseder. Eseri o kadar ulvi ve güzel bir kıvam kazanır ki eserini seyredenler ile Allah arasında kendisi bir perde olmaz. Bu manada böyle bir emek, sahibi için iç huzuru ve mutluluğun en büyük bir sebebi olur. 
Böyle bir emekle elde edilen kazanç da, bereket ve kudsiyet kesb eder. Onunla alınan rızık, helal ve kudsi olduğu için onunla beslenen kişinin duygu dünyasında berraklık ve huzur, nefsinde sükunet ve itminan hasıl olur. Bu noktayı ifade sadedinde Hz. Peygamber (ASM) şöyle der: “ Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir şey yemiş değildir. ”  Helal rızkın verdiği kudsi lezzet ile kişi kâinatın varlığından ve hayatın fıtrata göre akışından memnuniyet hisseder. “ Fıtratıma göre çalışıyorum, kazanıyorum, mutluyum ” algısı ve gözüyle kâinatı okuyacak bir seviyeye yükselir. Bu külli gözle mutsuzluğa, açlığa ve hırçınlığa dayanan eşkıyalığın nasıl bir anarşi ve kargaşaya yol açtığını yakinen müşahede eder. Bu manada Said Nursi dinin yaptığı hizmeti 2 adım ile ifade eder: 
a) Saadet hizmeti… ( Potansiyeline göre yaşayan ve kazanç elde eden mutlu ferdler yetiştirmek )

b) Selâmet hizmeti… ( Mutlu ferdler ile, kâinatla barışık bir devlet kurmak ) 
Bu hedeflerin gerçekleşmesi için gerekli zemini ve şartları Bediüzzaman “ ittifak, ittihad, uhuvvet ve itaat-i hükumet olarak ” sıralayıp şöyle açıklar: 
“ İttifakta kuvvet var. İttihadda hayat var. Uhuvvette (kardeşlikte) saadet var. İtaat-ı hükümette selamet var. Hablü'l-metin-i ittihada (birleşmenin sağlam ipine) ve şerit-i muhabbete sarılmak zaruridir. ”  

Fıtrattaki Dengeler ve Meşru Kazanç

Kur’an, hayatı denge üzere geçen kulları “ İbâdü’r-Rahmân ” ( Rahman’ın kulları ) olarak isimlendirir  ve onların dengeli hallerini Furkan suresinde madde madde sıralar. Ekonomideki dengelerini şöyle ifade eder:
67. Âyet: “ Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır. ”
Dünya ve Âhiretteki her şeyin Rahmaniyetle yaratıldığının anlatıldığı Rahman suresinde giriş kısmında denge, ölçü ve tartı manasında 4 defa mizan kelimesi geçmesi gösterir ki, varlık âleminde kalmanın ve ilerlemenin yolu dengeli olmaktan geçer. Rahman suresi bu 4 çeşit denge içinde insan emeğini, meşru kazancı ve bu dengelerle bağlantısını şöyle sıralar:
Ve’s-semâe refeaha ve vedaa’l-mîzan Ellâ tetğav fi’l-mîzan Ve ekîmu’l-vezne bi’l-kıstı velâ tuhsiru’l-mîzan… ( 7-9. Âyetler )
7. âyet, göğün yükseltildiğini ve ona bir mîzan ( tartı, ölçü ) konulduğunu bildiriyor. Göğün yükseltilmesini su buharının göğe yükseltilmesi olarak da anlayabiliriz. Âyet bu noktada bize, yeryüzünden suyun buharlaşması ve yeryüzüne tekrar yağmur olarak inmesi, sonra tekrar buharlaşarak suyun temizlenmesi şeklinde bir döngü olduğunu ve bunun belirli bir ölçü dahilinde meydana geldiğini haber veriyor. Kur’anın başka bir ayette bildirdiği  ve Coğrafya fenninin tespit ettiği üzere her yıl yeryüzüne aynı miktarda yağmur inmektedir. Fakat Kur’anın yine bildirdiği  ve Coğrafya fenninin de tecrübeleriyle müşahede ettiği üzere yağmurun nereye, ne zaman ve ne kadar yağacağı meçhuldür. Bu meçhullük, insanların rızık endişesine, gelecek kaygısına ve ticari hayatta mizanı bozmasına temel bir sebebi oluşturur. Çünkü ticaretin temeli hammaddeye dayanır. Hammadde ise, hayvancılık ve tarıma… Hayvancılık ve tarım ise, yağmura bağlıdır. 

Yağmurun istenen miktarda gelmediği ve kuraklık olduğu durumlarda hububatın ve sebzelerin ya hiç yetişmemesi veya az yetişmesi, olağan talep miktarından dolayı fiyatların yükselmesine ve enflasyona yol açar. 
Yağmurun bol geldiği zamanlarda ise, mahsulün bol olması, pazarlanamayan ürünlerin değerlendirilmediği veya pazarlanmadığı için çürümesine veyahut kullanıldığı zaman da kıymeti bilinmeyecek şekilde kullanılmasıyla israf edilmesine yol açar. Bu noktada ürünün az olduğu zamanları kollayan kişilerin üreticiden bütün mahsulü toplayarak karaborsacılık yapmaları ve spekülatif ataklarla enflasyonu çok yükselterek kıtlık yaşayan halkı daha da fakir hale getirmeleri yakın zamanda da gördüğümüz bir sosyal kanundur. Bu durum toplumda haksız kazançla zenginleşen belirli bir zümrenin oluşmasına yol açtığı gibi, haram kazancıyla kendi fıtratlarını ve sorumlulukları altındaki aile fertlerinin fıtratını bozmalarına da sebep olur. 
Zahmetle kazanılan helal kazanç şükre, huzura ve kanaate yol açarken; kolay yoldan kazanılan bu kirli kazanç fıtratı tatmin etmediği için şikayete, huzursuzluğa ve —zahmetsiz kazanıldığı için— israf ve savurganlığa sebep olur. Bu durum ise fakir halka ve diğer insanlara acımayan, onların hallerinden habersiz bir zengin tabakasını doğurur. Fakirliği sun’î enflasyonlarla daha da artan, karaborsa sebebiyle temel gıda maddelerini temin edemeyen muhtaç insanlar ise, Arjantin ve benzeri ülkelerde görüldüğü üzere hırsızlık ve yağma gibi yollara mecburen başvurmak zorunda kalırlar. Bu fiiller ise sosyal hayat açısından birer suç teşkil ettiğinden mahkemelerin açılmasına ve çoğalmasına sebep olur.

Bu zincirleme bağlantıyı Kur’an “ Göğe, bir mevzuat ve kanun gibi, mizan vaz’ettik ” dedikten sonra “ Ella tetğav fi’l-mîzan ” ( Ticari hayattaki ölçü ve tartıda taşkınlık yapmayın ) der. İnsandaki tuğyan duygusu nefsin bencilliğinden kaynaklanır. Taşkınlığın akabinde ise Kur’an “ Ve ekîmu’l-vezne bi’l-kıstı ” demekle işin hukukî sürece varacağını bildirir. Çünkü kıst, Arapça’da, adaletli olmakla ilgilidir. 
Hukuk müessesesi aynı suçu işleyen havas ve avam tabakasına aynı muameleyi yapmakla mükelleftir. Ki adalet yerini bulsun. Bu açıdan bütün insanlar hukuk karşısında eşittirler. Fakat zengin havas tabakası, rüşvet veya tehdit ile yargı makamını baskı altına alarak hukukun rayından çıkmasına sebep olabiliyorlar. Yediği haksız lokmalarla beslenen bünyesi ve kirli duyguları ile böyle zenginler hukuk konusunda hakkaniyetli olmaları imkânsızdır. Fakir suçlu ise, böyle bir kudret ve imkânı olmadığı için yargı makamı onda adaleti rahatlıkla tatbik eder. Bu noktada Hz. Peygamber (ASM) kendisine hırsızlıktan dolayı had cezası için getirilen Fatıma isimli eşraftan bir kadın konusunda şefaatçi olunması üzerine şefaat eden Hz. Üsame’ye şöyle dediği aktarılır:

-“Allah’ın koyduğu cezalardan birinin uygulanmaması için aracılık mı yapıyorsun?” diye Ona sordu; sonra ayağa kalktı ve halka şöyle hitap etti:
-“ Sizden önceki milletler şu sebeple yok olup gittiler: Aralarından soylu, mevki ve makam sahibi biri hırsızlık yapınca onu bırakıverirler, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca da onu hemen cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim. ”  
Buna mukabil Hz. Peygamber (ASM) zaruret dolayısıyla hırsızlığa mecbur kalan Abbad bin Şurahbil’e farklı davranmıştır. Abbâd bin Şurahbîl (r.a) vakayı şöyle anlatır:

Bir zamanlar fakir düşmüştüm. Medineli bir kişiden “ Tanrı misafiri ” diyerek yiyecek istedim. Fakat o vermek istemedi. Bunun üzerine Medîne bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim hem de torbama aldım. Derken bahçe sahibi beni yakaladı, dövdü, torbamı elimden aldı ve Rasûlullah’a (ASM) götürüp şikâyet etti. Bahçe sahibi, kendisinden yiyecek istediğim kişiydi. Allah Rasûlü (s.a.v), bahçe sahibine:

“-Câhilken öğretmedin, açken doyurmadın!” buyurdu.
Sonra bahçe sahibine torbamı iâde etmesini söyledi. Daha sonra Rasûlallah (s.a.v) bana bir veya yarım sa’ miktarında yiyecek verdi.  1 sa’, şer'î dirheme göre yaklaşık 2,917 kg; örfî dirheme göre ise 3,333 kg. ağırlığa denktir. 

Hz. Peygamber (ASM) modelinde bütün peygamberler, ekonomik şartların zorlaması dolayısıyla hukuk sahasında meydana gelen bu tarz problemleri ciddi duruşlarıyla düzeltmiş ve önlemişlerdir. Ölçü ve tartıda hile ve haksızlığın fıtratı, ahlakı ve sosyal düzeni bozmasını engellemek için de İlâhî emirle hakkı ve adaleti tebliğ etmişlerdir. Peygamberlerden Hz. Şuayb’in (AS) risaletinin aslî gayesi ölçü ve tartıdaki haksızlıkları engellemek, üretici ve tüketicinin haklarını korumak amaçlı olduğunu Kur’an tekrar tekrar vurgular. 

Vatandaşın yaptığı karaborsalar, devletin koyduğu tavan fiyat uygulamaları (narh) üreticinin hakkını yemek olduğu gibi; fiyatların sun’î yükselişine karaborsa ile yol açmak ve emeksiz kolay kazanç sağlamak tüketicinin hakkını yemek ve toplumu fesada vermektir. Bir zulümdür. Kavimlerin helak sebepleri incelendiğinde ve istatistik yapıldığında ana sebeplerin zulüm, israf ve ahlaksızlık olduğu görülecektir. Hz. Peygamber’in (ASM) ârifane bildirdiği üzere “ Küfür ( inançsızlık) devam eder fakat zulüm devam etmez. ”  Kâinattaki hassas denge ve muvazene zulmü kaldırmadığı gibi, kâinat ve ekolojideki şiddetli nizam da zulmü yaşattırmaz. 

Bu noktada ticaret ve hukuktaki ölçüsüz, dengesiz ve zalimce uygulamalar kişinin ebedi hayatını mahvettiği ve Cehennem Hapsine sebep verdiği için Rahman suresi “ Velâ tuhsiru’l-mizan ” diyerek sürecin varacağı son noktayı ifade eder: “ Ticari ve hukukî zulümlerinizle Mahşerdeki mizanda hüsrana uğramayın. ”
Kolay Yoldan Kazanç ve Kumar Rüşvet, karaborsa, zimmet vesaire ne kadar mâlî suçlar varsa derinliğine incelendiğinde insanın aç gözlü nefsi ve tembel benliği karşımıza çıkar. Nefsi hırs ve ihtirasıyla elindekinden daha fazlasını elde etmek ister. Aç gözlülüğü, kazandıklarına kanaat etmeyip başkasının malına gözünü diker. Benliği ise tembelliği ile, zahmet çekmeden başkasının elindeki mal ve mülkü elde etmek ister. Hayır yapılması kendisine verilen akıl ve zeka, onun elinde hile ve kurnazlık aracı olur.
Bu manada devletin verdiği belirli ve ne öldüren ne yaşatan gelir kendisine yeterli gelmeyen memurlar ve yetkili merciler, hukuk ve tapu dairelerinde olduğu gibi, rüşvete veya zimmete tevessül ederler. Kuraklık zamanında emeğinin neticesinde elde ettiği az bir ürünü daha pahalı zamanda satmak için depolayan üretici veya başkalarının elindekini de hırsla kendinde toplayan aracı ise karaborsa yapmaya başvurur. Ta ki kolay yoldan, daha az zahmetle çok para kazansın. Fıtrat kanunlarıyla Allah’ın verdiği helal rızka kanaat etmeyip hırs ve tamahkarlıkla harama bulaşırlar. Fakat dünyevi ve uhrevi hukuk manasında suç işlediği ve ebedî Âhiretini mahvettiği için hayatının kumarını oynar.
Kolay kazançta zirve nokta ise, herkesin bildiği şans oyunları şeklindeki kumarlardır. Hiçbir emek içermeden, sosyal ve ekolojik bir imtihana tabi olmadan az bir bedel karşılığı çok büyük bir meblağa sahip olmak… Kumarın kolay kazançla bağını anlatma sadedinde Kur’an kumarı “ meysir ” olarak isimlendirir.  Bu kelime kolaylık manasında olan “ yüsr ” kökünden gelir. Nasıl ki mescid kelimesi, secde yapılan yeri ifade eder; meysir de, kazancın kolaylaştığı mekânı ifade eder. Fakat sonrası dünyevi perişanlık, uhrevi hüsran ve pişmanlık olan bir kolaylık…
Hz. Peygamber’in (ASM) dediği gibi: “ Cehennem, nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmış; Cennet ise, nefsin istemediği şeylerle çepeçevre sarılmıştır. ”  Kumardaki kolay kazanç; ticaretteki risk ve üretimdeki meşakkat gibi…
Kumar ve türevleri olan şans oyunları, piyango v.s. faaliyetler insanın hırs, açgözlülük ve tembellik gibi duygularına dayanan bir sömürüdür. Tarikat ve cemaatlerin insanların duygularını sömürdüğünü, kendilerine bir rant ve gelir kapısı yapıp emekleri çaldığını ifade eden devletin piyango, şans oyunları ve benzeri kumarları kendine hukuki bir gelir kaynağı yaparak insanların hırsını, açgözlülüğünü sömürmesi muazzam bir tenakuzdur. Bu faaliyetler için Milli Piyango İdaresi gibi bir Müdürlük kurulması ise ya devletin kuruluşunda neyi niçin yaptığını bilmeyen ve yaptığı faaliyetlerin nereye varacağını kestiremeyen bir algıya sahip olduğunu gösterir. Veyahut kâinattaki arz-talep kanunlarına, fıtrattaki ücret-emek düzenine dayanan İslâmiyete ve Onun semavi kanunlarına karşı bir savaş açmaya dayandığını bildirir. Bu noktada Kur’anın Hz. Şuayb’in (AS) kavminin helakinden sonra kullandığı şu cümleler bütün insanlığa çok şey anlatır:
Hud suresi 94: “ (Azap) emrimiz gelince, Şu'ayb'ı ve onunla birlikte iman edenleri, katımızdan bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç (uğultulu) ses yakaladı da yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. ” 

Hud Suresi 95: “ Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Biliniz ki Semûd kavmi Allah'ın rahmetinden uzaklaştığı gibi Medyen halkı da uzaklaştı. ” 
Tarihin illa tekerrür etmesi mi gerekir! Semud’un akıbetinin Medyen’de aynen tahakkuk ve tekerrür ettiği gibi…

Erdem AKÇA

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder