25 Aralık 2020 Cuma

Yeni Dönemde Türk Dış Politikasında Kimlik Donüşümü.,

 Yeni Dönemde Türk Dış Politikasında Kimlik Donüşümü.,




O. Bahadır DİNÇER
Dilek AYDEMİR

Osman Bahadır DİNÇER


Yeni Dönemde Türk Dış Politikasında Kimlik Donüşümü.,
Türk Dış Politikasında Kimlik Dönüşümü

Türk dış politikasında yaşanan dönüşümü kimlik dönüşümünden ayrı değerlendirmek mümkün değildir.

Bu kimliğin dinamiklerini ise Türkiye’de yaşanan sosyal, ekonomik ve kültürel dönüşümlerin tamamında aramak gerekir.
Dönemin Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand, 14 Nisan 1992’de Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın konuğu olarak İstanbul’da Sultanahmet
Camisi’ni gezmişti. 
AFP
Türkiye’nin yıllarca Batı dışı coğrafyalara ve özellikle Arap dünyasına uzaktan bakışında, yüzünü tamamen Batı’ya dönmüş olmasının rolü büyük. 
   Cumhuriyet Türkiyesi, kendisini sadece Batı ile tanımlamayı seçti. Modernleşme ve Batılılaşmayı biri diğerini ikame eden kavramlar olarak algıladı. 
Bu nedenle, Türkiye’nin İslam coğrafyası ile ilişkileri hep mesafeli ve düşük düzeyde tutuldu. Özellikle yeni Türk devletinin ajandasında Ortadoğu ve 
Kuzey Afrika ülkeleri, haritanın “zaman harcamaya değmeyen kısmı” olarak kaldı.
   Ancak gelinen noktada, bu olumsuz algıların büyük ölçüde giderildiği bir dış politika anlayışının yeşerdiği görülüyor.
Türk dış politikasında yaşanan bu dönüşümü kimlik dönüşümünden ayrı değerlendirmek mümkün değildir.
Bu kimliğin dinamiklerini ise Türkiye’de yaşanan sosyal, ekonomik ve kültürel dönüşümlerin tamamında aramak gerekiyor.

Değişen Kimlik Anlayışı

Cumhuriyet’in erken dönemlerinde gerçekleştirilen devrimler, toplumsal yapının geliştirilmesi ve düzenin sağlanmasında Batı tipi bir modernleşmeyi hedeflemişti. Bu model, dogmatik kalıplardan sıyrılmayı ve toplumsal yapıda pozitivist unsurları öne çıkarmayı amaçlamaktaydı. Dolayısıyla İslami geçmişten ve bu yapının bir dönem temsilcisi olmuş Osmanlı mirasından mümkün mertebe uzak duruldu. 
    Nitekim Niyazi Berkes, Türk modernleşmesinin bu dönüşümünü, “Batı medeniyetine koşulsuz şartsız bir yönelim ve oluşacak her türlü karşı dalganın önünün kesilmesi” olarak tanımlamıştır. Batılılaşma, yeni Türk devletinin hayallerini süsleyen ekonomik refah ve toplumsal düzenin kapısını açan bir anahtar olarak görüldü. “Batı ve ötekiler” dikotomisi üzerine bina edilen bu zihniyette “ötekilere” karşı kapı bu dönemde kapalı tutuldu.
   Her şeyden önce Türk dış politikasının geçirdiği dönüşümün Türk toplumundaki Arap algısı üzerinde önemli rolü var. Toplumsal düzeyde kimlik algısında yaşanan dönüşüm de benzer şekilde, Türk dış politikasına şekil veriyor. Bir başka deyişle değişim rüzgârı herkesi önüne katmış sürüklüyor. Ancak bu değişim birbirini tetikleyen unsurları içinde barındırıyor.
    Toplumun ve devletin farklı kesimleri, demokrasi kanallarının da açılmasıyla “değiştikçe değiştirmeye” devam ediyor.
Türk toplumunda Arap algısının şekillenmesinde, Osmanlı’nın son dönemindeki milliyetçilik hareketleriyle ortaya çıkan Arap isyanı önemli rol oynadı. İsyanın ardından Araplar, Türk toplumunda uzun yıllar “hain” olarak anıldı. Batı’nın da kışkırtması ile karşılıklı bir yanlış bilgilenme süreci yaşandı.
Türkiye’nin jeopolitik açıdan Batı bloğuna kayması ve Soğuk Savaş döneminde NATO’ya üye olması, Ankara’yı Doğu’dan iyice uzaklaştırdı. İsrail’i ilk tanıyan Müslüman ülke olması da Arap coğrafyası ile ilişkilerin kötüleşmesinde bir diğer etkili faktör oldu. 1980’lere kadar Türkiye’nin pusulasında dönem dönem değişme eğilimleri görülse de algıdaki temel kırılma Turgut Özal dönemine rastlamaktadır.

Özal’la Başlayan Değişim Süreci

1980’lere kadar dış politikada etkin olan devletçi ve milliyetçi seküler yapı, ilk kez Özal dönemindeki uygulamalarla sarsıldı. Soğuk Savaş döneminin sona
ermiş olması, Türkiye’nin bölgede artan stratejik önemi, çevre ülkelerde ortaya çıkan tehdit ve fırsatlardan örülü yeni yapı, Türk dış politikasının seyrini de
etkiledi. Yeni Türk dış politikası uygulamaları, Türkiye’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleriyle ilişkilerinde farklı bir kimlik tanımıyla hareket etmesine
yol açtı.

   Ancak 1990’larda yeniden canlanan Türkiye-Ortadoğu ve Kuzey Afrika ilişkileri hem o dönemde hâkim olan uluslararası atmosfer hem de iç ekonomi
politik yapıda yaşanan problemler nedeniyle yeteri kadar olgunlaşamadı.
Bu dönemde, Türk medyasının Ortadoğu’ya yönelik eleştirileri, Arap halkı hakkındaki olumsuz fikirlerin oluşumunda merkezi rol oynadı.

Mevcut devlet yapısının özellikle 1980’lerden sonra yapısal eleştirilere maruz kalması, Türkiye’nin modernleşme serüvenini anlamamızda yol gösterici olan alternatif modernliklere zemin hazırladı. 1980 sonrası ekonomik alanda uygulanan liberal politikalar, yerel sermayeyi güçlendirerek toplumsal hayatta yeni aktörlerin ve bu aktörlere bağlı gelişen ekonomik dönüşümün habercisi oldu. Anadolu sermayesinin artan nüfuzu, “Anadolu kaplanları” olarak nitelenen sermaye grubunun doğuşunu sağladı. Geleneksel devletçi yapıda hem ekonomik hem de ideolojik olarak kaçınılan yatırımlara bu dönemde kucak açıldı. Ortadoğu, Afrika ve Asya ülkeleri ile son 30 yılda artan dış ticaret bunun bir göstergesidir. Diğer bir deyişle, Türk iş adamları ideolojik ve kısıtlayıcı bir yaklaşımdan ziyade pragmatik ve kapsayıcı bir yöntem benimsediler. Bu, toplumsal ve ekonomik bir dönüşüm olmasının yanı sıra, aynı zamanda siyasi bir dönüşümdür.

  İç dinamiklerdeki bu dönüşüm, politik ekonomideki bu değişimle birbirini destekler bir yapı arz etmiştir.
Nilüfer Göle, “alternatif modernlikler” yaklaşımında Türkiye’de toplumsal, ekonomik ve siyasi alanlarda yaşanan farklılaşmayı, Türk siyasetinin kapsayıcı yapısına bağlamaktadır. Benzer şekilde günümüz  Türkiyesinde, modernlik ve sekülerizmin öznesi olan seküler elit ile alternatif modernlikleri temsil eden pragmatik ve muhafazakar elit arasında bir devir teslim töreninden söz etmek mümkündür.

Halkın desteği ve beklentileri çerçevesinde iç siyasette ve ekonomide şekillenen bu tablo, şüphesiz ki Türk dış politikasını da etkiledi.
İç siyasette ve ekonomide yaşanan kimlik dönüşümünün Türk dış politikasına yansımasını Ersel Aydınlı “elitsizleştirme” (de-elitization) olarak niteliyor.
Aydınlı, bu noktada Türkiye’nin farklı ülkelerle ilişkilerinde elit perspektifinin yerini halklar arası ilişkilerin, benzerliklerin, ortak kültür ve miras gibi noktaların öne çıktığı bir yapının aldığını ifade ediyor. 




Öte yandan,

Türk dış politikasındaki gelişmeler, Türkiye’de toplumsal düzeyde yaşanan kimlik dönüşümüne paralel okunduğunda bu durumu bir “elitsizleşme” süreci sonrasında yaşanan “yeniden elitleşme” (re-elitization) olarak da tanımlayabiliriz. Bu yaklaşım bizlere, Türkiye’de merkezin kendi içindeki dönüşümünün yeni bir dış politika algısı yaratmadaki etkisini anlamada daha geniş bir çerçeve sunmaktadır.
Sosyal, siyasal ve ekonomik yapıdaki bu değişim, Türkiye’yi, bugün dış politikasında devletçi ve statükocu bir çizgi izlemek yerine pragmatik davranmaya
itiyor. Türkiye’nin pragmatik dış politikası ve değişen iç yapısı, daha kapsayıcı ve inşa merkezli bir yapının da habercisi.




Daha Aktif Bir Dış Politika

    Tehdit algısının çok ötesine geçen dış politika anlayışı, şüphesiz ki Türkiye’nin kapsayıcı ve inşa merkezli politikalarına paralel, bölgede ve dünyada artan rolünü destekleyici bir anlayışı simgeliyor.
Kimlik algısındaki bu kapsayıcı değişim, insanların kendilerine olan güvenlerini de artırıyor.
Türkiye’nin dengeleyici bir unsur olarak uluslararası arenada rol almaya başlamasını, bu değişimden ayrı görmek mümkün değil. Kapsayıcı bir
politikanın neticesinde hem Batı hem de Doğu ile konuşabilen bir Türkiye, olayları çok boyutlu ele alabiliyor. Bu netice, elbette sadece hükümetlerin
değişmesi ile elde edilen bir kazanım değildir. Bizatihi hükümetler bu değişimin birer ürünü. Dolayısıyla “dengeleyici bir unsur olma”, sadece
hükümetlerin inisiyatifi ile başarılmış değil, aynı zamanda halkın bu değişimin arkasındaki itici güç olmasıyla yakından ilişkilidir.
Başbakan Erdoğan’ın Mart ayının sonunda gerçekleştirdiği Irak ziyareti, bunun en bariz örneği. Kendisi ile barışık olmayan, kucaklayıcılıktan uzak ve
ötekileştirici kültürel kodlara sahip bir toplumun, böylesi bir ziyareti kabullenebilmesi zor olurdu. Oysa Türkiye, farklılıkları azaltmaya çalışan ve muhtelif tarafları uzlaştırmayı hedefleyen bir ülke olarak bunu başarmış görünüyor. Türkiye’nin komşu ülkelerle tarihi ve kültürel bağlarını yeniden tanımlaması, yeni bir coğrafi tasavvurla komşularına dair genel algının da değişmesine yol açtı.
Dış politika yapımında algıların çok önemli olduğu bilinen bir gerçek. Hatta kimi uzmanlara göre “dış politikada algı, yegâne gerçektir.” Türk dış politikasının Ortadoğu’ya ilişkin algılarındaki bu değişimin önemli paradigmatik değişimlere neden olduğu gözden kaçırılmamalı. Yıllarca Batı’nın da desteğiyle oluşturulmaya çalışılan dar ve tek yönlü kimlik kalıpları, değişen ve gelişen Türkiye’ye artık uymuyor. Bu kalıpların kırılmasının “eksen kayması” şeklinde tanımlanması ise Türkiye’ye biçilen elbisenin artık dar gelmesinden başka bir şey değil. Dahası bu yaklaşımlar, değişen dünyada Batı’nın da homojen bir yapı olmadığı gerçeğini görmezden geliyor.

Oysa “hangi Batı” sorusunun sıklıkla sorulmasını gerektiren bir dönemden geçiyoruz.

Kara Bulutlar Dağılırken

Özellikle ekonomik ilişkilerin artması ile ortaya çıkan yoğun etkileşim, tarafların birbirini daha yakından tanımasına zemin hazırladı. Bu da sınırlarımızın
hemen yanı başında yaşayan insanların bizden farklı olmadıkları gerçeğini anlamamızı sağladı. Bu konuda pratik anlamda farkındalığın artması, felsefi açıdan değişen kimlik algısının daha geniş çapta muhkemleşmesini sağladı. Vizelerin kaldırılması, ticaretin artması ve buna bağlı olarak gidiş gelişlerin sıklaşması klişeleşmiş olumsuz algıların azalmasına neden oldu. Bu nedenle, denilebilir ki, artık Türk-Arap ilişkileri üzerindeki kara bulutlar dağılmaya başladı.
   Günümüzde, dış politika sadece elitlerin iştigal ettiği bir uğraş ve inşa ettiği bir alan değil. Türkiye’de de yeni bir elit türü imal eden sosyo-politik ve ekonomik çarklar uzunca bir süredir dönüyor. Değişen toplumsal dinamiklerin Türk dış politikasını etkilemesi kaçınılmazdı, nitekim öyle de oldu.

Dinamik Türk toplumunun dış politikası da artık daha hareketli hale geldi. Bu dönüşüm, aynı zamanda, Türkiye’nin daha da ihtiyatlı davranmasını gerektiriyor.
Özgüven patlaması, Türkiye’nin “beklenti-kabiliyet” açığını daha da büyüterek hayal kırıklıkları yaratabilir.

Zira sadece algılarını değiştiren değil, aynı zamanda değişen algıları doğru yönetmek durumunda olan bir ülkeden bahsediyoruz

Kapak Konusu

Geçen ayki Irak ziyaretinde Başbakan Erdoğan’ı karşılamaya gelen Iraklılar, Bağdat havalimanı yolu boyunca Türk ve Irak bayrakları ile sevinç gösterilerinde bulundu. 

AFP/AHMAD AL-RUBAYE



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder