Pakistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Pakistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2020 Cuma

ÜÇÜNCÜ NÜKLEER ÇAĞ

 ÜÇÜNCÜ NÜKLEER ÇAĞ





Üçüncü nükleer çağ..
Prof.Dr.Sait Yılmaz
28 Kasım 2018


Giriş

ABD yönetimi 1987’de imzalanan Orta Menzilli Nükleer Güçler Anlaşması’ndan (INF ) çekilmeyi ve anlaşmanın yeniden gözden geçirilmesini istiyor . ABD başkanı Donald Trump, kararının gerekçesini ‘Rusya ve Çin sürekli silahlanırken biz buna müsaade edemeyiz’ şeklinde açıkladı. ABD, INF anlaşmasından çekilme kararını henüz resmen hayata geçirmedi. Amerikalılar, Rusların hem START hem de INF Anlaşmalarını ihlal ettiklerini iddia ediyorlar. 2010 yılında imzalanan ve 2021 yılında yenilenecek Yeni START (Stratejik Silahlar) Anlaşması’na göre, her iki tarafın elinde ancak 1.500 (konuşlu) stratejik savaş başlığı olabilir. 

Amerikalılara göre, Ruslar 1.550 adet sınırına rağmen her çeşit nükleer envanterlerini geliştiriyorlar. 

Gene Amerikalılar, olası bir savaşta Rus tehdidinin nükleer seyir (cruise) füzeler ile destekleneceğini ve ‘ilk kullanan’ olma stratejisi izleyeceklerini iddia ediyorlar. 

Bu iddialar, Amerikalıların nükleer silahlarını modernize etme, artırma yanında füze, denizaltı ve savaş uçakları gibi nükleer silah atma platformlarını geliştirme gerekçesi olarak sunuluyor. Nükleer silahların azaltılması konusunda yakın zamanda tekrar bir işbirliği veya silahlanmadan vazgeçme olasılığı gözükmüyor ama nükleer kabiliyetleri artırma çalışmaları hızla devam ediyor. Putin ise Nükleer Armageddon’dan (Kıyamet Savaşı) bahsediyor. 

Gelinen durum Soğuk Savaş döneminden daha kötü. Neler oluyor ve olabilir? 

Anlatalım. 

Üçüncü nükleer çağ..

Nükleer silahlanma gayretlerini üç ayrı döneme ayırabiliriz. 1945 yılında Hiroşima ve Nagazaki’nin bombalanması ile başlayan ilk dönemde nükleer silahlar, Doğu ile Batı arasındaki muhtemel bir çatışmanın korkutucu unsurları idi. Önceleri Amerikalılar, nükleer silahları savaşta daha fazla insanı yok etmek için ‘topçunun takviyesi’ rolünde gördüler. Bu dönemin önemli bir virajı 1962 yılında yaşanan Küba Krizi oldu ve nükleer savaşın kazananının olmayacağı düşüncesi yani nükleer silahtan kullanmaktan uzak durulması gereği kafalara iyice yerleşti. Artık nükleer silahlar ‘caydırıcılık’ vasıtası idi. Tarafların elindeki nükleer silahlar ‘karşılıklı caydırıcılık’ içinde siyasi kararların yumuşamasına da etki etti. 

Örneğin, 

Sovyetlerin Berlin Duvarı’nı inşası veya Çekoslovakya’yı işgali gibi çatışmalar geri plandaki nükleer silah endişesi ile daha fazla tırmanmadan bir noktada durdu. Nükleer caydırıcılık sadece nükleer savaşı değil, konvansiyonel savaşı da önledi. Soğuk Savaş süresince taraflar vekilli savaşlara ve silahlanma yarışına ağırlık verdiler.

TÜRK UÇAK GEMİSİ TAMAM SIRADA NÜKLEER SİLAH MI VAR

İkinci nükleer çağ, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ile başladı ve Soğuk Savaş’ın son döneminde imzalanan anlaşmaların gereği ve genel iyimserlik havası içinde taraflarca nükleer silah envanterleri önemli ölçüde azaltıldı. Ancak, Rusya tarafında nükleer silahlar, eski Sovyet gücüne ulaşmanın ve dünya gücü kalmanın bir garantisi olarak görülmeye devam etti. Rusya’nın elde kalan ortaklıkları da onun nükleer gücünden cesaret alıyordu. 1998 yılında Hindistan ve Pakistan tarafından yapılan nükleer testler bu çağın yeni zorluklarının habercisi oldu. Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi (NPT ) Anlaşması’na aykırı olmasına rağmen ABD ve Rusya’yı hedef almayan bu iki yeni nükleer güç çok fazla tepki almadı. Bununla beraber, Hint nükleer silahları 1950 sonrası gelişen düşmanlık nedeni ile Çin için tehdit ya da caydırıcılık teşkil ediyor. Böylece caydırıcılık iki taraflı olmaktan çıkıp, çok taraflı hale geldi. 11 Eylül 2001 saldırıları ise devlet dışı aktörlerin nükleer silah kullanma olasılığını da gündeme taşıdı. Bu dönemde, nükleer silahların artık stratejik seviyede bir caydırıcılık unsuru olmaktan öteye terörizm vasıtası olma ihtimali istihbarat teşkilatlarını alarma geçirdi.

Üçüncü nükleer çağın başlangıç noktası, 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi oldu. Rusya, gördüğü tepkiler üzerine Avrupa güvenlik sisteminin bir parçası olmaktan ve NATO üyeliğinden ayrıldı. Daha da önemlisi 1989’dan tam 25 yıl sonra tekrar NATO için bir tehdit kabul edilmeye başlandı ve ittifakın çarkları son dört yıldır Rus tehlikesine yönelik olarak dönüyor. 1990 sonrasında konvansiyonel kabiliyetlerinin ABD’nin çok gerisinde olduğunun farkında olan Ruslar, ikinci çağda nükleer kabiliyetlerine dayalı bir savunma anlayışını korumuşlardı. Şimdi ise konvansiyonel gücü sınırlı olan Rusya’nın nükleer gücü komşuları için ciddi bir endişe konusudur. Çünkü Ruslar, nükleer kabiliyetlerini konvansiyonel savaşta kullanmanın hesaplarını yapıyorlar. Sovyet etki dönemine dönmek isteyen Ruslar, İsveç ve Polonya üzerinde uçurdukları nükleer kabiliyetli bombardıman uçakları ile mesaj veriyorlar. Batı ise önceki iki çağdan alınan derslerden üçüncü çağa yönelik bir nükleer strateji geliştirmeye çalışıyor; hem konvansiyonel bir savaşın hem de devlet dışı bir aktörün tehdidini önleyecek bir strateji . Diğer yandan Kuzey Kore ve İran’ın nükleer programları, Üçüncü Çağ’da nükleer silahların rolü konusunda yeni tartışmalar başlattı. 



Harita: INF Anlaşmasına Göre Rus Orta Menzil Nükleer Silah Etki Sahası
 
Nükleer stratejik ortamdaki değişimler..

Bugünün stratejik ortamı 30 yıl öncesinden çok farklı. Soğuk Savaş sonrası nükleer silahlar konusundaki trendleri şu şekilde sıralayabiliriz ;
- ABD ve Rusya, nükleer savaş başlık sayısını azaltmaktaydı. Her ikisi de, 1991 yılından beri stoklarını %75 azalttı.
- Ruslar 1990’ların sonundan itibaren nükleer silah atma sistemlerini modernize etmeye başlarken, ABD ise kendi sistemleri için araştırma ve geliştirme faaliyetlerine ciddi fonlar ayırmaya başladı. ABD bir nükleer atma sistemini son olarak 1994’de kurarken, Ruslar en son yeni bir sistemi 2016’da kurdular.
- ABD’ye göre kendi nükleer modernizasyon programı Yeni START Anlaşması’na uygun olarak 1.550 kurulu savaş başlığı sınırları içinde yürümektedir. Gene Amerikalılara göre Ruslar, bu sınırı 2011’de aştılar. 
- ABD, Avrupa’daki ‘stratejik olmayan’ nükleer silah sayısını 1970’lerdeki yaklaşık 7.000’den bugün 180’e düşürdü. Sovyetler Birliği döneminde bu miktar yaklaşık 20.000 civarında idi. Bugün ise Ruslarda 2.000-4.000 civarında bulunduğu iddia ediliyor. Dolayısı ile ABD, Rusları azaltma yönündeki kendi trendini izlememekle suçluyor.

- Amerikalılar, Rusların her yıl daha akıllı ve etkili nükleer savaş başlıkları üretirken, kendilerinin yeni kabiliyetler inşa etmediğini iddia ediyorlar. Hatta 1980’lerden beri yeni bir nükleer başlık, 1990’ların başından beri ise hiçbir yeni başlık üretmediklerini söylüyorlar. Rusların, kilotondan daha düşük ve taktik nükleer silah üreterek, Batının Avrupa’daki olası müdahalelerini önlemeye niyetinde oldukları düşünülüyor.

Bu iddialara dayanarak ABD, Rus nükleer kabiliyetlerine bir reaksiyon olarak yeni bir strateji ihtiyacı arayışındadır. Sadece Rusya’ya karşı değil Çin’e yönelik olarak da nükleer gücünün modernize edilmesi ve caydırıcı seviyeye ulaştırılması hedefleniyor.
Gelinen stratejik ortamda Batılı güçleri kendine tehdit olarak gören, ekonomisi ve askeri gücü yetersiz Rusya, İran ve Kuzey Kore gibi ülkeler, güç konumunu nükleer silahlarla takviye etmeye çalışıyor. Yani anlayış; konvansiyonel gücün zayıf ve ABD gibi bir ülke ile başın belada ise nükleer güç edineceksin. Öte yandan Ruslar ilave olarak, nükleer silahları konvansiyonel güçlerinin yanında onları tamamlamak için yani konvansiyonel savaş içinde kullanmak istiyor. Silahsızlanma anlaşmalarının gereği olan şeffaflık yani bilgi paylaşımını reddediyor. Kırım’ın işgalinin ardından Moskova, Kasım 2014’de, nükleer emniyet ile ilgili yıllık Rusya-ABD Zirvelerine katılmayacağını açıkladı. Bir ay sonra ise Rus nükleer atıkları ile ilgili Nunn-Lugar Kanunu diye bilinen ikili işbirliği programından çekildiğini beyan etti. Amerikalılara göre Ruslar, INF aleyhine Avrupa’ya yeni sistemler kuruyorlar ve bu nedenle Doğu Avrupa’daki Amerikan nükleer silahları önemini koruyor. Buna Asya Pasifik’te güce susayan Çin’in arayışları da eklenince, ABD’ye göre nükleer silahlardan arınmış bir dünya hayali artık masada bir konu değildir. 

ABD, gerçekte ne yapmak istiyor?

INF, 1991’deki uzun menzilli stratejik nükleer silahlara ilişkin START anlaşmasına paralel olarak, menzili 500-5.000 km. arasında olan yerde konuşlu kısa ve orta menzilli balistik ve seyir (cruise) füzelerinin elimine edilmesini öngörüyordu. Bazılarına göre Trump’ın INF’den çekilme niyeti sadece Rusları yeni bir anlaşma için zorlamaya yöneliktir . Ancak, INF’nin reddi ABD için Rusya’ya karşı artık kuvvetli bir baskı vasıtası olacak çünkü Doğu Avrupa’nın özellikle Ukrayna’nın Rus sınırlarına yakınlığı kısa ve orta menzil için en çok Rusları tehdit ediyor. ABD, 2010’lu yılların başından itibaren Rusları sık sık INF Anlaşması’nı ihlalle suçlamaya başlamıştı. INF’nin ABD’ye diğer bir yararı da Çin, Kuzey Kore ve İran’a yönelik sınırlamaların da ortadan kalkması olacak. Özetle nükleer çılgınlığın önü tamamen açılıyor. Amerikalılara göre INF Anlaşması’nın diğer bir imzacısı olan Çin anlaşmayı halen %95 oranında ihlal etmiş durumdadır . Öte yandan ABD’nin Çin ile Güney Çin Denizi’nde beklenen savaşında kullanacağı ASB  (Hava-Deniz Muharebe) Konsepti) ile Çin’in A2/AD  önleme konsepti INF düzenlemeleri içinde uygulanamaz. Ancak, ABD’nin unuttuğu bir şey var; INF’den çekilmek Rusların da bu tür silahları sınırsızca hem Avrupa’ya hem de ABD kıtasına karşı kullanılması imkânı sağlayacak. Halen hem ABD hem de Rusya, parasının çoğunu stratejik bombardıman, karada konuşlu kıtalararası balistik füzeler, denizaltıdan atılan balistik füzeler ile hipersonik uçan aletler ve uydusavar sistemler gibi yeni projelere harcıyorlar . ABD ve Rusya arasında bir nükleer anlaşma olmadan diğer ülkeleri de durdurmak mümkün olmayacaktır. Özetle sınırsız bir yeni nükleer silahlanma yarışı içine sürükleniyoruz. 

Bugün NPT’ye dâhil olmayan Hindistan, Pakistan ile NPT dâhilindeki Çin daha fazla nükleer silah yapmaya devam ederken, ABD ve Rusya ise elindekileri modernize etmeye odaklanmış durumdalar . INF’nin kalkması Washington’a Rusya’ya karşı daha yakın ve saldırgan vasıtalar sağlayacak. ABD, Doğu Asya’da gemileri ve denizaltıları dışında da Çin’i nükleer füzelerle kuşatabilecek. Trump, INF’den çekilerek ABD’nin nükleer envanterini geliştirmenin önünü açacak. ABD yönetiminin nükleer silahlanmaya kamu desteği sağlamak için medyada propaganda teması “daha güvenli ülke” . Ama bu Rusların da işine gelecek. Putin, askeri gücünü ancak nükleer gücü ile ayakta tutabileceğinin ve bu şekilde Rus çıkarlarını ve gündemini sürdürebileceğinin, bunun da kendi varlığını meşru kılmanın en önemli sahnesi olduğunun farkında. Nitekim Putin, şimdi bir konferanstan diğerine gidip korku senaryoları anlatıyor. 

Nükleer yol, Rusları tekrar süper güç konumuna getirecek. Bu işten en çok uzun zamandır yeni silah satışına ve projelerine susamış savunma sanayi ve silah şirketleri karlı çıkacak. Eğitime ve sağlığa harcanacak paralar şimdi sınırsızca onlara gidecek. Nükleer savaşın kazananın olmayacağı yönünde Soğuk Savaş döneminde öğrenilen dersler unutulmuş durumda. Trump, silahların kontrolü ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesi konusunda ise diğer konularda olduğu gibi kendini işin ustası ve ülke çıkarlarını koruduğu varsayımı ile hareket ediyor. 

Sonuç..

Eğer nükleer silahlanmayı durduramazsak, bu sefer Soğuk Savaş’taki gibi şanslı olmayabiliriz. ABD yeni nükleer stratejisinin gerekçelerine inandırmak için hikâyeler düzerken, NATO içinde yeni strateji tartışmalarını başlatarak, her zaman olduğu gibi başta İran olmak üzere kendi tehdidini diğerlerine satmak istiyor. Nitekim Temmuz 2016’daki NATO’nun Varşova Zirvesi’nin ana gündem konularından birisi ‘yeni nükleer strateji’ oldu. Avrupa’nın öte yakasındaki Rusların nükleer kabiliyetli savaş uçakları, denizaltıları komşu ülkelere yönelik tehdidin ana kaynağıdır. Caydırıcılık ve karşı koymak için ABD’den çok bizlerin yeni stratejilere ihtiyaç var. Bizim gibi ülkelere düşen, hava savunma sistemleri yani denizden ya da havadan atılacak bu savaş başlıklarını ve atma vasıtalarını vuracak kabiliyetleri edinmektir. Nükleer savunma, füze savunması ile birlikte ele alınmalıdır. İsrail gibi ABD savunma garantisine sahip olmadığımıza ve Rusya’nın ise en yakın potansiyel tehdit olduğunu göz önüne alırsak, kendi milli hava savunma sistemimizi geliştirmek için oldukça yolumuz olduğunu ve ABD tarafından NATO içinde 70 yıldır uyutulmaya devam ettiğimizi söyleyebiliriz. En iyi savunma, ‘taarruz’ olduğuna göre belki de kendi nükleer silahımızı yapmamızın zamanı gelmedi mi? Türkiye’nin nükleer stratejisi kendi askeri hedeflerine uygun, daha çok taktik seviyede olmalıdır; bunun için de bazı fikirlerimiz var..

DİPNOTLAR;

1  INF: Intermediate-Range Nuclear Forces Treaty.
2  Marwan Salamah, Do Treaties Eliminate Nuclear Wars? South Front, (October 26, 2018).
3  NPT: Non Proliferation Treaty.
4  Karl-Heinz Kamp, Welcome to the Third Nuclear Age, Federal Academy for Security Policy, (May 2, 2016).
5  Matthew Costlow, Washington’s Imaginary Nuclear Arms Race, National Institute for Public Policy, (May 13, 2016).
6  Martin Pengelly, Trump promise to leave nuclear deal could be bargaining move, Corker says, The Guardian, (October 22, 2018). 
7  John Lee, Trump was right to pull out of arms treaty, but not because of Russia, CNN, (October 22, 2018).
8  ASB: Air Sea Battle.
9  A2/AD: Anti Access / Anti Denial.
10  Uri Friedman, Trump Hates International Treaties. His Latest Target: A Nuclear-Weapons Deal With Russia, Atlantic, (October 24, 2018).
11  Heather Hurlburt, Russia Violated an Arms Treaty. Trump Ditched It, Making the Nuclear Threat Even Worse, Foreign Polcy, The Intellgencer, (October 26, 2018).
12  Sarah Rainsford, INF treaty: Putin shrugs off Trump’s nuclear arms move, BBC, (October 26, 2018).

***

5 Kasım 2020 Perşembe

AFGANİSTANDA BARIŞ MÜMKÜN MÜ.

 AFGANİSTANDA BARIŞ MÜMKÜN MÜ. 

Esedullah Oğuz,İran, Pakistan,Türkiye,Afganistan,Taliban,Hamid Karzai,11 Eylül 2001 olayları,Barış Mümkünmü,

AFGANİSTAN’DA BARIŞ MÜMKÜN MÜ? 
Esedullah Oğuz.*
*AFGANİSTAN VE ORTA ASYA UZMANI.,
EKONOMİK VE STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ 3 AYDA BİR YAYINLANIR 
YIL 9 SAYI 34 2016 / 2 
www.ekoavrasya.net

 


24 ARALIK 1979 TARİHİNDE KABİL RADYOSUNUN TOK SESLİ SPİKERİ ŞÖYLE DİYORDU: “ GECE IŞIKLARINIZI YAKMAYIN, PERDELERİNİZİ
KAPATIN VE SOKAĞA ÇIKMAYIN…”

 Başlıktaki soruya yanıt vermeden önce gelin isterseniz, bundan tam 37 yıl önce milyonlarca Afgan gibi beni de doğup büyüdüğüm ülkeyi terk etmeye zorlayan olayı anımsayalım. Beni doğduğum toprakları terk edip önce İran, Pakistan, sonra Türkiye ve en sonunda da Almanya’ya sürükleyen macera bir radyo anonsu ile başlamıştır. 24 Aralık 1979 tarihinde Kabil radyosunun tok sesli spikeri şöyle diyordu: “Gece ışıklarınızı yakmayın, perdelerinizi kapatın ve sokağa çıkmayın…”

11 Yaşında bir çocuk olarak o sırada bu sözlerin anlamını pek kavrayamamıştım. Ama ertesi gün sabahın ilk ışıklarıyla bisikletime atlayıp sokağa çıktığımda etrafta bir sürü yabancı asker vardı. Hepsi de sarışın, mavi gözlü ve açık tenliydi ve benim daha önce hiç duymadığım bir dilde konuşuyorlardı. 

 O sırada pek farkında değildim ama 10 yıl sürecek Sovyet işgali başlamıştı ve Afgan halkı işgalden sonra da on yıllarca sürecek olan ve etkileri halen devam eden bir çileye ve toplumsal kargaşaya sürükleniyordu.

    Aradan 40 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen Afganistan hâlâ barıştan, özellikle de herkesin özlemini çektiği kalıcı barıştan epey uzak görünmektedir. 
Başta başkent Kabil olmak üzere ülkenin belli başlı kentleri gün aşırı büyük çaplı patlamalarla sarsılırken; kırsal bölgelerin tamamına yakını Taliban ve IŞİD  yanlısı güçlerin elindedir. Ekonomi tamamen dışa bağımlı ve cumhurbaşkanından sıradan bir polis memuruna kadar Afgan devlet kademesindeki tüm görevlilerin maaşları ve diğer masrafları Batılı donörler tarafından karşılanmaktadır. Günde 2 dolara iş bulamayan Afgan vatandaşları, özellikle de gençerkekler iş, aş ve yeni bir yaşam için akın akın yurt dışına gitmektedir. Ve Avrupa’nın kapısına dayanan Afganlar, Suriyelilerden sonra ikinci büyük mülteci grubunu oluşturmaktadır.
    Peki, Afganistan nasıl oldu da bu hale geldi? 
Bu soruyu yanıtlamak için son 15 yıldaki gelişmeleri kısaca özetlemekte yarar var. 
Tüm dünyayı sarsan 11 Eylül 2001 olaylarından hemen sonra Ekim 2001’de Taliban iktidarının devrilmesini Afgan halkı büyük bir sevinçle karşılamıştır.
    Özellikle Aralık 2001’deki Bonn Konferansı’nda genel uzlaşı yoluyla Afganistan’da yeni bir yönetim oluşturulduktan sonra gerek Afgan gerekse dünya kamuoyunda, Afganistan’ın geleceği konusunda büyük umut oluşmuştur.
    Yeni devlet başkanı Hamid Karzai, karanlık günlerin geride kaldığını, Afganistan tarihinde temiz bir sayfanın açıldığını ve yeni bir dönemin başladığını ilan etmiştir.
    30 yılı aşkın bir süreden beri yurt dışında, özellikle ABD ve AB’de yaşayan Afganlar  akın akın eski ülkelerine dönmeye başlamıştır.
Batı’dan yüzlerce hükümet dışı yardım kuruluşu Kabil’de büro açıp çalışmalara başlamıştır. Yurt dışındaki Afgan kökenli işadamları yabancı ortaklarla Afganistan’da fabrika, GSM şirketleri, medya kuruluşları gibi büyük çaplı yatırımlar yapmışlar ve ülkede kısa sürde dikkate değer bir özel sektör oluşmuştur. 
   Yüzlerce tv ve radyo istasyonu, yüzlerce gazete ve dergi açılmış ve yayına başlamıştır. 2001-2005 arası Afgan halkı umut doluydu ve yeni yönetime tam destek verdi.
Ancak bu dönemde yeraltına çekilen Taliban yeniden toparlanmakla meşguldü.

O yıllarda ben de Nato danışmanı olarak Kabil’de görev yapıyordum ve eski ülkemdeki gelişmeleri herkes gibi büyük bir umut ve hevesle izliyordum.

Ülkede temiz bir sayfa açacağını söyleyen devlet başkanı Hamid Karzai tam da bu sırada vahim bir hata yapmıştır. Eski dönemde yol kesen, adam öldüren, fidye için insan kaçıran, kısacası her türlü yasadışı işe bulaşan savaş ağalarını, eski komutanları, aşiret reislerini ve uyuşturucu baronlarını kontrol altında tutmak için hükümete almış; kimisini bakan yapmış kimisini de vali, ordu komutanı, emniyet müdürü gibi önemli mevkilere getirmiştir.

    Ama maalesef evdeki hesap çarşıya uymamıştır.

Savaş lordları, eski komutanlar ve aşiret reisleri, eskiden yaptıkları yolsuzlukları bu kez devletin resmi yetkisini kullanarak yapmaya başlamıştır. 
  Mesela 1990’lı yıllarda insanları soyup soğana çeviren eski bir komutan, 2005’te Kabil emniyet müdürü olarak eski mesleğini bu kez daha sistematik 
bir şekilde sürdürmeye başlamış; başkentteki zengin ailelerden para almak için polis bünyesinde özel timler oluşturmuştur.

    Bu timler geceleri zenginlerin evlerine baskınlar yaparak veya onların çocuklarını kaçırarak komutanları için para toplamaya başlamıştır.
Aynı şekilde ordu generali olanı eski bir savaş lordu, yüklü meblağlar karşılığında ordu araçlarıyla uyuşturucu baronlarının mallarını taşımaya
başlamıştır. Kimse de bir generalin konvoyunu durdurmaya veya aramaya cesaret edemediği için mallar ülkenin bir ucundan diğer ucuna rahatlıkla 
taşınabilmiştir.
-Böylece 2005’ten itibaren Karzai hükümeti gözden düşmeye, umutların yerini karamsarlık almaya başlamıştır.
Ve ilginçtir ki; aynı yıl Taliban yeniden bir umut olarak ortaya çıkmış; Kabil yönetiminden hayal kırıklığı yaşayan sıradan Afganlar yeniden Taliban’a yönelmeye başlamıştıı. Bir Afgan taksici bu durum, o yıllarda şöyle açıklamıştır: “Taliban döneminde açtık, fakirdik, kimse bize yardım etmiyordu ama en azından güven vardı, kendimizi güvende hissediyorduk. Mesela Taliban iktidarında insanlar bir çuval parayla bir köyden diğerine rahatça gidebiliyordu.
Şu anda ise güpegündüz insanlar kaçırılıyor, kadınlar sokağa çıkmaya korkuyor ve polis dahil kimseye güvenimiz kalmadı.”
   Böylece Taliban birkaç yıl içinde Afganistan’da büyük bir güç ve halkın önemli bir kesimi için yeniden umut haline gelmiştir. Aslında Taliban’ın 
güçlenmesindeki en büyük etkenlerden biri, Kabil’de halkın güvenine layık güçlü bir hükümetin kurulamamış olmasıdır. Kabil’deki yöneticiler
ne kadar gözden düşerse ve ne kadar çok yolsuzluğa bulaşırsa, Taliban o kadar güçlenmiştir. Diğer bir deyişle, Taliban şu ana kadar Afgan yönetiminin beceriksizliğinden beslenmiştir. Yoksa Taliban’ın ortaçağı andıran düzenini Afgan halkının gözünde cazip kılan başka bir şey yoktur.

KABİL’DEKİ YÖNETİCİLER NE KADAR GÖZDEN DÜŞERSE VE NE KADAR ÇOK YOLSUZLUĞA BULAŞIRSA, TALİBAN O KADAR GÜÇLENMİŞTİR.

   Taliban’ın güçlenmesinde ve popüler hale gelmesinde rol oynayan bir başka etken de NATO ve Amerikan güçlerinin üst üste yaptıkları hatalar ve 
uluslararası yardımların bir türlü ihtiyaç sahiplerine ulaşamamasıdır.
    Son 15 yılda sayıları 10 bine yaklaşan sivil Afgan, NATO ve Amerikan hava saldırılarında can vermiştir. Bu da, yakınlarını koalisyon güçlerinin saldırılarında kaybeden Afgan köylülerinin Taliban’ın saflarına katılmasıyla sonuçlanmıştır. Aynı şekilde dışarıdan gönderilen yardımların Afganistan’da halka ulaşmadan çarçur edilmesi ve üst kademelerde bölüşülmesi de, halk nezdinde hayal kırıklığı yaratmıştır.
    Oysa son 15 yılda Afganistan için toplanan dış yardımın tutarı 30 milyar doları bulmaktadır.
Bu rakamın üçte biri bile ihtiyaç sahiplerine ulaşmış olsaydı, Afganistan’ın en önemli sorunlarından birini teşkil eden işsizlik ve fakirlik çözülmüş olacaktı.
Kısacası; Batı’nın 2001’den sonra öngördüğü Afganistan’ı Taliban ve El Kaide artıklarından temizleme ve mümkün olduğunca müreffeh bir ülke yaratma planı hayal olmaktan öteye gidememiştir.
    Karzai’nin 13 yıllık başarısız iktidarından sonra 2014 Eylül’de ABD’nin baskısıyla oluşturulan koalisyon hükümeti de eski yönetimin hatalarını
tekrarlamaya başlamıştır.
    Gerek Cumhurbaşkanı Eşref Gani gerekse ortağı Dr. Abdullah, halk nezdinde geniş bir tabana sahip olmadıkları için seçimler sırasında kendilerine milyonlarca oy getiren eski savaş ağalarıyla ittifak yapmak zorunda kalmışlardır. Böylece savaş ağaları daha da güçlenerek yönetime dönmüşlerdir. 
Zira gerek Karzai’nin eski kabinelerinde dışişleri bakanı olarak görev alan Dr. Abdullah gerekse maliye bakanlığı yapan Gani; çürük, gözden düşmüş eski 
yönetimin birer ürünüdür. Bu yüzden kaolisyon hükümetinin kuruluşunun üzerinden iki yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen ülkede hiçbir şey rayına oturmuş değildir, aksine her şey daha da kötüye gitmektedir. Mesela kabinenin oluşturulması, parlamento hükümetin her adayını reddettiği için, bir yıldan uzun sürmüş ve savunma bakanlığı gibi bazı kilit makamlara hala atama yapılamamıştır. 2014 sonunda ABD liderliğindeki NATO gücü büyük ölçüde çekildiği için Afgan hükümeti, Taliban’ın giderek artan saldırılarıyla baş etmekte zorlanmış; Taliban büyük kent merkezlerine doğrudan saldırılar düzenlemeye başlamıştır.
TALİBAN, ÜLKENİN PEŞTUNLAR TARAFINDAN YÖNETİLMESİNİ İSTEMEKTE; TACIK, ÖZBEK, HAZARA VE TÜRKMEN GİBİ KUZEYLİ
GRUPLAR İSE ÜLKENİN ESKİSİ GİBİ SADECE PEŞTUNLAR TARAFINDAN YÖNETİLMESİNE ŞİDDETLE KARŞI ÇIKMAKTADIR.
    Taliban ile yıllardır gizli ve açık kanallardan sürdürülen barış görüşmelerinde şu ana kadar bir arpa boyu yol alınabilmiş değildir.
Barışı görüşmek için NATO ve Amerikan birliklerinin ülkeden ayrılmasını şart koşan Taliban, bu şart 2014 sonunda yerine getirildiği halde, barışa yanaşmamakta, aksine bu kez başka şartlar öne sürmektedir. Buradaki en önemli sorun elbette ki, Taliban’ın iktidarı kuzeyli gruplarla paylaşmayı bir türlü içine sindirememesidir. Ülke nüfusunun yaklaşık % 40’ını oluşturan Peştunlara dayanan Taliban, eskiden olduğu gibi iktidara tek başına sahip olmak istemektedir. Afganistan, 1747’de kurulduğundan beri 1929-1930 ve 1992-94 yıllarındaki bir iki yıllık Tacik iktidarı hariç hep Peştunlar tarafından tek elden yönetilmiştir. Taliban, bu geleneğin sürdürülmesi konusunda ısrar etmektedir. 

EKO  GÖRÜŞÜ..., KABİL’DEKİ YÖNETİCİLER NE KADAR GÖZDEN DÜŞERSE VE NE KADAR ÇOK YOLSUZLUĞA BULAŞIRSA, TALİBAN O
KADAR GÜÇLENMİŞTIİR. 

   Oysa Afganistan 2001 Aralık’tan beri tüm etnik toplulukların nüfusları oranında temsil edildiği bir hükümet tarafından yönetilmektedir.
Tacik, Özbek, Hazara ve Türkmen gibi kuzeyli gruplar ise ülkenin eskisi gibi sadece Peştunlar tarafından yönetilmesine şiddetle karşı çıkmaktadır.

    YENİ DEVLET BAŞKANI HAMİD KARZAİ, KARANLIK GÜNLERİN GERİDE KALDIĞINI, AFGANİSTAN TARİHİNDE
TEMİZ BİR SAYFANIN AÇILDIĞINI VE YENİ BİR DÖNEMİN BAŞLADIĞINI İLAN ETMİŞTİR.

Görüldüğü gibi, Afganistan’da barışa giden yolda önemli engeller bulunmaktadır.
Barışı tıkayan engellerden biri de komşu ülkelerin, özellike de Pakistan’ın, Kabil’de kendi yandaşı bir yönetimi iş başına getirme emelidir. Bu sayede Pakistan, büyük düşmanı Hindistan’a karşı çok arzuladığı stratejik derinliği de elde etmiş olacaktır. 
Pakistan bu amacına, 1990 ortalarında Taliban’ın Afganistan’da iktidarı ele geçirmesiyle ulaşmıştır. Ancak 2001’deki 11 Eylül terör saldırıları Pakistan’ın Afganistan’daki tüm kazanımlarını ve planlarını altüst etmiştir. Buna karşın Pakistan hala bu eski hedefinden vazgeçmiş değildir.
Zira İslamabad yönetimi, güneyinde büyük komşusu Hindistan, kuzeyinde küçük komşusu Afganistan, yani iki düşman ülke arasında kendisini sıkışmış ve huzursuz hissetmektedir. Sözü kısası, Afganistan’da kalıcı barışı tesis etmek için Pakistan’ın kaygılarının giderilmesi şarttır. Sonuç olarak, 40 yıla yakın bir zamandır Afganistan’da kalıcı barış ve istikrar, devam eden kan ve gözyaşı nedeniyle ulaşılması zor bir hayal olmaya devam etmektedir

 EKONOMİK VE STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ 3 AYDA BİR YAYINLANIR 

YIL 9 SAYI 34 2016 / 2 
www.ekoavrasya.net

 ***

10 Ekim 2020 Cumartesi

ULUSLARARASI İLİŞKİLER GÜNDEMİ BÖLÜM 2

 ULUSLARARASI İLİŞKİLER  GÜNDEMİ  BÖLÜM 2




2. TÜRKİYE - İRAN İLİŞKİLERİ: AŞILMASI GEREKEN GÜVEN BUNALIMI

İran 70 milyonluk nüfusu, Türkiye yüz ölçümünün yaklaşık iki misline ulaşan toprakları ve özellikle enerji alanındaki devasa kaynakları ile Ortadoğu’nun en önemli ülkeleri arasında. İran aynı zamanda Türkiye’den sonra Ortadoğu bölgesinin ve tüm Müslüman coğrafyanın en büyük ikinci ekonomisi durumunda. Üstelik İran, Türkiye’nin de komşusu. Bu veriler dikkate alındığında Türkiye ile İran arasında ciddi bir ekonomik yakınlaşma, hatta entegrasyon beklemek doğal bir sonuçtur. 
Ancak ilişkilere bakıldığında son derece sağlıksız bir tablo ile karşılaşılıyor:
İran, Çin ve Rusya ile birlikte, Türkiye’nin en fazla dış ticaret açığı verdiği ülkeler arasında yer alıyor. Açık 5 milyar doları aşıyor. Ticaretin % 75’ini gaz alımı 
oluştururken enerji dışı ticaretin hacmi sadece 2 milyar dolar civarında kalıyor. Oysa Türkiye sanayisi ve tarım-hayvancılık sektörleri İran’ın ihtiyaçlarını karşılamaya çok müsait. Buna rağmen İran, Türk mallarına yüz vermiyor, ticaret bir türlü istenen hızda ilerlemiyor. Doğrudan yatırımlarda ise durum çok daha kötü. İran’a girmek isteyen Türk yatırımcılar akla zarar engellemelerle karşılaşıyorlar. Türk yatırımcılar bırakınız komşu ülkeden olmanın ve ortak kültürel-dini benzerliklerin tadını çıkarmayı, Türk oldukları için bazı özel engellemelerle dahi karşılaşabiliyorlar. Tüm bu engelleri aşıp ihalenin son aşamasına geldiğinizde ise tüm süreç birdenbire iptal edilebiliyor. 

TAV ve Türkcell’de bunun en açık örnekleri yaşandı. Geçenlerde USAK’ı ziyaret eden bir grup Türk işadamı ise sorunun bir başka boyutundan dert yandı. İranlı işadamlarının son dönemde sıkça Türk işadamlarına işbirliği önerisinde bulunduklarını, ancak bu ilişkilerin Türk tarafı için hep hüsranla sonuçlandığını belirttiler. İranlılar Türk işadamlarından meslek sırlarını aldıktan, üretimin nasıl yapıldığını iyice öğrendikten sonra Türk ortağı İran’dan uzaklaştırıp yollarına devam ediyorlarmış. İşadamları İranlıların yaklaşımını ‘şark uyanıklığı’ olarak değerlendiriyorlar ve İran ile uzun dönemli bir işbirliğinin ne kadar zor olduğunu anlatıyorlar. Belli ki Devrim sonrasında oluşan kapalı ekonomi ve ekonomik müeyyideler İranlıları rekabetten uzaklaştırmış ve evrensel iş hayatı kurallarını öğrenmeleri bayağı bir zaman alacak. 

Başka bir deyişle İran’da siyasi direncin dışında bir de kültürel direnç var.
Kim ne derse desin, İran’da daha fazla Türk şirketi görmek istemeyen bazı güçlerin olduğu muhakkak. Bunların en önemli hareket noktası Türkiye’nin ‘ABD ve İsrail’in casusu’ olduğu düşüncesi. İran’da Türklerin sayısı arttıkça ‘karşı-devrim’ olacağından endişe ediyorlar. 1 Mart Tezkeresi ve Irak Savaşı sonrasında Türkiye’nin aktif Ortadoğu politikası bu düşünceleri yumuşattıysa da Türkiye birçok radikal devrimci için hala şüphe ile yaklaşılması gereken bir ülke.

İkinci önemli gerekçe Türkiye’nin hemen her alanda İran’ın tersi bir istikameti temsil ediyor oluşu. Türkiye İslam dünyasında farklı bir dini yaşam yorumunun şampiyonu ve serbest ekonomisi ve serbest siyasi yapısı ile İran’dakidevrim rejimini yumuşak gücü ile erozyona uğratabilecek ve nihayetinde sona 
erdirebilecek bir ülke olarak görülüyor. Başka bir deyişle Türkiye anlayışı bazı İranlılarca da ‘İran anlayışının panzehiri’ olarak algılanıyor. Bu durumda da İran 
devletinin derinlerinde Türkiye ile ilişkilere karşı ciddi bir direnç oluşuyor.
İlişkilerin yeterince gelişmemesinde en önemli bir diğer sorun ise geleneksel- tarihsel İran politikaları. Başka bir deyişle İran seküler bir ülke olsaydı da karşımıza çıkabilecek bir sorun. O da İran’ın Arap, Türk ve diğer Müslüman ülkelere karşı izlediği kendine has güven telkin etmeyen dış politikası. Hatırlanacağı üzere Osmanlı döneminde de İran ile Osmanlı Devleti bir müttefik olamamış, ciddi bir ekonomik ya da siyasi işbirliğine girememişlerdir. Bu dönemde İran-Vatikan ilişkileri İran-Osmanlı ilişkilerinden çok daha iyi bir durumdadır. 

Birçok araştırmacı Türk-İran sınırının uzun yıllar boyunca önemli oranda değişmeden kalmış olmasını ilişkilerin olumlu bir yönü olarak sunsalar da sınırların nispeten değişmemesinin nedeni tarafların birbirlerine duydukları güvenden ziyade güç dengesinde aranmalıdır. Eğer Osmanlı Devleti yeterince güçlü olmamış olsa idi İran, Anadolu’nun içlerine kadar uzanmış olurdu. Osmanlı’nın İran’ın içlerine fazlaca girmemiş olmasının nedeni ise Osmanlı’nın yayılma sahası olarak temelde Akdeniz ve Avrupa’yı görmüş olmasında aranmalıdır. Özetle sınırlardaki istikrar ilişkilerin güçlü olmasından kaynaklanmamıştır. Aksine Osmanlı arkadan bir saldırıya uğramamak için Irak’ta ve Anadolu’da İran’a karşı çok çeşitli önlemler almıştır. 

Örneğin Irak Türkmenlerinin kuzeyden güneye bir kılıç şeklinde yerleştirilmelerinin en önemli nedeni ‘İran tehlikesidir.

Aslına bakılırsa İran’ın ilişkileri sadece Anadolu Türkleri ile değil, neredeyse tüm Müslüman dünyası ile sorunlu olmuştur. Bu sorunlar 20. yüzyılda da sürmüş ve İran İslam Devrimi sonrasında ortaya çıkan devletin Müslüman coğrafyadaki algılanması bu açıdan bakıldığında Şah dönemi ile bazı benzerlikler de içermiştir. Örneğin 2008 itibariyle Arap dünyasının bölgede en çok çekindiği ülkelerin başında İran geliyor. 
Soğuk Savaş boyunca Arapları komünizm tehlikesi ile kendi liderliğinde birleştirmeye çalışan ABD şimdi de İran tehdidini bir araç olarak kullanıyor. Bölgede hangi Arap temsilci ile görüşseniz (Suriye, Hamas ve Hizbullah hariç) İran’a hiçbir bölge ülkesinin güvenemediğini anlıyorsunuz. 

Körfez Arapları İran’ın her an kendilerine saldırabileceğini, topraklarının bir kısmını almaya  çalışabileceğini veya iç işlerine karışacağını düşünerek İran’ı en önemli tehditlerin başına yerleştiriyorlar. Çoğu kez bu nedenle ABD’ye yanaşıyorlar. Yani Körfez’deki ABD varlığını meşrulaştıran en önemli neden de İran. Sadece Körfez Arapları değil, Ürdün ve Mısır gibi nispeten daha uzak bölgelerdeki Araplar da İran’a şüphe ile bakıyor ve niyetlerini sağlıklı bulmuyorlar.

İran sadece Arapları değil, Pakistan gibi diğer bazı Müslüman ülkeleri de ‘korkutuyor’. Bunun çok sayıda örneği var ancak en çarpıcı olanı Pakistan’da deprem olduğunda yaşandı. İran, Pakistan’a giden yardım ekiplerine büyük zorluklar çıkardı ve bu durum ne Pakistan, ne de Türkiye tarafından bugüne kadar unutulmadı.
  İran’ın en önemli güven sorunu yaşadığı Müslüman gruplardan biri de Türkler. Sadece Türkiye değil, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve diğer Türk 
cumhuriyetleri de İran’ı şüphe ile karşılıyor. Özellikle Azerbaycan, İran’ın Ermenistan’a verdiği açık desteğin çok net bir şekilde farkında. Eğer Türkiye ve 
ABD’nin net karşı çıkışları olmamış olsaydı Azerbaycan’ın özellikle Hazar’da İran karşısında ne kadar zor durumda kalacağı aşikârdı. 

   Ermenistan’ın Azeri topraklarını işgali sürerken Ermenistan’a her türlü ekonomik desteği veren ilk iki ülkenin Rusya ve İran olduğu da bir sır değil. 
İran başta enerji olmak üzere her alanda Ermenistan’ın Azerbaycan karşısında güçlenmesine katkı sağlıyor. Tahran’ın zaman zaman iki ülke arasında arabulucu gibi davranma çabası da garip. Çünkü İran bir İslam devleti olduğunu iddia ediyor ve kendi nüfusunun da önemli bir kısmını oluşturan Azerilerin toprakları işgal altındayken kendisini en fazla arabulucu olarak tanımlayabiliyor.

Türkiye açısından ise İran’ın PKK terör örgütüne verdiği destek hala akıllardadır. İran sınırını serbest geçiş alanı gibi kullanan terör örgütünün bugün 
Kandil Dağı’nda kullandığı birçok altyapı da İran’dan birer hatıra. Zamanında terörü görmezden gelen İran bugün aynı derde düştü ve Türkiye ile işbirliği 
yapmak zorunda kalıyor. 

Fakat ilerleyen zamanlarda bu durumun tersine dönmeyeceğinin garantisi de yok. Türkiye için İran imajını etkileyen en önemli unsur ise şüphesiz 1980 ler 
boyunca süren ve 1990ların bir kısmında da net bir şekilde hissedilen rejim ihraç etme çabaları oldu. Bugün dahi Türkiye’de birçok kişi İran’ın hala bu tür 
gayretler içinde olduğunu düşünüyor.

Anlaşılan o ki İran’ın Müslüman ülkeler ile ilişkileri oldukça garip. İran kendisini bir ‘İslam Cumhuriyeti’ olarak tanımlıyor. Ancak dış ilişkilerinde birkaç istisna (Suriye, Sudan gibi) dışında neredeyse tüm Müslüman ülkeler ile sorunlu. İlişkilerinin iyi olduğu ülkeler Rusya ve Ermenistan gibi bölgenin iki Hıristiyan ülkesi. Üstelik bu iki ülke Müslümanlarla da ciddi sorunları olan ülkeler. Ermenistan komşusu Azerbaycan’ın topraklarının neredeyse beşte birini işgal etmiş, Rusya ise Çeçenistan’da gelmiş geçmiş en büyük insanlık dramlarından birine imza atmış. Başka bir deyişle bu şartlar altında Osmanlı’ya karşı Vatikan ile işbirliği yapan İran’ı hatırlamamak çok zor.

Bu veriler altında denebilir ki Ortadoğu’da ekonomik entegrasyonu, ticareti ve siyasi işbirliğini arttırmak isteyen Türkiye’nin karşısındaki en önemli engellerin 
başında İran geliyor. Çünkü İran herkesi kendisi gibi biliyor. Türkiye’nin gizli (kirli) bir gündemi olduğunu sanıyor. Türkiye’nin ticaret ile İran’ın altını oyacağından endişeleniyor. 

Tahran’da bu bakış açısı sadece Türkiye’ye karşı değil, diğer birçok bölge ülkesine karşı da var. Oysa İran bu kaygılarında çok yanılıyor. 
Bunu anlaması için ‘ABD ajanı’ olarak algıladığı ülkelerin ABD politikasına nasıl karşı çıktıklarına bir göz atması bile yeterli olurdu.

Gaz Sorunu

Doğalgaz hattındaki kesilmeler İran’ın yanlış bakış açısının bir diğer örneği. Bilindiği üzere Türkiye, Rusya’ya olan bağımlılığını azaltabilmek ve komşusu İran ile ticaretini arttırabilmek için İran gazını almaya karar verdi. Bu maksatla ciddi yatırımlar yapılarak iki ülke arasında yüzlerce kilometrelik doğalgaz boru hattı 
döşendi. Türkiye ilk defa bu hattı gündeme getirdiğinde içeride ve dışarıda çok önemli siyasi maliyetlerle de karşılaştı. İçeride İran gibi bir ‘İslamcı rejim’ ile iş 
yapılmasının Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kurucu ilkelerinden laikliğe aykırı olduğu söylenirken, dışarıda da ABD, İran ile her türlü işbirliğine karşı olduğunu 
açıkladı. Fakat Ankara tüm bu zorlukların üstesinden gelerek İran doğalgaz hattını hayata geçirdi. Hatta ilerleyen yıllarda İran ile doğalgaz alanında başka 
işbirliklerinin de yolunu aradı. İran’dan tüm dünyanın köşe bucak kaçtığı, ona ‘çirkin ördek yavrusu’ muamelesi yaptığı bir dönemde Türkiye’nin tüm bu 
fedakârlığına ve uluslararası yazılı anlaşmalara rağmen İran keyfi bir biçimde, üstelik kara kışın ortasında gazı kesmeye başladı. İran’dan gelen gazın 
kalitesinde de ciddi sorunlar yaşandı. Bu kesintiler zamanla sıklaştı. 2005-2006 kışında ve bu kış ise İran’ın kesintileri Türk ekonomisini vurmaya başladı. 
İki kış önce bazı sanayi tesisleri faaliyetlerini gaz yetersizliği nedeniyle durdururken, bu yıl da elektrik üretiminde ciddi sorunlar yaşanıyor.
İran gaz kesintileri konusunda zamanında açıklama yapma ihtiyacını bile duymuyor. Canı isteyince vanayı kapatıyor, canı istemezse açıyor. Türkiye’de tepkiler sertleşince lütfen bir açıklama gelse de özür vs. hak getire.
Bu yılki gerekçeleri yine aynı: “Kış sert geçiyor. Bize yetmiyor, size mi verelim?” Hatta Türkiye’de bazıları da İran’a hak verecek kadar ileri gidiyor: 
“ Bir ülke kendi vatandaşları dururken gazı dışarı satar mı?” diyorlar. Elbette satar. Eğer bir anlaşma imzalamışsanız, uluslararası taahhütler altına girdiyseniz, 
öncelik dış taahhütlerinizdedir. İçerideki haliniz ne olursa olsun sözünüzde durmak zorundasınız. Aksi takdirde hiç kimse sizinle ne ticaret yapabilir, ne de 
siyasi işbirliği. İran kış soğuklarını tarihinde ilk defa yaşamıyor. Yıllık gaz üretiminin ne kadar olacağı da sır değil. Bu durumda başka bir ülke ile anlaşma 
imzalayan İran’ın öncelikle bu taahhütlerine uyması gerekir. En azından anlaşma imzaladığı Türkiye ile oturup anlaşarak yaşanan sıkıntıyı paylaşması gerekir.
İran’ın bir diğer gerekçesi de Türkmenistan’ın İran’a verdiği gazı ani bir şekilde kesmesi. Türkmenler gaz fiyatını beğenmedikleri için İran’ı yola getirmeye 
çalışıyorlar, İranlılar da faturayı Türkiye’ye çıkarmaya kalkıyorlar. Oysa Türkmen gazı da Türkiye’yi ilgilendirmiyor. Çünkü Türkiye Türkmenistan ile herhangi bir 
anlaşma yapmış değil. Hatta böyle bir işbirliğinin önündeki önemli engellerden biri de Tahran Yönetimi oldu. İran, Türkiye’nin Orta Asya ile ilişkilerinde hep 
engelleyici olduğu gibi Türkmen gazı konusunda da her zaman engelleyici oldu. Söyledikleri ile uygulamaları birbirini tutmadı. Türkmen gazının doğrudan 
Türkiye’ye gitmemesi için Türkmen gazını alıp kendi gazıymış gibi Türkiye’ye satmaya kalktı.

Özetle İran içinde bulunduğu kuşatılmışlığa, ABD ve Avrupa ile yaşadığı siyasi ve ekonomik sorunlara rağmen bölgesine dönük şüphe uyandıran politikalarını 
sürdürüyor. 
Milyarlarca dolar kazandığı Türkiye pazarına karşı dahi sorumluluklarını yerine getirmiyor. Tutarlı bir ortak gibi davranmıyor.
Oysa ki Türkiye ve İran’ın işbirliği önündeki engelleri aşması demek Türkiye-İran-Orta Asya ve Türkiye-İran-Pakistan hattında derinleşen bir ekonomik 
entegrasyon demek. Bölge ülkeleri arasında katlanan ekonomik ilişkiler sayesinde bölge dışı ülkelerin daha az siyasi müdahalesi demek. 
Türkiye yılmadan İran’a ekonomik araçlar (ticaret, boru hatları vs.) ile girmeye çalışıyor. Çünkü ekonomik olarak bölgeye entegre olmuş bir İran sadece 
Türk ulusal çıkarlarına değil, bölgesel istikrar ve barışa da katkı sağlayacaktır. Ortadoğu’nun kalkınması ve istikrara kavuşmasında hiç şüphe yok ki Türkiye 
ve İran işbirliği özel bir rol oynayacak. 
Eğer bu iki ülke en azından ticari sahada yakınlaşamazsa Ortadoğu’nun (ve hatta Pakistan ve Orta Asya’nın) geleceği için güzel düşler kurmak dahi 
zorlaşacaktır. Bu basit gerçeğin farkında olan İranlıların sayısı az değil. Ancak bu gerçeği anlamak istemeyen ve hala eski Pers İmparatorluğu oyunlarını 
İslamcılık etiketi altında sürdürmek isteyen dar, ama çok etkili bir kadro da İran devletinin içlerinde mevzilenmiş durumda.
Son söz olarak denebilir ki İran’ın önündeki en önemli engel yine İran. İran’dan anlaşılması güç, birbiriyle çelişen mesajlar geliyor. 
Şu an için denebilir ki karşımızda en azından birden fazla İran var ve böyle bir İran da en az ABD kadar bölge ülkelerini korkutuyor.


***


ULUSLARARASI İLİŞKİLER GÜNDEMİ BÖLÜM 1

ULUSLARARASI İLİŞKİLER  GÜNDEMİ  BÖLÜM 1




TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ YUMUŞAK GÜCÜ

Sedat LAÇİNER

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bugüne Türkiye bölgesinde daha etkili bir aktör olmaya doğru ilerliyor. Geçmişte sürekli olarak ‘potansiyel’ olarak değerlendirilen ilişkiler adım adım somut ilişkiler haline gelmeye başlıyor. Türkiye ‘sahaya indikçe’ Ortadoğu, balkanlar ve Kafkasya başta olmak üzere yakın çevresindeki yumuşak gücünü de keşfetmeye, bunun tadına varmaya başlıyor. İsrail-Filistin, Pakistan-Afganistan, Suriye-İsrail ya da İran-İsrail gibi rakip kampların her iki kanadı da kendilerini Türkiye’ye yakın bulabiliyor. 2007 yılının 2. dönemi Türkiye’nin 
söz konusu yumuşak gücünü daha fazla fark ettiği bir dönem oldu. Bu nedenle bu çalışmada Türkiye-Ortadoğu ilişkilerini ele almak yararlı olabilir.

1. İSRAİL-FİLİSTİN ANKARA BULUŞMASI

Daha önce başka bir ‘küskün kardeşler’ olan Pakistan Devlet Başkanı Müşerref ile Afganistan Devlet Başkanı Karzai’ye ev sahipliği yapan Ankara Kasım 2007’de bu kez dünyanın en ünlü ‘düşmanları’nı bir araya getirdi. İsrail ve Filistin Devlet Başkanları Ankara’da. Şimon Peres ve Mahmud Abbas’ın Ankara ziyareti birçok açıdan ilk oldu: İlk kez bir İsrail ve bir Filistin devlet başkanı Türk meclisine hitap etti. Peres’in Meclis’teki konuşması İsrailli bir devlet başkanının Müslüman bir ülke meclisinde yaptığı ilk konuşma oldu. Dahası ilk defa iki lider birbirlerini bir başka ülkenin meclisinde dinlediler. 

Bazıları bu ilkleri önemsemeyebilir ve sıradan ‘diplomatik oyunlar’ sayabilir. Ancak iki liderin Ankara ziyaretleri Türkiye’nin (büyük) Ortadoğu’daki ‘yumuşak gücü’nü açık seçik ortaya seriyor. Türkiye gerektiğinde Filistinlileri de, İsraillileri de azarlıyor, sert bir dille eleştirebiliyor. 
Ancak gerektiği zaman her ikisi ile en yakın ilişkileri de sürdürebiliyor. Pakistan ve Afganistan’ın Türkiye’ye duydukları güven, ama birbirlerine duydukları 
güvensizliğin bir benzeri de Filistin ve İsrail tarafında mevcut. Türkiye ile geçinebilenler, birbirleri ile geçinemiyorlar, hatta bir araya dahi gelmekte 
zorlanıyorlar. Aynı durum Irak’ın içinde bile söz konusu. Şiiler de Sünniler de Türkiye’yi kendilerine yakın görebiliyorlar. Böyle bir pozisyona sahip ikinci bir ülke 
bulabilmek gerçekten çok zor. Başka bir deyişle uzun yıllar sırtını Ortadoğu’ya dönen Türkiye yüzünü bölgeye dönmeye başladıkça ve bölgeyi tanıdıkça 
burada kendisi için ‘büyük bir servetin’ olduğunu fark ediyor, daha da fark edecek.
İsrail ve Türkiye Her şeyden önce Türkiye ve İsrail bölge sorunlarının çözümünde iki farklı ekolü temsil ediyorlar. İsrail (ABD ile birlikte) sorunların çözümünü lider, rejim ve hatta sınır değişikliklerinde görüyor. Irak’ın üçe, en azından ikiye bölünmesi İsrail’in gönlünden geçen bir dilek. Irak gibi bir Arap devinin yeniden, karşısına eski haliyle dikilmesini istemiyor. Dahası Suriye ve İran’ın da ABD eliyle hallini umuyor. 
Suriye’de rejim değişimi, Suriye’nin birkaç parçaya bölünemese bile Lübnan ile ilgilenemeyecek kadar zayıflaması ve iç işlerine dönmesi İsrail’in bir diğer gizli 
dileği. İran’ın ise en azından gücünün budanması ve elini Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin’den çekmesini bekliyor Tel Aviv. İsrail Irak ve diğer ülkelerde tüm 
bu süreç cereyan ederken Filistin sorununu bir veya iki güçsüz ama Batı yanlısı devlet(ler) kurdurarak çözmenin planlarını yapıyor. 
Elbette bu planlarda Türkiye’nin İsrail’in yanında yer alması İsraillilerin en büyük dileği. Aslına bakılırsa İsrail’in derdi Ortadoğu sorunlarına kalıcı çözümlerden 
çok üzerindeki yükü başka ülkelerin sırtına yükleyebilmek.
Türkiye ise Ortadoğu sorunlarının çözümünün lider, sınır veya rejim değişiklikleri ile çözülemeyeceğini, aksine böylesine ‘yüzeysel’ bir yaklaşımın sorunları içinden çıkılamaz bir hale getireceğini düşünüyor. Irak’ın da Filistinleşme sürecine girmiş olması Türkiye’nin kendi tezini savunurken kullandığı önemli kanıtlarından biri. Ancak Türkiye’nin ABD’yi, ya da İsrail’i ikna edebilmesi kolay değil. Bu nedenle Türkiye her iki devletin politikalarını da belli bir noktaya kadar veri olarak almak ve ona göre tedbir geliştirmek zorunda kalıyor.
Türkiye-İsrail ilişkileri ekonomik rakamlar dikkate alındığında tarihinin en iyi düzeyinde. 2007 yılının ilk 6 ayında Türkiye-İsrail ticaret hacmi 1.2 milyar doları 
aştı. Bunun 782 milyon doları Türkiye’nin İsrail’e ihracatı ve bir önceki yıla göre % 29’luk bir artışa denk düşüyor. 1997 tarihli serbest ticaret anlaşması ticari 
ilişkilere ciddi bir ivme getirirken turizm alanında da iyi ilişkiler hızla gelişmeye devam ediyor. 
Türkiye şu anda İsrail’in Ortadoğu’daki en büyük ticari ortağı durumunda. Doğrudan yatırımlar ve diğer faaliyetler dikkate alındığında iki ülke arasındaki toplamekonomik faaliyetlerin 10 milyar doları aştığı tahmin ediliyor. Bu da İsrail gibi nispeten küçük bir ülke için kayda değer bir rakamdır.



Türkiye-İsrail Ticaret Hacminin Seyri


Peres ile Türk yetkililer arasındaki görüşmelerde ekonomik ilişkiler elbette gündeme geldi. Ancak gündem bununla sınırlı değildi ve oldukça yüklü oldu. 
Doğal olarak ilk sırada Filistin sorunu görüşüldü. Türk, İsrailli ve Arap işadamlannı tek bir hedef doğrultusunda bir araya getirmeyi amaçlayan Ankara Forumu’nun Batı Şeria’da bir sanayi bölgesi oluşturması, böylece Filistin’in ekonomik sorunlarını azaltarak barışa katkıda bulunması Türkiye açısından önemli bir adım oldu. Peres de bu girişimi çok yararlı bulduğunu çeşitli defalar tekrarladı.
Şüphesiz iki taraf için de önemli bir diğer konu güvenlik ve terör. İsrailliler İran’ın terörü desteklediğini ve nükleer silahlar elde etmeye çalıştığını her vesile ile 
tekrar ediyorlar ve Türkiye’den de benzeri bir tavır bekliyorlar. Ancak Gül-Peres görüşmesinde tarafların İran konusunda net görüş farklılıkları olduğu anlaşıldı. 
Cumhurbaşkanı Gül, Peres’in iddialarının önemli bir kısmına katılmadı.

Güvenlik boyutunda İsrail’in bir diğer önemsediği konu da Türkiye’ye silah satışı. Silah sanayi İsrail’in önemli gelir kaynaklarından. Çoğunlukla ABD lisanslı 
silahları Washington’un izni ve çoğu kez maddi desteği ile İsrail’de üretiyorlar. Bazı silahlarda ufak değişiklikler yaparak İsrail malı versiyonlar da elde 
ediyorlar. Malum Ortadoğu’daki en iyi silah alıcılarından biri de Türkiye ve İsrail Türklere silah satmayı, silahlarını modernize etmeyi çok istiyor. 

Bu konuda hiçbir fırsatı kaçırmamak için elinden geleni yapıyor. Jerusalem Post’un haberine göre Peres bu gezide Türkiye’ye Arrow balistik füze savunma 
sistemi ile Ofek casus uydularının satışını da gündeme getirdi. Arrow (İngilizce ‘ok’ anlamına geliyor) füze savunma sistemi 1986’dan bu yana ABD’nin 
maddi desteği ile sürdürülüyor. Bu desteğin şimdiye kadar 2 milyar doları aştığı belirtiliyor. Sistem Scud ve Şahap 3 (İran) füzelerine karşı denendi ve 
başarılı bulundu. Halen sistemin Arrow II’si geliştirilmiş durumda ve geliştirme çalışmaları sürüyor. Sistemin daha çok Irak ve İran’a karşı geliştirildiği açık. İsrail’in Türkiye’ye pazarlarken ki argümanı da Türkiye’nin bu sisteme İran’a karşı ihtiyaç duyabileceği varsayımına dayanıyor. 
İsrail Arrow’u Hindistan’a da satmak istedi. Ancak ABD’nin muhalefeti nedeniyle sadece radar kısmı satılabildi. Ofek (İbranice ‘Ufuk’ anlamına geliyor) ise 
İsrail tarafından üretilen bir casus uydu. Bir arabanın plakasını dahi okuyabildiği iddia ediliyor. Üzerinde çeşitli sensörler bulunuyor ve işletme ömrü olarak 
1-3 yıllık süreler belirtiliyor. 
1988’de başlayan çalışmalar şu anda Ofek 7’ye ulaştı. Ofek’in Türkiye’ye katkısı şüphesiz Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu’da istihbarat toplamada olacak. 
İsrail 2008 başı itibariyle bu ürünleri Türkiye’ye satabilmek için hala lobi yapıyor. Ankara göüşmesinden sonra savunma alanındaki önemli bir gelişme 
Türkiye’nin İsrail’den kiraladığı insansız uçakları PKK’ya karşı yoğun bir şekilde kullanmış olmasıdır.

İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres Ankara Görüşmesi esnasında “teröristler F-16 ile kovalanmaz. F-16 ile takip ederek terörle mücadele edemezsiniz. 
Nano gibi yeni teknolojileri kullanmak gerek” derken çantasındaki diğer satılık ürünlere de işaret ediyordu. Bunlar arasında hafif çelik yelekler de var. 
Peres’in sözleri aslında Türkiye’nin yumuşak karnına da işaret ediyor. USAK raporlarının Haziran 2006’da dile getirdiği “balyoz ile sivrisinek öldürülmez” 
sözünün başka bir versiyonunu böylece İsrail’in ağzından da duymuş oluyoruz. 
Nitekim 5 Kasım Zirvesi’nin ardından ABD Başkanı Bush da “sizde istihbarat yok, sizdeki istihbarat ile terörist avlanmaz” mealinde sözler söylemişti. 
Türkiye bu konudaki açıklarını kapayamadığı sürece ABD ve İsrail gibi ülkelerden hem tavsiyeler almaya devam edecektir, hem de bu konuda karşı ülkelere 
ciddi bir koz verecektir.

Görüşmelerdeki bir diğer gündem maddesi de KKTC oldu. Kıbrıs’ta ipler neredeyse tamamen Rumların eline geçtiği için Türkiye’nin manevra alanı tamamen 
daralmış durumda. Buradan çıkışın tek yolu tam bağımsız bir KKTC: Fakat Hükümet, tıpkı kendisinden önceki hükümetler gibi, bu konuda gerekli cesareti gösteremiyor. 
Bu nedenle doğrudan ticaret, doğrudan ulaşım, temsilcilik vb. ara formüller aranıyor. Suriye ile KKTC arasında başlatılan feribot seferleri bu türden önlemler arasındaydı. 
İsrail’den de aynı tür bir uygulama bekleniyor. Hayfa ile Gazi Magosa arasında feribot seferlerine başlanabilmesi ve KKTC’de İsrail’in ticari temsilcilik açması 
Peres’e götürülen öneriler arasında. İsrail’in bu konuda Türkiye’yi ‘kırması’ için herhangi bir neden görünmüyor. Ancak geçen aylar içinde ciddi bir adım da atılmış değil. Hatta KKTC’nin Tel Aviv’de temsilcilik açması önerisinin İsrail tarafından reddedildiği Aralık 2007’de Ha’aretz sayfalarına yansıdı.

Filistin ve Türkiye

Diğer konuk Mahmut Abbas’ın gündemine bakacak olur isek burada işbirliği olanakları daha sınırlı kaldı. Filistin, Hamas’ın Gazze’de kendi idaresini ilan 
etmesinden sonra fiiliyatta iki ayrı ülkeye dönüştü. Mısır-İsrail arasındaki Gazze Hamas kontrolünde ve Batı medyasında ‘Hamasistan’ olarak da adlandırılıyor. Bazı yorumculara göre İsrail bu durumdan hayli memnun. ‘Büyük bir Filistin ile kuşatılmaktansa iki küçük Filistin daha iyi’ diye düşündüğü söyleniyor.

Türkiye’nin Filistin konusundaki en önemli hatası ise Hamas liderini Ankara’ya çağırmak olmuştu. Her ne kadar Başbakan Erdoğan kendisiyle görüşmekten kaçındıysa da Hamas’ı Ankara’da görmek ABD ve İsrail için en kötü kâbuslardan daha kötü bir kâbustu. Ne yazık ki bunun maliyeti Türkiye’ye Kuzey Irak’ta ve Ermeni meselesinde çıkarıldı. TOBB’un inisiyatifiyle başlayan ve Türkiye’nin devlet olarak sahiplendiği yaklaşım Filistin için üretilmiş tek ciddi proje konumunda. Eğer başarılı olur ise hem Türkiye’nin Ortadoğu’daki konumu güçlendirecek, hem de İsrail-ABD yaklaşımlarının alternatifi pratikte geliştirilmiş olacak.
Özetle Türkiye uzun yıllar gönülsüz olduğu Ortadoğu’da istekli ve güçlü bir aktör olarak belirmeye başladı. Eğer Ortadoğu’da Türkiye lehine olan zemin iyi 
kullanılabilir ve ciddi hatalar yapılmaz ise Türkiye’siz bir Ortadoğu düşünmek zorlaşır ve Türkiye istikrar sağlayıcı bir güç olarak güneyini bir bataklık olmaktan 
çıkarmaya ciddi katkılar sağlayabilir.

Bundan sonrası için Ankara’da görmeyi arzuladığımız başka ikililer de var elbette ve bunların başında Esad ile Peres geliyor. Olanaksız mı? Türkiye başkaları 
için olanaksız olanın gerçekleşebileceği bir iklim. Eğer Türkiye bu tür ikilileri Ankara’ya getirmeye devam edebilir ve marjinal ülke ve gruplar ile ‘kör gözüne’ 
görüşmelerden kaçınabilir ise son derece zor bir süreci büyük kazanımlar ile tamamlayabilir.

***

29 Nisan 2020 Çarşamba

ABD nin Terörizm Ülke Raporları 2016 ve Türkiye

ABD  nin Terörizm Ülke Raporları 2016 ve Türkiye 




Hazırlayan: Oktay BİNGÖL
Emekli Tuğ General, Doç. Dr. MSE Bşk. 
ABD’nin Terörizm Ülke Raporları 2016 ve Türkiye 

Giriş., 

ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından yıllık olarak hazırlanan Terörizm Ülke Raporların dan 2016 yılı verilerini ve değerlendirmelerini kapsayanı 19 Temmuz 2017 tarihinde açıklanmıştır.1 

Rapor, Yedi Bölümden oluşmaktadır: 

1 Country Reports on Terrorism 2016, US Department of State, https://www.state.gov/j/ct/rls/crt/2016/index.htm 

• Stratejik Değerlendirme, 

• Ülke Raporları (Altı kısımdan oluşmaktadır: Afrika, Doğu Asya ve Pasifik, Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika, Güney ve Orta Asya ile ABD kıtası), 

• Terörizmi destekleyen ülkeler, 

• Kimyasal, Biyolojik, Radyolojik ve Nükleer Terörizm ile Küresel Mücadele 

• Terörist Güvenli Bölgeler, 

• Yabancı Terör Örgütleri (Tablo 1), 

• Mevzuat İhtiyaçları ve Anahtar Terimler. 


Raporun Türkiye için önem taşıyan bölümlerinde yer alan tespit ve değerlendirmeler müteakip bölümlerde sunulmaktadır. 

Türkiye Terörizm Raporu., 

Türkiye Terörizm Raporu, 2’nci Bölüm 3’üncü Kısım’da yer almaktadır. Raporda, PKK, TAK, IŞİD ve DHKP-C’nin Türkiye’de terör eylemeleri yaptığı, Hükümetin bu örgütlere ilaveten ülke içinde faaliyet gösteren Türkiye’deki Hizbullah, TKP/ML ve TİKKO, MLKP gibi çok sayıda örgütü terör örgütü olarak ilan ettiği ifade edilmektedir. Türkiye’nin PKK bağlantısı nedeniyle Suriye’de PYD ve askerî kanadı YPG’yi terör örgütü olarak kabul ettiği belirtilmekte, bu cümlenin ardından Türkiye’nin HAMAS’ın siyasi lideri Halid Meşal ile diplomatik işbirliğine devam ettiği vurgulanmaktadır. Bu şekilde, ABD’nin terör örgütü olarak ilan ettiği Hamas’a Türkiye’nin desteği öne çıkarılırken ABD’nin PYD/YPG ile işbirliği normalleştirilmeye çalışılmaktadır. 

Raporda, kendi isteğiyle ABD’de “sürgünde” yaşayan "din adamı" Fetullah Gülen’in dini hareketinin Türkiye’de Milli Güvenlik Kurulu’nun 26 Mayıs 2016’da aldığı kararla terör örgütü olarak kabul edildiği ve FETÖ olarak adlandırıldığı ifade edilmektedir. Türkiye’de Hükümetin Gülen Hareketi'nin 15 Temmuz 
darbe girişimini planladığı ve yönettiğini iddia ettiği, FETÖ’nün Körfez İşbirliği Örgütü ve İslam İşbirliği Örgütü tarafından terör örgütü olarak kabul edildiği belirtilmektedir. Raporda Türkiye’nin FETÖ hakkındaki işlemlerine yer verilmekle birlikte terimler tırnak içinde kullanılarak ve iddia olduğu belirtilerek ABD yönetiminin Türkiye’nin kararlarına şüphe ile yaklaşıldığına işaret edilmektedir. Bölüm içinde FETÖ yerine Gülen Hareketi teriminin tercih edilmesi, FETÖ ile ilgili paragrafta 15 Temmuz sonrası OHAL ilanı ile kamu görevlerinden ihraçların ve tutuklamaların fazlalığına vurgu yapılması dikkat çekmektedir. 

Raporda dikkat çeken diğer bir konu, Türkiye’de terörizmin geniş tanımına ve ABD’nin ifade ve toplanma özgürlüğü olarak gördüklerinin Türkiye’de suç olarak kabul edilmesine yönelik eleştiridir. Türkiye’de yetkililerin, siyasi muhalifleri, gazetecileri ve aktivistleri etkisizleştirmek için mevcut yasaları geniş olarak yorumladıkları öne sürülmektedir. 20 Temmuz 2016’dan beri devam eden OHAL nedeniyle şüphelilerin adil yargılanma hakkının ihlal edildiği, mahkemelerin yetersiz delillerle tutuklamalar yaptığı diğer bir eleştiridir. 

Raporda Türkiye’nin IŞİD ile 2016 yılındaki mücadelesine özel bir vurgu olduğu görülmektedir. 
Ayrıca Türkiye’nin aldığı sınır güvenlik tedbirleri, radikalleşmenin önlenmesi yönündeki çabaları, uluslararası terörizmin finansmanının kesilmesine yönelik girişimleri ile uluslararası işbirliğine olumlu vurgular öne çıkmaktadır. 

Yabancı Terör Örgütleri., 

Raporun 6’ncı bölümünde ABD’nin terör örgütü olarak kabul ettiği 61 örgüt sıralanmaktadır. Bu örgütler içinde El kaide ve IŞİD bağlantılı olanlar çoğunluğu oluşturmaktadır. Türkiye’den PKK ve DHKP-C listede yer alırken FETÖ, PYD/YPG, TKP/ML TİKKO ve Türkiye’deki Hizbullah yer almamaktadır. 

Türkiye’nin terör örgütü olarak kabul etmediği başta HAMAS olmak üzere çok sayıda örgüt ABD listesinde yer almaktadır. 

Teröre Destek Veren Ülkeler., 

Raporun 3’üncü bölümünde İran, Sudan ve Suriye’nin teröre destek veren ülkeler olduğu ifade edilmektedir. 

İran’ın; Suriye, Irak, Lübnan, Filistin ve Bahreyn’deki gruplara; Sudan’ın; Abu Nidal, Filistin İslami Cihadı, Hamas ve Hizbullah’a; Suriye’nin ise 2011’den itibaren ülke içindeki yandaş terör gruplarına destek verdiği ve El Kaide bağlantılı gruplara zaman zaman ılımlı davrandığı ifade edilmektedir. 

Teröristler İçin Güvenli Bölgeler 

Raporun 5’inci bölümünde teröristler için güvenli bölgeler olarak; Somali, Mali, Yemen, Suriye, Irak, Mısır, Lübnan, Libya, Pakistan, Afganistan, Kolombiya, Venezüella ve Filipinler’in tespit edilmiş bölgeleri dikkat çekmektedir. 

Rapora İlişkin Değerlendirme 

ABD’nin raporunda kendisinin ve yakın müttefiklerinin ulusal güvenliğine ve ABD’nin ülke dışındaki tesis ve personeline tehdit teşkil eden gruplara ağırlık verdiği, bu kapsamda El Kaide ve bağlantılı grupların öncelik aldığı görülmekte dir. ABD’nin terörizmle uluslararası mücadelede sıklet merkezinin, içinde etkin olarak yer aldığı uluslararası kuruluşların kararlarına diğer ülkelerin uymasını ve 
işbirliği yapmasını sağlamaya yönelik olduğu, bu kapsamda terörizmin finansmanını kesmeyi ve personel teminini engellemeyi sağlayacak tedbirlere öncelik verildiği görülmektedir. 

ABD’nin, kimyasal, biyolojik, radyolojik ve nükleer silahların terör örgütleri tarafından kullanılmasını öncelikli bir tehdit olarak görürken, siber teröre ağırlıklı vurgu yapmamasının, siber savunma/taarruz kapasitesine duyduğu güveni yansıttığı düşünülmektedir. 

Türkiye ile ABD arasında terörizm kavramı, terör örgütü tanımı ve cezai tedbirler konusunda önemli farklılıklar olduğu rapora da yansıtılmıştır. Bu kapsamda önümüzdeki dönemde FETÖ ve PYD/YPG’nin terör örgütü olarak kabul edilmesinde bir ilerleme yaşanmasının zor olduğu kıymetlendirilmektedir. 


Tablo 1. ABD'nin Yabancı Terör Örgütleri Listesi-2016 

1. Abdallah Azzam Brigades (AAB) 
2. Abu Nidal Organization (ANO) 
3. Abu Sayyaf Group (ASG) 
4. Al-Aqsa Martyrs Brigade (AAMB) 
5. Ansar al-Dine (AAD) 
6. Ansar al-Islam (AAI) 
7. Ansar al-Shari’a in Benghazi (AAS-B) 
8. Ansar al-Shari’a in Darnah (AAS-D) 
9. Ansar al-Shari’a in Tunisia (AAS-T) 
10. Army of Islam (AOI) 
11. Asbat al-Ansar (AAA) 
12. Aum Shinrikyo (AUM) 
13. Basque Fatherland and Liberty (ETA) 
14. Boko Haram (BH) 
15. Communist Party of Philippines/New People’s Army (CPP/NPA) 
16. Continuity Irish Republican Army (CIRA) 
17. Gama’a al-Islamiyya (IG) 
18. Hamas 
19. Haqqani Network (HQN) 
20. Harakat ul-Jihad-i-Islami (HUJI) 
21. Harakat ul-Jihad-i-Islami/Bangladesh (HUJI-B) 
22. Harakat ul-Mujahideen (HUM) 
23. Hizballah 
24. Indian Mujahedeen (IM) 
25. Islamic Jihad Union (IJU) 
26. Islamic Movement of Uzbekistan (IMU) 
27. Islamic State of Iraq and Syria (ISIS) 
28. Islamic State’s Khorasan Province (ISIS-K) 
29. ISIL-Libya 
30. ISIL Sinai Province (ISIL-SP) 
31. Jama’atu Ansarul Muslimina Fi Biladis- Sudan (Ansaru) 
32. Jaish-e-Mohammed (JeM) 
33. Jaysh Rijal Al-Tariq Al-Naqshabandi (JRTN) 
34. Jemaah Ansharut Tauhid (JAT) 
35. Jemaah Islamiya (JI) 
36. Jundallah 
37. Kahane Chai 
38. Kata’ib Hizballah (KH) 
39. Kurdistan Workers’ Party (PKK) 
40. Lashkar e-Tayyiba (LeT) 
41. Lashkar i Jhangvi (LJ) 
42. Liberation Tigers of Tamil Eelam (LTTE) 
43. Mujahidin Shura Council in the Environs of Jerusalem (MSC) 
44. Al-Mulathamun Battalion (AMB) 
45. National Liberation Army (ELN) 
46. Al-Nusrah Front (ANF) 
47. Palestine Islamic Jihad (PIJ) 
48. Palestine Liberation Front – Abu Abbas Faction (PLF) 
49. Popular Front for the Liberation of Palestine (PFLP) 
50. Popular Front for the Liberation of Palestine-General Command (PFLP-GC) 
51. Al-Qa’ida (AQ) 
52. Al-Qa’ida in the Arabian Peninsula (AQAP) 
53. Al-Qa’ida in the Indian Subcontinent (AQIS) 
54. Al-Qa’ida in the Islamic Maghreb (AQIM) 
55. Real IRA (RIRA) 
56. Revolutionary Armed Forces of Colombia (FARC) 
57. Revolutionary People’s Liberation Party/Front (DHKP/C) 
58. Revolutionary Struggle (RS) 
59. Al-Shabaab (AS) 
60. Shining Path (SL) 
61. Tehrik-e Taliban Pakistan (TTP) 


www.merkezstrateji.com 
bilgi@merkezstrateji.com 
Analiz@merkezstrateji.com 
Tlf.: +90 3122362199 
GSM: +90 5332303018 

http://merkezstrateji.com/


***

27 Şubat 2020 Perşembe

KARDEŞLİK ve GÜVENLİK ÜZERİNDEN PAKİSTAN’I OKUMAK, BÖLÜM 5

KARDEŞLİK ve GÜVENLİK ÜZERİNDEN PAKİSTAN’I OKUMAK, BÖLÜM 5





Afgan Mültecilerin Pakistan’a Ekonomik Etkisi,

İran Devrimi ve İran-Irak Savaşı nedeniyle, İran, mülteciler konusunda uluslararası toplumun desteğini almamıştır. 1980’lerde, Pakistan’daki Afgan mültecilere yardım etmek üzere yüksek miktarlarda bağış yapılmıştır. BMMYK, 1979-1997 yılları arasında Pakistan’daki Afgan mültecilere 1 milyar dolar harcarken, İran’daki Afgan mültecilere 150 milyon dolar harcamıştır. Pakistan’a mülteciler konusunda diğer BM örgütleri, diğer devletlerin, uluslararası hükümet-dışı örgütlerin, yiyecek, su, sağlık hizmetleri, eğitim alanında yardımları olmuştur (BMMYK, 2001).

BMMYK’nın 2019 yılına ait Pakistan’a ait bütçesi 99 milyon 201 bin 669 dolar 
olarak belirlenmiştir; bu bütçenin 73 milyon doları mülteci programına, 558 bin 
doları devletsiz programına ve 25 milyon 627 bin doları yeniden bütünleştirme 
(reintegration) programına ayrılmıştır (UNHCR, 2019e). 2018 yılında BMMYK, 99,2 milyon dolarlık bütçe hazırlamıştır, bunun %43’ü fonlanmış; devletler ve yardım kuruluşları, 42 milyon 457 bin 894 dolar katkıda bulunmuşlardır. 

Bu bütçeye katkıda bulunana ülkeler: Japonya, AB, Danimarka, Kanada, Avusturalya, İtalya, Norveç, Almanya, Lüksemburg, ABD, v.b. Aşağıda BMMYK’nın hazırladığı grafikte bütçe ve harcamalar arasındaki fark açıkça görülmektedir. 



Pakistan, uluslararası desteğe bağımlıdır; destek verenler, IMF, Dünya Bankası, AB, ABD, Suudi Arabistan’dır. Buna rağmen eğitim ve sağlık konusundaki gelişmeler yetersizdir. Gelen yardımların, seçkinlerin eline geçtiği, halkın eline geçmediği belirtilmektedir (BTI, 2018, s.37). 

Afgan mültecilerin, Pakistan’a maliyeti net değildir. Eyaletler ve Sınır Bölgeleri 
Bakanı Abdul Kadir Beluç, Pakistan’ın geçen otuz yılda Afgan mültecilere 200 milyar dolardan fazla para harcadığını ve Pakistan’ın mültecilere daha fazla ev sahipliği yapamayacağını belirtmiştir (The Express Tribune, 2013). Pakistan Başbakanı İmran Han, Pakistan’ın ABD yanında terörle mücadelesi kapsamında, 123 milyar dolar kaybı olduğunu belirtmiştir (Hürriyet, 19.11.2018). Bakan Beluç, ülkedeki asayiş durumu gereğince bütün mültecilerin kayıtlı olmalarının gerekli olduğunu düşünmektedir, "Uluslararası toplum mültecilerin halini unuttu. Afgan mültecilerin bakımı için 2012'de bize 600 milyon dolar vadedilmişti ancak Pakistan'a 100 milyon dolar bile verilmedi. Pakistan'da kayıtlı ve kayıt dışı olarak toplam 3 milyon Afgan mülteci bulunuyor" demiştir (Haberler, 2014). Afgan mültecilerin Pakistan’a maliyetinin günlük bir milyon dolar olduğu da ileri sürülmektedir; bunun yarısının BM yarısının da Pakistan hükümeti tarafından karşılandığı belirtilmektedir. Bu yük, Pakistan’ın eğitim, sağlık ve altyapı faaliyetlerini etkilemektedir. Pakistan sınırdan girişleri engellemek için batı sınırında seksen bin ordu mensubunu görevlendirmiştir. 2002-2016 yılları arasındaki 14 yıllık teröre karşı savaş sürecinde, Pakistan yaklaşık 107 
milyar dolar kaybetmiştir. Terörizm, 2001 yılından beri Pakistan’ın insan kaynağını sömürmektedir. FYKB, terör eylemlerinden çok olumsuz etkilenmiştir. Halkın büyük bölümü yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Diğer bölgelerle karşılaştırıldığında eğitim oranı düşüktür; kadınların eğitim almadıkları görülmektedir. Karaçi, Pakistan bütçesinin %60’ını üreten bir şehirdir. Ancak 11 Eylül’den sonra bir terör bölgesine dönüşmüştür (Mohammad, 2016). Pakistan Yıllık Ekonomik Araştırmasına göre, Eylül 2001 itibariyle Pakistan hükümetinin Afganistan savaşı kaynaklı ve terörizmle ilgili ekonomik kayıplarının 123 milyar dolar olduğu tahmin edilmektedir (CRSS, 2018b). 

Trump iktidara gelince Afganistan’la ilgili politika değişikliğine gitmiş ve Pakistan’ın Taliban ve diğer terör örgütleri için güvenli bölge olmasına daha fazla izin vermeyeceklerini açıklamıştır. Nükleer silahların terör örgütlerinin eline geçmesini istemediklerini belirtmiştir. Trump, eğer Pakistan müttefikimiz olarak kalmak istiyorsa, ABD’nin bu amacında yanında olmalıdır diyerek tehdit de etmiştir (CRSS, 2018b). 


Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgali ardından Pakistan; ABD ve Suudi 
Arabistan’ın yardımıyla Afganları ülkelerinde kurulan yeni hükümete karşı eğitmiş, barındırmış ve onlara gerekli teçhizatı sağlamıştır. Afgan mültecilerin, Pakistan’a ekonomik olarak katkıda bulunduklarını ileri düren görüşler de bulunmaktadır. Afgan mülteciler, bağımsız olarak hareket etmişler, yerleşim yapılmayan alanlara evlerini ve köylerini inşa etmişlerdir. Pakistan’ın verimsiz, bakımsız yerlerinde küçük şehirler inşa etmişlerdir; toprakları ekip biçmişlerdir. Afgan mülteciler ucuz işgücü yaratmış ve Pakistan’ın kalkınmasında işlevsel bir rol üstlenmişlerdir. Ancak karşılığında hukuki çalışma haklarını alamamışlardır. Başka ülkelere ve Afganistan’a giden Afganlar bile Pakistan’da kalan ailelerine para göndererek Pakistan ekonomisini canlandırmaktadırlar. HP ve Belucistan’da pek çok işyeri Afganlara aittir; bu işyerleri Güney Kore ve Çin’den giysi ithal etmektedir. Afgan mülteciler için uluslararası toplumun sağladığı paralar, yerel halkın hayatını iyileştirmektedir. BMMYK, diğer yardım kuruluşları, Norveç Mülteci Konseyi, İsveç Uluslararası Kalkınma Ajansı; Afgan mülteciler için Pakistan’a yıllık 150 milyon dolar ödemektedirler. Bu kaynağın harcanması konusunda ciddi eleştiriler bulunmaktadır (Ahmadzai, 2016). 

BMMYK’nın 2004 yılında hazırladığı “Mülteci Toplulukların Ev Sahibi Ülkelere Ekonomik ve Sosyal Etkileri” başlıklı araştırmasına göre mültecilerin bir ülkede bulunmasının bazı olumlu yanları bulunmaktadır. Mülteciler ucuz işgücü sağlamakta ve yerel esnafın ürün satışını arttırmakta ve tarımsal üretimin artmasına katkıda bulunmaktadırlar. 

Ayrıca yerel halk, uluslararası toplumun yaptığı okullardan, tıbbi yardımlardan ve sosyal faaliyetlerden yararlanabilmektedirler (Baloch ve diğerleri, 2017, s.91).

Pakistan’da kabilelere ve ailelere dayanan feodal bir sistem görülmektedir; ülkeye gelen yardımlar toprak ağalarının eline geçmektedir. Toprak ağaları hem paranın hem de iktidarın sahibi olmaktadırlar. Paranın ülke içinde yardıma ihtiyacı olanlara harcanmadığı belirtilmektedir. Pakistan yasaları, Afgan göçmenlere, sığınmacı ve mülteci statüsü tanımamaktadır. Ülkenin bu konuda hukuki bir düzenlemesi bulunmamaktadır. Pakistan bu konuda BMMYK’nın kararlarını kabul etmektedir. 

Mültecilerin, yasal olarak çalışmalarını sağlayacak bir düzenleme bulunmamaktadır. 
Ancak bunu yasaklayan da bir düzenleme bulunmamaktadır. Pek çok göçmen günlük işlerde çalışmaktadırlar. Yerli halkın onları bir anlamda sömürdüğü bilinmektedir; ya çok az ücret almakta ya da ücretlerini alamamaktadırlar (US Department of State, 2018).

Bunun yanında, mültecilerin ülke ekonomisine olumsuz etkileri de bulunmaktadır. Yiyecek, barınma, sağlık, eğitim, altyapı, ulaşım taleplerini arttırarak, bu mal ve hizmetlerin fiyatlarını arttırmaktadırlar. BMMYK’nın 1997 ve 2004 yılına ait çalışmalarına göre, mülteciler eğitim düzeylerinin ve mesleki yeterliklerinin az olması nedeniyle mesleki basamakların en altında yer almaktadırlar. Düşük vasıflı işgücü olan mülteciler niteliksiz işlerde, istihdam edilmektedirler. Bunun sonucu olarak genel olarak ülkede işsizlik artmakta ve ücretler düşmektedir (Baloch ve diğerleri, 2017, s.91). 

Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinin ardından, Pakistan’ın kabile bölgelerinde Afganlar afyonu eroine dönüştürmek için evlerinde laboratuvarlar yapmışlardır. Eroin günlük kullanılan bir ürüne dönüşmüştür; açıktan, gizlenmeden satılan ucuz bir meta olmuştur. Bazı işadamları ve kaçakçılar, fakir çiftçileri üretim için teşvik etmişlerdir. 

Önceleri iç tüketim için yapılan üretim ardından Pakistan’ın uluslararası pazarlara açılmasını sağlamıştır. 1979’dan önce Pakistan’da eroin bağımlısı bulunmazken, Maqbool’a göre uyuşturucu bağımlılarının sayısı yaklaşık olarak dört milyona ulaşmıştır. Uyuşturucu ile bağlantılı organize suçlar da arttırmıştır. Ülke ekonomisi de olumsuz etkilenmektedir; uyuşturucu kazancı, ülkede aklanmaktadır; böylelikle, enflasyon artmaktadır. Afyon ve koka üretilen toprakta başka ürün yetişmemektedir, erozyon görülmektedir. Çiftçiler daha fazla ürün elde etmek için çok fazla kimyasal kullanmaktadırlar; daha sonra bu topraklarda başka ürün yetişmemektedir. Uyuşturucu üreticileri, afyon ve kokayı eroine ve kokaine dönüştürmek için kimyasal kullanmakta ve nehirler kirlenmektedir (Maqbool, 2014, s.112-118). 

Pakistan’a Afganların gelmesiyle uyuşturucu bağımlılarının sayısı artmıştır. 1980’lerde Pakistan’da eroin kullananların sayısı önemsiz denecek kadar azdı; 1983’te bu sayı 100 bine çıktı ve daha sonra 1,3 milyona yükseldi. Borthakur’a göre Pakistan’da toplamda 3 milyon uyuşturucu bağımlısı bulunmaktadır. Afganistan’daki savaş nedeniyle, büyük miktarlarda hafif silah Pakistan’a girmiştir. Pakhtunlar büyük ölçüde kanunsuz (mal, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı) işlerden sorumlu tutulmaktadırlar. Afganistan, Pakistan ve hatta Ortadoğu’da etkili olan etnik-ticari bir şebeke kurmuşlardır. Bu durum Pakistan’ın suç örgütleriyle boğuşmasına ve ülkenin her anlamda savunmasız kalmasına neden olmuştur. HP Ulaşım Bakanı Muştak Gani, HP bölgesinde % 80 oranında Afgan yaşadığını ve bunların cinayet, fidye için adam kaçırma gibi eylemlere karıştıklarını belirtmiştir. Bu insanları izlemenin ve tutuklamanın da zor olduğunu, mülteciler arasında saklandıklarını ve kaybolduklarını 
anlatmıştır (Borthakur, 2017,s.495).

Sonuç

Pakistan, çok etnili, çok mezhepli bir ülkedir; Afganistan’da yaşananlardan birebir etkilenmiştir. Pakistan’ın siyasal tarihi, darbelerle ve yozlaşmış hükümetlerle anılmaktadır. Kuruluşundan beri etkili olan İslamlaşma siyaseti ülkeyi sadece birleştiren değil aynı zamanda ayrıştıran bir olgu olmuştur. Ülkedeki Hristiyanlar, Hindular, Şiiler ve Ahmediler ciddi sorunlar ve ayrımcılıkla karşı karşıyadırlar. Ülkede pek çok etnik grubun yaşaması ve Afgan göçünün etkisiyle farklı siyasal nüfuz alanları bulunmaktadır. Pakistan, Afganistan’dan göç edenlere ev sahipliği yapmıştır. Sovyet işgali ardından Afgan mültecilere kucak açmıştır. Günümüzde 1,4 milyonu kayıtlı, 1-1,5 milyonu kayıt dışı olmak üzere yaklaşık üç milyon Afgan, Pakistan’da yaşamaktadır. Pakistan, 1951 Cenevre Sözleşmesi’ni ve bu sözleşmenin eki niteliğindeki 1967 New York protokolünü imzalamamıştır. Mülteci statüsü tanınması için gerekli hukuki düzenlemelere sahip değildir. Pakistan’ın göç politikasına 1946 yılına ait Yabancılar Kanunu hukuki bir zemin sunmaktadır. Pakistan, Birleşmiş Milletler (BM) ile anlaşarak, uluslararası mali destek kapsamında, Afgan mülteciler için temel 
hizmetleri sunmuştur.

Afganistan devletinin güçsüzlüğü, sınırları denetleyememesi, sonlanmayan iç 
çatışmalar ve yaşanan terör eylemleri Pakistan’ı olumsuz etkilemiştir. İnsan ve 
uyuşturucu kaçakçılığı yanında her gruba göre tanımlanan farklı İslam modelleri 
ve mezhepsel çatışma, iki ülkenin de siyasal ve sosyal sorunlarını arttırmıştır. 
Afganistan’da devlet otoritesindeki çöküş, Pakistan’da benzer sonuçların görülmesine yol açmıştır. Suni sınırlarla ayrılmış Peştunlar birlikte hareket etmeye başlamışlardır. 

Pakistan’ın kontrol edemediği Federal Yönetilen Kabileler Bölgesi’nde bu durum 
tam olarak vücut bulmuş; bölge, terör örgütlerinin ve hükümet-karşıtı eylemleri 
düzenleyen örgütlerin buluşma noktası olmuştur.

Pakistan, 11 Eylül olayları ardından ABD’nin teröre karşı savaşının bir parçası olmuş, daha önce desteklediği mücahitlere bu sefer cephe almak zorunda kalmıştır. Afganistan’da kurulan Taliban hükümetini tanıyan bir ülke olan Pakistan, günümüzde kabul etmese de bu örgütlenmeyi desteklediği için eleştirilmektedir. Pakistan, ülkedeki mülteci nüfusla güçlenen devlet karşıtı örgütlerin hedefi olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. ABD, insansız hava araçları ile yaptığı saldırılarıyla masum Pakistanlıları da hedef almaktadır. Pakistan’daki çarpık, yozlaşmış sistem, mafya ve toprak ağalarının hem ekonomi hem de siyasetteki gücünü pekiştirmekte, eşitlikçi, şeffaf bir siyasal ortamın kurulmasına izin vermemektedir. Ülke siyasal, sosyo-ekonomik, etnik, dini, mezhepsel sorunlarla boğuşmaktadır. İç ve dış siyaset ile eğitim sisteminin ve medyanın etkisiyle, halk, Batı ve İslam arasında sıkışmıştır ve yönünü bulamamaktadır. Pakistan eski İstihbarat Şefi Hamit Gül’ün belirttiği gibi ülkede mültecilere ve Pakistan halkına yardım amaçlı çalışan dış destekli yardım kuruluşları, yabancı istihbarat örgütlerinin uzantıları gibi çalışmaktadırlar ve emperyalist güçlerin aracıdırlar (TRT, 30.07.2006). İyi niyetli ve yardım amacı taşıyan pek çok faaliyet başka ülkelerin stratejik emellerine hizmet etmektedir. 

Benzer şekilde başka ülkelerden (özellikle ABD ve Suudi Arabistan) gelen yardımlar, Pakistan siyasetinin para veren ülkenin çıkarlarına göre yönlendirilmesine neden olmaktadır. 

Pakistan’ın bitmeyen dışarıdan borç ve yardım alma durumu, başkalarının çıkarlarına göre karar almasına neden olmaktadır. ABD’nin Pakistan politikası, Afganistan politikasının bir uzantısıdır. Sovyet işgali ardından, Pakistan, Suudi Arabistan ve ABD, Afgan mücahitlerini desteklemişlerdir. 11 Eylül ardından ise Pakistan, ABD’nin teröre karşı savaşına destek vermiştir. Obama döneminde AfPak politikasının bir parçası olmuş; Trump döneminde ise AfPakIndia politikası ile dışlanmış, ABD’nin parasını harcayıp teröre destek veren bir ülke olarak nitelendirilmiştir. Başbakan İmran Han’ın dediği gibi ABD tarafından “günah keçisi” ilan edilen Pakistan artık başkasının savaşında yer almak istememektedir ve sadece Pakistan halkının müttefiki olacağını duyurmuştur (TRTworld, 07.01.2019). Bunu gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği ise asıl meseledir.

Pakistan Başbakanı İmran Han, ülkenin ana sorununun mafya olduğunu belirtmiştir. 

Afgan cihadı ülkede kalaşnikof kültürünün yerleşmesine neden olmuştur. Pakistan, öncelikle Afgan mültecilere “kardeşlik ve İslam” adına kucak açmış ancak mülteciler, devlet dışı örgütlerce kullanılmış, silah, uyuşturucu, insan kaçakçılığı yanında organize suçlara bulaşmışlardır. Günümüzde, Pakistan’da yerli ve yabancı kökenli pek çok devlet-karşıtı örgüt faaliyet halindedir. Bu örgütler, Afgan mültecileri kendi çıkarları için kullanmaktadırlar. Pakistan’da kurumlar yozlaşmıştır; mültecilere gelen yardım paralarının bile siyasal elitler ve toprak ağaları tarafından kullanıldığı belirtilmektedir. 

Pakistan’da eğitim, sağlık ve temel ihtiyaçlar konusunda ciddi sorunlar vardır. Yoksulluk sınırı altında yaşayanların oranı yüksektir; Bertelsmann Stiftung’un hazırladığı rapora göre, ülke nüfusunun %36,9’u yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Pakistan’da nüfusun binde 2’lik kısmı, ülke varlığının %40’ına sahiptir. Düşük büyüme oranı ve hayat standartları, görülmektedir. UNICEF’in 2017 yılının ilk yarısını değerlendirdiği raporuna göre, Pakistan’da yarısı çocuk olmak üzere 3,2 milyon kişi insani yardıma ihtiyaç duymaktadır. Dünya Gıda Programı’nın Ocak 2018’de yayımlanan Gıda Güvenliği Bülteni’nde Pakistan’da 2017 yılında nüfusun %18’inin yetersiz beslendiği belirtilmiştir. Bu bağlamda Pakistan’ın yerli halkının çözümlenemeyen büyük sosyal ve ekonomik sorunları olduğu bir gerçektir. 

İnsani açıdan pek çok gereksinimi olan, taciz ve hukuksuz uygulamalarla karşılaşan mülteciler, BMMYK’nın yardımıyla Afganistan’a geri dönmektedirler. Bu geri dönüşün güvenli ve onurlu olması esastır. Human Rights Watch’a göre, BMMYK’nın zorla ve para vererek insanları Afganistan’a geri göndermesi etik değildir. Afgan topraklarının önemli bir bölümünün Taliban denetimi altında olması gidilen bölgenin güvenliğinin olmadığını göstermektedir. Geri dönenler, ekonomik ve siyasal sorunlarla karşı karşıya kalmaktadırlar; pek çoğu bıraktıkları evlerine dönememekte Afganistan içinde yer değiştirmek zorunda kalmaktadırlar. Bu durum sağlık ve eğitim imkânların dan yararlanmalarına da engel olmaktadır. Geri dönenlerin önemli bir bölümü daha önce Afganistan’ı hiç görmemiş, Pakistan’da doğmuş ve büyümüştür. Bazıları yeni bir dil öğrenmek zorunda kalmışlardır. Yaşanan güvenlik sorunları, Afganların, Pakistan’daki terörün baş sorumlusu olarak nitelendirilmelerine neden olmuştur.

Pakistan’daki Afgan mültecilerin ülkelerine geri gönderilmesinin, Pakistan’ın 
sorunlarının çözümü anlamına gelip gelmediği konusu tartışmalıdır. Masum, 
zavallı, yardıma muhtaç Afgan mültecilerin Pakistan’da tacize, kötü muameleye 
uğraması ile mültecilerin terör örgütü militanlarına dönüşmeleri, mültecilerin bu 
ülkedeki geleceği açısından ikilem yaratmaktadır. Bu konuda temel mesele, Pakistan devletinin güçsüzlüğü ve kurumlarının yozlaşmasıdır. Diğer yandan, bugün şikâyet edilen, Pakistan devleti karşısında faaliyet gösteren ve devleti yıkmaya çalışan grupların daha önce Pakistan hükümeti ve güvenlik kuvvetlerince desteklendikleri unutulmamalıdır. Bugün gelinen süreçte, Afganistan’ın hâlâ istikrarsız bir ülke olması nedeniyle geri dönüşlerin onurlu ve güvenli olmadığı yönünde eleştiriler gelmektedir. 

Bunun önemli bir sonucu olarak geri dönüşlerin durdurulması ise Pakistan’daki 
sorunların devam etmesine yol açacaktır. Pakistan’da yaşanan çoklu sorun girdabı ise mültecilerin geri gönderilmesiyle çözüme ulaşacak bir yapıda değildir. Ülkede etnik, dini ve mezhepsel gruplaşmalar ve karşıtlıklar çözüme muhtaçtır. Ciddi bir güvenlik sorunu bulunmaktadır. Ülkede güç sahibi olan toprak ağalarının, mafyanın, güvenlik güçlerinin farklı çıkarları ve buna uygun olarak kendi ajandaları bulunmaktadır.

Kaynaklar

AA. (07.08.2018). Pakistan’da İmran Han dönemi ne getirecek? Pakistan’da İmran Han dönemi ne getirecek? 
https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/pakistan-da-imran-han-donemi-ne-getirecek/1224673 

Ahmed, Waseem. (2017). The Fate of Durable Solutions in Protracted Refugee 
Situations: The Odyssey of Afghan Refugees in Pakistan. Seattle Journal for 
Social Justice 15(3), 591-661.

Ahmedzai, Aziz. (15..09.2016). How Refugees Changed the Afghan-Pakistan 
Dynamic. The Diplomat.https://thediplomat.com/2016/09/how-refugees-
changed-the-afghan-pakistan-dynamic/

AmnestyInternational.(2019).Pakistan2017/2018. https://www.amnesty.org/en/
countries/asia-and-the-pacific/pakistan/report-pakistan/

Asylum Research Center (18.06.2018). Pakistan: Country 
Report. https://www.refworld.org/cgi-bin/texis/vtx/
rwmain?page=search&docid=5b333c994&skip=0&query=pakistan 

Baloch, Amdadullah ve diğerleri. (2017). The Economic Effect of Refugee 
Crises on Neighbouring Host Countries: Empirical Evidence from Pakistan. 
International Migration 55 (6), 90-106.

BMMYK. (2001). Dünya Mültecilerinin Durumu 2000: İnsani Yardımın Elli Yılı. Ankara. 

Borthakur, Anchita. (2017). Afghan Refugees: The Impact on Pakistan. Asian 
Affairs 48(3), 488-509.

CNN (03.12.2018). Trump requests Pakistan’s help on Afghan peace after Twitter tirade.

CRRS-Center for Research and Security Studies (2018a). Quarterly Security Report 2018. 

CRSS- Center for Research and Security Studies (2018b). Beyond Boundaries II. Pakistan - Afganistan Track 1.5 II: Connecting People Building Peace Promoting Cooperation

CRRS-Center for Research and Security Studies (2018c). FATA Tribes: Finally Out of Colonial Clutches? Past, Present and Future.

Çolakoğlu, S. (2007). Dış Politka Yapım Sürecinde Din Faktörünün Etkisi: Pakistan Örneği. İ.Ü.Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi 36.

Daily Times (07.01.2018). Terrorism makes numerous refugees unwilling to leave Pakistan. 

https://dailytimes.com.pk/175673/terrorism-makes-numerous-refugees-
unwilling-leave-pakistan/

EOSA-European Asylum Report Office (2018). EASO Country of Origin: 
Information Report Pakistan Security Situation. 

Haberler.com. (23.12.2014). Pakistan’daki Afgan Mülteciler. https://www.haberler.com/pakistan-daki-afgan-multeciler-6801633-haberi/ 

Haberler.com (14.01.2016). Pakistan'dan 3,8 Milyon Afgan Mülteci Gönüllü Geri 
Döndü. https://www.haberler.com/pakistan-dan-3-8-milyon-afgan-multeci-
gonullu-geri-8062803-haberi/ 

Hürriyet. (19.11.2018). Trump’tan Pakistan’a: Artık Milyarlarca dolar 
harcamayacağız. 

IAGCI. (2015). Country Information and Guidance Pakistan: Security and 
Humanitarian Situation. 

https://www.gov.uk/government/publications/pakistan-country-policy-and-
information-notes.

Kaçmaz, M. (24.10.2018). Pakistan’da bulunan Etnik temelli hareketler. https://
www.ilimvemedeniyet.com/pakistanda-bulunan-etnik-temelli-hareketler.html

Karaca, S. (2014). 5 Yıllık Serüvende Karar Anı-I: Afgan Sığınmacılar. https://avaz.org.tr/wpcontent/uploads/2017/11/Afgan_Siginmacilar_Sema_KARACA_2014.PDF.pdf 

Koç, İsmet (2017). Afganistan’ın Sosyo-Demografik ve Ekonomik Yapısı ve Dış Göç Süreci. Türkiye’de Afganistan Uyruklu Uluslararası Koruma Başvurusu ve Statüsü Sahipleri Üzerine Analiz: Türkiye’ye Geliş Sebepleri, Türkiye’de Kalışları, Gelecek Planları ve Amaçları. Hacettepe Üniversitesi Yayınları

Los Angeles Times (06.04.2018). Even if born and raised in Pakistan, Afghan 
refugees are deported to Afghanistan, a land they've never known. http://www.
latimes.com/world/la-fg-afghanistan-refugees-2018-story.html

Magbool, Tehmina (2014). Drug Trafficking: A non-traditional Security Threat 
to National Security of Pakistan. Institute for Strategic Studies, Research and 
Analysis (ISSRA) Papers.

Milliyet (2015). 2015 Uluslararası uyuşturucu kullanımı ve kaçakçılığı ile mücadele. 
http://www.milliyet.com.tr/2015-uluslararasi-uyusturucu-pembenar-detay-
genelsaglik-2079616/

Mohammad, I. (2016). Instability in Afghanistan: Implications for Pakistan. 
Journal of Political Science & Public Affairs 4(3), 1-6. 

PIPS- PAK Institute for Peace Studies (2018). Pakistan Security Report 2017. 

Plesch, V. ve Inayat, N. (30.03.2017). Pakistan wants millions of Afghan refugees göne. It’s a humanitarian crisis waiting to happen. GlobalPost. https://www.pri.org/stories/2017-03-30/pakistan-wants-millions-afghan-refugees-gone-its-humanitarian-crisis-waiting

Sputniknews. (16.08.2018). Afganistan Talibanı Lideri Mollo Fazlullah öldürüldü. 

https://tr.sputniknews.com/ortadogu/201806151033877457-afganistan-
pakistan-taliban-molla-fazlullah-abd/

Tanwar, R. S. (26.02.2018). The Top 10 Facts about Poverty in Pakistan. https://borgenproject.org/facts-about-poverty-in-pakistan/

T.C. Dışişleri Bakanlığı. (2017). Pakistan'ın Siyasi Görünümü. http://www.mfa.gov.tr/pakistan-siyasi-gorunumu.tr.mfa 

The Express Tribune (26.10.2013). Burdened Economy: Pakistan spent 200bn 
dolars to Afghab Refugees. https://tribune.com.pk/story/622518/burdened-
economy-pakistan-has-spent-200b-on-afghan-refugees/ 

The Guardian (17.10.2018). Pakistan's Imran Khan pledges citizenship for 1.5m 
Afghan refugees. 
https://www.theguardian.com/world/2018/sep/17/pakistan-imran-khan-citizenship-pledge-afghan-refugees

The Hindu (2011). Khar Blames Afghan Refugees for Rabbani’s Assasination. 
https://www.thehindu.com/news/international/Khar-blames-Afghan-refugees-
for-Rabbani%E2%80%99s-assassination/article13426260.ece

TRT. (30.07.2016). Banu Avar’la Sınırlar Arasında: Pakistan. 
https://www.youtube.com/watch?v=CZRAnT23jmY 

TRTWorld. (07.01.2019). Imran Khan: Pakistan's 'golden era' |https://www.youtube.com/watch?v=xEkI1VfRuPw

The World Today (2018). Interview: Hina Rabbani Khar. 
https://www.chathamhouse.org/system/files/publications/twt/Interview%20Hina%20Rabbani%20Khar%20.pdf 

UNHCR. 2015-2016 Solution Strategies for Afghan Refugees: Regional Overview

UNHCR. (2019a). Figures at a Glance. 
https://www.unhcr.org/figures-at-a-glance.html

UNHCR. (2019b). Pakistan. https://data2.unhcr.org/en/country/pak

UNHCR. (2019c). Global Trends Forced Diplacement in 2017. https://www.unhcr.org/statistics/unhcrstats/5b27be547/unhcr-global-trends-2017.html

UNHCR. (2019d). Pakistan - Afghan Refugee Info-graphic Update, Monthly 
Update (31.12. 2018). https://data2.unhcr.org/en/documents/download/67667

UNHCR.(2019e).RevisedBudgetforPakistan. http://reporting.unhcr.org/
node/2546?y=2019#year 

UNHCR.(2019f).FundingUpdate:Pakistan. http://reporting.unhcr.org/sites/
default/files/Pakistan%20Funding%20Update%2008%20January%202019.pdf 

UNHCR (2019g). Afghanistan Voluntary Repatriation Update September 2018. 
https://data2.unhcr.org/en/documents/download/66302 

US Department of State. (2018). Pakistan 2017 Human Rights Report. https://
www.state.gov/documents/organization/277535.pdf 

VOA. (18.02.2018). Afghan Refugees in Spotlight Amid Debate Over Sources of 
Unrest. https://www.voanews.com/a/afghan-refugees-in-spotlight-amid-
debate-over-sources-of-unrest/4260429.html

World Factbook. (2019a). Pakistan. https://www.cia.gov/library/publications/
the-world-factbook/geos/pk.html

Xinhuanet. (25.01.2018). Pakistani army says terrorists take shelter in Afghan 
refugee camps. 
http://www.xinhuanet.com/english/2018-01/25/c_136924831.htm

www.21yyte.org

***