Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2021 Cuma

Küresel ABD Projeleri ve 23 Haziran Seçimi…

 Küresel ABD Projeleri ve 23 Haziran Seçimi…



Ali ERALP:

Bazı arkadaşlarım küresel proje uyarısı yapıyor bana. Ülkenin küresel tehlikelerle karşı karşıya olduğunu vurguluyor…

Ben bu konuya 20 yıl önce, 1999 yılında, Cumhuriyet gazetesinde, tam sayfa yayınlanan bir makalemle dikkat çekmiştim. 

Daha sonra da Çetin Yetkin ağabeyin çıkardığı “Müdafaa-i Hukuk” dergisinde aynı konuyu ele almıştım. İmamoğlu’nu topluma “Hain” tanıtan bazı kişilere ve çevrelere de bu makalede yanıt veriyorum:

“Yıllardır bu ulusun başına bir "küreselleşme", bir "Yeni Dünya Düzeni" belâsı sardırıldı. Cumhuriyet devrimleri unutuldu.
Amerika'nın öncülük ettiği bu "uluslararası soygun" projesi, tüm insanlığı tutsak almayı hedefleyen bu köleleştirme ideolojisi" ön plâna çıkarıldı.
Sovyetlerin yıkılışı ile dünya düzeninin de Amerika'nın güdümünde tek kutuplu bir yapıya dönüşmesi, bu çabalan iyice kolaylaştırdı.
Bütün bu oluşumların sonucunda ırkçı, dinci dalgalar yükselirken, devrimci rüzgârlar yavaşladı.

Hatta bazı solcular bile, "Artık tarihsel koşullar değişti" gerekçesiyle bu küreselleşme akımına omuz verdiler. Sosyal ve ulusal devlet kavramının 
anlamını yitirdiğini öne sürerek, uluslararası sermayenin dayattığı bu ideolojiyi baş tacı ettiler. Öylesine benimsediler ki bu yeni (!) düşünceyi, işi, Ulusal Kurtuluş Savaşımızı, Kemalist devrimin tüm kazanımlarını yadsımaya kadar vardırdılar…”
(Küreselleşme, Eğitim Ve Duyarsızlık, Cumhuriyet, 22 Kasım 1999)
   1923 Devrimi ve Kemalist Cumhuriyet yoğun bir saldırı ile karşı karşıyadır bugün. Ülkemiz ABD, AB ve yerli uşakları tarafından kuşatılmıştır. 
Birliğimiz, bütünlüğümüz, üniter yapımız yok edilmek istenmektedir.
Sevr gündemde dir. Ordu, yargı, tüm ulusumuz ateş altındadır. Vatanımız ateş altındadır.
Bütün bu baskıcı uygulamalar, programlar Amerika’nın yeryüzüne egemen olma ve ülkelerin enerji kaynaklarını talan etme planının bir parçasıdır.
Ortadoğu haritası ve Türkiye yeniden biçimlendirilmeye çalışılmaktadır.
Bin yıldır bir arada yaşayan insanların arasına etnik, dinsel düşmanlık tohumları ekilerek, uluslar yapay ayrılıklar temelinde bölünmek istenmektedir. 
Bütün bu sinsi, karanlık planlar “özgürlük, demokrasi” perdesinin arkasına sığınılarak yapılmaktadır.
ABD’nin hedefinde ulus devletler vardır. Çünkü ulus devlet demek bağımsızlık demektir. Ülke çıkarlarını korumak demektir.
Ulus devletlerin parçalanıp, devletçiklere dönüşmesi Amerika’nın dış politikasının temelini oluşturmaktadır. Uluslar parçalanmalı, etnik, dinsel, cemaatler temelinde yeniden düzenlenmelidir.
Bu amaçla ilk girişim Irak’ta gerçekleştirilmiştir. Sıra Türkiye, İran ve Suriye’dedir. Asya’nın merkezine, kalbine doğru bir yürüyüş… Kafkasların işgali ve yenidünya imparatorluğu…
Bu bir dünya egemenliği savaşımıdır. BOP planı hayata geçirilmeye çalışılmaktadır
Amerika ve yerli uşaklarının ülkemizde istedikleri gibi at koşturup, saltanatlarını sürdürebilmeleri için Türkiye’nin de Irak ve Yugoslavya gibi parçalanması gerekmektedir.
Çünkü bir düşmanı yok etmenin en kestirme yolu mezhepleri, dinleri, etnik grupları birbirine düşürerek, kendi kendilerini yok etmelerini sağlamaktır. 
Yugoslavya’da, Irak’ta, Afganistan’da ve şimdi Suriye’de yapılan budur. Türkiye’de de bu oyun sahnelenmektedir.

Bu bir “Böl, Yönet” oyunudur.

Yoksul ülkelerin bazı işbirlikçi Eşbaşkanları da bu oyunda figüran rolündedirler. Görevlerini büyük bir çaba ve bağlılıkla yerine getirmeye çalışmaktadırlar…
Çünkü onlar da bu planın bir parçasıdırlar. Bu savaşım, ABD ile birlikte onların da “var olma” ya da “yok olma” savaşımıdır. Gelecekleri buna bağlıdır.
Ortadoğu’dan ABD’nin elini eteğini çekip, kendi ülkesine dönmesi, yani emperyalizmin yenilgiye uğraması, onun işbirlikçilerinin de yok olması demektir. 
O zaman ne Talabani kalır, ne Barzani ne de Öcalan… O zaman AKP’nin esamisi (ad) bile okunmaz…
Bu açılımlar, saçılımlar, Ergenekon’lar ABD’nin Yeni Dünya Düzenini oluşturmak için yapılmaktadır.
Kürt açılımı bir ABD açılımıdır. Kürt açılımı, Ergenekon tertibi bir ABD tasarımıdır.
Bu tasarımın temelinde, çatısında, her noktasında Amerika vardır. Demokrasi, kardeşlik, özgürlük, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” gibi kulağa hoş gelen sözler bu gerçekleri gizlemek içindir.

Kürt açılımı, Lozan’ın yadsınmasıdır. Sevr’dir.

(Emperyalizm, Malta sürgünleri ve Ergenekon, 08.02.2010 - Müdafaa-i Hukuk Dergisi)

Şimdi de gelelim günümüze: Bu “Küresel proje” uyarısı karşısında, bir değerli arkadaşıma verdiğim yanıtımı buraya yeniden alacağım:
“Sevgili Serap, küresel projeyi de görelim, Türkiye'nin şu anda içine düştüğü bataklığı da... Öncelikle vatanımızı yobazların, din satıcılarının elinden kurtaralım. Onlara MHP gibi koltuk değnekliği yapmayalım ve asla AKP genel başkanının bir BOP EŞBAŞKANI olduğunu unutmayalım.

Elbette yanlış yolda yürüyenlere, yanlış çizgi izleyenlere eleştirilerimiz olacaktır. Ki ben bunu makalelerimde defalarca yaptım. Yapıyorum. 
Ama ÖNCELİKLERİ iyi belirlemek gerekir... Her şeyin bir zamanı var...”
Bu açıdan bakılınca, ben şu anda ülkemizi bataklığa çeviren AKP ve onun uygulamalarına tek laf etmeyip, İmamoğlu’nu ve CHP’yi “Hainlikle” suçlayanları, seçimlerde “tarafsız” kalarak Binali Yıldırım’ın değirmenine su taşıyanları kınıyorum.
Din tüccarları, yobazlar, yalancılar, talancılar ve daha önemlisi BOP EŞ BAŞKANLARI ile antiemperyalist mücadele verilemez diyorum.

(alieralp37@gmail.com)
***

3 Ocak 2021 Pazar

TÜRK KONSEYİ İPEK YOLU’NU YENİDEN İNŞA ETMEK İSTİYOR

TÜRK KONSEYİ İPEK YOLU’NU YENİDEN İNŞA ETMEK İSTİYOR 


Nahçıvan Zirvesi, Tarihi İpek Yolu,Türk Konseyi, İstanbul Zirvesi, Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Günü, Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan, 
Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan,




Tarihi İpek Yolu... Doğudan batıya ve batıdan doğuya tüccarların, orduların, bilge kişilerin buluşma noktası. Sadece onların mı? Fikirlerin, dinlerin ve kültürlerin de... İpek Yolu adı verilen bu güzergah uzun yıllar birçok milletin tarihinde önemli bir yer tutmuştur.

Türk devletlerinin güçlü olduğu dönemlerde dünyanın “ana ticaret güzergahı” haline gelen İpek Yolu’nun 21. yy . da yeniden canlandırılması ve etkin hale gelmesi için Türk Dünyasının kardeş ülkeleri önemli işbirliklerine imza atıyor. 

Bir zamanlar ipek, demir, kürk ve köle taşınan bu yollarda  şimdilerde başrolde iki önemli enerji kaynağı, petrol ve doğalgaz yer alıyor. Bu sayımızın dosya konusu 21. Yüzyılda tarihi İpek Yolu’nun yeniden inşası ve yürütülen işbirlikleri oldu.

     Türk Konseyi’nin üçüncü devlet başkanları zirvesi Azerbaycan’ın Gebele şehrinde 15-16 Ağustos 2013 tarihlerinde gerçekleştirildi.

1992’den bu yana 18 yıllık “Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Zirveleri”nin mirası üzerine 2009’da kurulan ve kurumsallaşan Türk Konseyi, her geçen gün Türk Dünyası’nın bütünleşmesine yönelik adımlar atmaktadır. Türkiye, Kazakistan, Azerbaycan ve  Kırgızistan’ın üye olduğu Türk Konseyi, sadece Türkiye’nin değil Kazakistan başta olmak üzere diğer üye devletlerin bütünleşme yönündeki  istek ve çabaları ile geçmiş yıllara nazaran artık daha hızlı ilerlemektedir.


1992’de başlayan zirveler 2001’deki zirveden sonra 2006’ya kadar yapılmamıştır.
2006’da yeniden başlayan zirvelerin ardından Türk Dünyası için önemli sayıla bilecek adımlar 2009 Nahçıvan Zirvesi’nde atılmıştır. 

Bu adım Türk Cumhuriyetleri arasındaki işbirliğinin kurumsallaşmasını sağlamaya yönelik olmuştur.
16 Ekim 2010 İstanbul Zirvesi, Nahçıvan Anlaşması’nı hayata geçirmeye yönelik bir zirve olmuştur.
Nahçıvan’da alınan karar doğrultusunda, “Türk Konseyi” olarak adlandırılan örgütün Daimi Genel Sekreterliği oluşturulmuş, sekretaryanın merkezi de İstanbul olarak belirlenmiştir. 2010 İstanbul Zirvesi’nin ardından imzalanan bildirinin kurumsallaşma yönündeki önemli kararları  şunlar olmuştur;

< Türk Konseyi, her geçen gün Türk Dünyası’nın bütünleşmesine yönelik adımlar atmaktadır. >

Türk kültür mirasının korunması için Bakü’de özel bir vakıf oluşturulmş, Astana 2012 Türk Kültür Başkenti seçilmiş, Türk Dili Konuşan Ülkeler Kalkınma
Bankası ve ortak sigorta şirketinin kurulması kararlaştırılmış, Üniversiteler arası birlik kurulmuş ve “3 Ekim” tarihi Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Günü 
olarak kabul edilmiştir.1

2012 Bişkek Zirvesi ise “eğitim, bilim ve kültürel işbirliği” teması üzerine toplanmıştır. Zirve kapsamında toplanan Dışişleri Bakanları Konseyi tarafından Türk Konseyi sekreteryasının mali esaslarına ilişkin anlaşma imzalanmış, Millî Eğitim Bakanı Ömer Dinçer ve diğer üye ülkelerin ilgili bakanları ise Astana’da Türk Akademisi ile Bakü’de Türk Kültür Miras Vakfı kurulmasına ilişkin anlaşmalara imza koymuşlardır.2

2013 Gebele Zirvesi “ulaştırma ve bağlantı” temasıyla gerçekleştirilmiştir. Türk Konseyi’nin Ulaştırma ve bağlantı teması üzerine toplanması İpek Yolu’nun yeniden inşası anlamına gelmektedir ve üye devletlerin liderleri bunu dile getirmişlerdir.

Kazakistan Cumhurbaşkanı Nazarbayev zirvedeki konuşmasında, altı bağımsız Türk dili konuşan cumhuriyetin gayrisafi milli hâsılalarının yaklaşık 1,2 trilyon olduğunu ancak bunun tam kapasite ile kullanılamadığını söylemiş ve bu durumu Kazakistan’ın dış ticaret rakamları ile örneklendirilmiştir.



   Kazakistan’ın 2012 rakamlarına göre dış ticaret hacminin 8 milyar dolar olduğunu söyleyen Nazarbayev, bu miktarın yalnızca yüzde 6’sının Türk Cumhuriyetleri ile olduğunu belirtmiştir.3 

    Nazarbayev, Türk Konseyi’ndeki kurumsallaşmanın ve gelişmenin en önemli aktörlerinden biri olarak, Türk Konseyi’nin artık uluslararası alanda ekonomik ve siyasi olarak daha güçlü olmasını istemekte bunun için çaba harcamaktadır. Nazarbayev’in Türk Konseyi ile ilgili konuşmalarında Konsey’e üye olmayan Özbekistan ve Türkmenistan’ı tıpkı bir üye devlet gibi değerlendirmesi, üye olmayan bu devletlerin de yakın zamanda üye olmalarının sağlanacağına işarettir.
   Abdullah Gül ise konuşmasında ağırlıklı olarak İpek Yolu’nun yeniden canlandırılması üzerinde durmuştur.


< Türk Konseyi’nin Ulaştırma ve bağlantı teması üzerine toplanması İpek Yolu’nun yeniden inşası anlamına gelmektedir ve üye devletlerin liderleri bunu dile getirmişlerdir. >

  Küresel ekonomik ağırlık merkezinin Asya- Pasifik bölgesine kaydığını ve bu durumdan dolayı Türk Dünyası’nın jeo-ekonomik öneminin arttığını söyleyen Gül, Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan ve Özbekistan ekonomik ve demografik potansiyeli toplamda 4.8 milyon kilometre karelik yüzölçümü ile dünyada 7. sırada, 140 milyonluk nüfusuyla 9. Sırada, 1.5 Trilyon dolarlık milli hasıla ile 13. sırada  olduğunu belirtmiştir.4 

Gül de Nazarbayev gibi Konsey’in potansiyel ekonomik gücünden bahsederken üye olmayan Özbekistan ve Türkmenistan’ı saymıştır.

Türk dış politikasında Türkiye’nin Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerinde diplomatik rolü üstlenen Gül, konuşmasında “Türk dünyası küresel ölçekte  sahip olduğu coğrafi ve demografik ağırlığın çok altında bir ekonomik performans sergilemekte dir. Tarihe baktığımızda Türk devletlerinin güçlü ve etkili olduğu dönemlerde İpek Yolu'nun dünya ticaretinin dünyanın ana güzergahı olduğu dönemler olduğunu görüyoruz.


Türk dünyası küresel ekonominin ve dünya ticaret yollarının dışında kaldığında ise, siyaset ve medeniyet sahasında da ağırlığı azalmıştır, bu bir vakıadır, tarihi okuyan, bilen herkes bunu görmektedir” demiştir.5

Gül’ün sözlerine yansıyan Türk Dünyası’nın önemine ilişkin bu farkındalık Türk dış politikasında görünür hale gelmelidir.

İpek Yolu’nun yeniden canlandırılması adına önemli bir adım olan ve 2014’te bitmesi beklenen Bakü-Tiflis-Kars demiryolu projesinin Türk Dünyası arasındaki demiryolu bağlantısını sağlaması beklenmektedir. Bunun yanı sıra Gebele Zirvesi’nin ulaşım ve bağlantı alanındaki önemli konularından biri de Bakü Limanı ile Kazakistan’ın Aktau Limanı arasındaki bağlantıyı güçlendirmek olmuştur.

Türkmenistan’ın da Konsey’e dâhil olması durumunda Türkmenistan’daki Türkmenbaşı Limanı da Türk Dünyasının Hazar Denizi üzerindeki bağlantısını güçlendirecektir.

İpek Yolu’nun canlandırılması ve Türk Dünyasının ekonomik potansiyelini kullanması Türk Dünyasındaki kültürel ve siyasi bütünleşmenin de hız 
kazanmasını sağlayacaktır. Bu nedenle Türk Konseyi’nin Gebele Zirvesi Türk Dünyası’nın bütünleşmesi yönünde önemli bir eşik olabilir. 

   Fakat tarihi İpek Yolu’nun yeniden canlandırılması ve etkin hale getirilmesi için tarihi İpek Yolu ile 21. yüzyılın koşullarını daha iyi analiz etmek gerekmektedir. Tarihi İpek Yolu’nun yeniden canlanması yönünde umut vadeden bu önemli değişime rağmen Tarihi İpek Yolu ile  21. yüzyılın İpek Yolu arasında önemli farklılıklar mevcuttur. İlk olarak, İpek Yolu’nun ticaret malları günümüzde önemini yitirmiştir. 21. Yüzyıl İpek Yolu’nun ticaret malları ipek, kürk, köle veya demir değil, büyük oranda enerji kaynaklarından oluşmaktadır. İpek, yükte hafif pahada ise ağır  olmasına rağmen enerji kaynakları, yani petrol ve doğalgaz, çok kıymetli olmasıyla birlikte taşınması için büyük yatırımlar ve devletlerarası işbirlikleri
gerekmektedir. Enerji kaynaklarının taşınması sorunu devletlerarası ciddi projelerle aşılmaktadır, fakat taşınma konusunda önemli sorunlardan biri de 
güvenliktir. Tarihi İpek Yolu’nda ticaret yollarına hâkim tüm devletler ticari güvenliği sağlamaya çalışmışlar ve büyük oranda başarılı olmuşlardı. 

Günümüzde ise İpek Yolu’nun merkezi coğrafyaları siyasi istikrarsızlık ve terör sorunu yaşamaktadır. İpek Yolu üzerinde güven ortamının  oluşturulamaması tarihi İpek Yolu’nun yeniden canlandırılması yönündeki en önemli engeldir. Batılı devletlerin Türkistan’daki enerji kaynaklarına ulaşmadaki ısrarı ile bölgede, çıkarları doğrultusunda sorumluluk almaları güvenliğin daha erken gelmesini sağlayabilir.



<  İpek Yolu’nun yeniden canlandırılması adına önemli bir adım olan ve 2014’te bitmesi beklenen Bakü-Tiflis-Kars demiryolu projesinin Türk  Dünyası arasındaki demiryolu bağlantısını sağlaması beklenmektedir. >

   Avrupa’nın enerji ihtiyacını karşılayacak olan boru hatlarının güvenliği Avrupa için de önemli olacağından, gerçekleşecek boru hattı projeleri ülkeler arası “güvenlik zinciri” vazifesi görebilir.



<  Nazarbayev’in Türk Konseyi ile ilgili konuşmalarında Konsey’e üye olmayan Özbekistan ve Türkmenistan’ı tıpkı bir üye devlet gibi değerlendirmesi, üye olmayan bu devletlerin de yakın zamanda üye olmalarının sağlanacağına işarettir. >

     İpek Yolu’nda ikinci büyük değişim bölgenin siyasi yapısında yaşanmıştır. Büyük ve güçlü imparatorlukların hâkim olduğu coğrafyada artık küçük parçalanmış siyasi yapılar mevcuttur. Bu durum yukarıda değinilen güvenlik hususu ile de yakından alakalıdır, çünkü zayıf ve küçük siyasi yapıların varlığı İpek Yolu’nun merkezi güçler tarafından değil, çevre güçler tarafından yönlendirilmesi ne neden olmaktadır. Bu bağlamda, yaklaşık 115 milyon 6 nüfusa sahip olan merkez bölgenin7 2 milyar 700 milyon nüfuslu çevre8 tarafından etki altına alınmaması mümkün değildir. Etki altındaki kaynak sahibi merkez bölgenin kendi
koşullarını ortaya koyarak şekillendiremediği dış politika, İpek Yolu’nun etkinliğini de olumsuz yönde etkileyecektir. Bununla birlikte merkez bölgenin çevrenin kontrolü dışında ekonomik veya siyasi bir bütünleşme sürecine girmesi, çevreye karşı direncini artırabilir. Böylece merkez ülkeler kaynakların taşınması ve dağıtımı konusunda daha bağımsız bir siyaset oluşturarak, İpek Yolu’nun geleceğini kendileri tayin edebilirler.

Bu ihtimal ise mevcut güç dengeleri göz önüne alındığında dışarıdan bir destek olmadığı takdirde oldukça zor görünmektedir.

21. yüzyıl İpek Yolu ile Tarihi İpek Yolu arasındaki en önemli fark, güzergâhlar ile kaynak-talep arasında yaşanan değişim olmuştur. Tarihi İpek Yolu’nda ticari hareketlilik ana hatlarıyla doğu ile batı arasında gerçekleşmiştir. İki coğrafyadan da birbirine farklı mallar taşınmış, merkezi bölge ticaretin taşıyıcı rolünü üstlenmiştir.

Çevreler arasındaki ticari akım bütün devletlerin kazanç sağlayabildiği bir ticari yapıyı oluşturmuştur, fakat 21. yüzyıl İpek Yolu’nda kaynaklar çevre bölgeler arası bir trafiği değil merkezden çevrelere doğru bir hareketi gerektirmektedir. Bundan dolayı İpek Yolu üzerinde çevre bölgelerin birbirlerine ihtiyaçları yoktur. Hatta Merkezi bölgedeki kaynakların tek yönlü akışı için çevre ülkeler arası bir rekabet mevcuttur.

Çevredeki her ülke kendi çıkarları gereği merkezi Asya’ya tek başına hâkim olmaya çalışmaktadır.


< İpek Yolu üzerinde güven ortamının oluşturulamaması tarihi İpek Yolu’nun yeniden canlandırılması yönündeki en önemli engeldir. >

    Tarihi İpek Yolu Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte dünya ticaretinin soyutlandığı uzun bir dönemi geride bırakmıştır.

Yeni dönem siyasi, ekonomik ve  sosyal farklılıkları da beraberinde getirmiştir.
   Türkistan halkları bağımsızlıklarını kazanmalarıyla birlikte, milli şuuru canlandır mak adına her millet gibi tarihi zaferlere ve hâkimiyetlerine dönüp bakmıştır. Türk cumhuriyetleriyle birlikte diğer büyük güçler de Sovyetler Birliği’nden kopan bu yeni devletlerin coğrafyası için, İpek Yolu’nun yeniden canlandırılması projelerini ortaya koymaya çalışmışlardır. Her ne kadar yakın geçmişe nazaran Tarihi İpek Yolu’nun canlandırılması daha kolay gibi görünse de yüzyıllar içinde yaşanan büyük değişimler Tarihi İpek Yolu’nun şartlarını fazlasıyla değiştirmiştir. Geriye dönüş için aynı büyüklükte değişimlerin yaşanması gerekir.

   Tarihi referansların ışığında Türkistan, bir bütünlük içerisinde, geleceğe dönük büyük proje ve planlarla değerlendirilmelidir, çünkü 21. yüzyıl Türkistan’sı tarihi İpek Yolu’ndan daha büyük bir öneme sahip olabilir.

   Tarihi İpek Yolu, 17. yüzyıl ile 21. yüzyıl arasında uzun bir dönem edilgen konumda kalarak, dünya ticaretinden ve siyasetinden uzak kalmıştır. 19. yüzyıl’ın son on yılından itibaren İpek Yolu edilgen dönemden etkin döneme doğru bir geçiş sürecine girmiştir.

Yeni dönemdeki boru hattı ve demiryolu projeleri, İpek Yolu’nun tekrar etkin olacağı dönemlerin göstergesidir. Boru hatları ise ülkeler arası bir güvenlik zinciri görevi görmektedir. Özellikle enerji kaynaklarının Batı’ya ulaştırılacağı göz önüne alınırsa, İpek Yolu’ndaki boru hatları projelerinin Batılı ülkelerin de koruması altında olacağını gösterir. 

Boru hatlarının geçtiği ülkelerde herhangi bir istikrarsızlık olmasına, boru hatlarından faydalanan hiçbir ülke müsaade etmeyecek tir. Bu bağlamda, İpek Yolu üzerinde tekrar güvenlik ortamının sağlanması mümkündür. Bu güvenlik ortamının hızlı bir şekilde kurulması ve işleyebilmesi için, uluslararası ekonomik işbirliği süreçleri başlatılmalıdır. Bu süreçlerin sonunda, ticaret havzaları güvenlik altına alınabilir.

Bu bölgelerin ekonomik olarak kalkınması, muhtemelen etkisini İpek Yolu’nun Hint Okyanusu Ticaret Havzasında da hissettirebilir ve bu bölgedeki barış sürecini olumlu olarak etkileyebilir.



< Dünyanın ekonomik ağırlık merkezinin Asya-Pasifik’e kaydığı 21. Yüzyılda, Türkiye’nin uluslararası alanda etkin bir güç olabilmesi için Asya-Pasifik ile Batı arasındaki bağlantıyı sağlayacak olan İpek Yolu üzerinde yeniden etkin bir güç oluşturması gerekmektedir.  >

Dünyanın ekonomik ağırlık merkezinin Asya-Pasifik’e kaydığı 21. yüzyılda, Türkiye’nin uluslararası alanda etkin bir güç olabilmesi için Asya-Pasifik 
ile Batı arasındaki bağlantıyı sağlayacak olan İpek Yolu üzerinde yeniden etkin bir güç oluşturması gerekmektedir. Türk Konseyi bu potansiyel gücün ve Türk Dünyası’nın geleceğinin en somut göstergesidir. Bundan dolayı Türk dış politikasında da ağırlık merkezinin artık Türk Dünyası’na kayması gerekmektedir.
   Orta Doğu’nun kriz, çatışma ve savaş girdabında bilerek ve isteyerek taraf olan Türkiye’nin diplomatik ve ekonomik gücünü Orta Doğu’ya boşaltması, Türkiye’nin geleceği açısından bir israfa dönüşmüş durumdadır.

DİPNOTLAR;

1  http://www.mfa.gov.tr/bildiri.tr.mfa, 20.09.2010.
2 “Türk Konseyi 2. Zirvesi Bişkek’te düzenlendi.”, 
    http://turkkon.org/icerik.php?no=158, 28.08.2012.
3 “Nazarbayev calling to increase commodities turnover of Turkicspeaking countries”, 
    http://en.tengrinews.kz/politics_sub/Nazarbayev-calling-to-increase-commodities-turnover-of-Turkicspeaking-countries-21894/, (20.08.2013).
4 “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi 3. Zirvesi’nde konuşma yaptı”, 
    http://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/63565.aspx, (20.08.2013).
5 “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül…”
6 CIA World Factbook, 2011, https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/, (15.10.2011).
7 Afganistan, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan .
8 Çin, Hindistan, Rusya ve İran.

SAYI 24  2013 
www.ekoavrasya.net
“Avrasya’yaaçılan kapınız”
6 yaşında...
www.ekoavrasya.net

****

1 Ocak 2021 Cuma

Tarihin Sonundan Sonra - Dünya Düzeni, Çok Kutupluluk ve Türkiye

Tarihin Sonundan Sonra - Dünya Düzeni, Çok Kutupluluk ve Türkiye
     

Editör,                            
Aralık 2019, Sayı: 304, 
Sayfa: 1  

Varşova Paktı’nın ve SSCB’nin dağılmasından sonra Batı’nın dünya egemenliğine yaklaştığı tek kutuplu bir dünya ortaya çıkmıştır. Bu da küreselleşmenin bir dünya ideolojisine dönüşmesinin başlangıcı olmuştur. Fukuyama, “Tarihin Sonu” teziyle, Batı’nın diğer ülkeler üzerindeki kati zaferini ilan etmiştir. Gerçek hâkimiyet, ABD ve müttefiklerinin tekeline gimiştir. Soğuk Savaş sonrasında kurulan düzen, bir merkezi küresel iktidar, bir de çevredeki diğer tüm ülkeler olmak üzere tek kutuplu bir dünya olarak tasarlanmıştı. “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan bu düzen Doğu blokunun tasfiyesinin tamamlandığı 1991 yılında ABD Başkanı W. Bush tarafından o ünlü nutkuyla dünyaya deklare edilmişti. Bush söz konusu konuşmasında özet olarak, “Siz ey tüm insanlık, gözünüz aydın olsun, artık hepimiz tek bir “dünya toplumu”yuz. Sistemimizin adı liberalizmdir. Bunun üç sacayağı vardır, bunlar: siyasi yapılarda demokrasi, sosyal hayatta insan hakları, ekonomide serbest piyasadır. Artık bundan sonra mutlu bir yaşam için herkes bu ilkelere uyacaktır. Uymada zorlananlara hep birlikte yardım edeceğiz.” Bu gelinen nokta aynı zamanda tarihin sonuydu. İnsanlık tarihi değişik aşamalardan geçerek hep bir hedefe doğru koşturmuştu ki bu hedef liberalizmdi. Artık kimse bundan farklı yeni bir sistem beklentisinde olmamalıydı.

Aslında ‘büyük yeni dünya düzeni’ ölü doğmuştu. Öngördüklerinden hiçbiri gerçekleşmedi. ABD’nin, dünyanın büyük kısmını fiili ve potansiyel savaş alanlarına çevirmesinde de görüldüğü üzere dünya, liberalizm söylemi ile asla bağdaştırılamayacak gelişmeler yaşadı. Şimdilerde tek kutuplu yapı etkinliğini yitirmekte, artık kutupların ortadan kalktığı bir dünya düzeni ortaya çıkmaktadır. Farklı güç merkezleri oluşmaktadır. Çok kutupluluk ve onun beraberinde getirdiği jeopolitik anlayış, 21. yüzyıl stratejik düşüncesinin asıl meselesidir. Söz konusu olan çok kutupluluk, hâlen oluşum aşamasında olup, belirli bir istikamette ilerleyen, ancak henüz tamamlanmamış bir tasavvurdur.

Mevcut dünya düzeninin temsilcisi olan ABD ve yedek parçası olan AB ve dünyanın değişik ülkelerindeki yandaş kesimler ciddi tökezlemeler yaşamaktadırlar. Mesela ABD hâlen birçok Ortadoğu ülkesiyle oldukça güçlü ilişkilere sahiptir. Ancak Ortadoğu’nun önemi göz önünde bulundurulduğunda, bölgedeki güç dengesinde kayda değer gelişmeler olduğu açıktır, dolayısıyla bu durumun küresel ölçekte ABD aleyhine sonuçlarının olduğunu/olacağını ve küresel sistemin her geçen gün daha da belirgin bir biçimde çok kutuplu bir dünyaya evrildiğini söylemek mümkündür.

Dünya düzeninin yapısını ve tabiatını değiştiren daha derindeki gelişmeler sürecinde engeller kadar fırsatlar da bulunmaktadır.
Mevcut durum karşısında Türkiye tarihsel misyonunu üstlenmek, gerektiği yerde herkesle iş birliği yapmanın yanında bağımsız bir özne olmak zorundadır. Bu tür büyük gelişmeler olmadan önce Türkiye’deki aydınlar ve kanaat üretenlerin
de bu konuda ikna edilmesi gerekeceği açıktır. Zira bu konuda Türkiye’nin önündeki en önemli engellerden birisi aydınlarının, dar bir mantığın kıskacında mahsur kalmış, dolayısıyla derin bir aşağılık kompleksi içinde olmalarıdır. Bununla birlikte hamleler yapan Türkiye, Soğuk Savaş ile iki kutuplu dünyanın müesses nizamının bir parçası olan NATO’nın üyesi ve Batı’nın stratejik yapısının bir parçası olarak kalmaya devam etmektedir. Yetmişinci yıldönümünü kutlayan NATO başlangıçta Sovyet yayılmacılığına karşı Atlantik’in iki yakasını korumak amacıyla kurulmasına rağmen, Sovyetler dağıldıktan sonra da varlığını devam ettirmiş ve kendisine yeni bir düşman belirlemiştir. Bu düşman hiç şüphesiz İslâmî hareketlerdir!

Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte, hatta daha etkili bir biçimde 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ortaya çıkan jeopolitik eğilimler ‘liberal demokrasilerin insanlık tarihinin nihai noktası olduğu’na dair iddianın özellikle İslâm dünyasını yakından ilgilendirdiği açık. 

Çünkü bu iddia İslâm’ın 21. yüzyıla söz söyleyemeyeceği veya alternatif olamayacağı anlamına geliyordu. 
Müslümanlara önerilen, kamusal iddialarından uzaklaşmış ve sadece mistik bir tecrübe veya manevi bir tatmin vasıtası olarak kodlanmış bir din dilini benimsemeleridir. Günümüzün siyasi gerçekleri, özellikle Türkiye’nin geleceği açısındanküresel ufukta bir dizi yeni kararlar almaya işaret ediyor.

İşte tam bu noktada Türkiye, küresel liberal ideoloji ile İslâmî değerleri arasındaki ihtilafı/çatışmayı her geçen gün daha derinden hissetmektedir. Bugün gelinen noktada şu soru gündeme alınmalıdır: Türkiye’nin, şekillenmekte olan çok kutuplu dünyadaki yeri neresi olmalıdır? Uluslararası ilişkilere ve dünya düzenini etkileyen genel eğilimlere yakından bakıldığında Türkiye artık küresel iktidara itaat etme zorunluluğunu kırıp şartları gözeterek meseleleriyle ilgili kararları kendisi vermeye, bağımsız bir ülke olmaya çalışmaktadır. Artık ne Washington ne de Brüksel Türkiye’nin “çantada keklik” olduğunu düşünebilir ki, bu da Ankara’ya dış politikada yaratıcı faaliyetlerde bulunma konusunda daha geniş bir siyasi alan sağlamaktadır. Böylesi bir mücadeleden sonra en iyisini ümit etmek mümkün olacaktır. Süreç içinde bu durum, Türkiye’nin bölgesel ve küresel itibarını yükseltecektir.

Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.

Umran

http://umrandergisi.com.tr/tarihin-sonundan-sonra-dunya-duzeni-cok-kutupluluk-ve-turkiye-cn6942.html
***

28 Aralık 2020 Pazartesi

ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ

ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ




Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
Öncelikle Kobani sonrasında 6-7 Ekim olaylarıyla "çözüm sürecinin" kırılmaya uğradığını Öcalan da kabul ediliyor. Öcalan'ın "Çözüm süreci açısından gelmiş olduğumuz nokta bir kırılmaya maruz kalmıştır.

Bunun en önemli sebebi; bu süreçlerde hükümetin benimle geliştirmeye çalıştığı ilişki biçimini bir araçsallaştırma mekaniğine oturtmaya çalışmasıdır." demiş olması bunu ortaya koyuyor. Öcalan'ın mesajındaki hükümetin kendisini araçsallaştırma mekaniğine oturtmaya çalışmasındaki çabası da bir değişiklik olup olmayacağı da belirsizdir. Hatta, Öcalan'a "elindeki kart" gözüyle bakılmaya devam edildiğinin sayısız örnekleri bulunmaktadır. Bu nedenle Öcalan'ın "15 Ekim itibarıyla yeni bir aşamaya geçtik" demesi "ihtiyatlı bir iyimserlikten" öte bir anlama gelmez. Bunun bu şekilde olmasının en önemli nedeni hükümetin en azından bir buçuk yıl önce atması gereken somut adımları atmayışı ve bu adım atmayışına rağmen Kürt tarafının diyalogların bu şekilde devam etmesini onaylayan tarzı devam ettirmiş olmasıdır. Yani bunun sorumluluğunu sadece hükümete atmak da yanlıştır. Öcalan açısından bakıldığında onun durumunda olan birinin iyimserlik ve umutlu olmaktan başka çaresi de yoktur.6-7 Ekim'de görüldüğü gibi bu olayı etkileme şansı da yoktur. Çünkü Kobani'ye karşı Devlet'in tavrı o kadar kötü idi ki, bunun karşısında o tepkiyi göstermemek mümkün olmazdı. Tersine tepkiler olmamış olsaydı, Kobani düşmüş olacak bu da Kürt halkını devlete karşı silahlı bir ayaklama mecburiyetinde bırakabilirdi.

Ortadoğu'nun yangını bir anda Türkiye'nin her yanına yayılabilirdi. Durum böyle iken, tepkilerden ve olaylardan Kürtleri ve onun demokratik sivil temsilcisi olan HDP'yi sorumlu tutmak büyük bir haksızlıktır. Büyük bir karalama ve psikolojik savaş yürüterek, her şeyi sorumluluğunu HDP'ye yüklemek büyük bir haksızlıktır. Hele hele bu olumsuz propagandalara HDP içinde sorumluluk düzeyinde yer alan birinin kendisini buna alet ederek, sorumluluğu Kürt Siyasal Hareketine çıkarması doğru değildir. HDP, çözüm sürecinin olmazsa olmazı olmasına rağmen HDP ve Selahattin Demirtaş'a yönelik olarak hükümetin karalama/dezenformasyon faaliyeti çözüme hizmet etmez. Öcalan'ı çözümden yana, HDP'yi ise çözüme karşıt göstermenin bir geçerliliği yoktur.

Çözüm süreci devam edecek mi devam etmeyecek mi? Hükümetin açıklamaları ve İmralı'ya giden HDP heyetinin getireceği mesajlar sürecin devamını sağlayabilir mi?Bu saatten sonra ne Tayyip Erdoğan'ın ne de Öcalan'ın süreci kendi yerel/yerli çabalarla sürdürme gücü kalmamıştır. Kobani ile birlikte Kürt sorununun uluslararasılaşmasının zirve yapmasından sonra, küresel güçlerin içinde olmadığı bir çözümün mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır. AKP hükümeti ve Erdoğan, küresel ve bölgesel güçlerle ilişkilerini iyileştirmesi bir yana daha kötüleştirdikçe Kürt sorununun çözüm yeteneğini yok ediyor. Daha fazla güvenlik ve kamu düzeni diyerek istikrarsız/kararsız otoriterliğe doğru tam gaz yol alıyor. Hukuku ve Anayasa'yı askıya alacak şekilde fiili başkanlık rejimini uyguladıkça, devletin temel dinamikleri yetkisiz ve sorumsuz birinin iki dudağı arasında kalıyor. Sadece kendi partisi üzerinde etkin kalmakla yetinmiyor, yargıyı ve her türlü idareyi kendi ekseninde hareket ettirmekle de yetinmiyor, KSH ve Öcalan'ı da kendisine bağlı bir araç olarak kullanmak istiyor. Bunu yapmaya gücü yetmediğinde baskı, tehdit ve manipülasyonu devreye sokuyor.
Bu şartlarda ve bu aktörlerle sürecin yürümesi mümkün değildir. Öcalan da bunu fark etmiş durumdadır. Bana göre Öcalan'ın süreçten çekilerek, HDP, KCK ve Kürt halkının sürekli ertelenen umutlarının sömürülmesi/sönümlenmesine son verilmelidir. HDP tarafından dile getirilen "hükümetin bir kanadında Demirtaş'ı istemeyenler var" denilmesi hem gerçeklik hem de siyasi ahlaka uygun değildir. Çünkü, hükümette iki kanat diye bir durum yoktur. Varsa yoksa Erdoğan vardır. Erdoğan ne derse o olmaktadır. Demirtaş'ı istemeyen birisi varsa o da Erdoğan'dan başkası değildir. Daha önce Öcalan 'la görüşme heyetinden onu çıkarma emrini veren de Erdoğan'dır. Demirtaş, sürecin devamı hatırına bu konuda sesini çıkarmamıştır. Kaldı ki, karşılıklı siyaset yapan iki partiden birinin diğer partinin süreci kiminle yürütüleceği belirlemeye kalkışması ahlaki ve hukuki de değildir. Dayatmalar, KSH'nin kurumsal ve toplumsal bütünlüğünü tehdit etmeye başlamıştır. Buna daha fazla katlanma, KSH'ni dayandığı toplumsal dinamiklerle karşı karşıya getirme potansiyeli taşımaktadır. Belki de hükümet bu şekilde olmasını arzulamıştır. Kamu Düzeni ve Güvenliğinden Kasıt Erdoğan ve Arkadaşlarının Güvenliği ve Geleceğidir.
Öcalan'ın 21 Ekim tarihli mesajında "kendi yerelliğimizden yola çıkarak evrensel çözüme ulaşma şansımız varken, bu hamleyi yapmasak bölgemiz başka güçlerin salt kendilerini merkeze alan dayatmaların ve uygulamaların girdabında telef olacaktır." demiş olması bu tehlikenin somut ifadesidir. Başka güçten anlaşılması gereken ABD'den başkası değildir. Ne yazık ki, AKP'nin "değerli yalnızlık" siyaseti bu sonucu doğurmuştur. AKP, bununla sadece "çözüm sürecini" elinden kaçırmakla kalmamış, kendi ülkesindeki "kamu düzenin bozulmasına" neden olmuştur. Bundan sonraki sürecin temel dinamiğini özgürlüklerin sınırlandırılması ile devam edecek güvenlik eksenli politikalar oluşturacaktır. Polisin yetkilerinin artırılması, yargının yürütmeye bağlı hale gelişindeki örnekler bunun habercisidir. AKP'nin güvenlikten anladığı Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının geleceğidir. Bunu iliklerine kadar yaşadıkları için, çözüm süreci devam edecek görüntüsü altında altı ay sonra yapılacak seçimlerde iktidarını sürdürmek amaçlanmaktadır. Bu kaygıları olan AKP'nin önceliği "çözüm sürecini" sonuca ulaştırmak olamaz. Kaldı ki, Güney Kürdistan'dan sonra Rojava'da da Türkiye'nin etkinliği kalmamıştır. Bu giderek Kuzey Kürdistan’ı da etkisi altına alacaktır. Bunu önlemeye Öcalan'ın gücü de yetmeyecektir. Öcalan'ın 21 Mart 2013 tarihinde çağrısını yaptığı "Misak-ı Milli" ve Türk/Kürt işbirliğinin maddi temelleri de kalmamıştır.
6-7 Ekim’den HDP’yi Sorumlu Tutmak HDP’ye Haksızlıktır. KSH’nin Üçlü Dinamiği: Öcalan-Qandil ve Demokratik Kürt Siyaseti Öcalan, Qandil ve Demokratik Kürt Siyasetinin kendi arasındaki ilişkisi kendisine özgü dinamikler le yürümektedir. Üçlünün birbiriyle karşıtlığı olmadığı gibi aynılığı da söz konusu değildir. Kendisine özgü bir görev bölüşümü vardır. Zaman zaman bazı karışıklık lar görülse de bunu aşacak tedbirleri almakta esnektir. Burada önemli olan husus, devletin "Öcalan iyidir" derken, onun neyi amaçladığıdır. Bu amacı da KSH'ni bir arada tutan Öcalan'ın bu özelliğini yok ederek KSH'ni birbirine düşürmek/bölmek amaçlıdır. Öcalan da bunun farkındadır. Sırf bu bakış açısı bile çözüm sürecinin devamına engeldir. Sizden somut adım atmanız beklenirken, siz somut adım atmak yerine güvenlik/özgürlük karşıtlığı temelinde düzenleme yapmak ve KSH'ni kendi içinde karşıtlıklar oluşturmak için kara propagandaya başvurduğunuz takdirde bundan sonuç almanız mümkün değildir. KSH, ideolojik, örgütsel ve liderliği açısından bu düzeyi yakalayışı tarihsel bir süreç ve bilinç üzerinden oluşmuştur. Bu üçlünün halkla ilişki ve iletişimi canlı bir organizmanın işleyişi gibidir. Halk düzeyindeki lidere bağlılık ve halkın siyasi yapının devamındaki hassasiyeti bu bölünmeyi imkansız kılar. Durum böyle iken, hareketi bölmeye yönelik faaliyetler olsa olsa bunu içinde taşıyanların niyetlerini ortaya koyar. Düzen içi İlerlemeyi Esas Alan AKP’nin duruşu, soruna köklü çözüm getiremez.
KSH'nin etkinlik, yaygınlık, ideolojik bütünlük ve örgütlülüğünün en büyük ihtiyacı dünya tarafından "tanınırlığının"olmayışıdır.
Kısaca diplomasi alanının darlığıdır. Kobani'de ABD'nin PYD üzerinden ilişki geliştirmesi, bunun üzerinden koalisyon güçlerinin IŞİD'e havadan müdahalelerde bulunuşu, Kürdistan bölgesel yönetimiyle olan sorunların aşılarak Kürt ulusal birliğinin siyaseten sağlanmış olması küçümsenecek bir husus değildir. Bazı sosyalistlerin teorisyenliğe soyunarak, Kobani "ruh" ve "beden" şeklinde ayrımlara tabi tutarak, Dohuk anlaşmasını "kötü kokular"olarak nitelemesi, Kobani'nin beden olarak kurtulduğunu, ruh olarak düştüğünü söylemiş olmaları iyi niyetten yoksundur. Kürt birbiriyle savaşsın, didişsin demektir. Bir kez KSH ile ABD ilişkisi tek taraflı bir ilişki değildir.Kürtlerin IŞİD ve benzeri örgütlerle çatışması ABD ile ilişkilerle birlikte başlamadı. Bu önceki dönemlere dayanmaktadır.

Suriye Kürdistan'ındaki Kürtlerin "radikal" İslamistlerle çatışması olduğu dönemlerde Irak Kürdistan'ı kendisini güvenli bir vaha olarak görüyordu. Zaman zaman Irak Kürdistan'ında radikal İslamistlerin canlı bombaları patlasa da hiç kimse bunu Irak Kürdistan'ının temel güvenliğini sarsmayacağına inanırlarken, Kobani'de Serekaniye'de, Qamişlo'da Kürtler radikal İslamistlerle göğüs göğüse çarpışıyordu. Ne zaman Musul düştü, tehlike Hewler kapısına dayandı o zaman ABD, tehlikeyi görmüş oldu. O zamana kadar Irak'ta ve Suriye'de olanlar onu hiç ilgilendirmiyordu. Küresel gücün bıraktığı bu boşluğu doldurmak için Türkiye, Katar ve Suudilere fırsat doğmuştu. Binlerce TIR'dan oluşan silah teslimi/yığılması da bu dönemde olmuştu. Musul'un bu şekilde kolay ve kısa sürede düşmüş olması önceden yapılan hazırlıkların sonucudur. Tüm bunlar olurken, radikal islamistlerle savaşmayı göze alabilenler Rojava Kürtlerinden başkası değildi. ABD-Rojava ilişkilerinin gelişimi konusunda değerlendirme yapılırken bu hususun akıldan çıkarılmaması gerekiyor. ABD bu konuda girişimde bulunmadan önce Suudi Arabistan, Qatar, BAE ve Mısır'la gerekli anlaşmaları yapmıştır.

Böylece Suudi-Qatar-Türkiye üçlüsü çerçevesinde Musul üzerinde yapılan anlaşmalar geçersiz hale gelmiştir. Suudi, Qatar'ın yokluğunda Türkiye olursa KBY'ni yanına alarak tek başına Musul'u idare edebileceğini düşünmüş ise da ABD'nin baskısı sonucu KBY'nin Türkiye ile birlikte hareket etmekten vazgeçmiş olması, Türkiye'nin IŞİD'le ilişkili olduğunu gün yüzüne çıkarmıştır. Türkiye'nin bunu sürdürmesi mümkün değildir. Türkiye her iki taraftan da(IŞİD-ABD) daha az zarar görmemeye çalışacaktır. Buna rağmen pratiği ile Kürtler ile IŞİD arasındaki tercihini Kürtlerden yana kullanmamıştır. Bırakalım IŞİD'e karşı Kürtlere yardım etmesini, başkalarının yardıma gelmesini engellemeye çalışmıştır.

Irak Kürdistan'ından yapılacak yardımlar için koridor isteklerini yerine getirmediği için yardımlar uçaklarla yapılmak zorunda kalınmıştır. Sol ve sosyalistlerin PYD/ABD ilişkisini emperyalistlerle işbirliği olarak değerlendirmek yerine Türkiye'nin tavrına karşı etkili bir muhalefet yürütmeyişinin üzerinde durulmalıdır.
Temel olarak bakıldığında AKP'nin gerek küresel gerekse yerel olarak sistemin bir parçası olduğu açıktır. Her ne kadar ulusalcı/laik tarafla çekişme içinde olduğu görülse de bu çekişme bir kavgadan öte bir anlama sahip değildir.Kaygısı ve çabası "mevcut devlette hiçbir değişiklik yapmadan" içine yerleşmektir. İdeolojinin İslami veya milliyetçi olmasının önemi yoktur. Yapmak istediği değişiklikler devleti yeni şartlara uydurup, yaşatmaktan ibarettir.
AKP'nin tıpkı diğer olaylarda olduğu düzen içinde ilerlemeyi esas aldığı için ondan radikal çözüm beklemek kolay değildir. AKP'nin önceliği kendi geleceği ve güvenliğini sağlamak olduğu için kamu düzeni ve kamu yararına kendi penceresinden bakmaktadır. Bunun önceliği seçimlerde başarıyı sürdürmektir. Belirli olay ve kişiler üzerinden geliştirilen ilişkiler AKP için araçsallaşmaktan öte anlama gelmez.

İlk iktidara geldiğinde AKP'nin liberal ve demokrat kesimlerle ilişkisinin günümüzde geldiği nokta açısından bakıldığında bu açıkça görülmektedir.

Bu kesimlerin varlığı, AKP'nin varlığı için gereksiz hale geldiğinde AKP'nin bunları bir tarafa bıraktığını gördük. Aynı şekilde yargı ve güvenlik alanında AKP ile iç içe olanların "paralel yapı" adı altında görevden alınmaları olayı da bu araçsallaştır manın görünen yönlerinden biriydi. Kendisine çok yakın olanları araçsallaştırıp işine gelmediği anda onları bir tarafa bırakan bir anlayışın Kürtlerin kazanç hanesine bir şey verebileceğine inanmak için çok saf olmak gerekiyor. Öcalan'ın 21 Ekim'deki açıklamasında görüleceği gibi hükümetin kendisini araçsal bir mekanizma olarak gördüğünü fark etmiştir. Uyarısını da bunun üzerinden yapmıştır. Çözüm süreci ipinin kaçmakta olduğunun farkındadır. AKP Hükümetiyle ilişkilerin canlı tutarak ipin ucunu kaçırmak istememektedir. Öcalan ve KSH'nin temel açmazlarından biri de budur. AKP Hükümetinden ve Erdoğan'dan neler olacağını tahmin etmek dahi istememektedir. Oysa yanlış yapıldığının anlaşıldığı anda o yanlıştan hemen geri dönülmelidir. Aksi durumda bilinçli bir yanlışlık söz konusu olacaktır. Tarihsel olarak telafisi mümkün olmayacak sonuçlara neden olabilir. Hele hele bizzat CB ve Başbakanın ağzından Kürt karşıtlığı söylem ve pratiğinin bu kadar zirve yaptığı bir durumda bu yapılanları görmezlikten gelmenin korkunç sonuçları toplumsal Kürt yaralamasını ileriki aşamalarda Türklerle eşit temelli ilişkilerin yolunu da kapatabilir. Burada söylemek istediğim, KSH'nin AKP'ye mecbur olmadığını belirtmektir. Türkiye toplumu bu ilişkiyi sürdürme kapasitesine sahiptir. Daha fazla AKP'ye mecbur kalmak, Türkiye toplumunun Kürtlerle ilişkiyi sürdürme kapasitesini daraltır, yetenek ve üretkenliğini yok eder.Söylediklerinden PKK'nin ateşkesi bozup, silahlı mücadeleye başlaması değildir. Tersine, dayatmalar üzerinde kurulu ilişkilerde üzerinde baskı kurulan tarafın uçlarının daha da gerileceği bir gerçektir. Bu şekilde devam ettiği müddetçe gerilim birike birike büyük bir şiddet patlamasına neden olabilir. Kobani, Türkiye IŞİD İlişkisi, ABD/PYD diyalogu, Kobani’ye Yardım ve Yardım Nedeniyle PYD’ye Bazı Sol / Sosyalistlerin Eleştirileri Kobani'ye saldırı ve düşürmeyi amaçlayan IŞİD işgali kesintisiz bir şekilde kırk gününü doldurmuş durumdadır. Koalisyon güçlerinin havadan müdahalesi ve havadan silah yardımına rağmen bu saldırıların devam ediyor olması durumunu iç açıcı olmadığını göstermektedir. Bunda Türkiye'nin oynadığı olumsuz rol çok önemlidir. Ne yazık ki, Türkiye'deki muhalif ve demokratik çevreler eleştiri oklarını kendi hükümetlerine yöneltme yerine KSH'ne yöneltmektedirler. Bir kaç küçük sosyalist grubun KSH'ni bu konuda yalnız bırakmayışı, sonuna kadar destek vermiş olması önemli ise de bunun yeterli olmadığı açıktır. Bu desteğin giderek yoğunlaşması zorunludur. Olaylar üzerinde proaktif ve reaktif olarak etkili olan Türkiye'dir. Türkiye, Rojava karşıtı politikaları belirlerken kendi toplumunun sessiz desteğini almadan bunu yürütmesi mümkün değildir. Türkiye'deki demokratik kazanımlara büyük katkı sunan Kürt hareketinin bu katkısının devamı, Kürt hareketinin mücadelesinin sahiplenilmesi ile mümkün olacaktır. Kendisini sol ve sosyalist olarak niteleyenler dahi koalisyon güçlerinin Kobani'ye havadan desteğini dahi"Kürtlerin emperyalizmle işbirliği yaptığı" şeklinde suçlama ve karalamalara kadar gitmektedirler. Zamanı gelince IŞİD ve benzer örgütleri de "Emperyalizmin sevgili evlatları" olarak gösteren bu anlayışın tutarlı bir yanı yoktur. O zaman onlara sormak gerekiyor: Kürtler, Kobani'de kendi toprağını ve onuru için IŞİD'e karşı savaşması da emperyalizmle iş birliğidir ya da IŞİD, ABD ile savaşıyor diye IŞİD de mi anti emperyalisttir? ***

25 Aralık 2020 Cuma

Türkiye, Sınırlı gücüyle, ABD, Rusya ve Çin arasında oyun oynamak konusunda dikkatli olmalı.

 Türkiye, Sınırlı gücüyle, ABD, Rusya ve Çin arasında oyun oynamak konusunda dikkatli olmalı.


.
    Çinli uzman: Türkiye, sınırlı gücüyle ABD, Rusya ve Çin arasında oyun oynamak konusunda dikkatli olmalı ABD'nin Suriye'den çekilme süreciyle başlayan yeni dönemi ve Çin ve ABD ile ilişkileri bağlamında Türkiye'nin konumunu Sputnik'e değerlendiren Global Times yazarı Yang Sheng, "Türkiye, sınırlı gücüyle ABD, Rusya ve Çin arasında oyun oynamak konusunda dikkatli olmalıdır. Gücünün ötesinde bir oyuna girmesi, zarar görmesiyle sonuçlanabilir" dedi. ABD Başkanı Donald Trump'ın Suriye'den çekilme kararını açıklamasının ardından, bölge siyaseti yeni bir dönüm noktasına ulaştı. Söz konusu çekilme kararı ABD yönetimi içinde dahi istifalarla sonuçlanan siyasi çatlaklara yol açarken, ABD sonrası Suriye'deki güç dengelerinin ne yönde ilerleyeceği ise son dönemin en büyük tartışma konusu haline geldi. Söz konusu çekilme kararı, Trump yönetimiyle birlikte ABD dış politikasının ana unsuru haline gelen ‘America first' (Önce Amerika) politikasıyla doğrudan alakalı. Hatta, Suriye'den çekilme konusu, Trump'ın başkanlık yarışındaki vaatlerinden de öne çıkanlar arasındaydı. Dolayısıyla, ABD'nin Suriye'den geri adım atması, Trump başta olmak üzere —çeşitli itirazlara rağmen- ABD yönetimi tarafından bir başarı olarak da lanse ediliyor. ABD'nin çekilme süreciyle başlayan yeni dönemi, Suriye başta olmak üzere bölgenin siyasi geleceğini ve Rusya, Çin ve ABD ile ilişkileri bağlamında Türkiye'nin bölgedeki konumunu Global Times yazarı Çinli uzman Yang Sheng ile konuştuk.
    ‘ABD'NİN ÇEKİLMESİ, ORTADOĞU'DAKİ RAKİPLERİNİN, ÇIKARLARINI BAŞARIYLA KORUDUĞU ANLAMINA GELİYOR'
    Çin Komünist Partisi'nin yayın organlarından Global Times yazarı Yang, söz konusu çekilme kararının ABD için zafer niteliği taşımadığını belirterek şu değerlendirmeyi yapıyor: 'ABD çekilirse Rusya, İran ve Suriye için temel sorun Türkiye'nin askeri varlığı olur' "ABD'nin orijinal stratejik hedefi, Suriye hükümetini devirmek ve Ortadoğu'daki etkisini genişletmek için yeni bir Batı yanlısı rejim kurmaktı. Fakat şimdi, ABD bu hedefi çoktan terk etti ve birliklerini oradan geri çekme kararı aldı, bu da Rusya ve İran başta olmak üzere Ortadoğu'daki rakiplerinin kendi çıkarlarını başarıyla koruduğu anlamına geliyor." ‘IŞİD'LE MÜCADELE RUSYA, İRAN VE SURİYE TARAFINDAN BAŞARIYLA GERÇEKLEŞTİRİLDİ' Trump'ın ABD'nin Suriye'deki varlığına ilişkin ‘IŞİD'le mücadele' konusunu öne sürdüğünü ve bunun ABD'nin Suriye'deki askeri varlığının bahanesi olduğunu hatırlatan Yang, ABD tarafından öne sürülen bu gerekçenin ise Rusya, İran ve Suriye tarafından büyük oranda başarıyla gerçekleştirildiğini vurguluyor.
    ‘ABD'NİN HALA YARARLANABİLECEĞİ BİR SENARYO VAR' Öte yandan, ABD'nin kuvvetlerini çekme kararının ABD açısından ‘kesin bir yenilgi de sayılamayacağını' da belirten Çinli uzman, bunun gerekçesi olarak ise ABD'nin bölgede varlığını hala sürdüren müttefiklerini işaret ediyor: "ABD ve müttefikleri, Suriye'nin yeniden birleşmesini başarıyla engelledi ve söz konusu müttefikler —İdlib'dekiler de dahil olmak üzere- varlıklarını sürdürüyorlar. Bu, ABD'nin bölgede hala yararlanabileceği bir senaryo olduğu anlamına geliyor." ‘ABD'İN BÖLGEDEN AYRILMASI, KÜRTLERE DESTEĞİN BİTECEĞİ ANLAMINA GELMİYOR' Yang ayrıca, ABD'nin bölgedeki en büyük müttefiki olan YPG'nin geleceğine ilişkin de görüşlerini belirterek, ABD'nin bölgeden ayrılmasının Kürtlere verilecek desteğin kesilmesi anlamına gelmeyebileceğini söylüyor. Bölgedeki Kürt kuvvetlerinin geleceğine ilişkin de konuşan Yang, "Kürt güçlerinin geleceği, biraz da Türkiye'nin kararına bağlı. Eğer Türkiye, Kürt kuvvetlerini çok fazla zorlarsa ve Suriye ile Rusya'nın çıkarlarını tehdit eder noktaya gelirse, o zaman Rusya, Suriye ve Kürt kuvvetlerinin ortaklaşacağı bir zemin oluşacaktır" ifadelerini kullanıyor. ‘RUSYA VE ÇİN İLE YAKINLAŞMA, BATIDAN FAYDA SAĞLAMA AMACINA HİZMET EDİYOR' Türkiye'nin Rusya ve Çin ile kurduğu ilişkilere ve son dönemde yeniden ‘olumlu yönde ilerleme' eğilimine giren ABD — Türkiye ilişkilerine ilişkin de konuşan Yang, Türkiye'nin ‘Öncelikle bir NATO ülkesi' olduğunu hatırlatarak şunları söyledi: "Öncelikle, Türkiye bir NATO ülkesi ve NATO üyeliğini sonlandıracağına dair somut bir işaret bulunmuyor. Bu yüzden, Çin ve Rusya'yla yakınlaşmak Türkiye için yalnızca Batı'dan daha fazla fayda sağlamak amacına hizmet ediyor. Türkiye aynı zamanda dünyaya başkaları tarafından kullanılan bir kukla yerine Rusya ile ABD arasında kendi pozisyonunu belirleyebilen bir ülke olduğunu göstermek istiyor." ‘RUSYA İLE ÇİN, BÖLGESEL BİR GÜÇ TARAFINDAN KULLANILMAK İSTEMEYECEKTİR' Rus uzman: Rusya, Suriye ile Türkiye arasında çatışma çıkmasına izin vermez Rusya ve Çin'in, Türkiye'den ABD'ye sırtını dönmesini beklemediğini söyleyen Yang, ‘Bu iki dünya gücünün bir bölgesel güç tarafından kullanılmak istemeyeceğini' belirterek "Batıya karşı avantajlı duruma geçmek için Türkiye'nin Çin ile Rusya'yı kullanması geçmişte işe yaramış olabilir, ancak bu durumun sonsuza kadar süreceği gibi bir gerçeklik bulunmuyor" diyor. ‘TÜRKİYE HÜKÜMETİ ÇOK HIRSLI'
    Öte yandan Yang, bu tablonun Türkiye hükümetinin ‘çok hırslı' olmasından kaynaklandığını belirterek "Türkiye, sınırlı gücüyle ABD, Rusya ve Çin arasında oyun oynamak konusunda dikkatli olmalıdır. Türkiye'nin, kabiliyetinin ötesinde bir oyuna girmesi, zarar görmesiyle sonuçlanabilir" ifadelerini kullanıyor. ‘ÇİN, SURİYE'YE DÜNYA STANDARTLARINDA YARDIM SUNABİLİR' Çin: Suriye krizinden tek gerçekçi çıkış yolu siyasi çözüm Çin'in Suriye'deki konumuna ilişkin de konuşan Yang, "Çin, Suriye'deki savaşa dahil olmak istemedi, ancak diğer bütün uluslararası meselelerde yaptığı gibi siyasi çözümü savundu. Ancak savaş sonrası yeniden yapılanma döneminde, Çin Suriye'ye dünya standartlarında yardım sunabilir" dedi. Yang ayrıca, Suriye'deki savaşın Çin'e olabilecek muhtemel etkilerine dair ise "Suriye'deki yeni durumla birlikte, savaş alanlarında tecrübe kazanan teröristler, yeni saldırılarda bulunmak üzere dünyanın diğer bölgelerine gidebilir. Bu durum, uluslararası kamuoyu gibi Çin için de çeşitli zorluklarla yüzleşmek anlamına gelebilir" dedi. ‘BAZI BÖLGE ÜLKELERİ TERÖRİSTLERE YARDIM ETTİ'
    Suriye'de oluşan bu tehlikeli durumun oluşmasında ‘bazı bölge ülkelerinin sorumluluğu' olduğunu da hatırlatan Yang, "Geçtiğimiz yıllarda, bazı bölge ülkeleri kendi çıkarlarını korumak ve teröristlerin Suriye'ye girebilmeleri için çok sayıda yardımda bulundular. Şimdi ise bu teröristler savaş tecrübesi edindi, daha tehlikeli hale geldiler ve uluslararası kamuouna yönelik tehditleri artıyor" ifadelerini kullandı.


    ***

    21 Aralık 2020 Pazartesi

    AVRUPA BİRLİĞİ’NİN DOĞU GENİŞLEMESİ ve TÜRKİYE BÖLÜM 4

    AVRUPA BİRLİĞİ’NİN DOĞU GENİŞLEMESİ ve TÜRKİYE BÖLÜM 4


    Dr. Oğuz Mayda,Uluslararası ilişkiler,Avrupa Birliği,Doğu Genişlemesi,Türkiye,

    Ancak, yine de Türkiye-AB ilişkilerinin hukuki çerçevesi, Müzakere Çerçeve Belgesinde belirlenen yapının  dışına çıkmadıkça, Retoriksel Eylemin Türkiye’nin 
    AB’ye katılım sürecini açıklama imkanı devam etmektedir. 

    Zira Türkiye, katılım müzakereleri kısmen durdurulmuş olmasına rağmen demokratik reformlarını ve müktesebata uyum çalışmalarını devam ettirmektedir. 
    Türkiye ile AB arasındaki tam üyelik müzakerelerinin devamına; 
    i) Kıbrıs sorunu kapsamında “tersine tuzaktan” çıkılması için Topluluk normlarına uyumu içeren bir adım atılmaması (Mayda, 2013: 179) ve Kıbrıs sorununun yerel siyasi maliyeti yüksek bir konu olmaya devam etmesi (Schimmelfennig, 2008b: 919, 920), 
    ii) AB’nin genişleme yorgunluğu içinde olması ve hazmetme kapasitesi sorununun gündemde olmayı sürdürmesi (Schimmelfennig, 2008b:919), genişleme koşulluluğunun AB’ye coğrafi ve kimliksel uzaklık oranında artış eğiliminde olmaya devam etmesi, 
    iii) Ekonomik kriz nedeniyle özellikle Akdeniz ülkelerinde işsizlik oranının artması ve AB’deki merkez ülkeleri temelden zorlayan bir soruna dönüşmesi sonucu nispeten daha fakir ülkelerin Birliğe dahil edilmesine yönelik kamuoyunun oluşturulamaması engel olmaktadır. 

    Türkiye’nin “insan onuruna saygı, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve azınlık hakları dâhil insan haklarına saygı” olarak sıralanan AB ortak değerlerine sahip çıkma kapasitesindeki düşüklük de sorunu derinleştirmektedir. Retoriksel eylem kuramına göre, Türkiye’nin bu engelleri aşabildiği oranda AB üyesi genişleme karşıtı ülkeleri retoriksel tuzağa düşürme ve dolayısıyla AB üyeliği yolunda ilerleme şansı olacaktır. 
    Sonuç 
    Schimmelfennig’in genişlemeye kuramsal yaklaşımı, rasyonalist ve sosyal inşaacı yaklaşımların eleştirisiyle başlar. Her iki yaklaşımın da bir dizi temelde ontolojik varsayımlarla tanımlanan metakuramlar olduğuna dikkat çeken Schimmelfennig, genişleme araştırmalarının karşılaştırmalı bir analizle yapılması gerektiğini önermektedir (Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2002: 500 - 528). 

    Schimmelfennig, uluslararası ilişkiler ve bütünleşme kuramları arasında, AB’nin genişlemesi konusunun sadece aktör temelli zayıf rasyonel seçim kurumsalcılığı ile sosyal inşaacılığın, Checkel’in “zamansal sıralama” modeliyle entegre edilerek açıklanabileceği sonucuna ulaşmıştır. Bu zamansal sıralama, AB genişlemesi özelinde, aktörlerin başlangıçta rasyonel, Topluluk karar alma süreci içinde ise normları da dikkate alan bir seçim yaptığı şeklindedir. Bu sentez çalışmasında her iki kuramsal alanın bütünleştirilmesi, bazı varsayımların kabulü, bazılarının ise reddiyle mümkün olmaktadır. Bu tamamen höristik bir yaklaşıma işaret etmektedir ve uluslararası ilişkiler alanında höristik yaklaşımın kullanımı sonucu hipotezlerin gözlemlenebilir etkenlerle test edilerek belli siyasa alanlarını daha kapsamlı şekilde açıklayabileceği yönündeki iddiaları desteklemektedir. Retoriksel eylemin inşaasında Schimmelfennig’in, özellikle rasyonel seçim kurumsalcılığının aktör davranışlarına ilişkin varsayımları, sosyal inşacılığın aktör merkezli açıklamaları (sosyalizasyon vb.) ile söz-eylem yaklaşımlarından faydalandığı görülmektedir. 

    Sosyal ve fikirsel ontolojisi bakımından sosyal inşaacı, aktörler ve davranışları bakımından rasyonalist olan (Schimmelfennig, 2003a: 283) retoriksel eylem kuramının, kuramlar arası çapraz polenleme yönteminden elde ettiği gözlemlenebilir etken zenginliği sayesinde genişlemeyi bütünüyle açıklama gücüne sahip bir yaklaşım olduğu görülmektedir. Zira retoriksel eylem, rasyonalist aktör davranışlarının topluluk ortamında süreç içindeki karara yönelik tartışmalar esnasında retoriğin kullanımı ile (normların stratejik kullanımı ile) kolektif bir 
    eyleme dönüşebileceğini iddia etmektedir. Bu bireysel seçimden kolektif eyleme geçiş süreci içinde, hem rasyonel davranışların hem de normların gücü hesaba katılmakta, aktörlerin tartışma esnasında yaptıkları dramaların - yola bağımlılığa, söz-eyleme, kurumsal norm, kural ve değerlere, topluluk meşruiyet standardına yaptıkları vurguların - aksi düşüncedekileri utandırarak, onları uyuma sürüklemesi ile kolektif sonuca ulaşıldığı öne sürülmektedir. 
    Retoriksel eyleme göre AB’nin Doğu genişlemesi tartışmaları, genişlemenin çoğu AB üyesi devlet için rasyonel bir fayda sağlamayacağı görülmüşken, genişleme yanlılarının retoriksel eylemi sonucu kolektif bir pozitif kararla sonuçlanmıştır. 
    Benzer şekilde, 
    Türkiye’nin AB’ye katılım sürecini de retoriksel eylem perspektifinden analiz etmek mümkündür. Türkiye AB ile kurumsal ilişkilerinde retoriksel eylem uyguladığı dönemlerde, katılım yolunda ilerleme sağlamıştır. Koşulluluğu yerine getirdiğinde, çoğu sorun devam etse de, genişleme karşıtı ülkelerin Türkiye aleyhine kullanabileceği iddialar meşru görülmediğinden, kabul edilmemiştir. Çünkü AB 
    koşulluluk ile kendini retoriksel bir taahhüde sokmuştur. Bu da Türkiye’nin frenleyicilere karşı retoriksel tuzağı olmuştur. 

    Bu bağlamda Türkiye, AB’den diğer aday ülkelerle aynı demokrasi standartlarına göre değerlendirilmesi gerektiğini öne sürmüş, AB’nin retoriksel taahhüdünü yerine getirmesi istenmiştir. 

    Öte yandan, Türkiye’nin Müzakere Çerçeve Belgesinin 2005 yılında imzalanmasından hemen sonra, Ek Protokolü koşulsuz tüm AB üyesi 
    ülkelere uygulama taahhüdünü yerine getirmemesi sonucu, bu kez genişleme karşıtı ülkeler Türkiye ile müzakerelerin sürdürülmemesi konusunda topluluk nezdinde meşruiyet zemini kazanmıştır. Bir başka deyişle, bu süreç Türkiye’nin retoriksel tuzağa düşürüldüğü bir döneme işaret etmektedir. 

    Nitekim, Türkiye Kıbrıs konusundaki tavrını değiştirmediği için de, Türkiye’nin AB’ye katılımına destek veren ülkeler, iddialarına destek sağlayacak zemini halen bulamamaktadır. AB’deki genişleme yorgunluğu ve devam eden ekonomik kriz de dikkate alındığında, AB’ye yeni mali ve siyasi masraflarının olacağı bilinen Türkiye’nin AB’ye katılımı sürecine yeniden ivme kazandırmamış dır. 
    Sonuç olarak, uluslararası ilişkiler alanında araştırmada kuramsal sentez yaparak açıklamada bulunma yaklaşımı, temel varsayımlarına katı şekilde sahip çıkan rasyonalist ve sosyal ontolojiye sahip kuramlara kıyasla, özellikle alt politika alanlarda kapsamlı açıklamalar sunabilmektedir. Schimmelfennig benzer yaklaşımdaki retoriksel eylem kuramı ile AB’nin Doğu genişlemesi sürecini bütünüyle açıklayabilmiş tir. 

    Türkiye’nin de Birliğe üyeliği, tıpkı merkez ve Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, çoğu AB üyesi ülkeler tarafından rasyonel bir seçim olarak görülmemektedir. AB’nin Doğu genişlemesi ile Türkiye’ye genişlemesi sürecinin bu benzerliği göz önüne alındığında, genişleme karşıtı ülkelerin kararlarının retoriksel eylemle değiştirilebileceği sonucuna ulaşılmaktadır. 

    AB açısından rasyonalist görünmeyen ve bugüne kadar pazarlık/koşulluluk denkleminde ilerleyen Türkiye genişlemesi nin, Türkiye’nin AB’ye uyum için attığı adımlar ve AB’nin Türkiye’ye yönelik taahhütleri göz önüne alınarak, retoriksel eylemle tamamlanması gerekmektedir 20. 

    Kaynakça 

    Abbott, Kenneth W. ve Duncan Snidal (1998), “Why States Act through Formal International Organizations” The Journal of Conflict Resolution, 42 (1): 3 – 32. 
    Adler, Emanuel (1997), “Seizing the Middle Ground: Constructivism in World Politics”, European Journal of International Relations, 3 (3): 319 – 363. 
    Barnett, Michael N. ve Martha Finnemore (1999), “The Politics, Power, and Pathologies of International Organizations”, International Organization, 53 (4): 699 – 732. 
    Buchanan, James M. (1965), An Economic Theory of Clubs, Economica, New Series, 32 (125): 1– 14. Checkel, Jeffrey T. (1999), “Norms, Institutions, and National Identity in Contemporary Europe”, International Studies Quarterly, 43 (1): 83 – 114. 
    Checkel, Jeffrey T. (2001), “Why Comply? Social Learning and European Identity Change”, International Organization, 55 (3), 553 – 588. 
    Checkel, Jeffrey T. (2005), “International Institutions and Socialization in Europe: Introduction and Framework”, International Organization, 59 (4): 801 – 826. 
    Checkel, Jeffrey T. ve Andrew Moravcsik (2001), “A Constructivist Research Program in EUStudies?”, European Union Politics, 2 (2), 219 – 249. 
    Copeland, Dale C. (2006), “The Constructivist Challenge to Structural Realism”, Stefano Guzzini and Anna Leander (eds.), 
    Constructivism and International Relations, (Oxon: Routledge): 1 – 20. 
    Donnelly, Jack (2000), Realism and International Relations, (Cambridge: Cambridge University Press). Elster, Jon (1989), “Social Norms and Economic Theory”, Journal of Economic Perspectives, 3 (4): 99 – 117. 
    Fierke, Karin M. ve Antje Wiener (1999), “Constructing Institutional Interests: EU and NATO Enlargement”, Journal of European Public Policy, 6 (5): 721 – 742. 
    Finnemore, Martha (1996), National Interests in International Society, (Ithaca, NY: Cornell University Press). 
    Finnemore, Martha ve Kathryn Sikkink (1998), “International Norm Dynamics and Political Change”, International Organization, 52 (4): 887 – 917. 
    Goffmann, Erving (1959), The Presentation of Self in Everyday Life, (New York: Anchor Books). 
    Haas, Peter M. ve Ernst B.Haas (2002), “Pragmatic Constructivism and the Study of International Institutions”, Millenium-Journal of International Studies, 31 (3): 573 – 601. 
    Humphreys, Adam R.C. (2010), “The Heuristic Application of Explanatory Theories in International Relations”, European Journal of International Relations, 17 (2): 257 – 277. 
    Jervis, Robert (1998), “Realism in the Study of World Politics”, International Organization, 52 (4), 
    International Organization at Fifty:Exploration and Contestation in the Study of World Politics:.971 – 991. 
    Jupille, Joseph, James A.Caporaso ve Jeffrey T.Checkel (2002), “Integrating Institutions: Theory, 
    Method, and the Study of European Union”, Advanced Research on the Europeanization of the Nation-State (ARENA), Working Papers 02/27, 
    http://www.sv.uio.no/arena/english/reserach/publications/arena-publications/workingpapers/working-papers2002/wp02_27.htm 
    (17.01.2012). 
    Kratochwil, Friedrich (1993), “The Embarrassement of Changes: Neo-realism as the Science of Realpolitik Without Politics”, Review of International 
    Studies, 19 ( 1): 63 – 80. 
    March, James G. ve Johan P.Olsen (1998), “The Institutional Dynamics of International Political Orders”, International Organization, 53 
    (4): 943 – 969. 
    Mayda, Oğuz (2013), Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Katılım Sürecinin Retoriksel Eylem Perspektifinden Analizi, (Yayımlanmamış Doktora Tezi). 
    Mearsheimer, John (1994/1995), “The False Promise of International Institutions”, International Security, 19 (3): 5 – 49. 
    Miller, Edward Alan ve Jane Banaszak-Holl (2005), “Cognitive and Normative Determinants of State Policymaking Behavior: Lessons from the 
    Sociological Institutionalism”, Publius, 35 (2): 191 – 216. 
    Moravcsik, Andrew ve Milada Anna Vachudova (2003), “National Interests, State Power, and EU Enlargement”, East European Politics and Societies, 17 (1): 42 – 57. 
    Moravcsik, Andrew ve Frank Schimmelfennig (2009), “Liberal Intergovernmentalism”, Antje Wiener ve Thomas Diez (eds.), 
    European Integration Theory, (Oxford: Oxford University Press): 75 – 94. 
    Olsen, Johan P. (2007), “Understanding Institutions and Logic of Appropriateness: Introductory Essay”, Arena Center for European Studies, University of Oslo, Working Paper 13: 1 – 16. 
    Pollack, Mark A. (2006), “Rational Choice and EU Politics”, Knut Erik Jørgensen, Mark A. Pollack ve Ben Rosamond, Handbook of European Union Politics, (London: Sage Publications Ltd). 
    Price, Richard ve Christian Reus Smith (1998), “Dangerous Liaisons, Critical International Theory And Constructivism”, European Journal of International Relations, 4(3): 259 – 294. 
    Risse, Thomas (2000), “Let’s Argue!: Communicative Action in World Politics”, International Organization, 54 (1), 1 – 39. 
    Risse, Thomas (2009), “Social Constructivism and European Integration”, Wiener, Antje ve Thomas Diez, European Integration Theory, (Oxford: Oxford University Press): 159 – 176. 
    Ruggie, John Gerard (1988), “What Makes the World Hang Together? Neo-Utilitarianism and the Social Constructivist Challenge”, International Organization, 52 (4): 855 – 885. 
    Schimmelfennig, Frank (1999), “The Double Puzzle of EU Enlargement, Liberal Norms, Rhetorical Action, and the Decision to Expand to the East”, Darmstadt University of Technology, Paper Presented at the ECSA Sixth Biennial International Conference, Pittsburgh: 1 – 50. 
    Schimmelfennig, Frank (2001), “The Community Trap: Liberal Norms, Rhetorical Action, and the Eastern Enlargement of the European Union”, International Organizaton, 55 (1): 47 – 80. 
    Schimmelfennig, Frank (2003a), The EU, NATO and the Integration of Europe: Rules and Rhetoric, (Cambridge: Cambridge University Press) 
    Schimmelfennig, Frank (2003b), “Strategic Action in a Community Environment, The Decision to Enlarge the European Union to the East”, Comparative Political Studies, 36 (1-2): 156 – 183. 
    Schimmelfennig, Frank (2008a), “Entrapped Again: The Way to EU Membership Negotiations with Turkey”, UCD Dublin European Institute Working Paper, 08-8, 1 – 28. 
    Schimmelfennig, Frank (2008b), “EU political accession conditionality after the 2004 enlargement: consistency and effectiveness”, Journal of European Public Policy, 15 (6), 918 – 937. 
    Schimmelfennig, Frank, Engert, Stephan ve Knobel, Hesko (2003), “Costs, Commitment and Compliance”, JCMS, 41 (4), 661 – 679. 
    Schimmelfennig, Frank ve Sedelmeier, Ulrich (2002), “Theorizing EU Enlargement: Research, Focus, Hypotheses, and the State of Research”, Journal of European Public Policy, 9 (4): 500 – 528. 
    Schimmelfennig, Frank ve Sedelmeier, Ulrich (2005), The Politics of European Union Enlargement, Theoretical Approaches, (Oxon: Routledge). 
    Schimmelfennig, Frank (2008), Entrapped Again: The Way to EU Membership Negotiations with Turkey, UCD Dublin European Institute Working Paper 08-8, July 2008. 
    Schimmelfennig, Frank ve Thomas, Daniel C. (2009), “Normative Institutionalism and EU Foreign Policy in comparative perspective”, International Politics, 46 (4), 491 – 504. 
    Waever, Ole (2009), “Discursive Approaches”, Wiener, Antje ve Thomas Diez, European Integration Theory, (Oxford: Oxford University Press): 197 – 215. 
    Wendt, Alexander (1999), Social Theory of International Politics, (Cambridge: Cambridge University Press). 
    Zürn, Michael ve Jeffrey T.Checkel (2005), “Getting Socialized to Build Bridges: Constructivism and Rationalism, Europe and the 
    Nation-State”, International Organization, 59 (4), International Institutions and Socialization in Europe: 1045 – 1079. 

    Oğuz Mayda 
    • Ankara Üniversitesi SBF Dergisi • 68-4 
    • Uluslararası İlişkiler Kuramlarında Sentez Metodu .. 189 
    http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/42/1884/19776.pdf

    DİPNOTLAR:

    1 Pozitivist varsayımlara dayanan sosyal inşaacı yaklaşım için bkz.: (Finnemore, 1996); (Wendt, 1999). 
    2 Humphreys, açıklayıcı kuramların da aslında yarı-tümdengelimci olduğunu ve bu nedenle belli höristik kaynakları kullandıklarını, makul 
    açıklamalar sunmak için kuramların höristik kullanılması gerektiğini öne sürmektedir (Humphreys, 2010: 271, 272). 
    3 Klasik realist “güvenlik” (Donnelly, 2000: 10), (Mearsheimer, 1994/1995: 7) ve “güç dağılımı” (Schimmelfennig, 2003a: 32) yaklaşımları, 
       “kulüp kuramı” (Buchanan, 1965: 3) , “liberal hükümetlerarasıcılık” (Moravcsik ve Vachudova, 2003: 43) ve yeni kurumsalcılığın “rasyonel seçim” 
        gibi sürümleri. 
    4 Pollack’a göre AB’nin kuruluş dönemlerindeki yeni işlevselci-hükümetlerarasıcı tartışmasının yerini bu yeni “büyük tartışma” almıştır 
    (Pollack, 2006: 44). 
    5  Jervis, sosyal inşaacıların tüm norm ve fikirlerin mutlak doğruyu işaret ettiği gibi bir iyimserlik içinde olduğuna işaret ederek, hem devrimci 
    hem de ölümcül sonuçları olan norm ve fikirlerin göz ardı edildiğini, “Hitler Almanya’sının ya da Stalin’in Sovyetler Birliği’nin” güçlü 
    elitlerce yayılan fikir ve normların kaynağı olduğunu görmek gerektiğini iddia etmektedir. Bkz.: (Jervis, 1998: 974). 
    6 Finnemore ve Sikkink, normların oluşturucu etkilerine vurgu yaparken, normların rasyonalite ve rasyonel seçimin zıddıymış gibi 
    algılanmasına karşı çıkmakta, rasyonalitenin hiçbir belirgin normatif etki ve değişimden ayrıştırılamayacağını savunmakta ve süreci 
    “stratejik sosyal inşaa” olarak adlandırmaktadır. Bkz.: (Finnemore ve Sikkink, 1998: 888). 
    7 Neorealizme göre çıkarları ve davranışları dışsal etkiler belirler. 
    8 Neorealizmde aktörün yapıya etkisi söz konusu değildir. Yapı davranışları belirlemektedir. 
    9 Sosyal İnşaacılığın, çıkarların biçimlenmesi konusunda dışsal etkenleri vurgulaması bakımından rasyonel seçimciliği desteklediği, ya da sosyal 
    eylemin öğrenme modeli/uygunluk mantığıyla gerçekleştirildiğini öne sürmesiyle rasyonel seçimden farklı olduğu gibi tartışmaların yanı sıra, 
    rasyonel seçim kuramı ile postmodernizm arasında bir orta yol olduğu yönünde farklı görüşler bulunmaktadır (Adler, 1997: 319 – 363). 
    Price ve Smith’e göre sosyal inşaacılık yaklaşımı gizli bir rasyonalizm ya da pozitivizm olmadığı gibi, temellerini eleştirel kuramdan almakta, 
    eleştirel kuramla uyumlu bir görünüm sergilemekte ve eleştirel kurama katkı sağlama potansiyeli bulunmaktadır (Price ve Smith, 1998: 260). 
    Sosyal inşaacıların bir kısmı, sistematik eğilimden kaçınmak için bilgi birikimini anlamaya dayalı, yorumlayıcı bir epistemolojik yön 
    benimsemişlerdir (Haas ve Haas, 2002: 577). Haas ve Haas aktörlerin anlayışa ilişkin farklı bakış açıları taşıyabileceğini, uluslararası 
    kurumların anlam inşaasında hem neden hem de etki olabileceğini öneren pragmatist sosyal inşaacılardır. 
    Bkz. (Haas ve Haas, 2002: 586). 
    10 Jupille, Caporaso ve Checkel, ılımlı sosyal inşaacılara örnek olarak Risse, Ropp ve Sikkink 1999 ve Johnston 2001’i örnek göstermektedir 
    (Fierke ve Weiner, 1999: 13), ılımlı rasyonalistler arasında Frank Schimmelfennig 1999, 2001 (ve Underdal, 1998) öne çıkmaktadır 
    (Checkel ve Moravcsik, 2001: 220). 
    11 Fierke ve Weiner, buna örnek olarak, Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Nihai Senedinin (Helsinki, 01 Ağustos 1975), hukuki uygulama gücü 
    olmamasına rağmen, tüm katılımcılar tarafından, ahlaki uygulama zorunluluğu nedeniyle, bir uygulama hedefi olarak ortaya çıktığını, 
    katılımcıların uygulama sözlerinin gerçeğe dönüştüğünü göstermektedirler (Fierke ve Weiner, 1999: 727). 
    12 Alexander Wendt, Michael Barnett ve Martha Finnemore uluslararası kurumları yapısal olarak değerlendiren sosyal inşaacılar arasında 
    yer alır. Bkz.: (Wendt, 1999); (Barnett ve Finnemore: 1999: 699-733); (Haas ve Haas, 2002: 573 – 601). 
    13 Benzer şekilde, Habermas geleneğinden gelen bir diğer sosyal etkileşim mantığı “tartışma mantığıdır”. 
    Buna göre aktör gerçeği aramak maksadıyla katılım sağladığı tartışmalarda, daha iyi tartışmanın gücünü kabul ederek ortak karara ulaşır 
    (Risse, 2000: 6-7). 
    14 Zürn ve Checkel, bu konuda Avrupa Birliği’nin üye olmayanlara yönelik sosyalleştirme eylemini, ikna ve sosyal öğretme ile yaptığını, 
    koşulluluk ile stratejik hesaplama ve güdülerin vurgulandığını, böylece sosyalleştirme mekanizmalarının tartışma ve pazarlık ikilemine 
    indirgendiğini iddia etmektedir. Bkz. Zürn ve Checkel, 2005: 1052, 1063, 1064. 
    15 Kopenhag kriterleri bir aday ülkenin Birliğe tam üye olabilmesi için gerçekleştirmesi gereken siyasi ve ekonomik koşullar ile uyum 
    koşulundan oluşmaktadır. Siyasi kriterler “demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlık haklarına saygı” ilkesini ve “bu ilkeleri 
    güvence altına alan kurumların istikrarının sağlanması”nı içermektedir. Ekonomik kriterler, aday ülkenin “işleyen bir pazar ekonomisine” 
    ve “Birlik içindeki rekabet baskısı ve pazar güçleriyle baş edebilme yeteneğine” sahip olmasını gerektirmektedir. 
    Buna ilaveten, aday ülkenin “siyasi, ekonomik ve parasal birliğin amaçlarına bağlılık dahil, üyelikten kaynaklanan yükümlülüklerini 
    üstlenme yeteneğine sahip bulunmasını” öngörmektedir. 
    16 6 Mart 1995 tarihinde yapılan AB Genel İşler Konseyi Toplantısında Konsey, Yunanistan’ın Türkiye ile gümrük birliği yapılması 
    konusundaki vetosunu kaldırması karşılığında Kıbrıslı Rumlar ile üyelik müzakerelerine 1997 yılında yapılacak Hükümetlerarası Konferansın 
    bitimini takip eden altı ay içinde başlanmasına karar vermiştir. 
    Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin 1998 yılında Birlik ile üyelik müzakerelerine başlaması sonrasında Türkiye’ye 1999 yılında tam üyeliğe 
    adaylık statüsünün verilmesi sorun teşkil etmemiştir. AB ile 16 Nisan 2003’te Katılım Anlaşmasını imzalayan Kıbrıslı Rum liderlerin 
    24 Nisan 2004 tarihinde Annan Planını desteklemesi için de bir neden kalmamıştır. Türkiye’nin tam üyelik hakkı ise 
    Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin AB’ye tam üye olduğu gerçeğinin Türkiye tarafından kabul edilmesi zorunluluğu ortaya çıktıktan sonra 
    verilmiştir. Ayrıntılı analiz için bkz.: (Mayda, 2013: 193 – 208). 
    17 Müzakere Çerçeve Belgesi (03 Ekim 2005) Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerine ilişkin ilkeleri, esasları, usulleri ve müzakere 
    fasıllarını belirlemektedir. Türkiye’nin Müzakere Çerçeve Belgesi’nde müzakereler; 
    a) Türkiye’nin Kopenhag Siyasi Kriterlerini istisnasız uygulaması ve siyasi reformları geri dönülemez şekilde derinleştirmesi, 
    b) AB müktesebatının üstlenilmesi ve uygulanması, 
    c) Kapsayıcı bir sivil toplum diyalogu içine girilmesi temeli üzerine kurulmuştur. 
    Üyeliğe alınan diğer ülkelere kıyasla Türkiye’ye getirilen ek koşullar; 
    a) müzakere sürecinin ucunun açık olması, 
    b) üyelik kararında Birliğin hazmetme kapasitesinin dikkate alınacak olması, 
    c) sınır anlaşmazlıklarının halledilmesi (Yunanistan ile Ege Denizine ilişkin ihtilafların giderilmesi), 
    ç) Kıbrıs Cumhuriyeti de (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) dahil tüm AB üyesi ülkeler ile ikili ilişkilerin normalleştirilmesi ve gümrük birliğini 
    tüm AB üyelerine genişletecek Ek Protokol’den doğan yükümlülüklerin yerine getirilmesi, d) kişilerin serbest dolaşımı, yapısal politikalar 
    ve tarım alanında kalıcı kısıtlamaların getirilebileceği şeklindedir. 
    18 Schimmelfennig vd. diğer iki koşulluluk mekanizmasının “sosyal etki” ve “ ulus ötesi güçlendirme ” olduğunu, fakat adaylar üzerinde 
    etkili olmadığını öne sürmektedir (Schimmelfennig vd., 2003: 498). 
    19 Normatif kurumsalcılığın “normatif tuzak” hipotezi bir üye devletin bir kez belli bir norm dizisine ya da siyasi yola taahhütte bulunması 
    durumunda, bu üye devletin bu norm tarafından sınırlandırılmasının olası olduğu ve kendi niyeti ya da mevcut tercihini bu norm aleyhine 
    kullanamayacağı yönündedir. Kuramın “ iş birlikçi pazarlık ” hipotezi ise, üye devletin kendini Avrupa ile artan şekilde tanımlaması, oy birliği 
    normu ve danışma refleksi bu ülkenin veto hakkını kullanma eğilimini azaltmakta ve siyasi kararlarını rekabet taktikleri yerine işbirliği 
    içeren taktikler dahilinde yapmaya yönlendirdiğini öne sürmektedir. (Schimmelfennig ve Thomas, 2009). 
    20 Bununla birlikte genişlemeyi elit seviyede açıklama imkanına sahip olan Retoriksel Eylemin, epistemolojisi nedeniyle Türkiye’de 
    Avrupalılaşma, kimlik dönüşümü, sosyalleşme ve sosyal öğrenme gibi makro seviyedeki değişimi açıklaması mümkün olmayacaktır. 

    ****