İRAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İRAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2021 Cuma

Küresel ABD Projeleri ve 23 Haziran Seçimi…

 Küresel ABD Projeleri ve 23 Haziran Seçimi…



Ali ERALP:

Bazı arkadaşlarım küresel proje uyarısı yapıyor bana. Ülkenin küresel tehlikelerle karşı karşıya olduğunu vurguluyor…

Ben bu konuya 20 yıl önce, 1999 yılında, Cumhuriyet gazetesinde, tam sayfa yayınlanan bir makalemle dikkat çekmiştim. 

Daha sonra da Çetin Yetkin ağabeyin çıkardığı “Müdafaa-i Hukuk” dergisinde aynı konuyu ele almıştım. İmamoğlu’nu topluma “Hain” tanıtan bazı kişilere ve çevrelere de bu makalede yanıt veriyorum:

“Yıllardır bu ulusun başına bir "küreselleşme", bir "Yeni Dünya Düzeni" belâsı sardırıldı. Cumhuriyet devrimleri unutuldu.
Amerika'nın öncülük ettiği bu "uluslararası soygun" projesi, tüm insanlığı tutsak almayı hedefleyen bu köleleştirme ideolojisi" ön plâna çıkarıldı.
Sovyetlerin yıkılışı ile dünya düzeninin de Amerika'nın güdümünde tek kutuplu bir yapıya dönüşmesi, bu çabalan iyice kolaylaştırdı.
Bütün bu oluşumların sonucunda ırkçı, dinci dalgalar yükselirken, devrimci rüzgârlar yavaşladı.

Hatta bazı solcular bile, "Artık tarihsel koşullar değişti" gerekçesiyle bu küreselleşme akımına omuz verdiler. Sosyal ve ulusal devlet kavramının 
anlamını yitirdiğini öne sürerek, uluslararası sermayenin dayattığı bu ideolojiyi baş tacı ettiler. Öylesine benimsediler ki bu yeni (!) düşünceyi, işi, Ulusal Kurtuluş Savaşımızı, Kemalist devrimin tüm kazanımlarını yadsımaya kadar vardırdılar…”
(Küreselleşme, Eğitim Ve Duyarsızlık, Cumhuriyet, 22 Kasım 1999)
   1923 Devrimi ve Kemalist Cumhuriyet yoğun bir saldırı ile karşı karşıyadır bugün. Ülkemiz ABD, AB ve yerli uşakları tarafından kuşatılmıştır. 
Birliğimiz, bütünlüğümüz, üniter yapımız yok edilmek istenmektedir.
Sevr gündemde dir. Ordu, yargı, tüm ulusumuz ateş altındadır. Vatanımız ateş altındadır.
Bütün bu baskıcı uygulamalar, programlar Amerika’nın yeryüzüne egemen olma ve ülkelerin enerji kaynaklarını talan etme planının bir parçasıdır.
Ortadoğu haritası ve Türkiye yeniden biçimlendirilmeye çalışılmaktadır.
Bin yıldır bir arada yaşayan insanların arasına etnik, dinsel düşmanlık tohumları ekilerek, uluslar yapay ayrılıklar temelinde bölünmek istenmektedir. 
Bütün bu sinsi, karanlık planlar “özgürlük, demokrasi” perdesinin arkasına sığınılarak yapılmaktadır.
ABD’nin hedefinde ulus devletler vardır. Çünkü ulus devlet demek bağımsızlık demektir. Ülke çıkarlarını korumak demektir.
Ulus devletlerin parçalanıp, devletçiklere dönüşmesi Amerika’nın dış politikasının temelini oluşturmaktadır. Uluslar parçalanmalı, etnik, dinsel, cemaatler temelinde yeniden düzenlenmelidir.
Bu amaçla ilk girişim Irak’ta gerçekleştirilmiştir. Sıra Türkiye, İran ve Suriye’dedir. Asya’nın merkezine, kalbine doğru bir yürüyüş… Kafkasların işgali ve yenidünya imparatorluğu…
Bu bir dünya egemenliği savaşımıdır. BOP planı hayata geçirilmeye çalışılmaktadır
Amerika ve yerli uşaklarının ülkemizde istedikleri gibi at koşturup, saltanatlarını sürdürebilmeleri için Türkiye’nin de Irak ve Yugoslavya gibi parçalanması gerekmektedir.
Çünkü bir düşmanı yok etmenin en kestirme yolu mezhepleri, dinleri, etnik grupları birbirine düşürerek, kendi kendilerini yok etmelerini sağlamaktır. 
Yugoslavya’da, Irak’ta, Afganistan’da ve şimdi Suriye’de yapılan budur. Türkiye’de de bu oyun sahnelenmektedir.

Bu bir “Böl, Yönet” oyunudur.

Yoksul ülkelerin bazı işbirlikçi Eşbaşkanları da bu oyunda figüran rolündedirler. Görevlerini büyük bir çaba ve bağlılıkla yerine getirmeye çalışmaktadırlar…
Çünkü onlar da bu planın bir parçasıdırlar. Bu savaşım, ABD ile birlikte onların da “var olma” ya da “yok olma” savaşımıdır. Gelecekleri buna bağlıdır.
Ortadoğu’dan ABD’nin elini eteğini çekip, kendi ülkesine dönmesi, yani emperyalizmin yenilgiye uğraması, onun işbirlikçilerinin de yok olması demektir. 
O zaman ne Talabani kalır, ne Barzani ne de Öcalan… O zaman AKP’nin esamisi (ad) bile okunmaz…
Bu açılımlar, saçılımlar, Ergenekon’lar ABD’nin Yeni Dünya Düzenini oluşturmak için yapılmaktadır.
Kürt açılımı bir ABD açılımıdır. Kürt açılımı, Ergenekon tertibi bir ABD tasarımıdır.
Bu tasarımın temelinde, çatısında, her noktasında Amerika vardır. Demokrasi, kardeşlik, özgürlük, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” gibi kulağa hoş gelen sözler bu gerçekleri gizlemek içindir.

Kürt açılımı, Lozan’ın yadsınmasıdır. Sevr’dir.

(Emperyalizm, Malta sürgünleri ve Ergenekon, 08.02.2010 - Müdafaa-i Hukuk Dergisi)

Şimdi de gelelim günümüze: Bu “Küresel proje” uyarısı karşısında, bir değerli arkadaşıma verdiğim yanıtımı buraya yeniden alacağım:
“Sevgili Serap, küresel projeyi de görelim, Türkiye'nin şu anda içine düştüğü bataklığı da... Öncelikle vatanımızı yobazların, din satıcılarının elinden kurtaralım. Onlara MHP gibi koltuk değnekliği yapmayalım ve asla AKP genel başkanının bir BOP EŞBAŞKANI olduğunu unutmayalım.

Elbette yanlış yolda yürüyenlere, yanlış çizgi izleyenlere eleştirilerimiz olacaktır. Ki ben bunu makalelerimde defalarca yaptım. Yapıyorum. 
Ama ÖNCELİKLERİ iyi belirlemek gerekir... Her şeyin bir zamanı var...”
Bu açıdan bakılınca, ben şu anda ülkemizi bataklığa çeviren AKP ve onun uygulamalarına tek laf etmeyip, İmamoğlu’nu ve CHP’yi “Hainlikle” suçlayanları, seçimlerde “tarafsız” kalarak Binali Yıldırım’ın değirmenine su taşıyanları kınıyorum.
Din tüccarları, yobazlar, yalancılar, talancılar ve daha önemlisi BOP EŞ BAŞKANLARI ile antiemperyalist mücadele verilemez diyorum.

(alieralp37@gmail.com)
***

25 Aralık 2020 Cuma

Türk-Rus ilişkileri dönüm noktasında..

Türk-Rus ilişkileri dönüm noktasında.. 



Prof.Dr.Sait Yılmaz 
02 Şubat 2019 



 Giriş.. 
Çok önemli eşikler yaklaşana kadar Türkiye ile ilgili makale yazmaktan kaçınıyoruz. 
Ama yaşanan bilgi kirliği içinde neler olduğunu kendi dilimizle topluma anlatma sorumluluğu hissediyoruz. Bu yüzden, çok fazla detaya inmeden olanları anlatmaya çalışacağız. 
Hâlihazırda Türkiye, üç konuda köşeye sıkışmış durumda; 

 - Ekonomik darboğaz. 
 - ABD ve Rusya ile ilişkileri. 
 - Suriye’de beklenen gelişmeler. 
 Bunların hepsi birbiri ile iç içe ve çok yakında önemli gelişmelere ve hatta Rusya ile önemli bir gerilime yol açabilir. Hatta bu gelişmeler Mart ayı sonrasında Türkiye’nin iç ve dış politikasında yeni açılımların habercisi olabilir. Ne demek istiyoruz, anlatalım. 
 Türk Ekonomisi dış politika tercihlerimizi zorluyor.. 
Türkiye’nin şu anki güncel dış borcu 408 milyar dolar ve bu borcu çevirebilmesi yani borcu borç ile kapatabilmesi ve diğer acil ihtiyaçları için kısa vadede 50 milyar dolara ihtiyacı var. Bu parayı temin edecek dış adresler artık azaldığı için (ilgili bakan her ne kadar algı yönetimi dese de) IMF’nin kapısı çalındı. IMF’nin ise önce siyasi sonra teknik istekleri var. 

Siyasi istekler şu şekilde sıralanıyor; 

 - Tarafını seç; hem Batı ittifakının nimetlerinden yararlanıp, hem Rusya ile hareket edemezsin. 
 - Suriye odaklı başta olmak üzere Kürtlerle (YPG/PKK) barış süreci başlat, 
 - Doğu Akdeniz’de Batılı enerji şirketlerinin faaliyetlerini engelleme, 
 - Kıbrıs’ta çözümün yanında ol (Türkiye’nin çözümsüzlüğü istediğini iddia ediyorlar). 

 Bunların yanında teknik istekler ise istikrar paketi ve yapısal dönüşüm kapsamında tedbirlerin uygulanması yani IMF’nin ekonomik acı reçetesi anlamına geliyor. Burada en dikkat çekici konu ise Batılı şirketlerin Türkiye’nin elinde kalanları da yağmalaması için doların acilen devalüe edilmesi. IMF’nin resmi beklentisi şu an doların 10.21 TL civarına çıkarılması. Ekonomistler ise bunun 8-10.5 TL arasında olmasını bekliyorlar. 
 Türkiye bunlara ‘hayır’ demiyor sadece seçim sonrasına bırakılmasını istiyor ama 
paranın yarısını hemen istiyor. IMF ise ‘stand-by anlaşması yapılmadan para yok’ diyor. 
Türkiye’nin seçim öncesi böyle bir anlaşma imzalaması beklenmiyor. 
 
Özetle, Türk ekonomisi seçim öncesi dönemde ayakta durmaya çalışırken Mart sonrası için iyi sinyaller vermiyor. Ekonomimizin asıl sorunu üretmeyen yani tüketime dayalı olması. 
Her ne kadar ‘ihracatımız yerinde’ yani azalmadı diye övünülse de ithalat geriye gitti çünkü döviz yok. Bunun anlamı dışarıdan ithal edilen ara mala diğer adı ile montaj sanayiye dayalı ihracatımız da her an çökebilir. Son iki üç aydır pansuman paralar ile döviz rahatladı. Ancak, elde döviz rezervi azalınca şirketler büyük projelerden çıkmaya hazırlanıyor. 

Türk-ABD ilişkileri nasıl ilerliyor? 

 Türk-ABD ilişkileri çok çalkantılı ve öngörülemez şartlarda devam ediyor. Bunun 
temel sebeplerinden birisi Amerikan yönetiminin kendi içindeki derin çatlaklar. Trump yönetimi ile ABD istihbarat ve güvenlik aygıtı farklı politikalar peşinde. Hatta Trump’ın en yakın çalışanları bile başına buyruk hareket ediyor. 

Yani karşımızda tek bir ABD yok. 

Eskiden ABD ile yapılan görüşmelerde bütüncül bir yaklaşım ile paket halinde anlaşılırdı. 
Şimdi ise bir konuda anlaşsak bile diğer konular da sorunlar devam ediyor. Hatta belirli bir konuda bile ABD’nin ne yapmaya çalıştığını anlamak çok zor. Örneğin Suriye konusundaki gelişmelere bakalım; 
 - Önce Trump, ‘Suriye’den çekileceğiz’ dedi. 
 - Sonra ABD içinde Kürtler konusunda tepki alınca ‘Türkiye’yi ekonomik olarak 
ezeriz’ ifadesini kullandı. 
 - Yakın zamanda ise ‘(Kürtleri korumak için) Suriye’de tampon bölge kuracağız’ 
açıklaması yaptı. 
 Peki, ABD Suriye’de ne yapmak istiyor? 
 - Suriye’de Kürt kartını İran’a karşı kullanmak için hala YPG/PKK’nın hamisi rolünü oynamaya devam etmek istiyor. 
 - Türk-Rus ilişkilerinin ne kadar kırılgan olduğunun farkında ve yakından izleyerek, 
Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak istiyor. Nitekim IMF’ye başvurmamız ona bu fırsatı verdi. 

 ABD, Suriye’de Türkiye’den iki şey istiyor; 

 - Kürtleri Esat ve Ruslara bırakma, doğrudan görüş ve Kürt özerkliğini legalize et. 
 - Rusya ile ilişkilere son ver, Suriye’de taraf değiştir. 
 ABD, Türkiye ve Rusya ilişkilerini izlerken şu sonuca vardı; Türkiye iki büyük güç 
arasında bir denge sağlayamıyor sadece Rusya ile ilişkilerini ABD’ye karşı şantaj olarak kullanıyor. Türk-Rus ilişkileri bir ittifak değil, çeşitli paketlerden oluşuyor. 

Bu Paketler; 

 - Rusya’nın müsaadesi ve izni ile önce Fırat Kalkanı bölgesine, 
 - Daha sonra Afrin bölgesine girilmesini ve 
 - Soçi Anlaşması kapsamında İdlib’teki cihatçıların (Sünni savaşçı) temizlenmesini içeriyordu. 

 Bunların hepsi Suriye’nin bütünlüğünü kapsayan bir genel siyasi barış planını 
destekleyecekti. Nitekim Rusya uzun zamandır paket anlaşmalar gereği, Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Afrin Bölgelerinden çıkmasını ve buraları Esat’a teslim etmesini istiyor. 

Örneğin 

(Rus medyasının iddiasına göre) Türkiye, Afrin bölgesinde üç haftada 10 km. ilerleyemeyince Ruslar, YPG/PKK’yı Tel-Rıfat’a çektiler ve böylece Türkiye bir haftada boşalan bölgeye yerleşti. Ardından Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un Türkiye’nin Afrin’den artık çekilmesi gerektiği açıklaması gelmişti. 

 Durumu yakından izleyen ABD yönetimi, işte bu noktada Türk-Rus ilişkilerinin bir 
ittifak olmadığını ve ne kadar kırılgan olduğunu gördü. Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerini ABD’ye karşı şantaj olarak kullandığını anladı. 
 Burada bir ara bilgi vermeden geçmeyelim. Trump’ın Fırat’ın doğusu konusunda ani çekilme kararının arkasında Kaşıkçı olayı nedeni ile yaşadığı şantaj etkili olmuştu. Bu şantajın diğer ucunda Suudi Arabistan daha da özelde Prens Salman vardı. Salman o dönemden beri boş durmuyor, Türkiye aleyhinde elinden geleni yapıyor. 

 - YPG/PKK bölgesine her ay milyarlarca dolar yardım gönderiyor. 
 - İdlib bölgesindeki cihatçıları Türkiye’ye karşı ayaklandırdı ve Suudilerin adamları İdlib’in %70’ini ele geçirdi. Yani bu bölgeyi temizlememiz ya da yeni bir etki bölgesi yaratmamız artık çok zor gözüküyor. 
 - Başta İsrail, ABD ve Almanya olmak üzere yabancı istihbarat servislerine büyük 
paralar ödeyerek Ankara aleyhinde 15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili belge ve kayıt topluyor. 

 Ortadoğu’da ABD, İsrail, Suudi Arabistan, Mısır ve Körfez ülkeleri bir tarafta; Rusya, İran, Türkiye ve Katar ise diğer tarafta bulunuyor. Türkiye ve Katar, Sünni olmakla birlikte Müslüman Kardeşleri yakınlığı nedeni ile diğer taraftaki Sünnilerden ayrılıyorlar. 

 YPG/PKK üzerine oyunlar.. 

 Rusya, Türkiye ve İran’ı Astana’da bir araya getiren ve bugüne kadar işbirliğini devam ettiren Astana Süreci’ndeki ortak mantık şu idi; Suriye konusu ülkenin toprak bütünlüğü içinde çözülecek ve üç ülke bu barışın garantörü olacaktı. 
 Rusların bu ortak mantık çerçevesinde Türkiye’den beklentileri şunlar; 

 - Fırat Kalkanı ve Afrin bölgelerini terk et. 
 - Soçi Anlaşması’nda söz verdiğin gibi İdlib’i yabancı savaşçılardan temizle. 
 - Fırat’ın doğusu seni ilgilendirmez, burası Esat’ın sorunudur. 

Son isteğini desteklemek için Ruslar, Türkiye ile Suriye yönetimi arasında yapılan 
Adana Mutabakatı’nı gündeme getirdi. Mutabakat 1998’de yapılmıştı ve Aralık 2010’da yenilenmiş, Nisan 2011’de yani Türkiye, Suriye’ye müdahil olmadan birkaç ay önce yürürlüğe girmişti 1. Peki, mutabakat neden önemli? Anlatalım. 

1 Söz konusu dokumana ulaşmak için; 
   https://tr.scribd.com/document/391746593/Syrian-Turkish-Adana-Agreement 

- Mutabakat ile Suriye yönetimi de PKK’yı terör örgütü olarak kabul ediyor ve 
önlemek için elinden gelen her şeyi yapacağını vaat ediyor. 
- Mutabakat’ın gizli olan maddelerinden sonuncusuna göre; eğer Türkiye, Suriye’nin aldığı tedbirlerden tatmin olmazsa Suriye sınırı boyunca karşı toprakların 5 km. derinliğinde bir bölgeye müdahale edebilir ve güvenlik kuşağı kurabilir. 
 Ruslar, bu mutabakatı göstererek ‘Siz Fırat’ın doğusuna müdahale etmek yerine 
Kürtlerin Esat ile anlaşmasına izin verin çünkü Esat zaten YPG/PKK’yı terör örgütü olarak kabul ediyor ve bu öncelikle onun yükümlülüğü’ diyorlar. 
Özetle, Suriye’de Rusya kendi çözümünü Türkiye’ye dayatıyor. Türkiye’nin başından beri Fırat’ın doğusuna girmek gibi bir niyeti olmadığı zaten belli ve girmeyeceği bekleniyor. 

Çelişki Suriye’nin bütünlüğünü savunan Türkiye’nin hem kontrol altına aldığı bölgelerden çekilmemesi hem de Esat ile görüşmeye bir türlü yanaşmaması. Geçen zamanda içinde Türkiye’nin Suriye politikaları YPG/PKK meselesini ABD, Rusya ve Suriye’nin de meselesi haline getirdi. 

Rusya ve ABD’nin Suriye’deki nihai barış ile ilgili bir gizli planları olduğunu 
biliyoruz. Anlaşamadıkları nokta Kürtlere istediklerini vermek değil, bunu kimin vereceği yani kimin hamileri kalacağı. Ruslar bu yönde yakın zaman önce Hmeymim askeri üssünde YPG/PKK liderleri ile bir araya geldi ve Esat rejimi ile anlaşmasını sağlamaya çalışıyorlar. 

ABD ise YPG/PKK’lılara ‘Sakın Esat’a gitmeyin’ diyor. İki arada kalan YPG/PKK, 
kendilerine bağımsızlık bile vereceğini söyleyen ABD’ye yakın ama Ruslar da ‘Eğer Esat ile anlaşmazsanız sizi Türkiye’ye bırakırız’ şantajını yapıyor. 

ABD, YPG/PKK’yı İran senaryosu çerçevesinde kullanmak için elinde tutmak istiyor. 
Bu yüzden, Fırat’ın doğusundan çekilmeyecek, ABD güvenlik aygıtı buna izin vermeyecek. 
ABD’nin çekilmesi ancak Türkiye’nin Esat ile Kürtlerin geleceği konusunda anlaşması ile mümkün olabilir. Bu nedenle, ekonomi üzerinden şantaja devam ediyorlar. Trump’ın danışmanı Bolton ve senatör Lindsay Graham’ın Ankara ziyaretlerinin amacı buydu ve Amerikan kamuoyuna yaptıkları açıklamalarda oyunun adını koydular; ‘Kürtleri ezdirmeyeceğiz.’ 

Büyük hesaplaşma öncesi Türk-Rus ilişkileri.. 

 Türk-Rus ilişkileri sadece Suriye özelinde değil, çok boyutlu olarak önemli sorunlar yaşıyor. Genel çerçevede Türk-Rus ilişkileri özellikle geçen Mayıs ayından beri oldukça sıkıntılı ve karşılıklı güven sıfır seviyesinde. Suriye ile ilgili yukarıda sıraladığımız talepleri sorunların sadece bir kısmı. Ruslara göre, Ankara Suriye’de hiçbir sözünü yerine getirmedi. 

Ruslar, Türkiye’nin Suriye’de girdiği bölgelerden gerçekten çıkacağını sanıyordu ama öyle olmadı. 
 Ruslar, Ankara-Washington gelişmelerini yakından izliyor ve acele tepki vermek 
istemiyorlar. Ancak, ABD ile ilişkilerimizden rahatsızlar, ne konuştuğumuzun peşindeler. 
Ruslar, Türkiye’nin Rus kartını ABD’ye karşı şantaj olarak kullandığını düşünüyor. Üstelik Türkiye ekonomik soruları nedeni ile gittikçe ABD ve Batıya kayıyor. 

Öte yandan; 

 - Ruslardan S-400 ya da benzeri bir silah sistemi alacağımızı ama şifrelerini ABD’ye teslim edeceğimizi düşünüyorlar. 
 - Türkiye hala Akkuyu nükleer santral projesi için gerekli parayı bulamadı. 
 - Ruslar enerji hattını Karadeniz’e döşediler ama Türk Akımı II için hala ticari bir anlaşma yok. 

 Rusların büyük planı (Avrasyacılık), Türkiye ve İran’ı bir potada kontrolünde tutmak, bunu diğer Türk Cumhuriyetlerine reklam olarak kullanmak ve böylece Rus realizmi gereği her coğrafyada çıkarlarını maksimize etmektir. 

 ABD’nin planı ise Türkiye’yi karşı ittifaktan koparmak ve İran planına dâhil etmek. Suudiler ise Ankara’nın Arap dünyası liderliği planına son vermek istiyor. Türkiye’nin Şii İran ve Rusya ile aynı tarafta uzun süre kalmayacağı öngörülüyor ve büyük hesaplaşma çok uzak değil. Bu hesaplaşma sanıldığı gibi taraflar arasında değil, Türkiye ve Rusya arasında yaşanacak. 

  Rusya, Türkiye’nin ABD ile ilişkileri konusunda kendisine dürüst davranmadığını 
düşünüyor. İlave olarak aşağıdaki üç konuda Türkiye’nin Rusya’ya ihanet ettiğini algılıyor. 
 - Ekümenikliğini kabul etmediği halde İstanbul’daki Rum kilisesinin Ukrayna 
kilisesini kendisinden koparmasına izin vermesi (kilise birliğini bozması). 
 - Kerç Boğazı sorununda Ukrayna yanında yer almamız ve bu ülkeye insansız hava aracı satmamız. (Ruslar bu konuda; ‘Savaşın bitmesine yardımcı olmayacak’ açıklaması ile yetindiler). 
 - NATO’nun Karadeniz’deki Rusya aleyhine faaliyetlerine gönülden destek vermeye başlamamız. 
 
   Burada Rusya ile ilişkilerimiz konusunda bir öz eleştiri yapalım. Ruslar, NATO üyesi olsa da güçlü bir Türkiye’nin kendi çıkarlarına da hizmet edeceğini görecek kadar realistler. 

Ancak biz, ABD ile olduğu gibi Rusya ile de ilişki kurmayı bir türlü öğrenemedik. Ruslar hakkındaki temel bazı hususları bile hala Soğuk Savaş mantığından kurtulamayan Batılı kaynaklardan öğreniyoruz. Rusya konusunda ne uzmanlarımız ne de kurumsal diyalog kanallarımız var. İşte bu yüzden yani kurumsal diyalogun geliştirilmesi için İstanbul’da Türk-Rus Yüksek İstişare Kurulu’nu teşkil ettik 2. 

2 İnternet adresinden kurul ile ilgili bilgilere ulaşabilirsiniz; https://www.rebtek.org/yuksek-istisare-kurulu/ 

 Sonuç..
 
 Makalemizi daha fazla uzatmadan sonuca gelelim. Kötüye giden ekonomik şartları bir kez daha Türkiye’yi çok önemli bir eşikte Batıya yanaşmaya ve Ruslara sırtını dönmeye zorluyor. Eğer ilişkilerimiz tersine dönerse, Ruslar; turizm, nükleer santral ve ekonomik yaptırımlar ötesinde çok daha radikal yaptırımlara başvurabilirler. Örneğin, Türkiye’nin derhal Suriye’de bulunduğu bölgelerden çıkmasını talep edebilir, Suriye hava sahasını kapatabilir ve Esat rejimi ile birlikte İdlib’e harekâta ve hava saldırılarına başlayabilirler. 

 Ankara’ya tavsiyemiz ise 2011’den beri aynı; Türkiye’nin güçlü bir Suriye’ye ihtiyacı var ve bunun çaresi Esat ile anlaşmak. Bu hem ABD’nin bölgeden çekilmesini hem de Rusları tatmin edecek bir çözümü sağlar. Böylece Suriye ile birlikte çözüm konusunda ABD kartını ve Rusya üzerinden ilişkiyi devreden çıkarıp, YPG/PKK’nın elimine edilmesi ve diğer çıkarlarımız konusunda ortak bir yol haritası izleyebiliriz. 

Unutmayın, biz Suriye ile komşuyuz. 


***

4 Aralık 2020 Cuma

Adb Irak İşgali 3 YILI

Adb Irak İşgali 3 YILI 




İşgalin 3. Yılında Pandora'nın Kutusundan Çıkanlar,

Mete Çubukçu,


Irak’ın durumu ile ilgili yapılacak değerlendirmeler artık “wishful thinking”i aşmış durumda. Durum tahminlerimizin ötesinde bir vehamet içeriyor.
Çünkü, reel politikacıların, düşünce kuruluşlarının ya da Amerikan politikasını yürütenlere yön verenlerin stratejilerinin iflas ettiğini söylemek 
“niyet beyanından”, “biz söylemiştik” ten öte bir şey.

Tabii ki Irak’ın işgalini hâlâ başarı olarak görenler, savunanlar var. Ama hiçbir aklı selim sahibi -ki buna neoconların fikir babaları, neocon politikayı 
dışarıdan destekleyenler de dahil- Irak’taki içler acısı durumu inkar edemiyor.
ABD Dışişleri Bakanı Rumsfeld “Irak’ta her şey yolunda” diyor kaçınılmaz olarak. İşgal destekçileri ise ondan öteye giderek Irak’ta “neleri başardıklarını” 
sıralıyorlar. Ama onların reel politik bakış açısıyla 3. yılda geriye dönüp baktığımızda önümüze çıkan manzara ve rakamlar onların bile içinden 
çıkamayacakları bir bilançoyla karşı karşıya geldiklerini ortaya koyuyor.
Amerika’nın Irak’ı işgalini destekleyenler, işgalin yolunda gitmemesini 3 yıldır olmadık bahanelerle savunanlar, geriye dönüp baktıklarında savunmalarını 
genelde 4 noktada topluyorlar;

1. İşgal Saddam Hüseyin gibi bir diktatörü devirmiştir.
2. Çağdışı bir rejim yıkılmıştır.
3. Saddam Hüseyin sonrası Irak bölgede tehdit olmaktan çıkmıştır.
4. Demokrasiye geçilerek seçimler yapılmıştır.

ABD yönetiminin 3. yıldaki en önemli ikilemi şudur: “Irak’tan çekilirsek iç savaş çıkar ve kontrolü kaybederiz”; Irak’tan çekilmedikçe işgale karşı direniş yükselecek ve kaos artacaktır. Önümüzdeki dönemde Amerikan politikacılarının en temel tartışma konusu bu olacaktır.

Çekilme: Ortadoğu’yu yeniden işgale kalkışan güçlerin her şeye rağmen Irak’tan kısa vadede çekileceklerini beklemek hata olur. Nitekim Bush bile 2009 yılına kadar Irak’ta kalacaklarını saklamıyor. Tüm başarısızlığa rağmen çekilme ABD İmparatorluğu’nun prestij ve morali açısından kaldıracağı bir durum değil. Üstelik, İran gibi yeni bir hedefin (Amerika’ya kafa tutacak Irak’tan çok farklı bir ülkenin) yanı başında durduğu coğrafyayı hemen boşaltması beklenemez. Bazılarının iddia ettiği ve çoğunlukla komplo-kaos teorisine dayanan “ABD’nin bölgedeki kriz üzerinden politikasını yürüteceği ve dolayısıyla Irak’taki kaos ortamının bilinçli olarak körüklendiği” tezinin hiçbir dayanağı mevcut değil. Çünkü Irak’taki durum kontrol altına alınmadıkça Amerikan kamuoyu tepkisinin giderek arttığı görülmektedir. Üstelik, Irak’taki petrolü bir an önce kontrol altına alıp dünya piyasalarına sürmek ve piyasalar üzerinde daha etkin bir kontrol sağlamak isteyen ABD ve küresel şirketler için Irak işgalinin umulduğu gibi gitmemesi uzun vadede kendilerinin aleyhine dönecek bir silah gibi durmaktadır. Bush yönetiminin, İran ve Suriye üzerindeki baskısını arttırması belli bir politikanın ürünüdür ama askerî olarak Irak’ın kontrol altına alınamaması ABD’nin bilinçli bir politikası değildir.

İç Savaş: Ancak, ABD’nin Irak’tan çekildikleri takdirde “bir iç savaşın yaşanacağı” tehdidini ve medya aracılığıyla bu dezenformasyonu yayarak özellikle uluslararası kamuoyunu ikna etmeye çalıştığı bilinmektedir. Bu dezenformasyondan Türkiye kamuoyu da nasibini almaktadır. Irak’ta var olan koşullarda zaten bir iç savaş yaşanmaktadır. Yaşanan iç savaşın derinleşmemesi, kitleselleşmemesi, şimdilik bazı Şii (Sadr gibi) ve Sünni (Sünni Ulema Birliği) liderlerin çabalarına bağlı olup kısa süre sonra bu çaba da sonuçsuz kalma ihtimaline sahiptir.
İşgali savunanların bir diğer argümanı ise her şeye rağmen Saddam Hüseyin diktatörlüğünün yıkılmış olmasıdır. İşte bu sav birbirini ile ilişkisiz iki gerekçenin bir arada savunulmasıdır. Tarihi, geçmişi, insanları, doğal kaynakları ile yok olmaya doğru giden bir ülkenin işgali Saddam Hüseyin’in devrilmesi ile haklı gösterilmeye çalışılmaktadır.

Seçim: Irak’ta seçim yapmayı bile başarı sayanlar, indirgemeci bir mantıkla demokrasiyi sadece seçimlerle özdeşleştirmektedir. Oysa seçim demokrasinin sadece bir unsurudur. Üstelik Irak seçimleri ülkeyi birleştirmeye değil bilakis parçalanmaya yaklaştırmış, tüm etnik ve dinî gruplar sadece kendilerini temsil edenlere oy vermiştir. Bu da Irak’ı iç sınırları çizilerek üç saflı hale getirmiştir. İyad Allavi’nin liderliğindeki laik ve farklı grupların oluşturduğu cephe Meclis’te 25 sandalye kazanmış dahi olsa bu birliktelik sembolik olmaktan öteye gidemeyecektir. Çünkü Iraklı Araplar mezheplerine, Kürtler etnik kimliklerine göre hareket etmektedir.

Ordu: Bu saflaşma askerî olarak de netleşmiş ve Irak ordusu ve polisi olarak algılanan güçler aslında Şii ve Kürtlerin kendi güvenlik güçleri olup her grup kendi içinde silahlı olarak da bölünmüştür. Üstelik Irak ordusu denilen yapı içinde barınan Ölüm Mangaları özellikle Bağdat civarında Saddam Hüseyin’i aratmayan toplu katliamlara imza atmaktadır. Bu ölüm timlerinin birçoğu yönetimde hakim olan Şii grupların içinden çıkarken, hükümetin kontrolü ve bilgisi dahilindedir. Sayıları 100 bin civarında olan Irak Ordusunun, karşısında ise 30-40 bin militan ve 100 bine yakın milisin bulunduğu bir direnişçi bloku söz konusudur.
Anayasa: Anayasadaki muğlak ifadeler de ileride karşımıza çıkacak çok parçalı, her grubun kendi yorumuna göre yön vereceği ve parçalanmayı hızlandıracak bir metin olarak durmaktadır. Hem adem-i merkeziyetçi hem de gevşek bir federatif yapıyı öngören Anayasa kendi içinde çelişkili maddeler ve ifadelerle dolu olup uygulanması neredeyse imkansız gibidir. Aralık ayında yapılan bir seçimin sonucunda hâlâ bir hükümetin kurulamamış olması da ülkenin tüm bu saydığımız segmentlere ayrılmasının bir sonucudur.

Bu ayrışmanın sonucunu şimdiden görmekteyiz. Ancak Amerikan işgali devam ettiği sürece kaosun derinleşeceğini söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Irak’ta Kürtler hariç diğer gruplar bir an önce işgalin sona ermesini temel koşul olarak öne sürmektedir.

Yeni Aktörler: Tüm bunların yanı sıra Irak’ın mevcut durum dolayısıyla bölgede ortaya çıkan yeni aktörlerin yol açacağı yeni oluşumların önümüzdeki dönemde nasıl davranacaklarının hâlâ belirsiz olmasını gösterebiliriz. Çünkü önümüzdeki yıllarda bölgenin geleceğinde rol oynayacak yeni bileşenler ortaya çıkmıştır:

1. Bölgede, Pakistan’dan başlayarak, İran, Irak, Suriye, Lübnan, Bahreyn, Suudi Arabistan’a uzanan bir çizgide ortaya çıkan Şii Kuşağı,

2. Irak, Türkiye, Suriye ve İran’daki Kürt Kuşağı,

3. Arap kimliğinin yitirilmesinden sonra Irak’ta ortaya çıkan İran etkisi.

Bu üç önemli gelişme Türkiye’yi içine alan bir eksende (sadece Kürt ekseni ile değil) etki yaratma kapasitesine bağlı olup yine sadece Türkiye’nin kendi inisyatifi ile politika oluşturabileceği ya da aşabileceği bir durum değildir. Her ne kadar kadar AKP hükümeti bütün bölgedeki hükümetler ve kendine yakın hareketler (Hamas gibi) üzerinde etki kurup bölgesel bir aktör olmaya soyunsa da yukarıda saydığımız üç argüman nedeniyle Türkiye hem siyasi hem de ekonomik olarak kendi başına bu rolü üstlenebilecek bir durumda değildir. AKP hükümeti başından itibaren yürüttüğü dış politika üzerinden iç politika yürütme yeteneğini yitirmiş gibi görünürken, konjonktürel olarak Irak’ın işgali ve Avrupa Birliği üzerinden yaratmaya çalıştığı ve bir oranda da başardığı olumlu rüzgarın hızından yorulmuştur. AB rüzgarı bir yana konacak olursa, AKP hükümetinin Ortadoğu’ya yönelik perspektifinin olup olmadığı hâlâ tartışma konusudur. Hükümet, danışmanları aracılığı ile bir “Osmanlı uzlaşması” benzeri orta çaplı emperyal bir hülya ve anakronik bir hareket tarzıyla mı hareket etmektedir, yoksa Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, iflas etmiş ve uygulaması çok tartışılır hale gelen Büyük Ortadoğu Projesi üzerinden mi? Ya da görece bağımsız bir tavır mı takınacaktır. Örneğin, olası bir İran krizinde ne yapılacağı bilinmemektedir. Özellikle de medyaya yansıyan ve Irak işgali öncesi 25 milyar üzerinden yapılan ve rakam çok yüksek bulunarak reddedilen “at pazarlığı” sonrası.

Olası bir kriz sırasında Türkiye’nin önceliği tabii ki kendi Kürtlerinden kaynaklı olarak Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ve onun hemen yanı başındaki İran Kürtleri olacaktır. Bu yüzden işgalin 3. yılında Türkiye kendi Kürtlerine yönelik gerekli açılımları yapmak zorundadır. Zira işgal Kürt meselesini sadece Türkiye’nin kendi iç meselesi olmaktan çıkarmış ve yine Irak Kürtleri’ni de aşmıştır.
Bu yüzden bir Şii ekseni Türkiye’yi dolaylı olarak etkileyecek bile olsa Kürt ekseninde Türkiye’ye doğrudan muhatap olacaktır. Irak’ı işgal etmeyerek ve asker göndermeyerek onurlu bir tavır sergileyenlerin aksine, işgale bulaşılmadığı için hâlâ üzülenleri de unutmadan önümüzdeki dönemde de Türkiye’nin anahtar ülke konumunda olacağını hatırlatmakta da yarar var.

Vaatler ve Gerçekler

1 Haziran 2003’te George Bush “Irak’ı söz verdiğimiz gibi özgürleştirdik. Ülkeyi temsil eden bir hükümet kurulmasını sağlayacağız. Amacımız kendi sorunlarını kendi çözecek, kendi güvenliklerini sağlayacak geçişi sağlamaktır” derken muhafazakar kanadı temsil eden gazetecilerden George Will Mart 2006’da şunları söylüyor: “İşgalden 3 yıl sonra ortada bir Irak ulusu var mı bilemiyoruz. 2 seçim ve bir anayasa referandumunun ardından Irak hâlâ bir hükümete sahip değil”.
İç savaş korkusu büyürken Şii Başbakan İbrahim Caferi, Şii ölüm mangaları ile ilintili olduğu için kabul görmüyor. Uzlaşma hükümetinin kurulması zor görünüyor.
8 Nisan 2003 tarihindeki Bush ve Blair’in ortak açıklamasından: “ Irak’ın geleceği Iraklılara aittir. Yıllar süren diktatörlüğün ardından Irak özgürleşti. Biz de Irak halkının kendi geleceğine karar verecek demokratik ve barışçıl bir ortamı yaratmakla yükümlüyüz.”

Yanıtı 2006’nın Mart ayındaki Uluslararası Af Örgütü’nün raporundan: “Irak hükümeti vatandaşlarına hayatlarını korumak için gerekli olan asgari güvenceleri sağlayamaz durumda olup işkence kadın erkek ayrımı gözetmeden devam etmektedir. 14 bin mahkum kaynağı belirsiz suçtan cezaevlerinde yatmaktadır”.
Irak’ta Saddam Hüseyin sonrası ifade özgürlüğünün sınırlarının genişlediği iddia ediliyor. Bu doğru. Ancak, bunun doğru olması önümüzdeki tabloyu görmememize engel değil. Örneğin, işgal güçlerinin aleyhine yazıp çizmek hapse girmek, gazete ve TV’nizin kapanmasıyla eşanlamlı. Ülkede yükselen İslamcı dalga (Şii-Sünni) günlük yaşamı ciddi bir şekilde etkilemekle kalmayıp, Irak’ın İslamlaşma sürecine de katkıda bulunuyor. Irak hiç olmadığı kadar seküler kurallardan uzaklaşırken günlük yaşamın küçük ama önemli ayrıntılarında kadınlara yönelik büyük baskılar göze çarpıyor. Ülkenin yetişmiş kuşakları özellikle üniversite öğretim üyeleri ve aydınlar öldürülüyor, ülkeden kaçmaya zorlanıyor. Sadece 2005 yılında öldürülen öğretim üyesi sayısı 300. İşgalin hemen ardından başlayan yağmalama karşısında ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in manidar açıklaması Irak’taki “özgür” ortam açısından önemliydi: “Irak’a özgürlük getirdik. Bunun içinde adam öldürme ve soygun yapma da var”.

Beyaz Saray Sözcüsü Ari Fleischer, tarih 18 Şubat 2003: “Irak Afganistan’ın tersine zengin bir ülkedir. İnanılmaz zengin kaynaklar da Irak halkına aittir. Bu yüzden Irak kendi kaynakları ile kendisini yeniden yapılandırma yeteneğine sahiptir”.

Sözcünün 3 yıl önceki bu yorumuna cevap olmasa da Irak’taki son durumu işgal güçlerinin mühendislerinin komutanı Tuğgeneral William McCoy şöyle özetlemektedir: “ABD’nin Irak’ı yeniden yapılandırmak gibi bir niyeti hiçbir zaman olmadı. Sadece başlangıçta böyle bir niyetten söz edilirdi”.

Irak bugün benzin ithal eden bir ülke konumumdadır. Bağdat’ta benzinciler önünde kuyruklarda saatlerce benzin almak için bekleyebilirsiniz. Türkiye sınırındaki tankerler her gün binlerce ton işlenmiş benzini Irak’a taşımaktadır. Irak’ın petrol ihracı Saddam döneminden daha azdır. 

Çünkü rafineriler derinişçilerin saldırıları nedeniyle işletilememektedir. 

Güvenliğin sağlanamamasından dolayı yıkılan rafineriler ve altyapı inşa edilememiştir. Kısa vadede de petrolün ekonomiye katkısı daha azalacaktır.

30 Kasım 2005 George Bush’un Amerikan Deniz Akademisi’ndeki konuşmasından: “ Irak güvenlik kuvvetleri ayağa kalkmış ve Irak halkının güvenini kazanmıştır. Artık teröristlere yönelik bilgi akışı da sağlanmıştır”.

Uluslararası Af Örgütü’nün 2006 Raporu’ndan:

“Irak’ta güvenlik kuvvetlerinin göreve gelmesinin ardından işkence ve kötü muamele ile ilgili olarak yüzlerce rapor mevcuttur. Durum Irak yönetiminin insan hakları ihlallerinin görmezden geldiğini ve güvenlik kuvvetlerinin bu durumun içinde olduğunu göstermektedir.”

Yeni Irak ordusu en tartışmalı konulardan biridir. Çünkü bu oluşum Irak ordusu olmaktan çok Şii ve Kürt ordusu şeklindedir. Ordunun 60 taburu Şiilerden 3 tanesi de Kürtlerden oluşmaktadır. 45 civarında da Sünni taburu mevcuttur. Irak ordusu ve polisi denilen güç, mezhepler ve etnik gruplar arasında bölüşülmüş ve büyük bir kısmı ölüm mangaları olarak anılmaya başlanmıştır. Örneğin, başkent Bağdat’ta Şii güvenlik güçlerinin Sünnilere yönelik kaçırma, işkence ve öldürme eylemleri artık gizlenemez hale gelmiş, toplu ölümler ve toplu mezarlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Ordu mensubu Sünnilerin de direnişçilerle dirsek temasında olduğu, eski Baasçıların orduya sızdığı ve istihbarat taşıdığı iddia edilmektedir.
Üçüncü yılda saymaya çalıştığımız birkaç enstantane işgalin boyutlarını ve Irak’a nelere mal olduğunu ortaya koyması açısından anlamlıdır. Bu işgal sadece bir ülkenin yok oluşunu ilan etmekle kalmayıp, etkilerini içinde Türkiye’nin de bulunduğu bir coğrafyada önümüzdeki dönemlerde gösterecektir.

Tek çıkar yol sonuna kadar işgallere uzak durmak ve “hayır” diyebilmektir. Aksi takdirde dünyanın emperyal güçlerin küresel kapitalizmi ayakta tutmak için uyguladıkları araçlardan biri olan savaş ve şiddet uzun vadede tüm insanlığı içinden çıkılmaz bir noktaya götürecektir. Bugünü kurtarma adına hareket edenler bu sarmaldan tek başlarına çıkamayacaklardır.

METE ÇUBUKÇU

https://www.birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-204-nisan-2006/2388/isgalin-3-yilinda-pandora-nin-kutusundan-cikanlar/3370


***

12 Kasım 2020 Perşembe

BASRA KÖRFEZİ ÜLKELERİNİN TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ ROLÜNE BAKIŞI. BÖLÜM 2

BASRA KÖRFEZİ ÜLKELERİNİN TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ ROLÜNE BAKIŞI.  BÖLÜM 2


Prof. Dr. Tayyar ARI,Basra Körfezi ülkeleri, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri,Katar,Irak, İran,


    Gulf Times gazetesinden Filistin asıllı gazeteci Aiman Abboushi de Türkiye’nin Avrupa ülkeleri ve ABD ile ilişkilerinin Katar’da olumsuz bir şekilde algılanmadığı nı, Katar’ın da içerisinde yer aldığı Körfez ülkelerinin de ABD ile yoğun güvenlik ilişkilerinin bulunduğunu ve bir anlamda  
Türkiye ile ilişkilerde de bu unsurun belli ölçülerde rol oynadığı ifade etmektedir.10 

El Cezire’den Jasim el Azzawi ise Körfez’de Türkiye’nin algılanışına ilişkin farklı algılamaların söz konusu olduğunu ancak Filistin sorunu karşısında izlediği politikalardan sonra inanılmaz olumlu bir atmosferin doğduğunu ve Türkiye’nin son girişimlerinin prestijini en üst seviyeye çıkardığını ifade etmektedir. Körfez ülkelerinde İran’ın bir tehdit unsuru olarak görüldüğünü belirten Azzawi’ye göre söz konusu ülkeler Türkiye’yi bir denge unsuru olarak algılamakta ve önemsenmektedir. 

Güvenlik temelli algıdan hareket eden Körfez ülkeleri ilişkilere stratejik bir derinlik kazandırmak istedikleri ifade edilmektedir. Nitekim, El Cezire Genel Yayın Yönetmeni Wadah Khanfar’da Türkiye’nin bölgede etkin bir güç haline geldiğini ve rolünün bölgede önemsendiğini ifade ederken özellikle Türkiye’nin İran karşısında Körfez ülkelerinde bir denge unsuru olarak görüldüğünü belirtmesi dikkat çekicidir.11 

Katar’ın Türkiye ile ilişkilerini geliştirme isteğinin en önemli nedenlerinden birinin söz konusu ülkenin sahip olduğu tehdit algılaması olduğu görülmektedir. Bununla birlikte kamuoyu bağlamında düşünüldüğünde ise Türkiye’nin Filistin politikasında izlediği dış politikanın olumlu bir Türkiye imajına sahip olunmasında etkili olduğunu ifade etmek gerekir. Ayrıca tüm Arap ülkelerinde olduğu gibi Katar’da da gösterilen dizilerin Türkiye algısının oluşmasında önemli bir role sahip olduğunu belirtmek gerekir. Rejim açısından bakıldığında ise Katarlıların Türkiye ile ilişkileri geliştirmek istediğinin oldukça rasyonel dayanaklara sahip olduğu görülmektedir. Katarlı bir yetkilinin ifade ettiği üzere “Körfez ülkeleri hem nüfus hem de coğrafi olarak oldukça küçük ülkelerdir ve kendilerini savunacak güçten yoksundurlar. Buralara birkaç bombanın düşmesi tüm ekonomik gelişmelerin durmasına ve siyasi istikrarın dağılmasına yol açabilir. Bu yüzden oldukça hassas bir dış politika izlemek gerekir.” 
Tüm bunlara rağmen Katarlı entelektüellerin bir kısmında Türkiye ile ilişkiler konusunda bazı çekincelerin olduğunu ifade etmek gerekir. Söz konusu 
çekinceler “Türkiye’nin AB’ye üye olmasıyla Ortadoğu’dan kopacağı ve bölgeye olan ilgisinin geçici olup olmadığı; Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerini güçlendirmesinin temel nedeninin AB karşısında elini güçlendirmek anlamına gelip gelmediği; Türkiye’nin Hamas’a yakınlığı ile seküler bir Türkiye portresinin nasıl yan yana geldiği; ve son olarak da Türkiye’nin AKP’den sonra Ortadoğu politikasındaki bu değişimin devam edip etmeyeceği” yönündedir. 

BAE’nin Türkiye Algısı Ve Türkiye İle İlişkilere Bakışı Körfez’de İngiliz etki alanı içerisine giren ilk ülkelerden biri olan BAE, kendi
içerisinde 7 ayrı Emirliğin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Federal bir şekilde örgütlenmesine karşın Emirliklerin sahip olduğu yetkiler göz önüne alındığında ülkenin daha ziyade Konfederal bir sistemde örgütlendiği görülmektedir. Bu durum her Emirliğin farklı bir dış politika ile tehdit algısına sahip olmasına yol açtığını belirtmek gerekir. BAE’de uzunca bir dönem siyasal ve ekonomik etkinlik 

< Özellikle Körfez İşbirliği Konseyi ile geliştirilen stratejik işbirliği sürecinde Türkiye İran’ın denetimi altında olan ve statüsü tartışmalı olan üç adanın Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait olduğu tezini dolaylı olarak kabul ettiği görülmektedir. >

Abu Dabi ile Dubai Emirliğinin elinde olmasına karşın son yıllarda Dubai’de yaşanan ekonomik krizler Emirliğin siyasal anlamda yürütücü konumunda 
olan Abu Dabi’nin ekonomik üstünlüğü de ele geçirmesi sürecini hızlandırdığı görülmektedir. Bu durum doğal olarak Türkiye ile ilişkilere de farklı anlamlar yüklenmesini beraberinde getirmektedir. 
Türkiye’nin yaklaşık 10 milyar dolarlık yatırımın bulunduğu BAE ile ilişkiler hem ikili hem de çok taraflı örgütler düzeyinde olumlu yönde ilerleme kaydettiğini belirtmek gerekir. Özellikle Körfez İşbirliği Konseyi(KİK) ile geliştirilen stratejik işbirliği sürecinde Türkiye İran’ın denetimi altında olan ve statüsü tartışmalı olan üç adanın BAE’e ait olduğu tezini dolaylı olarak kabul ettiği görülmektedir. 
2008 yılında yaklaşık 9 milyar dolara ulaşan Türkiye ile BAE arasındaki dış ticaretin yanı sıra 2009 yılı itibariyle 6 milyar dolar inşaat sektöründe yatırım olduğu dile getirilmektedir.12 

Türkiye-BAE arasındaki ilişkiler ekonomiden güvenliğe birçok alanda hızlı bir gelişme göstermektedir. Bu bağlamda BAE’nin Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesine atfettiği önem temel nedenleri arasında Türkiye’nin gelişen bir inşaat sektörüne sahip olmasının da etkisi vardır. Ancak bu noktada ciddi bir ayrıma dikkat çekmek yerinde olacaktır. Yukarı da vurgulandığı üzere Emirliklerin dış politika ve güvenlik tanımlamaları birbirinden farklılık göstermektedir. Emirlik içinde ikinci büyük ekonomik kapasiteye sahip olan Dubai’nin dış politikaya bakışını belirleyen 
olgu ekonomik çıkarlar iken, zengin hammadde kaynaklarının yaklaşık %96’sının bulunduğu Abu Dabi’nin ise güvenlik politikalarıdır. Bu çerçevede Emirliğin yönetim merkezi olan Abu Dabi’nin İran ve nükleer programından kaynaklanan ciddi güvenlik sorunları bulunurken, Dubai ise İran’la ticaretin geliştirilmesine ayrı bir önem verdiği görülmektedir. Dolayısıyla BAE’deki Türkiye algısının oluşmasında iki önemli faktörün rol oynadığı görülmektedir. Birincisi Türkiye’nin sektörel düzeyde gelişen bir ekonomi ve teknolojik alt yapıya sahip olması ikincisi ise güvenlik alanında Körfez’deki istikrarsızlık unsuru olarak görülen aktör ve girişimlere karşı dengeleyici bir ülke olmasıdır. 

Nitekim, Gulf Research Center danışmanlarından Mustafa Alani de Türkiye’nin tüm Körfezde olduğu gibi BAE’de de olumlu bir imaja sahip olduğundan ifade ederken aynı zamanda Türkiye’nin bölgede İran’ın etkisini dengeleyecek önemli bir güç olarak görüldüğüne de dikkat çekmektedir. Alani’ye göre Türkiye, Müslüman bir ülke olarak bölgede etkin bir oyuncu olarak yer almalı ve İran’ın etki alanını sınırlandırmalıdır. 

Alani, bölge ülkelerinin özellikle Irak’ın toprak bütünlüğüne önem verdiğini ve Türkiye’nin bu konudaki girişimlerini desteklediklerini belirtmektedir. Bununla birlikte Körfez ülkeleriyle ilişkilerinin oldukça düşük düzeyde seyretmesinin dikkat çekici olduğunu ifade eden Alani, Türkiye’nin bölgede İran kadar etkili olamamasını bir eksiklik olarak görüldüğünü ifade etmiştir. Bunda uzun yıllar bölgeden uzak kalmasının etkilerinin de önemli olduğuna dikkat çeken Alani’ye Körfez bölgesinde Türk etkisinin İran etkisinden daha fazla kabul görmektedir. 
Bunda Sünni olmasının ve daha ılımlı olmasının önemli olduğunu ayrıca bölge ülkeleriyle Türkiye arasında ideolojik ve sekteryan sorunların olmamasının da bir avantaj olduğu ileri sürülmektedir. Alani Türkiye’nin Filistin sorununda izlediği siyasetin bölgedeki itibarını yükselttiğini ve bunun sürmesinin önemli olduğunu belirtmektedir.

< BAE’deki bir diğer kaygı ise bir gün ABD ile İran uzlaşmasıdır. Söz konusu olası uzlaşmanın hem Körfez’deki Arap rejimleri hem de Türkiye’nin aleyhine olduğunu ileri süren BAE’deki bazı uzmanlara göre iki taraf da bu konuda aynı noktada bulunmaktadırlar. >


Diğer yandan BAE’nin Türkiye algısının toplumsal düzeyde değişmesinde bu ülkelerde gösterilen Türk dizilerinin önemine dikkat çeken MBC’de yazı işleri müdürü Nabeel Al Khatib ise bu yöndeki çalışmaların sürmesinin önemli olduğunu belirtmektedir. Khatip’e göre BAE’nin olumlu Türkiye algısında rol oynayan etmenlerin başında Türk dizileri, Filistin sorununda oynadığı rol ve son olarak İran karşısında dengeleyici bir güç olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. 14 

Bu bağlamda BAE’nin Filistin sorununa bakışının diğer Körfez ülkelerinden kısmı düzeyde farklılaştığını belirtmek gerekir. Bir yandan Türkiye’nin Filistin politikasında oynadığı rol övgü ile karşılanırken diğer yandan bu rolün İran ve Hamas gibi Arap rejimleri üzerinde yıkıcı etkileri olan aktörlerin hareket alanını sınırlandırma olarak görüldüğünü belirtmek gerekir. Zira, BAE’de bazı kanaat önderlerine göre İran Ortadoğu’daki radikal grupları kullanarak Körfez ülkelerindeki istikrarı olumsuz etkilemektedir. Abu Dabi’de Türkiye bu aktörler üzerinde etkisini genişlettikçe Tahran’dan kaynaklanan istikrarsızlık unsurlarının da zayıflayacağına dair bir algı bulunmaktadır. Özellikle Şii İran’a karşı 
Sünni Türkiye’nin bir denge unsuru olarak kabul edildiği ifade edilmektedir. 
Bunda daha ılımlı olmasının ve bölgeyle ilişkilerinde egemenlik kurmaktan ziyade işbirliğini öne çıkarmasının ve daha ılımlı bir politika izlemesinin önemine dikkat çekilmektedir. Abu Dabi Rasul Hayma ile birlikte 3 adalar sorununa oldukça ciddi yaklaşmaktadır. Türkiye’nin bu konudaki söylemleri Abu Dabi’de memnuniyetle karşılanmaktadır. 

< Diğer yandan Dubai ise bölge ülkeleriyle ilişkilere ticari yönden yaklaşmaktadır. Dubai’de yaklaşık 400 bin İranlı ticari faaliyetlerde bulunmaktadır. > 

Dubai limanında her gün yüzlerce küçük tonajlı gemilerle İran’a ticari nitelikle mallar taşınmaktadır. Ancak 2009 yılında meydana gelen uluslararası krizin de etkisiyle Dubai’deki ekonomik durum birden bire ters yüz olmaya başladı. Bu süreç bir süre sonra Abu Dabi’nin Dubai’deki yarım kalan yatırımlar dahil olmak üzere Dubai’deki firmaların önemli bir kısmını satın almasıyla sonuçlandı. Böylelikle Dubai’nin İran’la olan ticari ilişkilerine ciddi bir çekidüzen verilmeye süreci de başlamış oldu. Nitekim, BAE Merkez Bankası, Türkiye’nin veto oyunu kullandığı Güvenlik Konseyi'nin son yaptırım kararının ardından Dubai'li şirketlerin İran'la iş yapması yasaklanması ve karara uyacaklarını ilan etmesi dikkat çekicidir. Ayrıca BAE İran tehdidi dolayısıyla yaklaşık 40 milyar dolarlık bir silah alımı gerçekleştirmek için ABD yönetimiyle son pazarlıklarını sürdürmektedir.15 

BAE’deki bir diğer kaygı ise bir gün ABD ile İran uzlaşmasıdır. Böyle bir olasılık karşısında BAE’nin bedel ödeyen taraf olmak istemediği belirtilmektedir. 
Söz konusu olası uzlaşmanın hem Körfez’deki Arap rejimleri hem de Türkiye’nin aleyhine olduğunu ileri süren BAE’deki bazı uzmanlara göre iki taraf da bu konuda aynı noktada bulunmaktadırlar. Diğer bir deyişle ABD kendi çıkarları gereği İran’ın bölgede güçünü artırmasını kabul ederse bundan hem Körfez’deki Arap ülkeleri hem de Türkiye ciddi şekilde zarar görecektir. Dolayısıyla her iki taraf arasındaki 
ilişkilerin geliştirilmesine dönük çapaların stratejik çıkarlar gereği olduğuna dair bir bakış bulunmaktadır. 

Sonuç 

Çalışmamızda dikkate aldığımız Bahreyn, Katar ve BAE, Körfez bölgesinin Iran ve Irak dışında kalan Körfez ülkelerinin temel sosyal, ekonomik ve politik yapısını yansıtan diğer üç ülkesidir. 
Bu ülkelerdeki Türkiye imajı, aslında Kuveyt ve Umman’dan aşırı ölçülerde farklılık göstermese de yine de kendilerine özgü farklılıklar içermektedir. 
Özellikle tehdit algılamaları bazı açılardan aynı da olsa tehdidin kaynağını oluşturan kaygıların farklı olduğu görülmektedir. 
Örneğin, 
Kuveyt’i endişelendiren birinci derecede Irak’taki gelişmeler, ikinci derecede ise İran’daki gelişmelerdir. Oysa nüfusunun yüzde 60’dan fazlasını Şiilerin oluşturduğu Bahreyn ile ülke toprağının bir kısmı İran tarafından 1972’den beri işgal altında bulunan BAE’nin Tahran’a bakışlarında büyük farklılıklar bulunmakta dır. Söz konusu bu iki ülkeden Bahreyn mezhepsel nedenlerle ve sık sık İran’ın Bahreyn’i kendine ait olduğunu iddia etmesinden kaynaklanan ülkesel nedenlerle İran’ı en önemli dış tehdit olarak değerlendirmektedir. 
BAE ise bir kısım toprakları İran’ın işgali altında bulunsa da İran, BAE’nin birinci ticaret ortağı olma özelliğini korumaktadır. 

Bu ülkelerden Katar’ın dış politikası ise daha çok bölgesel sorunlarda aktif olma, mümkün olduğunca komşu ülkelerle sorun yaşamama ilkesine dayanmakta ve bir takım kaygılarla İran’a yakın olma ama ABD’den de uzak durmama ilkesine dayalı hassas bir denge politikası izlemektedir. 
Her üç ülke de Türkiye’ye İran’ın bölgeye yönelik hegemonik amaçlarına karşı bir dayanak ve bir denge unsuru olarak bakmaktadır. 
İran’dan kaynaklanabilecek bir saldırı karşısında her şeyini kaybedebileceğini düşünen bu üç ülkenin insanları Türkiye’yle yakınlaşma çabasını sürdürmektedir. 
Ayrıca bu ülkelerden Katar dışındaki iki ülkenin Osmanlı egemenliğine girmedikleri için tarihe bakış açıları oldukça olumlu olup Türkiye ile ilişkilerinde herhangi bir olumsuz ön yargıya sahip bulunmuyorlar. Katar’daki El Thani ailesi ise 1916’ya kadar Osmanlı ile iyi münasebetlerini sürdürmüş ender iktidarlardan biridir. Bu bağlamda Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerinin olumlu bir alt yapıya sahip olduğunu ve tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar avantajlı bir konuma sahip olduğunu söyleyebiliriz. 

DİPNOTLAR;

1 Sayed Zahra, Mülakat, 21.01.2009, Manama, Bahreyn. 
2 Walid Noueihed, Mülakat, 22.01.2009, Manama, Bahreyn. 
3 Mansoor Al Jamri, Mülakat, 22.01.2009, Manama, Bahreyn. 
4 Adel bin A. Rahman Al Maawdah, Mülakat, 22.01.2009, Manama, Bahreyn. 
5 Ali El Şerifi, Mülakat, 21.01.2009, Manama, Bahreyn. 
6 Halife bin Ahmed el Dahrani, Mülakat, 25.01.2009, Manama, Bahreyn. 
7 Mansoor Al-Arayedh, Mülakat, 24.01.2009, Manama, Bahreyn. 
8 Liga Mekki, Mülakat, 26.01.2009,Doha, Katar. 
9 Abdulaziz I. Al Mahmud, Mülakat, 27.01.2009, Katar. 
10 Aiman Abboushi, Mülakat, 27.01.2009, Katar. 
11 Jasim el Azzawi, Mülakat, 29.01.2009, Katar; Wadah Khanfar, Mülakat, 29.01.2009, Katar. 
12 Dubai’daki Türk Konsolosluğu verileri. 
13 Mustafa Alani, Mülakat, 03.02.2009, Dubai. 
14 Nabeel Al Khatib, Mülakat, 05.02.2009, Dubai. 
15 İbrahim Karagül, “Bu Deliliğin Sonu Nereye”, 22.09.2010, Yeni Şafak Gazetesi, 
     http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=22.09.2010&y=IbrahimKaragul 

DİPNOTLAR
Ortadoğu Analiz 
Kasım’10 
Cilt 2 -Sayı 23 


***

5 Kasım 2020 Perşembe

AFGANİSTANDA BARIŞ MÜMKÜN MÜ.

 AFGANİSTANDA BARIŞ MÜMKÜN MÜ. 

Esedullah Oğuz,İran, Pakistan,Türkiye,Afganistan,Taliban,Hamid Karzai,11 Eylül 2001 olayları,Barış Mümkünmü,

AFGANİSTAN’DA BARIŞ MÜMKÜN MÜ? 
Esedullah Oğuz.*
*AFGANİSTAN VE ORTA ASYA UZMANI.,
EKONOMİK VE STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ 3 AYDA BİR YAYINLANIR 
YIL 9 SAYI 34 2016 / 2 
www.ekoavrasya.net

 


24 ARALIK 1979 TARİHİNDE KABİL RADYOSUNUN TOK SESLİ SPİKERİ ŞÖYLE DİYORDU: “ GECE IŞIKLARINIZI YAKMAYIN, PERDELERİNİZİ
KAPATIN VE SOKAĞA ÇIKMAYIN…”

 Başlıktaki soruya yanıt vermeden önce gelin isterseniz, bundan tam 37 yıl önce milyonlarca Afgan gibi beni de doğup büyüdüğüm ülkeyi terk etmeye zorlayan olayı anımsayalım. Beni doğduğum toprakları terk edip önce İran, Pakistan, sonra Türkiye ve en sonunda da Almanya’ya sürükleyen macera bir radyo anonsu ile başlamıştır. 24 Aralık 1979 tarihinde Kabil radyosunun tok sesli spikeri şöyle diyordu: “Gece ışıklarınızı yakmayın, perdelerinizi kapatın ve sokağa çıkmayın…”

11 Yaşında bir çocuk olarak o sırada bu sözlerin anlamını pek kavrayamamıştım. Ama ertesi gün sabahın ilk ışıklarıyla bisikletime atlayıp sokağa çıktığımda etrafta bir sürü yabancı asker vardı. Hepsi de sarışın, mavi gözlü ve açık tenliydi ve benim daha önce hiç duymadığım bir dilde konuşuyorlardı. 

 O sırada pek farkında değildim ama 10 yıl sürecek Sovyet işgali başlamıştı ve Afgan halkı işgalden sonra da on yıllarca sürecek olan ve etkileri halen devam eden bir çileye ve toplumsal kargaşaya sürükleniyordu.

    Aradan 40 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen Afganistan hâlâ barıştan, özellikle de herkesin özlemini çektiği kalıcı barıştan epey uzak görünmektedir. 
Başta başkent Kabil olmak üzere ülkenin belli başlı kentleri gün aşırı büyük çaplı patlamalarla sarsılırken; kırsal bölgelerin tamamına yakını Taliban ve IŞİD  yanlısı güçlerin elindedir. Ekonomi tamamen dışa bağımlı ve cumhurbaşkanından sıradan bir polis memuruna kadar Afgan devlet kademesindeki tüm görevlilerin maaşları ve diğer masrafları Batılı donörler tarafından karşılanmaktadır. Günde 2 dolara iş bulamayan Afgan vatandaşları, özellikle de gençerkekler iş, aş ve yeni bir yaşam için akın akın yurt dışına gitmektedir. Ve Avrupa’nın kapısına dayanan Afganlar, Suriyelilerden sonra ikinci büyük mülteci grubunu oluşturmaktadır.
    Peki, Afganistan nasıl oldu da bu hale geldi? 
Bu soruyu yanıtlamak için son 15 yıldaki gelişmeleri kısaca özetlemekte yarar var. 
Tüm dünyayı sarsan 11 Eylül 2001 olaylarından hemen sonra Ekim 2001’de Taliban iktidarının devrilmesini Afgan halkı büyük bir sevinçle karşılamıştır.
    Özellikle Aralık 2001’deki Bonn Konferansı’nda genel uzlaşı yoluyla Afganistan’da yeni bir yönetim oluşturulduktan sonra gerek Afgan gerekse dünya kamuoyunda, Afganistan’ın geleceği konusunda büyük umut oluşmuştur.
    Yeni devlet başkanı Hamid Karzai, karanlık günlerin geride kaldığını, Afganistan tarihinde temiz bir sayfanın açıldığını ve yeni bir dönemin başladığını ilan etmiştir.
    30 yılı aşkın bir süreden beri yurt dışında, özellikle ABD ve AB’de yaşayan Afganlar  akın akın eski ülkelerine dönmeye başlamıştır.
Batı’dan yüzlerce hükümet dışı yardım kuruluşu Kabil’de büro açıp çalışmalara başlamıştır. Yurt dışındaki Afgan kökenli işadamları yabancı ortaklarla Afganistan’da fabrika, GSM şirketleri, medya kuruluşları gibi büyük çaplı yatırımlar yapmışlar ve ülkede kısa sürde dikkate değer bir özel sektör oluşmuştur. 
   Yüzlerce tv ve radyo istasyonu, yüzlerce gazete ve dergi açılmış ve yayına başlamıştır. 2001-2005 arası Afgan halkı umut doluydu ve yeni yönetime tam destek verdi.
Ancak bu dönemde yeraltına çekilen Taliban yeniden toparlanmakla meşguldü.

O yıllarda ben de Nato danışmanı olarak Kabil’de görev yapıyordum ve eski ülkemdeki gelişmeleri herkes gibi büyük bir umut ve hevesle izliyordum.

Ülkede temiz bir sayfa açacağını söyleyen devlet başkanı Hamid Karzai tam da bu sırada vahim bir hata yapmıştır. Eski dönemde yol kesen, adam öldüren, fidye için insan kaçıran, kısacası her türlü yasadışı işe bulaşan savaş ağalarını, eski komutanları, aşiret reislerini ve uyuşturucu baronlarını kontrol altında tutmak için hükümete almış; kimisini bakan yapmış kimisini de vali, ordu komutanı, emniyet müdürü gibi önemli mevkilere getirmiştir.

    Ama maalesef evdeki hesap çarşıya uymamıştır.

Savaş lordları, eski komutanlar ve aşiret reisleri, eskiden yaptıkları yolsuzlukları bu kez devletin resmi yetkisini kullanarak yapmaya başlamıştır. 
  Mesela 1990’lı yıllarda insanları soyup soğana çeviren eski bir komutan, 2005’te Kabil emniyet müdürü olarak eski mesleğini bu kez daha sistematik 
bir şekilde sürdürmeye başlamış; başkentteki zengin ailelerden para almak için polis bünyesinde özel timler oluşturmuştur.

    Bu timler geceleri zenginlerin evlerine baskınlar yaparak veya onların çocuklarını kaçırarak komutanları için para toplamaya başlamıştır.
Aynı şekilde ordu generali olanı eski bir savaş lordu, yüklü meblağlar karşılığında ordu araçlarıyla uyuşturucu baronlarının mallarını taşımaya
başlamıştır. Kimse de bir generalin konvoyunu durdurmaya veya aramaya cesaret edemediği için mallar ülkenin bir ucundan diğer ucuna rahatlıkla 
taşınabilmiştir.
-Böylece 2005’ten itibaren Karzai hükümeti gözden düşmeye, umutların yerini karamsarlık almaya başlamıştır.
Ve ilginçtir ki; aynı yıl Taliban yeniden bir umut olarak ortaya çıkmış; Kabil yönetiminden hayal kırıklığı yaşayan sıradan Afganlar yeniden Taliban’a yönelmeye başlamıştıı. Bir Afgan taksici bu durum, o yıllarda şöyle açıklamıştır: “Taliban döneminde açtık, fakirdik, kimse bize yardım etmiyordu ama en azından güven vardı, kendimizi güvende hissediyorduk. Mesela Taliban iktidarında insanlar bir çuval parayla bir köyden diğerine rahatça gidebiliyordu.
Şu anda ise güpegündüz insanlar kaçırılıyor, kadınlar sokağa çıkmaya korkuyor ve polis dahil kimseye güvenimiz kalmadı.”
   Böylece Taliban birkaç yıl içinde Afganistan’da büyük bir güç ve halkın önemli bir kesimi için yeniden umut haline gelmiştir. Aslında Taliban’ın 
güçlenmesindeki en büyük etkenlerden biri, Kabil’de halkın güvenine layık güçlü bir hükümetin kurulamamış olmasıdır. Kabil’deki yöneticiler
ne kadar gözden düşerse ve ne kadar çok yolsuzluğa bulaşırsa, Taliban o kadar güçlenmiştir. Diğer bir deyişle, Taliban şu ana kadar Afgan yönetiminin beceriksizliğinden beslenmiştir. Yoksa Taliban’ın ortaçağı andıran düzenini Afgan halkının gözünde cazip kılan başka bir şey yoktur.

KABİL’DEKİ YÖNETİCİLER NE KADAR GÖZDEN DÜŞERSE VE NE KADAR ÇOK YOLSUZLUĞA BULAŞIRSA, TALİBAN O KADAR GÜÇLENMİŞTİR.

   Taliban’ın güçlenmesinde ve popüler hale gelmesinde rol oynayan bir başka etken de NATO ve Amerikan güçlerinin üst üste yaptıkları hatalar ve 
uluslararası yardımların bir türlü ihtiyaç sahiplerine ulaşamamasıdır.
    Son 15 yılda sayıları 10 bine yaklaşan sivil Afgan, NATO ve Amerikan hava saldırılarında can vermiştir. Bu da, yakınlarını koalisyon güçlerinin saldırılarında kaybeden Afgan köylülerinin Taliban’ın saflarına katılmasıyla sonuçlanmıştır. Aynı şekilde dışarıdan gönderilen yardımların Afganistan’da halka ulaşmadan çarçur edilmesi ve üst kademelerde bölüşülmesi de, halk nezdinde hayal kırıklığı yaratmıştır.
    Oysa son 15 yılda Afganistan için toplanan dış yardımın tutarı 30 milyar doları bulmaktadır.
Bu rakamın üçte biri bile ihtiyaç sahiplerine ulaşmış olsaydı, Afganistan’ın en önemli sorunlarından birini teşkil eden işsizlik ve fakirlik çözülmüş olacaktı.
Kısacası; Batı’nın 2001’den sonra öngördüğü Afganistan’ı Taliban ve El Kaide artıklarından temizleme ve mümkün olduğunca müreffeh bir ülke yaratma planı hayal olmaktan öteye gidememiştir.
    Karzai’nin 13 yıllık başarısız iktidarından sonra 2014 Eylül’de ABD’nin baskısıyla oluşturulan koalisyon hükümeti de eski yönetimin hatalarını
tekrarlamaya başlamıştır.
    Gerek Cumhurbaşkanı Eşref Gani gerekse ortağı Dr. Abdullah, halk nezdinde geniş bir tabana sahip olmadıkları için seçimler sırasında kendilerine milyonlarca oy getiren eski savaş ağalarıyla ittifak yapmak zorunda kalmışlardır. Böylece savaş ağaları daha da güçlenerek yönetime dönmüşlerdir. 
Zira gerek Karzai’nin eski kabinelerinde dışişleri bakanı olarak görev alan Dr. Abdullah gerekse maliye bakanlığı yapan Gani; çürük, gözden düşmüş eski 
yönetimin birer ürünüdür. Bu yüzden kaolisyon hükümetinin kuruluşunun üzerinden iki yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen ülkede hiçbir şey rayına oturmuş değildir, aksine her şey daha da kötüye gitmektedir. Mesela kabinenin oluşturulması, parlamento hükümetin her adayını reddettiği için, bir yıldan uzun sürmüş ve savunma bakanlığı gibi bazı kilit makamlara hala atama yapılamamıştır. 2014 sonunda ABD liderliğindeki NATO gücü büyük ölçüde çekildiği için Afgan hükümeti, Taliban’ın giderek artan saldırılarıyla baş etmekte zorlanmış; Taliban büyük kent merkezlerine doğrudan saldırılar düzenlemeye başlamıştır.
TALİBAN, ÜLKENİN PEŞTUNLAR TARAFINDAN YÖNETİLMESİNİ İSTEMEKTE; TACIK, ÖZBEK, HAZARA VE TÜRKMEN GİBİ KUZEYLİ
GRUPLAR İSE ÜLKENİN ESKİSİ GİBİ SADECE PEŞTUNLAR TARAFINDAN YÖNETİLMESİNE ŞİDDETLE KARŞI ÇIKMAKTADIR.
    Taliban ile yıllardır gizli ve açık kanallardan sürdürülen barış görüşmelerinde şu ana kadar bir arpa boyu yol alınabilmiş değildir.
Barışı görüşmek için NATO ve Amerikan birliklerinin ülkeden ayrılmasını şart koşan Taliban, bu şart 2014 sonunda yerine getirildiği halde, barışa yanaşmamakta, aksine bu kez başka şartlar öne sürmektedir. Buradaki en önemli sorun elbette ki, Taliban’ın iktidarı kuzeyli gruplarla paylaşmayı bir türlü içine sindirememesidir. Ülke nüfusunun yaklaşık % 40’ını oluşturan Peştunlara dayanan Taliban, eskiden olduğu gibi iktidara tek başına sahip olmak istemektedir. Afganistan, 1747’de kurulduğundan beri 1929-1930 ve 1992-94 yıllarındaki bir iki yıllık Tacik iktidarı hariç hep Peştunlar tarafından tek elden yönetilmiştir. Taliban, bu geleneğin sürdürülmesi konusunda ısrar etmektedir. 

EKO  GÖRÜŞÜ..., KABİL’DEKİ YÖNETİCİLER NE KADAR GÖZDEN DÜŞERSE VE NE KADAR ÇOK YOLSUZLUĞA BULAŞIRSA, TALİBAN O
KADAR GÜÇLENMİŞTIİR. 

   Oysa Afganistan 2001 Aralık’tan beri tüm etnik toplulukların nüfusları oranında temsil edildiği bir hükümet tarafından yönetilmektedir.
Tacik, Özbek, Hazara ve Türkmen gibi kuzeyli gruplar ise ülkenin eskisi gibi sadece Peştunlar tarafından yönetilmesine şiddetle karşı çıkmaktadır.

    YENİ DEVLET BAŞKANI HAMİD KARZAİ, KARANLIK GÜNLERİN GERİDE KALDIĞINI, AFGANİSTAN TARİHİNDE
TEMİZ BİR SAYFANIN AÇILDIĞINI VE YENİ BİR DÖNEMİN BAŞLADIĞINI İLAN ETMİŞTİR.

Görüldüğü gibi, Afganistan’da barışa giden yolda önemli engeller bulunmaktadır.
Barışı tıkayan engellerden biri de komşu ülkelerin, özellike de Pakistan’ın, Kabil’de kendi yandaşı bir yönetimi iş başına getirme emelidir. Bu sayede Pakistan, büyük düşmanı Hindistan’a karşı çok arzuladığı stratejik derinliği de elde etmiş olacaktır. 
Pakistan bu amacına, 1990 ortalarında Taliban’ın Afganistan’da iktidarı ele geçirmesiyle ulaşmıştır. Ancak 2001’deki 11 Eylül terör saldırıları Pakistan’ın Afganistan’daki tüm kazanımlarını ve planlarını altüst etmiştir. Buna karşın Pakistan hala bu eski hedefinden vazgeçmiş değildir.
Zira İslamabad yönetimi, güneyinde büyük komşusu Hindistan, kuzeyinde küçük komşusu Afganistan, yani iki düşman ülke arasında kendisini sıkışmış ve huzursuz hissetmektedir. Sözü kısası, Afganistan’da kalıcı barışı tesis etmek için Pakistan’ın kaygılarının giderilmesi şarttır. Sonuç olarak, 40 yıla yakın bir zamandır Afganistan’da kalıcı barış ve istikrar, devam eden kan ve gözyaşı nedeniyle ulaşılması zor bir hayal olmaya devam etmektedir

 EKONOMİK VE STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ 3 AYDA BİR YAYINLANIR 

YIL 9 SAYI 34 2016 / 2 
www.ekoavrasya.net

 ***

10 Ekim 2020 Cumartesi

ULUSLARARASI İLİŞKİLER GÜNDEMİ BÖLÜM 2

 ULUSLARARASI İLİŞKİLER  GÜNDEMİ  BÖLÜM 2




2. TÜRKİYE - İRAN İLİŞKİLERİ: AŞILMASI GEREKEN GÜVEN BUNALIMI

İran 70 milyonluk nüfusu, Türkiye yüz ölçümünün yaklaşık iki misline ulaşan toprakları ve özellikle enerji alanındaki devasa kaynakları ile Ortadoğu’nun en önemli ülkeleri arasında. İran aynı zamanda Türkiye’den sonra Ortadoğu bölgesinin ve tüm Müslüman coğrafyanın en büyük ikinci ekonomisi durumunda. Üstelik İran, Türkiye’nin de komşusu. Bu veriler dikkate alındığında Türkiye ile İran arasında ciddi bir ekonomik yakınlaşma, hatta entegrasyon beklemek doğal bir sonuçtur. 
Ancak ilişkilere bakıldığında son derece sağlıksız bir tablo ile karşılaşılıyor:
İran, Çin ve Rusya ile birlikte, Türkiye’nin en fazla dış ticaret açığı verdiği ülkeler arasında yer alıyor. Açık 5 milyar doları aşıyor. Ticaretin % 75’ini gaz alımı 
oluştururken enerji dışı ticaretin hacmi sadece 2 milyar dolar civarında kalıyor. Oysa Türkiye sanayisi ve tarım-hayvancılık sektörleri İran’ın ihtiyaçlarını karşılamaya çok müsait. Buna rağmen İran, Türk mallarına yüz vermiyor, ticaret bir türlü istenen hızda ilerlemiyor. Doğrudan yatırımlarda ise durum çok daha kötü. İran’a girmek isteyen Türk yatırımcılar akla zarar engellemelerle karşılaşıyorlar. Türk yatırımcılar bırakınız komşu ülkeden olmanın ve ortak kültürel-dini benzerliklerin tadını çıkarmayı, Türk oldukları için bazı özel engellemelerle dahi karşılaşabiliyorlar. Tüm bu engelleri aşıp ihalenin son aşamasına geldiğinizde ise tüm süreç birdenbire iptal edilebiliyor. 

TAV ve Türkcell’de bunun en açık örnekleri yaşandı. Geçenlerde USAK’ı ziyaret eden bir grup Türk işadamı ise sorunun bir başka boyutundan dert yandı. İranlı işadamlarının son dönemde sıkça Türk işadamlarına işbirliği önerisinde bulunduklarını, ancak bu ilişkilerin Türk tarafı için hep hüsranla sonuçlandığını belirttiler. İranlılar Türk işadamlarından meslek sırlarını aldıktan, üretimin nasıl yapıldığını iyice öğrendikten sonra Türk ortağı İran’dan uzaklaştırıp yollarına devam ediyorlarmış. İşadamları İranlıların yaklaşımını ‘şark uyanıklığı’ olarak değerlendiriyorlar ve İran ile uzun dönemli bir işbirliğinin ne kadar zor olduğunu anlatıyorlar. Belli ki Devrim sonrasında oluşan kapalı ekonomi ve ekonomik müeyyideler İranlıları rekabetten uzaklaştırmış ve evrensel iş hayatı kurallarını öğrenmeleri bayağı bir zaman alacak. 

Başka bir deyişle İran’da siyasi direncin dışında bir de kültürel direnç var.
Kim ne derse desin, İran’da daha fazla Türk şirketi görmek istemeyen bazı güçlerin olduğu muhakkak. Bunların en önemli hareket noktası Türkiye’nin ‘ABD ve İsrail’in casusu’ olduğu düşüncesi. İran’da Türklerin sayısı arttıkça ‘karşı-devrim’ olacağından endişe ediyorlar. 1 Mart Tezkeresi ve Irak Savaşı sonrasında Türkiye’nin aktif Ortadoğu politikası bu düşünceleri yumuşattıysa da Türkiye birçok radikal devrimci için hala şüphe ile yaklaşılması gereken bir ülke.

İkinci önemli gerekçe Türkiye’nin hemen her alanda İran’ın tersi bir istikameti temsil ediyor oluşu. Türkiye İslam dünyasında farklı bir dini yaşam yorumunun şampiyonu ve serbest ekonomisi ve serbest siyasi yapısı ile İran’dakidevrim rejimini yumuşak gücü ile erozyona uğratabilecek ve nihayetinde sona 
erdirebilecek bir ülke olarak görülüyor. Başka bir deyişle Türkiye anlayışı bazı İranlılarca da ‘İran anlayışının panzehiri’ olarak algılanıyor. Bu durumda da İran 
devletinin derinlerinde Türkiye ile ilişkilere karşı ciddi bir direnç oluşuyor.
İlişkilerin yeterince gelişmemesinde en önemli bir diğer sorun ise geleneksel- tarihsel İran politikaları. Başka bir deyişle İran seküler bir ülke olsaydı da karşımıza çıkabilecek bir sorun. O da İran’ın Arap, Türk ve diğer Müslüman ülkelere karşı izlediği kendine has güven telkin etmeyen dış politikası. Hatırlanacağı üzere Osmanlı döneminde de İran ile Osmanlı Devleti bir müttefik olamamış, ciddi bir ekonomik ya da siyasi işbirliğine girememişlerdir. Bu dönemde İran-Vatikan ilişkileri İran-Osmanlı ilişkilerinden çok daha iyi bir durumdadır. 

Birçok araştırmacı Türk-İran sınırının uzun yıllar boyunca önemli oranda değişmeden kalmış olmasını ilişkilerin olumlu bir yönü olarak sunsalar da sınırların nispeten değişmemesinin nedeni tarafların birbirlerine duydukları güvenden ziyade güç dengesinde aranmalıdır. Eğer Osmanlı Devleti yeterince güçlü olmamış olsa idi İran, Anadolu’nun içlerine kadar uzanmış olurdu. Osmanlı’nın İran’ın içlerine fazlaca girmemiş olmasının nedeni ise Osmanlı’nın yayılma sahası olarak temelde Akdeniz ve Avrupa’yı görmüş olmasında aranmalıdır. Özetle sınırlardaki istikrar ilişkilerin güçlü olmasından kaynaklanmamıştır. Aksine Osmanlı arkadan bir saldırıya uğramamak için Irak’ta ve Anadolu’da İran’a karşı çok çeşitli önlemler almıştır. 

Örneğin Irak Türkmenlerinin kuzeyden güneye bir kılıç şeklinde yerleştirilmelerinin en önemli nedeni ‘İran tehlikesidir.

Aslına bakılırsa İran’ın ilişkileri sadece Anadolu Türkleri ile değil, neredeyse tüm Müslüman dünyası ile sorunlu olmuştur. Bu sorunlar 20. yüzyılda da sürmüş ve İran İslam Devrimi sonrasında ortaya çıkan devletin Müslüman coğrafyadaki algılanması bu açıdan bakıldığında Şah dönemi ile bazı benzerlikler de içermiştir. Örneğin 2008 itibariyle Arap dünyasının bölgede en çok çekindiği ülkelerin başında İran geliyor. 
Soğuk Savaş boyunca Arapları komünizm tehlikesi ile kendi liderliğinde birleştirmeye çalışan ABD şimdi de İran tehdidini bir araç olarak kullanıyor. Bölgede hangi Arap temsilci ile görüşseniz (Suriye, Hamas ve Hizbullah hariç) İran’a hiçbir bölge ülkesinin güvenemediğini anlıyorsunuz. 

Körfez Arapları İran’ın her an kendilerine saldırabileceğini, topraklarının bir kısmını almaya  çalışabileceğini veya iç işlerine karışacağını düşünerek İran’ı en önemli tehditlerin başına yerleştiriyorlar. Çoğu kez bu nedenle ABD’ye yanaşıyorlar. Yani Körfez’deki ABD varlığını meşrulaştıran en önemli neden de İran. Sadece Körfez Arapları değil, Ürdün ve Mısır gibi nispeten daha uzak bölgelerdeki Araplar da İran’a şüphe ile bakıyor ve niyetlerini sağlıklı bulmuyorlar.

İran sadece Arapları değil, Pakistan gibi diğer bazı Müslüman ülkeleri de ‘korkutuyor’. Bunun çok sayıda örneği var ancak en çarpıcı olanı Pakistan’da deprem olduğunda yaşandı. İran, Pakistan’a giden yardım ekiplerine büyük zorluklar çıkardı ve bu durum ne Pakistan, ne de Türkiye tarafından bugüne kadar unutulmadı.
  İran’ın en önemli güven sorunu yaşadığı Müslüman gruplardan biri de Türkler. Sadece Türkiye değil, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve diğer Türk 
cumhuriyetleri de İran’ı şüphe ile karşılıyor. Özellikle Azerbaycan, İran’ın Ermenistan’a verdiği açık desteğin çok net bir şekilde farkında. Eğer Türkiye ve 
ABD’nin net karşı çıkışları olmamış olsaydı Azerbaycan’ın özellikle Hazar’da İran karşısında ne kadar zor durumda kalacağı aşikârdı. 

   Ermenistan’ın Azeri topraklarını işgali sürerken Ermenistan’a her türlü ekonomik desteği veren ilk iki ülkenin Rusya ve İran olduğu da bir sır değil. 
İran başta enerji olmak üzere her alanda Ermenistan’ın Azerbaycan karşısında güçlenmesine katkı sağlıyor. Tahran’ın zaman zaman iki ülke arasında arabulucu gibi davranma çabası da garip. Çünkü İran bir İslam devleti olduğunu iddia ediyor ve kendi nüfusunun da önemli bir kısmını oluşturan Azerilerin toprakları işgal altındayken kendisini en fazla arabulucu olarak tanımlayabiliyor.

Türkiye açısından ise İran’ın PKK terör örgütüne verdiği destek hala akıllardadır. İran sınırını serbest geçiş alanı gibi kullanan terör örgütünün bugün 
Kandil Dağı’nda kullandığı birçok altyapı da İran’dan birer hatıra. Zamanında terörü görmezden gelen İran bugün aynı derde düştü ve Türkiye ile işbirliği 
yapmak zorunda kalıyor. 

Fakat ilerleyen zamanlarda bu durumun tersine dönmeyeceğinin garantisi de yok. Türkiye için İran imajını etkileyen en önemli unsur ise şüphesiz 1980 ler 
boyunca süren ve 1990ların bir kısmında da net bir şekilde hissedilen rejim ihraç etme çabaları oldu. Bugün dahi Türkiye’de birçok kişi İran’ın hala bu tür 
gayretler içinde olduğunu düşünüyor.

Anlaşılan o ki İran’ın Müslüman ülkeler ile ilişkileri oldukça garip. İran kendisini bir ‘İslam Cumhuriyeti’ olarak tanımlıyor. Ancak dış ilişkilerinde birkaç istisna (Suriye, Sudan gibi) dışında neredeyse tüm Müslüman ülkeler ile sorunlu. İlişkilerinin iyi olduğu ülkeler Rusya ve Ermenistan gibi bölgenin iki Hıristiyan ülkesi. Üstelik bu iki ülke Müslümanlarla da ciddi sorunları olan ülkeler. Ermenistan komşusu Azerbaycan’ın topraklarının neredeyse beşte birini işgal etmiş, Rusya ise Çeçenistan’da gelmiş geçmiş en büyük insanlık dramlarından birine imza atmış. Başka bir deyişle bu şartlar altında Osmanlı’ya karşı Vatikan ile işbirliği yapan İran’ı hatırlamamak çok zor.

Bu veriler altında denebilir ki Ortadoğu’da ekonomik entegrasyonu, ticareti ve siyasi işbirliğini arttırmak isteyen Türkiye’nin karşısındaki en önemli engellerin 
başında İran geliyor. Çünkü İran herkesi kendisi gibi biliyor. Türkiye’nin gizli (kirli) bir gündemi olduğunu sanıyor. Türkiye’nin ticaret ile İran’ın altını oyacağından endişeleniyor. 

Tahran’da bu bakış açısı sadece Türkiye’ye karşı değil, diğer birçok bölge ülkesine karşı da var. Oysa İran bu kaygılarında çok yanılıyor. 
Bunu anlaması için ‘ABD ajanı’ olarak algıladığı ülkelerin ABD politikasına nasıl karşı çıktıklarına bir göz atması bile yeterli olurdu.

Gaz Sorunu

Doğalgaz hattındaki kesilmeler İran’ın yanlış bakış açısının bir diğer örneği. Bilindiği üzere Türkiye, Rusya’ya olan bağımlılığını azaltabilmek ve komşusu İran ile ticaretini arttırabilmek için İran gazını almaya karar verdi. Bu maksatla ciddi yatırımlar yapılarak iki ülke arasında yüzlerce kilometrelik doğalgaz boru hattı 
döşendi. Türkiye ilk defa bu hattı gündeme getirdiğinde içeride ve dışarıda çok önemli siyasi maliyetlerle de karşılaştı. İçeride İran gibi bir ‘İslamcı rejim’ ile iş 
yapılmasının Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kurucu ilkelerinden laikliğe aykırı olduğu söylenirken, dışarıda da ABD, İran ile her türlü işbirliğine karşı olduğunu 
açıkladı. Fakat Ankara tüm bu zorlukların üstesinden gelerek İran doğalgaz hattını hayata geçirdi. Hatta ilerleyen yıllarda İran ile doğalgaz alanında başka 
işbirliklerinin de yolunu aradı. İran’dan tüm dünyanın köşe bucak kaçtığı, ona ‘çirkin ördek yavrusu’ muamelesi yaptığı bir dönemde Türkiye’nin tüm bu 
fedakârlığına ve uluslararası yazılı anlaşmalara rağmen İran keyfi bir biçimde, üstelik kara kışın ortasında gazı kesmeye başladı. İran’dan gelen gazın 
kalitesinde de ciddi sorunlar yaşandı. Bu kesintiler zamanla sıklaştı. 2005-2006 kışında ve bu kış ise İran’ın kesintileri Türk ekonomisini vurmaya başladı. 
İki kış önce bazı sanayi tesisleri faaliyetlerini gaz yetersizliği nedeniyle durdururken, bu yıl da elektrik üretiminde ciddi sorunlar yaşanıyor.
İran gaz kesintileri konusunda zamanında açıklama yapma ihtiyacını bile duymuyor. Canı isteyince vanayı kapatıyor, canı istemezse açıyor. Türkiye’de tepkiler sertleşince lütfen bir açıklama gelse de özür vs. hak getire.
Bu yılki gerekçeleri yine aynı: “Kış sert geçiyor. Bize yetmiyor, size mi verelim?” Hatta Türkiye’de bazıları da İran’a hak verecek kadar ileri gidiyor: 
“ Bir ülke kendi vatandaşları dururken gazı dışarı satar mı?” diyorlar. Elbette satar. Eğer bir anlaşma imzalamışsanız, uluslararası taahhütler altına girdiyseniz, 
öncelik dış taahhütlerinizdedir. İçerideki haliniz ne olursa olsun sözünüzde durmak zorundasınız. Aksi takdirde hiç kimse sizinle ne ticaret yapabilir, ne de 
siyasi işbirliği. İran kış soğuklarını tarihinde ilk defa yaşamıyor. Yıllık gaz üretiminin ne kadar olacağı da sır değil. Bu durumda başka bir ülke ile anlaşma 
imzalayan İran’ın öncelikle bu taahhütlerine uyması gerekir. En azından anlaşma imzaladığı Türkiye ile oturup anlaşarak yaşanan sıkıntıyı paylaşması gerekir.
İran’ın bir diğer gerekçesi de Türkmenistan’ın İran’a verdiği gazı ani bir şekilde kesmesi. Türkmenler gaz fiyatını beğenmedikleri için İran’ı yola getirmeye 
çalışıyorlar, İranlılar da faturayı Türkiye’ye çıkarmaya kalkıyorlar. Oysa Türkmen gazı da Türkiye’yi ilgilendirmiyor. Çünkü Türkiye Türkmenistan ile herhangi bir 
anlaşma yapmış değil. Hatta böyle bir işbirliğinin önündeki önemli engellerden biri de Tahran Yönetimi oldu. İran, Türkiye’nin Orta Asya ile ilişkilerinde hep 
engelleyici olduğu gibi Türkmen gazı konusunda da her zaman engelleyici oldu. Söyledikleri ile uygulamaları birbirini tutmadı. Türkmen gazının doğrudan 
Türkiye’ye gitmemesi için Türkmen gazını alıp kendi gazıymış gibi Türkiye’ye satmaya kalktı.

Özetle İran içinde bulunduğu kuşatılmışlığa, ABD ve Avrupa ile yaşadığı siyasi ve ekonomik sorunlara rağmen bölgesine dönük şüphe uyandıran politikalarını 
sürdürüyor. 
Milyarlarca dolar kazandığı Türkiye pazarına karşı dahi sorumluluklarını yerine getirmiyor. Tutarlı bir ortak gibi davranmıyor.
Oysa ki Türkiye ve İran’ın işbirliği önündeki engelleri aşması demek Türkiye-İran-Orta Asya ve Türkiye-İran-Pakistan hattında derinleşen bir ekonomik 
entegrasyon demek. Bölge ülkeleri arasında katlanan ekonomik ilişkiler sayesinde bölge dışı ülkelerin daha az siyasi müdahalesi demek. 
Türkiye yılmadan İran’a ekonomik araçlar (ticaret, boru hatları vs.) ile girmeye çalışıyor. Çünkü ekonomik olarak bölgeye entegre olmuş bir İran sadece 
Türk ulusal çıkarlarına değil, bölgesel istikrar ve barışa da katkı sağlayacaktır. Ortadoğu’nun kalkınması ve istikrara kavuşmasında hiç şüphe yok ki Türkiye 
ve İran işbirliği özel bir rol oynayacak. 
Eğer bu iki ülke en azından ticari sahada yakınlaşamazsa Ortadoğu’nun (ve hatta Pakistan ve Orta Asya’nın) geleceği için güzel düşler kurmak dahi 
zorlaşacaktır. Bu basit gerçeğin farkında olan İranlıların sayısı az değil. Ancak bu gerçeği anlamak istemeyen ve hala eski Pers İmparatorluğu oyunlarını 
İslamcılık etiketi altında sürdürmek isteyen dar, ama çok etkili bir kadro da İran devletinin içlerinde mevzilenmiş durumda.
Son söz olarak denebilir ki İran’ın önündeki en önemli engel yine İran. İran’dan anlaşılması güç, birbiriyle çelişen mesajlar geliyor. 
Şu an için denebilir ki karşımızda en azından birden fazla İran var ve böyle bir İran da en az ABD kadar bölge ülkelerini korkutuyor.


***