21 Aralık 2020 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN DOĞU GENİŞLEMESİ ve TÜRKİYE BÖLÜM 2

 AVRUPA BİRLİĞİ’NİN DOĞU GENİŞLEMESİ ve TÜRKİYE BÖLÜM 2


Dr. Oğuz Mayda,Uluslararası ilişkiler,Avrupa Birliği,Doğu Genişlemesi,Türkiye,

     Bu dönüşüme ilişkin olarak Checkel, yerel normların aktörlerin tercihlerini şekillendirdiğini ve uluslararası normların yerel ortamda yankı bularak inşaa edici etkiler yaptığını öne sürmektedir (Checkel, 1999: 84). 

Checkel bu değişimi sosyalizasyon veya sosyal öğrenme (Checkel, 2001: 559) olgusu ile açıklamaktadır. Checkel, sosyalizasyonun yeni aktörlerin bir toplumun norm ve kurallarını davranış biçimi olarak alması anlamına geldiğini, bunun nihai noktasının ise içselleştirme olduğunu ifade etmektedir. 

Sosyal inşaacılar, aktör tercihlerinin stratejik seçimle belirlendiğini iddia eden rasyonel seçimcilerden farklı olarak, öğrenme ve sosyalleşme dinamiklerine, tartışma/müzakere ve uygun davranışa vurgu yapmaktadır. Bu tartışma içinde, ılımlı sosyal inşaacılar ve ılımlı rasyonalistler, aktörlerin çıkar ve kimliklerini oluştururken, hem stratejik seçimde bulunduklarını hem de dinamik bir ikna ve sosyal öğrenme sürecinden geçtiklerini öne sürmektedir.10 

Ilımlı rasyonalist olarak nitelenen Schimmelfennig, sosyal inşaacılıkta genişleme politikalarının fikirsel ve kültürel etkenler tarafından şekillendirildiğinin ve genişlemenin bireysel aktörler üzerindeki maddi, dağılımsal sonuçlarından çok sosyal kimliklerin, değerlerin ve normların analizinin önemli olduğunun altını çizmektedir (Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2002: 513). Bu bakış açısı, anlam ve lisanın, kimlik ve çıkarların inşaasındaki merkezî önemini vurgulayan Wittgenstein anlayışını (Fierke ve Weiner, 1999: 723) çağrıştırmaktadır. 
Norm inşaası sürecini, gündem kapsamı, söz-eylemler ve kurumsal dönüşüm arasındaki diyalektik bir ilişki olarak inceleyen Fierke ve Wiener, tercihler ve bunların sonuçlarını kimlik ve çıkarların değişen bir kapsam içinde karşılıklı oluşturulduğu tezinden yola çıkarak, söz-eylemin kapsama bağlı olması nedeniyle, kapsam değiştikçe eylemin anlamının da değişeceğini öne sürmektedir 
(Fierke ve Weiner, 1999: 725).11 

Bu anlayışa göre konuşmalar sadece tanımlama ya da bilgi transferi anlamına gelmemekte, bizzat eylem anlamına gelmektedir. 
Sözlere yüklenen anlamlar, onların eyleme dönüşmesine neden olmaktadır. 

Bu konuda, La Libre Belgique gazetesinin sloganı dikkate değerdir: “comprendre c’est déjà agir” (Anlamak, çoktan harekete geçmiş olmak demektir). 

Sosyal inşaacılığa göre, “dışarıdaki bir ülke ne kadar kendini uluslararası kurumu temsil eden uluslararası toplulukla özdeşleştiriyorsa, ne kadar kurumun amaç ve politikalarını tanımlayan değer ve normları paylaşıyorsa, bu kurumla geliştirmek istediği kurumsal bağlar o kadar güçlü olacak ve bu kurumun üye devletleri de o kadar bu devletle yatay kurumsallaşma yoluna gidecektir” (Schimmelfennig ve 
Sedelmeier, 2002: 513). Bu bakış açısında AB genişlemesi, aday ülkenin kendini “Avrupalı” olarak tanımladığı, AB’nin liberal-demokratik siyasi değer temellerine katıldığı ve belli AB politikalarını işaret eden değerlerini paylaştığı ölçüde, katılımı da o kadar kolay olacaktır. 

3. Rasyonel Seçim Kurumsalcılığının ve Sosyal İnşaacılığın Genişlemeyi Açıklama Gücü 

Rasyonel seçim kurumsalcılığında, devletin üyelik şartları ile kurumun üyeliğe kabul şartları müştereken karşılandığında kurumun genişleyeceği öngörülmekte dir. Bu durumda, kuruma katılma arzusu içindeki ülkenin ya gerekli pazarlık gücüne sahip olması ya da üyelerin kaybını telafi imkânının bulunması gerekmektedir. Kurum şayet gerekli pazarlık gücüne sahipse, kurum dışındaki katılıma isteksiz bir devleti kuruma katılmaya zorlayabilecektir. Öte yandan, 
AB içindeki ülkelerin farklı fayda-maliyet hesaplarının olmasının yanı sıra, birbirlerinin adaylarını desteklemeleri karşısında kendi aralarındaki Söz-eylem kuramı sosyal inşaacılık ve postyapısalcılık arasında bir orta yol olarak ortaya çıkmaktadır (Wæver, 2009: 177). telafileri hesaplamak, yani diğerlerinin ne yapacağına bakarak verecekleri kararları yorumlamak son derece güçtür (Schimmelfennig, 2003a: 33, 34). 

Öncelikle, Doğu genişlemesi AB’ye net kazanç sağlamamaktadır. İkinci olarak, genişlemeden fayda sağlayabilecek üye devletler genişlemeden zarar göreceğini düşünen diğer üye ülkeleri ikna edebilecek pazarlık gücüne sahip değildir. Son olarak, genişlemeye kıyasla ortaklığın daha etkin bir araç olma potansiyeli bulunmaktadır (Schimmelfennig, 2003a: 55). 

Rasyonel seçim, liberal olmayan ülkelerin Topluluğa katılımı durumunda heterojenliğin artacağını ve dolayısıyla çatışma potansiyelini öngörür. Ekonomik ve güvenlik faydalarının olmadığı noktada, Topluluk değerlerinin üstlenilmiş olması rasyonalist bakış açısında bir anlam teşkil etmemektedir (Schimmelfennig, 2001: 58 – 61). 
Sonuç olarak, Rasyonel seçim kurumsalcılığı merkez ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye katılım isteklerini nedenselleştirebilmekte, ancak AB üyelerinin neden merkez ve Doğu Avrupa ülkeleri ile katılım müzakerelerini başlatma kararı aldıklarını açıklayamamaktadır (Schimmelfennig, 2003a: 52). 
Rasyonalist yaklaşımların aday devletlerin üyelik sürecinde makro seviyede gerçekleşen içsel kimlik dönüşümünü, politika-tercih değişimini veya sosyalleşme-sosyal öğrenmeyi açıklama gücü de oldukça zayıf kalmaktadır. Schimmelfennig’e göre, AB’nin Doğu genişlemesinin rasyonalist açıklaması, sadece talep tarafına uygulanabilir bir tezdir (Schimmelfennig, 2003a: 63). 

Sosyal inşaacılığın AB genişlemesine uygulanması, rasyonalist kuramların uygulanmasına kıyasla daha mantıklı görülebilir. Sosyal inşaacılık, kurumları “devletlerin çıkar algılarını değiştirebilecek potansiyel öz denetim katalizörleri” olarak görür (Haas ve Haas, 2002: 581). Bu yaklaşımda uluslararası kurumlar otonom aktörler olarak görülmektedir. Devlet çıkarlarını etkileme, değişime yön verme özellikleri olduğu kabul edildiğinden, kurumların yapıdan çok aktörle ilgili olduğu görülmektedir.12 

Bir kurum olarak AB, 1957 yılında ilk tohumları atıldığı anda genişlemeye açık bir kimliği haizdir. Kurucu anlaşmaların hiçbirinde üyelerinin 
münhasırlığı ya da bir kârzarar hesabına dayanacağına ilişkin herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. 

Ayrıca, müktesebat da bugün genişlemeye ilişkin olarak, önceki genişlemelere kıyasla daha farklı niteliksel bir kapsam önerse de, önemli bir normatif temel sunmaktadır (Fierke ve Weiner, 1999: 722). Ancak, adayın bu normatif temele uyum ölçütü yine üye devletlerin rasyonel yargısına bağlı kalmaktadır. 

Bu bulmacayı rasyonalist ve sosyal inşaacı yaklaşımlar farklı eylem/sosyal etkileşim mantıklarıyla açıklamaktadır. 
Rasyonel seçim kurumsalcığının fayda sağladığı sosyal etkileşim mantıklarından “nedensellik mantığı”na, yani sabit çıkar ve tercihler temelinde müzakere ederek egoistik fayda artırımı çabasına karşın, sosyal inşaacılar “uygunluk mantığı”nın, yani aktörün mevcut yasa ve düzenleyici kural ve normlara göre doğru şeyi yapma çabasının geçerli olduğunu öne sürmektedir. 

Zira sosyal inşaacılık aktörün kabul edilen sosyal normlara uygun olarak davranma amacında olduğunu öne sürmektedir. Bir başka deyişle uygunluk mantığını, aktörlerin kural ve kimliklere olan taahhüdüne işaret eden anlayış oluşturmaktadır (Olsen, 2007: 1 - 13). 

Burada “uygun” eylem, erdemli eylem anlamına gelmektedir. Uygunluk mantığına göre, aktörler kuralları takip ederler, belli kimlikleri belli durumlarla ilişkilendirirler ve kimliklerinin getirmiş olduğu roller çerçevesinde bu rollerden doğan yükümlülüklerini yerine getirirler. 
Uygunluk, kişinin kendisine ilişkin bilişsel ve etik bakış açısıdır. Dış politikada da belli durumlarda belli kimliklerdeki devletler ya da organizasyonlar belli kuralları uygulamaktadır (March ve Olsen, 1998: 951). 
Diğer bir deyişle, politik aktörler meşruiyete ihtiyaç duymaktadır (Miller ve Banaszak-Holl, 2005: 193). Bu meşruiyet ihtiyacı onların kurumsal baskılara maruz kalmasına neden olmakta, onları kültürel kural, norm ve beklentilere uymaya zorlamaktadır 13. 

Uygunluk mantığında aktörlerin tercihlerini, duruma göre hangi rolü oynamaları gerektiğine ve bu durum içinde bu rolün getirdiği yükümlülüklerin ne olduğuna ilişkin bir hesap dahilinde yaptıkları varsayılır. Uygunluk mantığında aktörler, hakim kurumsal değerler tarafından teşkil edilen parametreler dahilinde bir muhakemede bulunur (Schimmelfennig, 2003b: 164). Avrupa uluslararası topluluğundaki temel kurum olarak Avrupa Birliği de Avrupa ve liberal kolektif kimliğine dayanmaktadır. Topluluğu oluşturan temel inanç ve uygulamalar, 
sosyal çoğulculuk, hukukun üstünlüğü, demokratik siyasi katılım ve temsil, özel mülkiyet ve piyasa temelli ekonomi ile liberal insan haklarına inançtan geçmektedir. Bu bakımdan AB’nin genişlemesi demek, bu prensiplerle özdeş müktesebatı kabul etmek demektir. 

Avrupa çerçevesine dahil olan aktörün müktesebata uyum sağladığı ölçüde meşruiyet elde ettiği varsayılır. 

Sosyal inşaacı hipotezlerin AB bütünleşmesinin gözlemlenebilir sebep ve sonuçlarını ortaya koymada yeterli olup olmadıkları konusunda soru işaretleri bulunmaktadır. Esasen, sosyal inşaacılar kurumsal inşaaların kolektif anlamlarına odaklanmıştır. Bu bakımdan, inşaa edici normların aktörlerin gerçek davranışlarına yönelik etkisi bir yere kadar açıklanabilmekte, AB’nin Doğu genişlemesi esnasında ki müzakerelerdeki münakaşalara bir açıklama getirememektedir (Risse, 2009: 125). Risse’ye göre AB, kolektif kimlik edinmenin bedelinin ödenmesi gerektiği noktasındadır ve adaylara giriş koşullarını dayatan, herkese açık olmayan bir kulüp haline gelmektedir (Risse, 2009: 127). 

Bu, topluluğun üye devletleri açısından topluluk inşaasının dışlayıcı bir stratejiye dayandığı anlamına gelmektedir (Schimmelfennig, 2003a: 74). 

Öte yandan sosyal inşaacılık genişlemeyi bir topluluk inşaası olarak görmektedir. Bu topluluk inşaasında yeni üyeler sosyalizasyon sonucu topluluk kurallarını, topluluğun sosyal kimliklerini, değerlerini ve normlarını anlam ve davranış repertuarlarına uyarlayarak içselleştirmektedir. 

Bu da, kuramın aslında topluluk üyeleri açısından içleyici bir topluluk inşaası stratejisine ve sosyalizasyona dayanması gerektiği, ancak gerçekte aksi bir durumun meydana geldiği anlamına gelmektedir (Schimmelfennig, 2003a: 73, 74). 
Netice itibarıyla, rasyonalist kuramlarla sosyal ontolojiye sahip kuramlar arasındaki eylem/sosyal etkileşim mantıkları (rasyonalist araçsal etkinlik ile sosyal inşaacı uygunluk mantığı) kıyaslandığında, rasyonel seçim kurumsalcılığının AB’nin genişlemesi sürecinin sonucunu açıklayamadığı, sosyal inşaacı hipotezlerin ise üye devletlerin AB’nin Doğu genişlemesi sürecinin başlangıcında gözlemlenen müzakerelerde aktörlerin sergiledikleri pazarlıkçı davranışları açıklamada yetersiz olduğu görülmüştür (Schimmelfennig, 2003a: 190). 

Sosyal inşaacılığın lisana vurgu yapan sürümü olan söylemsel yaklaşımlar sürecin tamamını açıklamaya daha elverişlidir. Ole Wæver’e göre söylemsel yaklaşımlarda karşımıza iki seçenek çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, AB politikalarının kültürel ve kimliksel çalışmalarında, kendini ötekine kıyasla tanımlama yaklaşımıdır. 

Bu tarz bir söylemsel yaklaşımda, Avrupa kimliği olmayana ergi yönetimi (ne olmadığını ispat ederek olana varmaya çalışma) ile tanımlanırken, ötekileştirme de yapılmış olmaktadır. Bu, rasyonalist dışlayıcı bir lisana benzemektedir. 
İkinci seçenek ise söz-eylem kuramıdır. Söz-eylem kuramı, AB üyelerinin neden çok masraflı bir genişlemeyi kabul ettiğine, sözlerin aslında eylem olduğuna ve gerçekliği değiştirebildiğine, AB üyelerinin de geçmişteki taahhüt ve ahlaki zorunluluklarının beklenmeyen etkiler yarattığına ilişkin hipotezleri açıklamaktadır (Wæver, 2009: 177). 

Epistemolojik ve kuram entegrasyonu bakımından her iki yaklaşım arasında büyük farklılıklar bulunmaktadır. Bu yaklaşımlardan, bireyin temel davranış biçimine ilişkin rasyonel seçim kurumsalcılığı ile sosyal inşaacı söz-eylem kuramı Schimmelfennig’in retoriksel eylem kuramının temel dayanaklarını oluşturmaktadır. 

4. Schimmelfennig’in Retoriksel Eylem Kuramı 

Yukarıda açıklanan rasyonel seçim kurumsalcılığı ve sosyal inşaacılık özellikle, temel varsayımları ve metodolojileri ile birbirinden ayrışmaktadır. Ne var ki, açıklamalar kuramsal bir katılık içinde yapıldığında, AB’nin Doğu genişlemesi örneğinde olduğu gibi, bazı olgular yeterince tanımlanamamaktadır. 

Schimmelfennig’e göre rasyonalist ve sosyal inşaacı kuramlar genişlemeyi birbiri ile kısmen çatışan, kısmen de tamamlayan bir nitelikte açıklayabilmektedir 
(Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2002: 508). 

Schimmelfennig aktör davranışlarına dayandırılan tercih oluşumuna ilişkin rasyonalist varsayımlardan hareketle kolektif kararın alınma biçimine odaklanmıştır. 
Benzer şekilde Checkel de, uluslararası sosyalleşmenin sonuçta aktöre dayandığını iddia etmiş14 ve bu nedenle araştırmalarda rasyonel seçim kuramının da, sosyal inşaacılığın da katkısının göz önüne alınması gerektiğini savunmuştur (Checkel, 2005: 801 – 826). Böylece, rasyonalist ve sosyal inşaacıların ılımlı kanadını temsil eden akademisyenler, iddialarını açıklama gücünü, kuramların sınırlarını esneterek artırmaya çalışmıştır. Bu üçüncü yolcular, rasyonalist ve sosyal inşaacı yaklaşımların varsayımlarını AB politikalarını açıklamada bir “alet çantası” gibi kullanmayı önermektedir. Jupille, Caporaso ve Checkel farklı bakış açılarını bir araya getirecek kuramsal entegrasyonu sağlamak için dört kuramsal diyalog modeli belirlemiştir: karşılaştırmalı teste tabi tutma, uygulama alanına göre ayrıştırma, zamansal sıralama ve alt kapsama koyma (Jupille vd.2002: 23). Schimmelfennig bu diyalog modellerinden zamansal sıralamayı temel almıştır 
(Schimmelfennig, 2003a: 161-163). 

Buna göre, AB’nin Doğu genişlemesi iki aşamada yapılmıştır. Birinci aşama, hangi üyenin ne zaman ve ne şartlarda Birliğe katılımına onay verileceğine veya engel konacağına dair tartışma dönemidir. Bu, aynı zamanda Birliğe katılıma aday ülkeler ile genişleme yanlısı ve karşıtı üye ülkeler arasındaki bir pazarlık safhasıdır ve doğal olarak rasyonalist varsayımlarla açıklanabilmektedir. 

Bu aşamada üye ülkelerin genişlemeye yönelik tercihlerini aday ülkeye sınırdaşlık, coğrafi konum ve üretim yapısı vb. kriterlere göre şekillendirdiği görülmektedir. Genişleme “yanlıları” genişlemenin yakın zaman içinde yapılmasını isterken, “frenleyiciler” kararı erteletmek istemiştir. 
Öte yandan, bir grup üye sınırlı bir genişlemeden yanayken, diğerleri tüm on adayı da kapsayacak bir tavır sergilemiştir (Moravcsik ve Schimmelfennig, 2009: 81). Bir başka deyişle, bu aşama ülkelerin hükümetlararası bir karar olan genişlemeyi çıkarlarına aykırı olacağı gerekçesiyle veto edebileceği bir aşamadır. Bu nedenle genişlemenin öncelik sırası ve kapsamının belirlenmesinde üye ülkelerin bireysel 
çıkar algıları temelinde şekillenen pazarlıklar önemli bir yer tutmuştur. 

Bu durumda, AB’ye üye ülkeler, Ortaklık Anlaşması ile yetinmek ve aday ülkelerin üyelik masraflarını üstlenmeksizin rasyonel çıkarlarını korumak yerine, neden genişlemeye onay vermeyi tercih etmiştir? 

Bu sorunun cevabını genişlemenin ikinci safhasındaki faktörler ortaya koymaktır. İkinci safhayı katılıma yönelik kararın alınması süreci oluşturmaktadır. Schimmelfennig’e göre, Avrupa bütünleşmesi, II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın uluslararası siyaset şablonundaki değişiklik sonucu, sadece demokratik Avrupa devletlerinden oluşan bir birliğin kalıcı barışı sağlayabileceği düşüncesi çerçevesinde bir kurucu efsane geliştirebilmiştir. Avrupa Ekonomik Topluluğunu kuran ülkeler “Avrupa halklarından oluşan ve birbirine gittikçe daha yakınlaşan bir birlik” olarak kendilerini tanımlamış, bu ideali paylaşan ve çabalarına katkı sağlama isteğinde olan diğer Avrupa ülkelerini Topluluğa üyeliğe davet etmiş ve 
tüm Avrupa ülkelerinin katılım hakkının bulunduğunu ilan etmiştir. Topluluk ayrıca Aralık 1989 Strazburg Zirvesinde, “hedefin Avrupa’nın bölünmüşlüğüne son vermek” olduğunu bildirmiştir (Schimmelfennig, 2003a: 267). Bu söz Avrupa’nın “retoriksel taahhüdü” olmuştur. 

Bununla birlikte, söz-eylemin mutlaka yüz yüze iletişim gerektirmediği, taraflar arasında anlam taşıyan her türlü eylem, mimik, ima vb. değişimleri de içerdiği dikkate alınmalıdır. Buna göre, AB genişlemesinde geçmişte yapılan konuşmalar, verilen sözler, jestler ve imalar taraflar üzerinde bağlayıcı etki yapmış, “Avrupalılık” kimliğiyle ilgili Soğuk Savaş esnasında Avrupa’nın bölünmüşlüğüne dair yapılan tüm anlam inşaaları Soğuk Savaşın bitimiyle birlikte Batı Avrupa ile merkez ve Doğu Avrupa’yı birleştirme sözüne dönüşmüştür. 

Fierke ve Wiener, Batı Avrupa’nın eylemlerinin geçmişteki sözleriyle tutarlı olmaması durumunda, bunun demokratik kurumların ve serbest piyasa ekonomisinin halk desteğini kaybetmesiyle sonuçlanacağını, bu durumun da bölgedeki milliyetçi gerilimleri ve etnik rekabeti artıracağını ve nihayetinde Batı için bir tehdit oluşturacağını, bu tehdidin (NATO ve) AB’nin kimliğine yöneleceğini ifade etmektedir (Fierke ve Weiner, 1999: 737). 

Ayrıca, 1993 yılındaki Kopenhag Zirvesi’nde, merkez ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye üye olabileceklerinin ifade edilmesi ve bu ülkeleri katılıma hazırlama kararının alınması (Schimmelfennig, 2001: 57, 58) bu konuda tüm üye devletleri bağlayıcı bir retoriksel durumun oluşmaya başlamasına neden olmuştur. AB ulusüstü kurumlarından Komisyon’un aday ülkelerin katılım müzakerelerini 
yürütürken edindiği olumlu tavır ile Avrupa Parlamentosu’nun onayı da bu retoriksel duruma katkı sağlamıştır. Bu durumda, aktörlerin karar aşamasında birbirinden çok farklı ve çatışmalı tartışmalar içine girmesine, ancak nihai olarak ortak bir tutum etrafında birleşmesine neden olan tutarlı eylem/davranış biçimi ne olabilir? 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder