Uluslararası İlişkiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Uluslararası İlişkiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ekim 2020 Cumartesi

ULUSLARARASI İLİŞKİLER GÜNDEMİ BÖLÜM 2

 ULUSLARARASI İLİŞKİLER  GÜNDEMİ  BÖLÜM 2




2. TÜRKİYE - İRAN İLİŞKİLERİ: AŞILMASI GEREKEN GÜVEN BUNALIMI

İran 70 milyonluk nüfusu, Türkiye yüz ölçümünün yaklaşık iki misline ulaşan toprakları ve özellikle enerji alanındaki devasa kaynakları ile Ortadoğu’nun en önemli ülkeleri arasında. İran aynı zamanda Türkiye’den sonra Ortadoğu bölgesinin ve tüm Müslüman coğrafyanın en büyük ikinci ekonomisi durumunda. Üstelik İran, Türkiye’nin de komşusu. Bu veriler dikkate alındığında Türkiye ile İran arasında ciddi bir ekonomik yakınlaşma, hatta entegrasyon beklemek doğal bir sonuçtur. 
Ancak ilişkilere bakıldığında son derece sağlıksız bir tablo ile karşılaşılıyor:
İran, Çin ve Rusya ile birlikte, Türkiye’nin en fazla dış ticaret açığı verdiği ülkeler arasında yer alıyor. Açık 5 milyar doları aşıyor. Ticaretin % 75’ini gaz alımı 
oluştururken enerji dışı ticaretin hacmi sadece 2 milyar dolar civarında kalıyor. Oysa Türkiye sanayisi ve tarım-hayvancılık sektörleri İran’ın ihtiyaçlarını karşılamaya çok müsait. Buna rağmen İran, Türk mallarına yüz vermiyor, ticaret bir türlü istenen hızda ilerlemiyor. Doğrudan yatırımlarda ise durum çok daha kötü. İran’a girmek isteyen Türk yatırımcılar akla zarar engellemelerle karşılaşıyorlar. Türk yatırımcılar bırakınız komşu ülkeden olmanın ve ortak kültürel-dini benzerliklerin tadını çıkarmayı, Türk oldukları için bazı özel engellemelerle dahi karşılaşabiliyorlar. Tüm bu engelleri aşıp ihalenin son aşamasına geldiğinizde ise tüm süreç birdenbire iptal edilebiliyor. 

TAV ve Türkcell’de bunun en açık örnekleri yaşandı. Geçenlerde USAK’ı ziyaret eden bir grup Türk işadamı ise sorunun bir başka boyutundan dert yandı. İranlı işadamlarının son dönemde sıkça Türk işadamlarına işbirliği önerisinde bulunduklarını, ancak bu ilişkilerin Türk tarafı için hep hüsranla sonuçlandığını belirttiler. İranlılar Türk işadamlarından meslek sırlarını aldıktan, üretimin nasıl yapıldığını iyice öğrendikten sonra Türk ortağı İran’dan uzaklaştırıp yollarına devam ediyorlarmış. İşadamları İranlıların yaklaşımını ‘şark uyanıklığı’ olarak değerlendiriyorlar ve İran ile uzun dönemli bir işbirliğinin ne kadar zor olduğunu anlatıyorlar. Belli ki Devrim sonrasında oluşan kapalı ekonomi ve ekonomik müeyyideler İranlıları rekabetten uzaklaştırmış ve evrensel iş hayatı kurallarını öğrenmeleri bayağı bir zaman alacak. 

Başka bir deyişle İran’da siyasi direncin dışında bir de kültürel direnç var.
Kim ne derse desin, İran’da daha fazla Türk şirketi görmek istemeyen bazı güçlerin olduğu muhakkak. Bunların en önemli hareket noktası Türkiye’nin ‘ABD ve İsrail’in casusu’ olduğu düşüncesi. İran’da Türklerin sayısı arttıkça ‘karşı-devrim’ olacağından endişe ediyorlar. 1 Mart Tezkeresi ve Irak Savaşı sonrasında Türkiye’nin aktif Ortadoğu politikası bu düşünceleri yumuşattıysa da Türkiye birçok radikal devrimci için hala şüphe ile yaklaşılması gereken bir ülke.

İkinci önemli gerekçe Türkiye’nin hemen her alanda İran’ın tersi bir istikameti temsil ediyor oluşu. Türkiye İslam dünyasında farklı bir dini yaşam yorumunun şampiyonu ve serbest ekonomisi ve serbest siyasi yapısı ile İran’dakidevrim rejimini yumuşak gücü ile erozyona uğratabilecek ve nihayetinde sona 
erdirebilecek bir ülke olarak görülüyor. Başka bir deyişle Türkiye anlayışı bazı İranlılarca da ‘İran anlayışının panzehiri’ olarak algılanıyor. Bu durumda da İran 
devletinin derinlerinde Türkiye ile ilişkilere karşı ciddi bir direnç oluşuyor.
İlişkilerin yeterince gelişmemesinde en önemli bir diğer sorun ise geleneksel- tarihsel İran politikaları. Başka bir deyişle İran seküler bir ülke olsaydı da karşımıza çıkabilecek bir sorun. O da İran’ın Arap, Türk ve diğer Müslüman ülkelere karşı izlediği kendine has güven telkin etmeyen dış politikası. Hatırlanacağı üzere Osmanlı döneminde de İran ile Osmanlı Devleti bir müttefik olamamış, ciddi bir ekonomik ya da siyasi işbirliğine girememişlerdir. Bu dönemde İran-Vatikan ilişkileri İran-Osmanlı ilişkilerinden çok daha iyi bir durumdadır. 

Birçok araştırmacı Türk-İran sınırının uzun yıllar boyunca önemli oranda değişmeden kalmış olmasını ilişkilerin olumlu bir yönü olarak sunsalar da sınırların nispeten değişmemesinin nedeni tarafların birbirlerine duydukları güvenden ziyade güç dengesinde aranmalıdır. Eğer Osmanlı Devleti yeterince güçlü olmamış olsa idi İran, Anadolu’nun içlerine kadar uzanmış olurdu. Osmanlı’nın İran’ın içlerine fazlaca girmemiş olmasının nedeni ise Osmanlı’nın yayılma sahası olarak temelde Akdeniz ve Avrupa’yı görmüş olmasında aranmalıdır. Özetle sınırlardaki istikrar ilişkilerin güçlü olmasından kaynaklanmamıştır. Aksine Osmanlı arkadan bir saldırıya uğramamak için Irak’ta ve Anadolu’da İran’a karşı çok çeşitli önlemler almıştır. 

Örneğin Irak Türkmenlerinin kuzeyden güneye bir kılıç şeklinde yerleştirilmelerinin en önemli nedeni ‘İran tehlikesidir.

Aslına bakılırsa İran’ın ilişkileri sadece Anadolu Türkleri ile değil, neredeyse tüm Müslüman dünyası ile sorunlu olmuştur. Bu sorunlar 20. yüzyılda da sürmüş ve İran İslam Devrimi sonrasında ortaya çıkan devletin Müslüman coğrafyadaki algılanması bu açıdan bakıldığında Şah dönemi ile bazı benzerlikler de içermiştir. Örneğin 2008 itibariyle Arap dünyasının bölgede en çok çekindiği ülkelerin başında İran geliyor. 
Soğuk Savaş boyunca Arapları komünizm tehlikesi ile kendi liderliğinde birleştirmeye çalışan ABD şimdi de İran tehdidini bir araç olarak kullanıyor. Bölgede hangi Arap temsilci ile görüşseniz (Suriye, Hamas ve Hizbullah hariç) İran’a hiçbir bölge ülkesinin güvenemediğini anlıyorsunuz. 

Körfez Arapları İran’ın her an kendilerine saldırabileceğini, topraklarının bir kısmını almaya  çalışabileceğini veya iç işlerine karışacağını düşünerek İran’ı en önemli tehditlerin başına yerleştiriyorlar. Çoğu kez bu nedenle ABD’ye yanaşıyorlar. Yani Körfez’deki ABD varlığını meşrulaştıran en önemli neden de İran. Sadece Körfez Arapları değil, Ürdün ve Mısır gibi nispeten daha uzak bölgelerdeki Araplar da İran’a şüphe ile bakıyor ve niyetlerini sağlıklı bulmuyorlar.

İran sadece Arapları değil, Pakistan gibi diğer bazı Müslüman ülkeleri de ‘korkutuyor’. Bunun çok sayıda örneği var ancak en çarpıcı olanı Pakistan’da deprem olduğunda yaşandı. İran, Pakistan’a giden yardım ekiplerine büyük zorluklar çıkardı ve bu durum ne Pakistan, ne de Türkiye tarafından bugüne kadar unutulmadı.
  İran’ın en önemli güven sorunu yaşadığı Müslüman gruplardan biri de Türkler. Sadece Türkiye değil, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve diğer Türk 
cumhuriyetleri de İran’ı şüphe ile karşılıyor. Özellikle Azerbaycan, İran’ın Ermenistan’a verdiği açık desteğin çok net bir şekilde farkında. Eğer Türkiye ve 
ABD’nin net karşı çıkışları olmamış olsaydı Azerbaycan’ın özellikle Hazar’da İran karşısında ne kadar zor durumda kalacağı aşikârdı. 

   Ermenistan’ın Azeri topraklarını işgali sürerken Ermenistan’a her türlü ekonomik desteği veren ilk iki ülkenin Rusya ve İran olduğu da bir sır değil. 
İran başta enerji olmak üzere her alanda Ermenistan’ın Azerbaycan karşısında güçlenmesine katkı sağlıyor. Tahran’ın zaman zaman iki ülke arasında arabulucu gibi davranma çabası da garip. Çünkü İran bir İslam devleti olduğunu iddia ediyor ve kendi nüfusunun da önemli bir kısmını oluşturan Azerilerin toprakları işgal altındayken kendisini en fazla arabulucu olarak tanımlayabiliyor.

Türkiye açısından ise İran’ın PKK terör örgütüne verdiği destek hala akıllardadır. İran sınırını serbest geçiş alanı gibi kullanan terör örgütünün bugün 
Kandil Dağı’nda kullandığı birçok altyapı da İran’dan birer hatıra. Zamanında terörü görmezden gelen İran bugün aynı derde düştü ve Türkiye ile işbirliği 
yapmak zorunda kalıyor. 

Fakat ilerleyen zamanlarda bu durumun tersine dönmeyeceğinin garantisi de yok. Türkiye için İran imajını etkileyen en önemli unsur ise şüphesiz 1980 ler 
boyunca süren ve 1990ların bir kısmında da net bir şekilde hissedilen rejim ihraç etme çabaları oldu. Bugün dahi Türkiye’de birçok kişi İran’ın hala bu tür 
gayretler içinde olduğunu düşünüyor.

Anlaşılan o ki İran’ın Müslüman ülkeler ile ilişkileri oldukça garip. İran kendisini bir ‘İslam Cumhuriyeti’ olarak tanımlıyor. Ancak dış ilişkilerinde birkaç istisna (Suriye, Sudan gibi) dışında neredeyse tüm Müslüman ülkeler ile sorunlu. İlişkilerinin iyi olduğu ülkeler Rusya ve Ermenistan gibi bölgenin iki Hıristiyan ülkesi. Üstelik bu iki ülke Müslümanlarla da ciddi sorunları olan ülkeler. Ermenistan komşusu Azerbaycan’ın topraklarının neredeyse beşte birini işgal etmiş, Rusya ise Çeçenistan’da gelmiş geçmiş en büyük insanlık dramlarından birine imza atmış. Başka bir deyişle bu şartlar altında Osmanlı’ya karşı Vatikan ile işbirliği yapan İran’ı hatırlamamak çok zor.

Bu veriler altında denebilir ki Ortadoğu’da ekonomik entegrasyonu, ticareti ve siyasi işbirliğini arttırmak isteyen Türkiye’nin karşısındaki en önemli engellerin 
başında İran geliyor. Çünkü İran herkesi kendisi gibi biliyor. Türkiye’nin gizli (kirli) bir gündemi olduğunu sanıyor. Türkiye’nin ticaret ile İran’ın altını oyacağından endişeleniyor. 

Tahran’da bu bakış açısı sadece Türkiye’ye karşı değil, diğer birçok bölge ülkesine karşı da var. Oysa İran bu kaygılarında çok yanılıyor. 
Bunu anlaması için ‘ABD ajanı’ olarak algıladığı ülkelerin ABD politikasına nasıl karşı çıktıklarına bir göz atması bile yeterli olurdu.

Gaz Sorunu

Doğalgaz hattındaki kesilmeler İran’ın yanlış bakış açısının bir diğer örneği. Bilindiği üzere Türkiye, Rusya’ya olan bağımlılığını azaltabilmek ve komşusu İran ile ticaretini arttırabilmek için İran gazını almaya karar verdi. Bu maksatla ciddi yatırımlar yapılarak iki ülke arasında yüzlerce kilometrelik doğalgaz boru hattı 
döşendi. Türkiye ilk defa bu hattı gündeme getirdiğinde içeride ve dışarıda çok önemli siyasi maliyetlerle de karşılaştı. İçeride İran gibi bir ‘İslamcı rejim’ ile iş 
yapılmasının Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kurucu ilkelerinden laikliğe aykırı olduğu söylenirken, dışarıda da ABD, İran ile her türlü işbirliğine karşı olduğunu 
açıkladı. Fakat Ankara tüm bu zorlukların üstesinden gelerek İran doğalgaz hattını hayata geçirdi. Hatta ilerleyen yıllarda İran ile doğalgaz alanında başka 
işbirliklerinin de yolunu aradı. İran’dan tüm dünyanın köşe bucak kaçtığı, ona ‘çirkin ördek yavrusu’ muamelesi yaptığı bir dönemde Türkiye’nin tüm bu 
fedakârlığına ve uluslararası yazılı anlaşmalara rağmen İran keyfi bir biçimde, üstelik kara kışın ortasında gazı kesmeye başladı. İran’dan gelen gazın 
kalitesinde de ciddi sorunlar yaşandı. Bu kesintiler zamanla sıklaştı. 2005-2006 kışında ve bu kış ise İran’ın kesintileri Türk ekonomisini vurmaya başladı. 
İki kış önce bazı sanayi tesisleri faaliyetlerini gaz yetersizliği nedeniyle durdururken, bu yıl da elektrik üretiminde ciddi sorunlar yaşanıyor.
İran gaz kesintileri konusunda zamanında açıklama yapma ihtiyacını bile duymuyor. Canı isteyince vanayı kapatıyor, canı istemezse açıyor. Türkiye’de tepkiler sertleşince lütfen bir açıklama gelse de özür vs. hak getire.
Bu yılki gerekçeleri yine aynı: “Kış sert geçiyor. Bize yetmiyor, size mi verelim?” Hatta Türkiye’de bazıları da İran’a hak verecek kadar ileri gidiyor: 
“ Bir ülke kendi vatandaşları dururken gazı dışarı satar mı?” diyorlar. Elbette satar. Eğer bir anlaşma imzalamışsanız, uluslararası taahhütler altına girdiyseniz, 
öncelik dış taahhütlerinizdedir. İçerideki haliniz ne olursa olsun sözünüzde durmak zorundasınız. Aksi takdirde hiç kimse sizinle ne ticaret yapabilir, ne de 
siyasi işbirliği. İran kış soğuklarını tarihinde ilk defa yaşamıyor. Yıllık gaz üretiminin ne kadar olacağı da sır değil. Bu durumda başka bir ülke ile anlaşma 
imzalayan İran’ın öncelikle bu taahhütlerine uyması gerekir. En azından anlaşma imzaladığı Türkiye ile oturup anlaşarak yaşanan sıkıntıyı paylaşması gerekir.
İran’ın bir diğer gerekçesi de Türkmenistan’ın İran’a verdiği gazı ani bir şekilde kesmesi. Türkmenler gaz fiyatını beğenmedikleri için İran’ı yola getirmeye 
çalışıyorlar, İranlılar da faturayı Türkiye’ye çıkarmaya kalkıyorlar. Oysa Türkmen gazı da Türkiye’yi ilgilendirmiyor. Çünkü Türkiye Türkmenistan ile herhangi bir 
anlaşma yapmış değil. Hatta böyle bir işbirliğinin önündeki önemli engellerden biri de Tahran Yönetimi oldu. İran, Türkiye’nin Orta Asya ile ilişkilerinde hep 
engelleyici olduğu gibi Türkmen gazı konusunda da her zaman engelleyici oldu. Söyledikleri ile uygulamaları birbirini tutmadı. Türkmen gazının doğrudan 
Türkiye’ye gitmemesi için Türkmen gazını alıp kendi gazıymış gibi Türkiye’ye satmaya kalktı.

Özetle İran içinde bulunduğu kuşatılmışlığa, ABD ve Avrupa ile yaşadığı siyasi ve ekonomik sorunlara rağmen bölgesine dönük şüphe uyandıran politikalarını 
sürdürüyor. 
Milyarlarca dolar kazandığı Türkiye pazarına karşı dahi sorumluluklarını yerine getirmiyor. Tutarlı bir ortak gibi davranmıyor.
Oysa ki Türkiye ve İran’ın işbirliği önündeki engelleri aşması demek Türkiye-İran-Orta Asya ve Türkiye-İran-Pakistan hattında derinleşen bir ekonomik 
entegrasyon demek. Bölge ülkeleri arasında katlanan ekonomik ilişkiler sayesinde bölge dışı ülkelerin daha az siyasi müdahalesi demek. 
Türkiye yılmadan İran’a ekonomik araçlar (ticaret, boru hatları vs.) ile girmeye çalışıyor. Çünkü ekonomik olarak bölgeye entegre olmuş bir İran sadece 
Türk ulusal çıkarlarına değil, bölgesel istikrar ve barışa da katkı sağlayacaktır. Ortadoğu’nun kalkınması ve istikrara kavuşmasında hiç şüphe yok ki Türkiye 
ve İran işbirliği özel bir rol oynayacak. 
Eğer bu iki ülke en azından ticari sahada yakınlaşamazsa Ortadoğu’nun (ve hatta Pakistan ve Orta Asya’nın) geleceği için güzel düşler kurmak dahi 
zorlaşacaktır. Bu basit gerçeğin farkında olan İranlıların sayısı az değil. Ancak bu gerçeği anlamak istemeyen ve hala eski Pers İmparatorluğu oyunlarını 
İslamcılık etiketi altında sürdürmek isteyen dar, ama çok etkili bir kadro da İran devletinin içlerinde mevzilenmiş durumda.
Son söz olarak denebilir ki İran’ın önündeki en önemli engel yine İran. İran’dan anlaşılması güç, birbiriyle çelişen mesajlar geliyor. 
Şu an için denebilir ki karşımızda en azından birden fazla İran var ve böyle bir İran da en az ABD kadar bölge ülkelerini korkutuyor.


***


ULUSLARARASI İLİŞKİLER GÜNDEMİ BÖLÜM 1

ULUSLARARASI İLİŞKİLER  GÜNDEMİ  BÖLÜM 1




TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ YUMUŞAK GÜCÜ

Sedat LAÇİNER

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bugüne Türkiye bölgesinde daha etkili bir aktör olmaya doğru ilerliyor. Geçmişte sürekli olarak ‘potansiyel’ olarak değerlendirilen ilişkiler adım adım somut ilişkiler haline gelmeye başlıyor. Türkiye ‘sahaya indikçe’ Ortadoğu, balkanlar ve Kafkasya başta olmak üzere yakın çevresindeki yumuşak gücünü de keşfetmeye, bunun tadına varmaya başlıyor. İsrail-Filistin, Pakistan-Afganistan, Suriye-İsrail ya da İran-İsrail gibi rakip kampların her iki kanadı da kendilerini Türkiye’ye yakın bulabiliyor. 2007 yılının 2. dönemi Türkiye’nin 
söz konusu yumuşak gücünü daha fazla fark ettiği bir dönem oldu. Bu nedenle bu çalışmada Türkiye-Ortadoğu ilişkilerini ele almak yararlı olabilir.

1. İSRAİL-FİLİSTİN ANKARA BULUŞMASI

Daha önce başka bir ‘küskün kardeşler’ olan Pakistan Devlet Başkanı Müşerref ile Afganistan Devlet Başkanı Karzai’ye ev sahipliği yapan Ankara Kasım 2007’de bu kez dünyanın en ünlü ‘düşmanları’nı bir araya getirdi. İsrail ve Filistin Devlet Başkanları Ankara’da. Şimon Peres ve Mahmud Abbas’ın Ankara ziyareti birçok açıdan ilk oldu: İlk kez bir İsrail ve bir Filistin devlet başkanı Türk meclisine hitap etti. Peres’in Meclis’teki konuşması İsrailli bir devlet başkanının Müslüman bir ülke meclisinde yaptığı ilk konuşma oldu. Dahası ilk defa iki lider birbirlerini bir başka ülkenin meclisinde dinlediler. 

Bazıları bu ilkleri önemsemeyebilir ve sıradan ‘diplomatik oyunlar’ sayabilir. Ancak iki liderin Ankara ziyaretleri Türkiye’nin (büyük) Ortadoğu’daki ‘yumuşak gücü’nü açık seçik ortaya seriyor. Türkiye gerektiğinde Filistinlileri de, İsraillileri de azarlıyor, sert bir dille eleştirebiliyor. 
Ancak gerektiği zaman her ikisi ile en yakın ilişkileri de sürdürebiliyor. Pakistan ve Afganistan’ın Türkiye’ye duydukları güven, ama birbirlerine duydukları 
güvensizliğin bir benzeri de Filistin ve İsrail tarafında mevcut. Türkiye ile geçinebilenler, birbirleri ile geçinemiyorlar, hatta bir araya dahi gelmekte 
zorlanıyorlar. Aynı durum Irak’ın içinde bile söz konusu. Şiiler de Sünniler de Türkiye’yi kendilerine yakın görebiliyorlar. Böyle bir pozisyona sahip ikinci bir ülke 
bulabilmek gerçekten çok zor. Başka bir deyişle uzun yıllar sırtını Ortadoğu’ya dönen Türkiye yüzünü bölgeye dönmeye başladıkça ve bölgeyi tanıdıkça 
burada kendisi için ‘büyük bir servetin’ olduğunu fark ediyor, daha da fark edecek.
İsrail ve Türkiye Her şeyden önce Türkiye ve İsrail bölge sorunlarının çözümünde iki farklı ekolü temsil ediyorlar. İsrail (ABD ile birlikte) sorunların çözümünü lider, rejim ve hatta sınır değişikliklerinde görüyor. Irak’ın üçe, en azından ikiye bölünmesi İsrail’in gönlünden geçen bir dilek. Irak gibi bir Arap devinin yeniden, karşısına eski haliyle dikilmesini istemiyor. Dahası Suriye ve İran’ın da ABD eliyle hallini umuyor. 
Suriye’de rejim değişimi, Suriye’nin birkaç parçaya bölünemese bile Lübnan ile ilgilenemeyecek kadar zayıflaması ve iç işlerine dönmesi İsrail’in bir diğer gizli 
dileği. İran’ın ise en azından gücünün budanması ve elini Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin’den çekmesini bekliyor Tel Aviv. İsrail Irak ve diğer ülkelerde tüm 
bu süreç cereyan ederken Filistin sorununu bir veya iki güçsüz ama Batı yanlısı devlet(ler) kurdurarak çözmenin planlarını yapıyor. 
Elbette bu planlarda Türkiye’nin İsrail’in yanında yer alması İsraillilerin en büyük dileği. Aslına bakılırsa İsrail’in derdi Ortadoğu sorunlarına kalıcı çözümlerden 
çok üzerindeki yükü başka ülkelerin sırtına yükleyebilmek.
Türkiye ise Ortadoğu sorunlarının çözümünün lider, sınır veya rejim değişiklikleri ile çözülemeyeceğini, aksine böylesine ‘yüzeysel’ bir yaklaşımın sorunları içinden çıkılamaz bir hale getireceğini düşünüyor. Irak’ın da Filistinleşme sürecine girmiş olması Türkiye’nin kendi tezini savunurken kullandığı önemli kanıtlarından biri. Ancak Türkiye’nin ABD’yi, ya da İsrail’i ikna edebilmesi kolay değil. Bu nedenle Türkiye her iki devletin politikalarını da belli bir noktaya kadar veri olarak almak ve ona göre tedbir geliştirmek zorunda kalıyor.
Türkiye-İsrail ilişkileri ekonomik rakamlar dikkate alındığında tarihinin en iyi düzeyinde. 2007 yılının ilk 6 ayında Türkiye-İsrail ticaret hacmi 1.2 milyar doları 
aştı. Bunun 782 milyon doları Türkiye’nin İsrail’e ihracatı ve bir önceki yıla göre % 29’luk bir artışa denk düşüyor. 1997 tarihli serbest ticaret anlaşması ticari 
ilişkilere ciddi bir ivme getirirken turizm alanında da iyi ilişkiler hızla gelişmeye devam ediyor. 
Türkiye şu anda İsrail’in Ortadoğu’daki en büyük ticari ortağı durumunda. Doğrudan yatırımlar ve diğer faaliyetler dikkate alındığında iki ülke arasındaki toplamekonomik faaliyetlerin 10 milyar doları aştığı tahmin ediliyor. Bu da İsrail gibi nispeten küçük bir ülke için kayda değer bir rakamdır.



Türkiye-İsrail Ticaret Hacminin Seyri


Peres ile Türk yetkililer arasındaki görüşmelerde ekonomik ilişkiler elbette gündeme geldi. Ancak gündem bununla sınırlı değildi ve oldukça yüklü oldu. 
Doğal olarak ilk sırada Filistin sorunu görüşüldü. Türk, İsrailli ve Arap işadamlannı tek bir hedef doğrultusunda bir araya getirmeyi amaçlayan Ankara Forumu’nun Batı Şeria’da bir sanayi bölgesi oluşturması, böylece Filistin’in ekonomik sorunlarını azaltarak barışa katkıda bulunması Türkiye açısından önemli bir adım oldu. Peres de bu girişimi çok yararlı bulduğunu çeşitli defalar tekrarladı.
Şüphesiz iki taraf için de önemli bir diğer konu güvenlik ve terör. İsrailliler İran’ın terörü desteklediğini ve nükleer silahlar elde etmeye çalıştığını her vesile ile 
tekrar ediyorlar ve Türkiye’den de benzeri bir tavır bekliyorlar. Ancak Gül-Peres görüşmesinde tarafların İran konusunda net görüş farklılıkları olduğu anlaşıldı. 
Cumhurbaşkanı Gül, Peres’in iddialarının önemli bir kısmına katılmadı.

Güvenlik boyutunda İsrail’in bir diğer önemsediği konu da Türkiye’ye silah satışı. Silah sanayi İsrail’in önemli gelir kaynaklarından. Çoğunlukla ABD lisanslı 
silahları Washington’un izni ve çoğu kez maddi desteği ile İsrail’de üretiyorlar. Bazı silahlarda ufak değişiklikler yaparak İsrail malı versiyonlar da elde 
ediyorlar. Malum Ortadoğu’daki en iyi silah alıcılarından biri de Türkiye ve İsrail Türklere silah satmayı, silahlarını modernize etmeyi çok istiyor. 

Bu konuda hiçbir fırsatı kaçırmamak için elinden geleni yapıyor. Jerusalem Post’un haberine göre Peres bu gezide Türkiye’ye Arrow balistik füze savunma 
sistemi ile Ofek casus uydularının satışını da gündeme getirdi. Arrow (İngilizce ‘ok’ anlamına geliyor) füze savunma sistemi 1986’dan bu yana ABD’nin 
maddi desteği ile sürdürülüyor. Bu desteğin şimdiye kadar 2 milyar doları aştığı belirtiliyor. Sistem Scud ve Şahap 3 (İran) füzelerine karşı denendi ve 
başarılı bulundu. Halen sistemin Arrow II’si geliştirilmiş durumda ve geliştirme çalışmaları sürüyor. Sistemin daha çok Irak ve İran’a karşı geliştirildiği açık. İsrail’in Türkiye’ye pazarlarken ki argümanı da Türkiye’nin bu sisteme İran’a karşı ihtiyaç duyabileceği varsayımına dayanıyor. 
İsrail Arrow’u Hindistan’a da satmak istedi. Ancak ABD’nin muhalefeti nedeniyle sadece radar kısmı satılabildi. Ofek (İbranice ‘Ufuk’ anlamına geliyor) ise 
İsrail tarafından üretilen bir casus uydu. Bir arabanın plakasını dahi okuyabildiği iddia ediliyor. Üzerinde çeşitli sensörler bulunuyor ve işletme ömrü olarak 
1-3 yıllık süreler belirtiliyor. 
1988’de başlayan çalışmalar şu anda Ofek 7’ye ulaştı. Ofek’in Türkiye’ye katkısı şüphesiz Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu’da istihbarat toplamada olacak. 
İsrail 2008 başı itibariyle bu ürünleri Türkiye’ye satabilmek için hala lobi yapıyor. Ankara göüşmesinden sonra savunma alanındaki önemli bir gelişme 
Türkiye’nin İsrail’den kiraladığı insansız uçakları PKK’ya karşı yoğun bir şekilde kullanmış olmasıdır.

İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres Ankara Görüşmesi esnasında “teröristler F-16 ile kovalanmaz. F-16 ile takip ederek terörle mücadele edemezsiniz. 
Nano gibi yeni teknolojileri kullanmak gerek” derken çantasındaki diğer satılık ürünlere de işaret ediyordu. Bunlar arasında hafif çelik yelekler de var. 
Peres’in sözleri aslında Türkiye’nin yumuşak karnına da işaret ediyor. USAK raporlarının Haziran 2006’da dile getirdiği “balyoz ile sivrisinek öldürülmez” 
sözünün başka bir versiyonunu böylece İsrail’in ağzından da duymuş oluyoruz. 
Nitekim 5 Kasım Zirvesi’nin ardından ABD Başkanı Bush da “sizde istihbarat yok, sizdeki istihbarat ile terörist avlanmaz” mealinde sözler söylemişti. 
Türkiye bu konudaki açıklarını kapayamadığı sürece ABD ve İsrail gibi ülkelerden hem tavsiyeler almaya devam edecektir, hem de bu konuda karşı ülkelere 
ciddi bir koz verecektir.

Görüşmelerdeki bir diğer gündem maddesi de KKTC oldu. Kıbrıs’ta ipler neredeyse tamamen Rumların eline geçtiği için Türkiye’nin manevra alanı tamamen 
daralmış durumda. Buradan çıkışın tek yolu tam bağımsız bir KKTC: Fakat Hükümet, tıpkı kendisinden önceki hükümetler gibi, bu konuda gerekli cesareti gösteremiyor. 
Bu nedenle doğrudan ticaret, doğrudan ulaşım, temsilcilik vb. ara formüller aranıyor. Suriye ile KKTC arasında başlatılan feribot seferleri bu türden önlemler arasındaydı. 
İsrail’den de aynı tür bir uygulama bekleniyor. Hayfa ile Gazi Magosa arasında feribot seferlerine başlanabilmesi ve KKTC’de İsrail’in ticari temsilcilik açması 
Peres’e götürülen öneriler arasında. İsrail’in bu konuda Türkiye’yi ‘kırması’ için herhangi bir neden görünmüyor. Ancak geçen aylar içinde ciddi bir adım da atılmış değil. Hatta KKTC’nin Tel Aviv’de temsilcilik açması önerisinin İsrail tarafından reddedildiği Aralık 2007’de Ha’aretz sayfalarına yansıdı.

Filistin ve Türkiye

Diğer konuk Mahmut Abbas’ın gündemine bakacak olur isek burada işbirliği olanakları daha sınırlı kaldı. Filistin, Hamas’ın Gazze’de kendi idaresini ilan 
etmesinden sonra fiiliyatta iki ayrı ülkeye dönüştü. Mısır-İsrail arasındaki Gazze Hamas kontrolünde ve Batı medyasında ‘Hamasistan’ olarak da adlandırılıyor. Bazı yorumculara göre İsrail bu durumdan hayli memnun. ‘Büyük bir Filistin ile kuşatılmaktansa iki küçük Filistin daha iyi’ diye düşündüğü söyleniyor.

Türkiye’nin Filistin konusundaki en önemli hatası ise Hamas liderini Ankara’ya çağırmak olmuştu. Her ne kadar Başbakan Erdoğan kendisiyle görüşmekten kaçındıysa da Hamas’ı Ankara’da görmek ABD ve İsrail için en kötü kâbuslardan daha kötü bir kâbustu. Ne yazık ki bunun maliyeti Türkiye’ye Kuzey Irak’ta ve Ermeni meselesinde çıkarıldı. TOBB’un inisiyatifiyle başlayan ve Türkiye’nin devlet olarak sahiplendiği yaklaşım Filistin için üretilmiş tek ciddi proje konumunda. Eğer başarılı olur ise hem Türkiye’nin Ortadoğu’daki konumu güçlendirecek, hem de İsrail-ABD yaklaşımlarının alternatifi pratikte geliştirilmiş olacak.
Özetle Türkiye uzun yıllar gönülsüz olduğu Ortadoğu’da istekli ve güçlü bir aktör olarak belirmeye başladı. Eğer Ortadoğu’da Türkiye lehine olan zemin iyi 
kullanılabilir ve ciddi hatalar yapılmaz ise Türkiye’siz bir Ortadoğu düşünmek zorlaşır ve Türkiye istikrar sağlayıcı bir güç olarak güneyini bir bataklık olmaktan 
çıkarmaya ciddi katkılar sağlayabilir.

Bundan sonrası için Ankara’da görmeyi arzuladığımız başka ikililer de var elbette ve bunların başında Esad ile Peres geliyor. Olanaksız mı? Türkiye başkaları 
için olanaksız olanın gerçekleşebileceği bir iklim. Eğer Türkiye bu tür ikilileri Ankara’ya getirmeye devam edebilir ve marjinal ülke ve gruplar ile ‘kör gözüne’ 
görüşmelerden kaçınabilir ise son derece zor bir süreci büyük kazanımlar ile tamamlayabilir.

***

7 Eylül 2019 Cumartesi

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 5

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 5



ABD’nin dış politikasında yumuşak güç unsurlarını kullanabilmesi, ona dış ilişkilerinde büyük bir kaldıraç imkânı vermektedir. Clinton döneminde benimsenen 1996 yılı Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesinde ABD’nin serbest piyasa ekonomisine dayalı gelişen demokrasileri desteklemesi gerektiği, çünkü piyasa ekonomisinin artan refah ile birlikte demokrasileri daha barışçı ve istikrarlı kılacağı ve bu devletleri Amerika ile işbirliği yapmayı teşvik edeceği vurgulanıyordu.

75 Yine 1997’deki Ulusal Güvenlik Strateji belgesinde ise, ABD’nin insan haklarının küresel düzeyde korunması için çaba sarf edeceği ve çok taraflı uluslararası kurumlarla çalışacağı vurgulanıyordu.76 Yumuşak güç imajı vermede Bush dönemi 2002 ve 2006 ulusal strateji belgelerinin Clinton döneminde bahsedilenlerden büyük bir farkı bulunmamaktadır. Yine demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi konulara ABD’nin büyük önem atfetmesi ve Afrika’daki AIDS ile mücadele için özel programların başlatılması bu belgelerde yer almaktadır. Küresel refahın artmasının önemi vurgulanarak uluslararası düzendeki statükonun korunması gereğinin altı çizilmektedir.77 

El-Kaide’ye verilecek mücadelenin bütün dünyanın birebir sorunu olmasının altının çizilmektedir.78 Darfur’daki insanlık dramına da bahsedilmeden geçilmemektedir.79 Uygulama farklı da olsa Cumhuriyetçiler de ABD’nin dünyadaki demokrasi ve insan haklarını desteklediğini vurgulamak konusunda geri adım atmamaktadırlar. 

Görüldüğü gibi, ABD’nin sahip olduğu bu yumuşak güç unsuru, ona büyük bir dış politik kültür inşa etme imkânı vermektedir. Böyle bir güç, kolaylıkla 
gerçeklerin zamana göre deŞiştirilip yeniden yazılmasında etkili olabilmektedir. 
Bu anlayışa göre, ABD adeta dünyanın başı sıkıştığı zaman yardıma çaŞrılacak bir “Süpermen”dir. Saddam Hüseyin’e küresel açıdan tehdit oluşturan bir imaj 
verilmesi de bu yüzdendir. Bu bakımdan ABD hiçbir zaman korku verici bir güç olmak istemez. ABD daha çok saygınlık uyandıran bir güç olmak ister. Bunun 
için Somali’ye insani müdahale yapar, Kosova’da uluslararası topluma öncülük eder, AIDS’e karşı verilen mücadeleye önemli miktarda maddi destek sağlar. 
ABD dış politik kültür olarak, kendisini farklı bir güç olarak tanıtmak ister. Çünkü ABD kendisinin sadece kaba kuvvet kullanan bir güç olduğu izlenimini uyandırır 
ise, “Amerikan eşsizliğinin” tılsımı sona erer. 

Amerikalı tarihçi Walter McDougall ABD’nin dış politika gelenekleriyle ilgili çalışmasına Sergio Leone’nin ünlü filmi “İyi, Kötü, Çirkin” den yaptığı alıntı ile 
başlıyor. Bilindiği gibi bu filmde, bir hazine peşinde olan ve birbirleriyle rekabet içinde olan üç ayrı karakter bulunmaktadır. Yazarın görüşüne göre, işte bu üç 
karakterin üçü de Amerikan dış politikasının farklı yüzlerini temsil etmektedir. 
Yani ABD yerine göre iyi, yerine göre kötü, yerine göre de çirkin olabilmektedir. 
Burada iyi karakteri izleyicilerin beklentilerini yansıtırken, kötü karakteri sahip olduğu konumu kendi çıkarları için kullanan bir çavuşu, çirkin karakteri ise, 
basit ama kurnaz olan ve fırsat kollayan bir Meksikalıyı canlandırmaktadır.80 
Gerçekten de bu benzetmeden yola çıkarsak yerine göre iyi (II. Dünya Savaşı), yerine göre kötü (Vietnam) yerine göre de çirkin (I. Körfez Savaşı) olan ABD’den başkası değildir. 

Sonuç 

ABD’nin sahip olduğu dış politika gelenekleriyle XX. yüzyılın uluslararası ilişkilerinin gereklerinin etkileşim içine girmesinin bugünkü Amerikan dış politikasını yarattığı söylenebilir. Kabul etmek gerekir ki, bugünkü ABD’yi oluşturan topraklara farklı değerlere sahip başka bir ulus yerleşmiş olsaydı, ABD’nin Kuzey Amerika ile özdeşleşerek dünyaya şekil verme isteği bu kadar baskın çıkmazdı. 

Dış politika analizi açısından değerlendirirsek, Rosenau’nun “teori öncesi” değişkenlerinden toplumsal olan yanında özellikle sistemik değişkenin büyük rol 
oynadığını görüyoruz. Neo-realist etkilerin de baskın çıkmasıyla birlikte de aktif bir dış politika izlemek bir zorunluluk halini almıştır. 
Amerikan dış politik kültürünün birden çok yüzünün bulunması, bu devleti aynı zamanda küresel sorunlara karşı mücadele eden ve uluslararası topluma 
liderlik yapan bir güç haline getirmiştir. İşte Amerikan dış politikasını diğer devletlerin dış politikalarından farklı kılan çok geniş bir hareket alanının bulunduğu bir alt ve üst sınırının bulunmasıdır. Fakat yaşanılan Soğuk Savaş, İsrail’e verilen koşulsuz destek ve süreklilik kazanan müdahalecilik anlayışı bu alt ve üst sınırı daraltıcı etki yapmıştır. Böylelikle Amerikan dış politikası bilinen köklerinden kopmuş; kendisini dünya jandarmalığından ayrı düşünemeyeceği bu konuma gelmiştir. ABD’nin hemen hemen bütün bölgesel sorunların içersine girmiş olması, bu devletin manevra alanını daraltıcı bir etki yapmıştır. Böyle bir gücü ayakta tutabilmek başlı başına bir hedef halini alınca da, ABD dış politikasında kültleşme ortaya çıkmış ve demokratik kültürden uzaklaşılmıştır.
11 Eylül örneğinde gördüğümüz gibi yaşanılacak olumsuz dış gelişmeler ABD’yi daha fazla tek taraflılığa itmiştir. 

Tüm bunların sonucunda, ABD liderlik yapabilmek için gerekli sermaye olan uluslararası toplumun güvenini yitirmiştir. Bunun sonucunda, bu devletin 
yumuşak güç olma imajı büyük darbe yemiş ve dünyadaki inanırlılığı büyük ölçüde zedelenmiştir. Yumuşak güç unsurunu kaybetmek, ABD’nin daha fazla 
ekonomi ve güç politikası araçlarını devreye sokması anlamına gelmektedir. 

Bu durumun ABD’yi ekonomik açıdan yıpratacağı ve dünyadaki konumunu zayıflatacağı açıktır. 

Cumhuriyetçi yönetimin iktidarı kaybetmesi ABD’nin yaşadığı sorunları bir süreliğine hafifletse de, Amerikan dış politikasının parametrelerinde çok köklü 
bir dönüşüm beklemek ancak ABD’yi ve uluslararası düzeni derinden etkileyecek gelişmelerle mümkün olabilir. Bush dönemi sona ererken gözlenen Amerikan dış 
politikasının kazandığı evrimci karakterin bu ülkeyi geriye dönüşü çok zor olan bir noktaya taşımış olmasıdır. Bu bir bakıma da, ABD’nin gerçek “açık yazgısının” ortaya çıkması anlamına gelmektedir. 

Kaynakça 

A National Security Strategy of Engagement and Enlargement 1996, 
   http://www.fas.org/spp/military/docops/national/1996stra.htm (Erişim Tarihi 17 Nisan 2008). 
A National Security Strategy for a New Century 1997,
   http://clinton2.nara.gov/WH/-EOP/NSC/Strategy/ (Erişim Tarihi 17 Nisan 2008). 
“Approval of Bush, Bolstered by Panama, Soars in Poll” 19 Ocak 1990. 
    http://query.nytimes.com/gst/fullpage.html?res=9C0CE5D81330F93AA25752C0A966958260&sec=&spon=&pagewanted=all   (Erişim Tarihi 13 Nisan 2008). 
Chomsky, Noam, Medya Gerçeği, çev. Abdullah Yılmaz ve Osman Akınhay, İstanbul, Everest Yayınları, 2002. 
Chomsky, Noam ve Herman, Edward S. ,Rızanın İmalatı: Kitle Medyasının Ekonomi Politiği, çev. Dr.Ender Abadoğlu, İstanbul, Aram Yayıncılık, 2006. 
“Crisis in the Balkans:the Poll; Americans, In Poll, See US Involvement Growing” 8 Nisan 1999, 
        http://query.nytimes.com/gst/fullpage.html?res=9501EFDA1438F93BA-5570A96F-95820     (Erişim Tarihi 13 Nisan 2008). 
Gallup Poll Public Opinion, 1991 
        http://books.google.com.tr/books?id=EY6RQuc0vgAC&pg=PA164&lpg=PA164&dq=operation+desert+presidential+approval&source=web 
&ots=saDnXuOkUe&sig=WV3e8QxhNAj7vE7cpjHYAJvG2A&hl=tr#PPA31,M1    (Erişim Tarihi 13 Nisan 2008). 
“Die Rolle eines Ersatz-Rom”, Der Spiegel, No:45, 6.11.2000. 
Gönlübol, Mehmet, Milletlerarası Siyasi Teşkilatlanma, Üçüncü Baskı, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1975. 
Halper Stephan ve Clarke Jonathan, America Alone: The Neo-Conservatives and The Global Order, New York, Cambridge University Press, 2004. 
Hill, Christopher, The Changing Politics of Foreign Policy, New York, Palgrave Macmillan, 2003. 
“Iraq”, http://www.pollingreport.com/iraq16.htm. (Erişim Tarihi 14 Nisan 2008). 
Johnson, Chalmers, Der Selbstmord der Amerikanischen Demokratie, çev. Hans Freundl, Thomas Pfeiffer, München, Karl Blessing Verlag, 2003. 
Kaplan, Fred, The Wizards of Armageddon, New York, Simon and Schuster, 1983. 
Kegley, Charles W. ,JR, Wittkopf Eugene R., American Foreign Policy: Pattern and Process, New York, St. Martins, 1982. 
Kissinger, Henry, Diplomacy, New York, Touchstone Simon and Schuster, 1995. 
Kissinger, Henry, American Foreign Policy: Three Essays, New York, Norton, 1969. 
LaFeber, Walter, The American Age: U.S. Foreign Policy At Home And Abroad 1750 To The Present, New York, Norton, 1994. 
Laue, Theodore von, “Soviet Diplomacy: G.V. Chicherin, Peoples Commisar For Foreign Affairs,1918–1930”, Gordon A. Craig ve Felix Gilbert(der.), 
         The Diplomats(1919–1939), Princeton, Princeton University Press, 1953. 
Layne, Christopher,”The Unipolar Illusion: Why New Great Powers Will Rise”, International Security, Cilt 17, Sayı 4, 1993. 
Marshall, George, Modern History Sourcebook:The Marshall Plan, 1947, 
http://www. fordham.edu/halsall/mod/1947/marshallplan1.html(Erişim Tarihi 10 Nisan 2008). 
McDougall, Walter A., Promised Land, Crusader State:The American Encounter With 
The World Since 1776, Boston, Mariner Books, 1997. 
Monbiot, George “America Is A Religion”, 29 Haziran 2003 Guardian Unlimited, 
http://www.guardian.co.uk/columnists/column/0,1007812,00.html. (Erişim Tarihi 24 Mart 2008). 
Oktay, Cemil, Siyaset Bilimi İncelemeleri, İstanbul, Alfa Yayınları,2003. 
Rosenau, James N., The Scientific Study of Foreign Policy, New York, The Free Press, 1971. 
Said, Edward W., Kültür ve Emperyalizm, çev. Necmiye Alpay, İstanbul, Hil Yayın, 1998. 
Saunders, Francis Stoner, Parayı Verdi Düdüğü Çaldı, CIA ve Kültürel Soğuk Savaş, çev. 
Ülker İnce, İstanbul, Doğan Kitap,2004 
The National Security Strategy of the United States of America, March 2006, 
http://www.whitehouse.gov/nsc/nss/2006/nss2006.pdf  (Erişim Tarihi 17 Nisan 2008) 
The National Security Strategy of the United States, September 2002, 
http://www.whitehouse.gov/nsc/nss.pdf (Erişim Tarihi 17 Nisan 2008) 
“US Role in the World: Rejection of Hegemonic Role” 
http://www.americans-world.org/digest/overview/us_role/hegemonic_role.cfm   (Erişim Tarihi 13 Nisan 2008) 
Williams, William Appleman, The Tragedy of American Diplomacy, New York, Norton, 1988. 
Zakaria Fareed, From Wealth to Power: The Unusual Origins of America’s World Role, Princeton University Press, Princeton, 1998. 


DİPNOTLAR;

1 Cemil Oktay, Siyaset Bilimi şncelemeleri, şstanbul, Alfa Yayınları, 2003, s. 215.
2 Theodore von Laue, “Soviet Diplomacy: G.V. Chicherin, Peoples Commisar For Foreign Affairs, 1918–1930”,Gordon A. Craig ve Felix Gilbert (der.),
   The Diplomats (1919–1939),Princeton, Princeton University Pres, 1953, s.234–281.
3 James N. Rosenau, The Scientific Study of Foreign Policy, New York, The Free Press, 1971, s. 108.
4 Walter A. McDougall, Promised Land, Crusader State: The American Encounter With the World Since 1776, Boston, Mariner Books, 1997, s.15.
5 İbid., s. 17.
6 Walter LaFeber, The American Age: U.S. Foreign Policy At Home And Abroad 1750 To The Present, New York, Norton, 1994, s. 45.
7 McDougall, Promised Land, s.78.
8 İbid., s.23.
9 Lafeber, American Age, s.81.
10 İbid., s.76.
11 İbid.
12 McDougall, Promised Land, s.46.
13 LaFeber, American Age, s.83–84.
14 McDougall, Promised Land, s.69.
15 İbid., s.77.
16 LaFeber, American Age, s.161.
17 İbid. , s.160.
18 LaFeber, American Age, s.160.
19 McDougall, Promised Land, s.120.
20 İbid. , s. 101–102.
21 İbid. , s.104.
22 Fareed Zakaria, From Wealth to Power: The Unusual Origins of America’s World Role, Princeton, Princeton University Press, 1998, s.159.
23 LaFeber, American Age, s.196.
24 McDougall, Promised Land, s.108.
25 LaFeber, American Age, s.204.
26 İbid., s.236.
27 Zakaria, From Wealth to Power, s.162.
28 William Appleman Williams, The Tragedy of American Diplomacy, New York, Norton, 1988, s.59.
29 LaFeber, American Age, s.248.
30 Chalmers Johnson, Der Selbstmord der Amerikanischen Demokratie, (çev. Hans Freundlve Thomas Pfeiffer), Münih, Karl Blessing Verlag, 2003, s.66.
31 LaFeber, American Age, s.239.
32 İbid., s.249.
33 McDougall, Promised Land, s.114.
34 Henry Kissinger, Diplomacy, New York, Touchstone Simon and Schuster, 1995, s.46.
35 Johnson, Der Selbstmord, s.69. 
36 Kissinger, Diplomacy, s.44–55. 
37 LaFeber, American Age, s.329. 
38 Mehmet Gönlübol, Milletlerarası Siyasi Teşkilatlanma, Üçüncü Baskı, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1975, s.77. 
39 LaFeber, American Age, s.315. 
40 George Marshall, Modern History Sourcebook: The Marshall Plan, 1947,
    http://www.fordham.edu/halsall/mod/1947/marshallplan1.html (Erişim Tarihi 10 Nisan 2008).
41 Johnson, Der Selbstmord, s.98.
42 LaFeber, American Age, s.505.
43 McDougall, Promised Land, s.169.
44 Francis Stoner Saunders, Parayı Verdi Düdüğü Çaldı, CIA ve Kültürel Soğuk Savaş, (çev.Ülker İnce), İstanbul, Doğan Kitap, 2004, s.307–308.
45 LaFeber, American Age, s.381.
46 Noam Chomsky, Medya Gerçeği, (çev. Abdullah Yılmaz ve Osman Akınhay), İstanbul, Everest Yayınları, 2002, s.45.
47 Fred Kaplan, The Wizards of Armageddon, New York, Simon and Schuster, 1983, s.140.
48 LaFeber, American Age, s.510.
49 İbid., s.484.
50 Christopher Layne, “The Unipolar Illusion:Why New Great Powers Will Rise”, International Security, Cilt 17, No 3, 1993, s. 5-51.
51 George Monbiot, ”America is a Religion”, 29 Haziran 2003, Guardian Unlimited,
     http://www.guardian.co.uk/columnists/column/0.1007812.00.html.  (Erişim Tarihi 24 Mart 2008).
52 İbid.
53 Henry Kissinger, American Foreign Policy: Three Essays, Norton, New York, 1969, s. 92–95.
54 Chomsky, Medya Gerçeği, s.73.
55 Edward Said, Kültür ve Emperyalizm, (çev. Necmiye Alpay), İstanbul, Hil Yayın,1998, s. 421.
56 İbid., s.468.
57 Saunders, Parayı Verdi, s.103.
58 “US Role in the World: Rejection of Hegemonic Role”, 
   http://www.americansworld.org/digest/overview/us_role/hegemonic_role.cfm   (Erişim Tarihi 13 Nisan 2008).
59 “Gallup Poll Public Opinion”, 1991 
    http://books.google.com.tr/books?id=EY6RQuc0vg-AC&pg=PA164&lpg=PA164&dq=operation+desert+presidential+approval&source=web&
ots=saDnXuOkUe&sig=WV3e8QxhNAj7vE7-cpjHYAJvG2A&hl=tr#PPA31,M1   (Erişim Tarihi 13 Nisan 2008).
60 İbid.
61 “Approval of Bush, Bolstered by Panama, Soars in Poll”, 19 Ocak 1990, 
     http://query.nytimes.com/ gst/fullpage.html?res=9C0CE5D81330F93AA25752C0A966958260&sec=&-spon=&pagewanted=all    (Erişim Tarihi 13 Nisan 2008).
62 “Iraq”, http://www.pollingreport.com/iraq16.htm (Erişim Tarihi 14 Nisan 2008).
63 “Crisis in the Balkans: The Poll: Americans, In Poll, See US. Involvement Growing” 8 Nisan 1999, 
     http://query.nytimes.com/gst/fullpage.html?res=9501EFDA1438F93BA35757-C0A96F958260    (Erişim Tarihi 13 Nisan 2008).
64 Said, Kültür ve, s.474.
65 Chomsky, Medya Gerçeği, s.23.
66 Noam Chomsky ve Edward S. Herman, Rızanın İmalatı: Kitle Medyasının Ekonomi Politiği, (çev. Dr.Ender Abadoğlu), İstanbul, Aram Yayıncılık, 2006, s.422.
67 İbid. s.422–423.
68 İbid., s. 425-426.
69 Charles W. Kegley, JR ve Eugene R. Wittkopf, American Foreign Policy: Pattern and Process, New York, St. Martins, 1982, s.250.
70 Saunders, Parayı Verdi, s.158.
71 Christopher Hill, The Changing Politics of Foreign Policy, New York, Palgrave Macmillan, 2003, s.104–105.
72 Stephan Halper ve Jonathan Clarke, America Alone: the Neo-Conservatives and the Global Order, New York, Cambridge University Press, s.201.
73 Johnson, Der Selbstmord, s.406.
74 “Die Rolle eines Ersatz-Rom”, Der Spiegel, No 45, 6 Kasım 2000, s.253.
75 A National Security Strategy of Engagement and Enlargement, 1996, 
    http://www.fas.org/spp/military/docops/national/1996stra.htm  (Erişim Tarihi 17 Nisan 2008).
76 A National Security Strategy for a New Century, 1997, 
    http://clinton2.nara.gov/WH/EOP/-NSC/Strategy/   (Erişim Tarihi 17 Nisan 2008).
77 The National Security Strategy of the United States of America, Eylül 2002,
    http://www.whitehouse.gov/nsc/nss.pdf   (Erişim Tarihi 17 Nisan 2008) , s.3–31.
78 The National Security Strategy of the United States of America, Mart 2006,
     http://www.whitehouse.gov/nsc/nss/2006/nss2006.pdf, s.7  (Erişim Tarihi 17 Nisan 2008).
79 İbid., s.15.
80 McDougall, Promised Land, s.1.


***

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 4

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 4



Amerikalı seçmenlerdeki dış politikayla ilgili kanaatlerin oluşumu konusunda Noam Chomsky’nin keskin eleştirileri bulunmaktadır. Bunlardan biri 
Amerikan seçmeninin demokrasinin işlemesi düşünüldüğünde katılımcı olmayıp sadece gözlemci olduğudur.65 Bununla birlikte, Chomsky’nin de vurguladığı gibi 
ABD medyasını totaliter bir devletin medyasına benzetmek elbette doğru değildir. 

Şöyle ki, mevcut sistem canlı tartışmaya, eleştiriye ve muhalefete izin vermekte, hatta cesaretlendirmektedir. Fakat bu eleştiriler mevcut sistemle öylesine 
iç içe geçmiştir ki, belirli bir çerçevenin dışına çıkamaz.66 Bu konuda medya uzmanı W. Lance Bennett da şöyle demektedir: 
Halk tepeden gelen güçlü ikna edici mesajlara maruz bırakılır ve bu mesajlara karşılık olarak, medya yoluyla anlamlı bir cevap veremez… Liderler çok büyük 
miktarda siyasi gücü ellerine geçirmiş ve destek alınmasını, itaat edilmesini ve halk arasında bariz bir kafa karışıklıŞı yaratılmasını saŞlamak için medyayı 
kullanarak, siyasi sistem üzerindeki halk denetimini azaltmışlardır.67 

Chomsky, Amerikan medyasının diğer birçok endüstriyel demokrasilerdeki medyadan farklı olduğunu ve sistemin iktidarın ihtiyaçlarına uyum göstermeyi 
teşvik etmesinden dolayı, bu çerçevenin dışına çıkabilen eleştirmenleri karşı konulması zor bir karalama kampanyasının beklediğini belirtmektedir.68 
Bu eğilimler, ABD’nin ideolojik yaklaştığı Castro gibi liderlere karşı daha güçlüdür. 
ABD’de dış politika karar alma mekanizmasında bir tamamlayıcılık göze çarpmaktadır. Bu mekanizma içersinde, bürokrasi, çok uluslu şirketler ve dış 
politika düşünce kuruluşları/vakıfları arasında çok sağlam ilişkiler bulunmaktadır. Bir döner kapıyı andırırcasına, Amerikalı dış politika elitleri bu üç yer arasında 
dolanmaktadır lar. 69 
Medyayla birlikte bu üç kesim, ABD’deki en önemli dış politika kamuoyu elitlerini oluşturmaktadır. Nitekim Soğuk Savaştaki dışişleri bakanlarından John Foster 
Dulles ve Dean Rusk Rockefeller Vakfı başkanlığından dışişleri bakanlığına atanmışlardır.70 Nelson Rockefeller da Başkan Ford döneminde başkan yardımcılığı yapmıştır. 

Amerikan dış politikasıyla ilgili karar almada, azar azar yapılan politika değişikliklerinin de (incrementalism) dış politika oluşumunda büyük bir belirleyiciliği vardır. Bu karar alma tekniğinde, karar alıcılar gelişmelere göre azar azar değişiklikler yaparak durumu kontrol ederler. Fakat bu yöntem, Christopher Hill’in de belirttiği gibi sezdirmeden, demokratik süreçlerin ikinci plana itilmesi anlamına gelebilir. Bu kümülâtif değişimin, geç olmadan geriye döndürülmesi çok zordur.71 
Amerikan dış politikasını yöneten aygıt manipülasyon yoluyla bu tekniği kullanmaktadır. Bu teknik daha az maliyetlidir; çünkü bu tekniğe göre, 
kamuoyu asla ayağa kaldırılmaz. Olumsuz bir tablo karşısında, elde olmayan nedenler gerekçe gösterilerek böyle bir sonuca ulaşıldığı şeklinde gerçekler 
çarpıtılabilir. 
Amerikan halkının çoğunluğunun ilgisizlik nedeniyle dış politika ile ilgili gelişmeleri demokratik ülke vatandaşı olma sorumluluğu içerisinde takip 
etmemesi de bu durumu kolaylaştırmaktadır. Bunun sonucunda, ülkenin dış politika gündemi rahatlıkla başka yönlere çekilebilmektedir. 
Amerikan modeli liberal demokrasinin yarattığı bir başka düş kırıklığı da, alınan dış politika kararlarının ancak hedeflenen amaca ulaşamadığı zaman eleştiri 
konusu olmasıdır. Bir başka deyişle, bu kararlar sadece performans kriterine indirgenmektedir. Örneğin, eğer ABD Vietnam’da istediği sonuca ulaşmış olsaydı, Vietnam da bir Guatemala veya Panama olmaya mahkûmdu. Tıpkı bunun gibi, Irak’ta amaçlanan hedefe ulaşılamadığı zaman, ABD’nin Irak politikası tartışma konusu olmaktadır. 
Bilindiği gibi, bir ülkenin dış politikasında dalgalanmalar olabilir. Hatta bir devletin dış politikası kimlik krizine de girebilir. Fakat 11 Eylül saldırıları, Amerikan dış politikasını herhangi bir kimlik krizine sokmadı. ABD, 11 Eylül saldırılarından iç bütünlüğü ve kendine olan güveni daha da güçlenmiş bir biçimde çıktı ve sonrasında daha saldırgan bir dış politika izlemeye başladı. Saldırıların sonrasında yapılan bir kamuoyu anketine göre, her 10 Amerikalıdan 7’si bu saldırılarda Saddam Hüseyin’in doğrudan rolü olduğunu düşünüyordu.72 Bunun sonucu olarak, 11 Eylül sonrasında Amerikan dış politikası içersindeki bölünmeler daha azalmış ve ülkede liberal bir uluslararası düzene kuşkuyla bakanların sayısı artmıştır. Bu saldırılar için Amerikan topraklarının seçilmiş olması Amerikalıları kendi özel konumlarından kaynaklandığı inancına yöneltmiştir. ABD’nin böyle bir ortamda keskin bir tek taraflı dış politika sergilemesi çok normaldi. Başkan George W. Bush’un “Ya bizimle birliktesiniz ya da bize karşısınız” sözünü bu mantıkla değerlendirmek gerekir. 

Uluslararası ilişkilerdeki güvenlik kaygılarının arttığı zamanlar, aynı zamanda dış politikada etik standartların düştüğü zamanlardır. Bu durumun Amerikan 
siyasetine yansıması, artan güvenlik kaygılarının ister istemez Demokratların bakışlarını kilitleyerek onları Cumhuriyetçi politikalara tâbi kılması olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna örnek olarak Bill Clinton, Hillary Clinton, John Kerry ve hatta Dayton Barışının mimarlarından Richard Holbrooke gibi Demokratların 
önemli isimlerinin 2003’teki Irak işgalini desteklemesini gösterebiliriz. 

11 Eylül’den sonra ulusal güvenlik, ABD için daha büyük bir mit haline gelmiştir. Bush yönetiminin 11 Eylül’e verdiği ilk tepkilerden biri, Vatanseverlik Yasası (Patriot Act) adıyla bir yasa çıkartması olmuştur. 
Bu yasayla, Amerikan devleti gerektiğinde Amerikan halkının özel hayatına kolaylıkla müdahale edebilecektir.73 
Bu değerlendirmelerden sonra şu soruyu sorma sırası gelmiştir: Hegemonyacı güç statüsüne ulaşmış güçler aynı zamanda demokratik yapı ve kimliklerini 
aynen koruyabilirler mi? Şurası bilinmektedir ki, uluslararası politika tarihinde gördüğümüz Hitler Almanyası’ndan Sovyetler Birliği’ne kadar hegemonyacı 
güçlerin neredeyse tamamı totaliter nitelikteki güçler olmuştur. Bu konuda ABD farklı bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette ABD bir demokrasidir; 
bununla birlikte şurası kesindir ki, ABD hegemonya mücadelesinin daha kızışması durumunda demokrasiden ve insan haklarından geri adım atmak zorunda kalacaktır. Nitekim bunun örnekleri 11 Eylül saldırılarından ve Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra görülmüştür. Saddam Hüseyin’i devirme operasyonu öncesi ve sonrasında ABD’de savaşa karşı güçlü bir muhalefet gözlenmemiştir. Bu durum, hegemonya mücadelesinin demokrasiyi nasıl yıprattığının açık bir göstergesidir. 
O halde, hegemonyacı bir gücün sahip olduğu gücü daha fazla artırma arayışına girmesi, o ülkedeki demokrasi ile ters orantılı olduğu gerçeğiyle karşı karşıya yız. Çünkü ABD örneğini ele aldığımız zaman, bu ülke Soğuk Savaş bittiği zaman güç arayışını açıklamak için daha fazla insanı ikna etme durumundadır; bunu da ancak demokrasiden taviz vererek yapabilir. 

Bilindiği gibi, Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği’nin totaliter bir devlet olması, ABD için başlı başına bir kaldıraç anlamına gelmiştir. ABD bu sayede, 
özgür dünyaya liderlik etme söylemini kullanmıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra ise, ABD’nin bu konudaki konumu zayıfladı; çünkü karşısında kendi politikalarını dünya kamuoyunun gözünde meşrulaştıracağı totaliter bir devlet bulunmamaktadır. Böyle bir ortamda, “Acaba, ABD özgürlükleri kime karşı koruyacaktır?” sorusuyla karşı karşıya kalmaktayız. 

Nasıl Bir Güç? 

ABD’nin küresel güç olarak doğasını iyi anlamak zorundayız. ABD’nin dış politika kimliğini anlamaya çalışırken “emperyalist” nitelemesi şeklinde bir kolaycılığa 
kaçmak yerine, bu ülkenin dış politik kimliğinin farklı yüzleri olduğu şeklinde bir ince ayar yapmak gerekir. Bu bakımdan, ABD sadece reelpolitiğe dayalı 
hegemonyacı bir güç olarak görünmek istemez. Bosna’daki savaşı bitiren Dayton Barışı’nın arkasındaki gücün yine ABD olduğu unutulmamalıdır. Bu, ABD’nin 
uluslararası alanda vazgeçilmezliŞinin bulunduğu şeklinde bir izlenim yaratmıştır. 
Daha açık bir ifadeyle, bununla ABD kendisinin etkin katılımının olmadığı bir dünyada, uluslararası ilişkilerin çok daha kaotik hale geleceği anlayışını 
yerleştirmeye çalışmaktadır. Bilindiği gibi, Amerikan dış politikasında idealist politikaların öncülüğünü Demokratlar yapmaktadırlar. Demokratlar dış politikada çok taraflılığı, demokrasiyi ve insan haklarını ön plana çıkararak yumuşak güç unsurunu Amerikan dış politikasında etkili kılma çabası içersinde olmuşlardır. 

Geçmişe bakıldığı zaman Avrupa Birliği’nin mimarlarından olan Jean Monnet’ye Başkan Kennedy tarafından Özgürlük Madalyası’nın verildiğini görüyoruz. 
Jimmy Carter döneminde bu ülkenin Arjantin, Brezilya ve Güney Kore’ye yönelik politikalarında demokrasi öğesi önem kazanmıştır. Kosova, Bosna, Somali 
operasyonlarını da yumuşak güç unsurunun kullanılması olarak görebiliriz. 
Özellikle Demokrat partinin işbaşında olduğu yılları dikkate alırsak demokrasi ve insan hakları ABD için tamamen bir söylem değildir. Bunda demokrasilerin 
daha barışçıl olduğu şeklinde bir inanç da vardır. Bununla birlikte, burada can alıcı olan ölçüt bu değerlerin ABD’nin çıkarlarıyla asla çatışmasına izin 
verilmemesidir. 
Fakat Demokratların bu konuda yeterince etkili olamadığını görüyoruz. Çünkü ABD’nin 1980 sonrası dış politikasına baktığımız zaman, etki doğuran 
politikalar Cumhuriyetçi yönetimler tarafından izlenmiştir. 

Amerikan dış politikasına güç veren en büyük etkenlerden biri klasik dış politika oluşumunun dışına çıkabilmesidir. Devletten devlete yapılan klasik dış 
politika, ABD için çok gerilerde kalmış bir dış politika yöntemidir. Küreselleşme çağında oluşturulan dış politikada, kamuoyu çok önemli bir yere sahiptir. 
Hedef ülkelerde kapalı rejimlerde liberal demokrasilerin yerleştirilmeye çalışılması Amerikan dış politikası için önemli bir hedeftir. Çünkü liberal demokrasiler daha barışçıdırlar ve ABD’ye yönelik olarak kalıcı bir düşmanlık beslemeleri düşünülemez. 

ABD, küreselleşme çağında sahip olduğu olanaklarla diğer devletlerin kamuoylarına rahatlıkla nüfuz edebilmektedir. Bu şekilde, yabancı devletlerin 
kamuoylarını köklü bir biçimde etkileyebilmek ve değiştirmek, ABD’nin sahip olduğu bir eşsizliktir. Bu tür dış politika tekniğini hiçbir güç ABD kadar etkili bir 
biçimde kullanamaz. Örneğin herhangi bir ülkede egemen olan rejimle uyuşamayan bazı isimlerin ABD’ye davet edilmesi aynı zamanda ABD’nin özgürlüklerin anavatanı olduğu konusunda dünya kamuoyuna verilmiş bir mesajdır. Hiç kuşkusuz ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yıllık olarak yayınladığı insan hakları raporları özellikle küreselleşme çağında çok etkili bir silahtır. Özgürlük, adalet, demokrasi, liberalizm gibi kavramlar Amerikan dış politikası için önemli referanslardır. 

Bu Referanslara çağımızda küreselleşme de eklenmiştir. Chalmers Johnson’a göre ABD, küreselleşme sözcüğünü, sürdürdüğü hegemonyanın üstünü örtmek 
amacıyla kullanmaktadır.74 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 3

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 3



Bu ülkenin XX. yüzyılın başında sahip olduğu ekonomik göstergeler göz önünde bulundurulduğunda, bu ülke eninde sonunda Theodore Roosevelt gibi bir lidere sahip olacaktı. Uluslararası politika terminolojisiyle ifade etmek gerekirse, Theodore Roosevelt neo-realist etkilerden kaçamayacak bir liderdi. 
ABD’nin sahip olduğu misyoncu değerlerin emperyalizme varması için ortada kayıp bir halka söz konusuydu. Bu kayıp halka ekonomik güç olmaktan başka 
bir şey değildi. Çünkü içinde bulunulan çağ, dünya kapitalizminin doruklarına ulaştığı bir çağ idi. Burada azar azar yapılan politika değişimlerinin yaptığı etkileri da görmek mümkündür. Atılan her adımla birlikte ABD’nin bilinen yalnızcılığına dönmesi bir daha mümkün olamadı. Theodore Roosevelt’in sahip olduğu vizyon olan ilerici emperyalizm, Amerikan değerlerinin muhafazakâr ideolojinin senteziyle oluşurken, Wilson’un sahip olduğu vizyon, Amerikan değerlerinin daha liberal bir ideolojinin senteziyle oluşmuştur. İşte bu şekilde Amerikan dış politika geleneğinin iki farklı kola ayrıldıŞı görüyoruz. 

Elbette, Amerikan dış politik kültürünü sadece ABD’yi yönetenlerin algılama ve bakışlarıyla açıklayamayız. Amerikan dış politik kültürünü ele alırken, her 
şeyden önce ABD’nin bulunduğu coğrafyayı göz önünde bulundurmamız gerekir. 
Dış coğrafi çevreyi algılama, nasıl bir devletin dış politikasını etkilerse, dış coğrafi çevre de bir devletin dış politikasında belirleyicilik kazanır. 
ABD’nin dış politikasında coğrafya etkeni birçok ülkeden daha baskın bir karaktere sahiptir. 

ABD’nin çevresinde yayılacağı doğal bir alan bulunması, coğrafyanın bu ülkenin dış politika kimliğinin oluşumundaki belirleyici etkisini göstermiştir. Çevresinde 
bulunan ülkelerin sosyo-ekonomik bakımdan gelişmemiş küçük ülkeler olmasının Amerikan kimliğini daha kibirli kıldığı bir gerçektir. 

Bu gerçek, bir siyasal felsefe ile birleştiği zaman ABD’ye farklı bir karakter vermiştir. Çünkü devletler dış ilişkilerini yürütürken baskın bir dış coğrafi çevrenin etkilerinden kaçabilmeleri çok zordur. Hitler Almanyası ABD’yi II. Dünya Savaşı’na çekmemiş olsaydı, Amerikan dış politikası daha farklı bir yönde gelişebilirdi. Bu durum, yönetenlerin siyasi felsefeleri bir yana, Avustralya’nın neden bir ABD olamayacağı gerçeğini gözler önüne sermektedir. 

Soğuk Savaş’ın Belirleyiciliği ,

Bugünkü Amerikan dış politik kültürünü ele alırken, Soğuk Savaş’ın ABD’nin dış politikasının bugünkü kimliğini kazanmasında çok önemli bir rol oynadığı 
saptamasını yapmak zorundayız. Öncelikle Soğuk Savaş sayesindedir ki, bugünkü güçlü başkan imajı kamuoyuna yerleşmiştir. 
Aynı zamanda, bugünkü anlamdaki Amerikan dış politika yapılanmasının altında Soğuk Savaş gerçeği yatmaktadır. 
Savunma Bakanlığı ve CIA bu oluşumda büyük pay sahibi olarak güçlü bir dış politik kültür üretebilmiştir. II Dünya Savaşı sonrasında, Sovyetler Birliği’nin 
Doğu Avrupa’da ideolojik yayılma peşinde koşması, ABD’nin dış politikasında da yeni bir ideolojinin ortaya çıkmasına hizmet etmiştir. 
Ortaya çıkan antikomünist ideolojiyle, ABD Sovyet tehdidine karşı, tarihinde daha önce görülmemiş bir dış politika yapılanması içerisine girmiştir. 
Bugünkü devasa bir konuma ulaşmış olan Savunma Bakanlığı yapılanmasının Soğuk Savaş’ın başlamasıyla aynı zamana rastladığını gözden kaçırmamalıyız. 
Soğuk Savaş kültürünün Amerikan kamuoyunda yaratılmasında karar alıcı dış politika elitlerinin önemli bir rolü olmuştur. Bu konudaki en önemli isimlerden 
bir kuşkusuz George F. Kennan’dır. Kennan’ın 1947’de Mr. X ismini kullanarak yazdığı “Sovyet Tutumunun Kaynakları” isimli makalesi onu ABD Soğuk 
Savaş stratejisi olan çevrelemenin mimarı haline getirmiştir. Kennan, Sovyetler Birliği’nin içyapısından kaynaklanan nedenler dolayısıyla Sovyet dış politikasının değişmesinin mümkün olmadığı inancındaydı. 

Soğuk Savaş kültürünün oluşumunda, 1950’de Truman yönetimince kabul edilen NSC–68 belgesi bu konuda dönüm noktası olmuştur. Bu belge ABD’nin 
anti-komünizme karşı sonuna kadar mücadele etmesini savunan bir Soğuk Savaş manifestosudur. Kabul edilen NSC–68 belgesiyle Sovyetler Birliği’nin 
Doğu Avrupa’da mutlak güç kurma peşinde olduğu ve bunun da Sovyetler Birliği’nin değiştirilemez doğasından kaynaklandığının altını çiziliyordu. 
Bu nedenle Soğuk Savaş kaçınılmaz bir gerçekti.42 Soğuk Savaş dönemi içersinde Sovyet rejiminin ateist bir karaktere sahip olması da, ABD’nin dış politika güdülenmesini güçlendirmiştir. 

Başkan Truman’a göre Soğuk Savaş aslında inanç ve materyalizm arasındaki bir savaştı.43 Time dergisinin kurucusu Henry Luce’a göre Soğuk savaş her şeyden önce kutsal bir savaştı. Amerikalı bir tarihçiye göre ise, ABD en üstün manevi otoriteyi yardıma çağırarak kendi açık yazgısı için çürütülmesi olanaksız bir onay kazanmıştı.44 Zaten din ile demokrasinin birbirinden hiçbir biçimde ayrı düşünülememesi ABD’nin kuruluş felsefelerinden birini oluşturmaktaydı. Nitekim Soğuk Savaş’ın en gerilimli zamanlarından biri olan Eisenhower döneminde dışişleri bakanlığı yapan John Foster Dulles koyu bir Presibiteryen kültürü almıştı. 
Amerikan siyasal kültürünün en önemli bileşenlerinden biri olan din faktörü, Soğuk Savaş ideolojisinin yaratılmasında elitleri etkilemiş hatta onların işlerini 
kolaylaştırmıştır. 

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan dış politikasına yön veren isimler, Amerikan kamuoyunu Sovyetler Birliği’ni bir tehlike olarak görmeye 
koşullandırmışlardır.45 
Soğuk Savaş'ın en etkili isimlerinden Dean Acheson ve Paul Nitze, Soğuk Savaş kültürünü Amerikan kamuoyuna yerleştirmek için komünist tehdidin 
ürkütücü bir portresini çizmişlerdir.46 Bu doğrultuda, küresel düzeyde Amerikan sisteminin ayakta kalabileceği bir ortamın yaratılmasına girişilmiştir. Bütün 
dünyada daha önce eşi görülmemiş Amerikan askeri yapılanmasının inşası, artan askeri yardımlar, alınan sivil savunma önlemleri ve yürütülen psikolojik savaş, 
bu politikanın önemli araçlarıydı.47 Soğuk Savaş, Amerikan değerler sisteminde bulunan unsurları olabildiğince ideolojikleştirmiştir. Aynı zamanda, oluşturulan 
anti-komünist ideoloji McCarthyci ideolojinin oluşumuna ortam hazırlamıştır.48 
Amerikalı gazeteci Walter Lippmann daha önceden böyle bir yapılanmanın ABD’deki anayasal düzeni sarsacağı öngörüsünde bulunmuştu.49 

Dış Politika Kültürü 

İşte böyle bir Soğuk Savaş yapılanması sonucundadır ki, ABD Soğuk Savaş sonrası dünyaya uyum sağlamada zorlanmamıştır. George H. W. Bush yönetimi sona ererken, 1992 yılında Paul Wolfowitz tarafından kaleme alınan “Savunma Planlama Kılavuzu” adlı Pentagon raporunda ABD’nin tek süper güç kalma kararlılığı ve potansiyel süper güçlerinin önünün kesilmesi gereği vurgulanıyordu.50 Bu belgenin de ortaya koyduğu gibi, ABD kendisini tarihteki diğer hegemonyacı güçlerle karşılaştırma lüksünü bırakmaya yanaşmak istememiştir. Çünkü Washington’ın gözünde, tarihin her döneminde liderliğe ihtiyaç duyulmuştur; aksi takdirde uluslararası ilişkilerde güç boşluğu ortaya çıkacaktır. Bu koşullar altında da, hiçbir devlet bu görevi ABD’den daha iyi yapamayacaktır. Görüldüğü gibi, Amerikan dış politikasının oluşumundaki süreç sadece tek yanlı olarak işlememektedir. Aynı zamanda, süper güç olmanın kendisi de bir dış politik kültür üretmektedir. Bütün bunların sonucunda, kuruluşundan bugüne kadar, felsefesiyle, kültürüyle bir Amerikan kültünün yaratıldığını görüyoruz. Bu inanca göre özgürlüklerin merkezi olan ABD asla hata yapmaz. Nitekim Cumhuriyetçi Parti eski başkan adaylarından Rudolph Guilliani ABD’ye olan inancın dinden farksız olduğunu öne sürerek bu gerçeği dile getirmiştir.51 

Bugün ABD’yi yönetenler Amerikan dış politikasına bir süreklilik ve bütünlük çerçevesi içinde bakmak istemişlerdir. Bu süreklilik ve bütünlük anlayışı, 
Amerikan dış politikasının bir misyon için var olduğunu daha inandırıcı kılmayı amaçlamaktadır. Amerikalı karar alıcıların bu sürekliliğe atıfta bulunması iyi bir 
ideolojik silahtır. Çünkü bu tarihsel süreklilik vurgusu Amerikalı karar alıcılara büyük güç vermektedir. Bu durum, ABD’nin kendi dış politikasını daha misyoncu 
gösterebilme konusunda elini güçlendirmektedir. Örneğin George W. Bush, farklı gelenekten gelmesine karşın Woodrow Wilson’dan alıntı yapabilmektedir.52 
ABD’nin dış politika geçmişinde Avrupa güçleri gibi birbirinin yerini alan koalisyonlarda yer almak bulunmamaktadır. Bunun yerine, Amerikan dış politika 
kültürüne hâkim olan düşünce dış politikasında belli bir misyona hizmet edecek bitirici işler yapmaktır. İşte bu misyoncu anlayış, Amerikan dış politik 
kültürünün en belirgin özelliklerinden biridir. ABD’yi yönetenler kendi dış politikalarını misyoncu bir anlayışla yorumlamak ve böyle tanıtmak istemişlerdir. 
Çünkü Amerikan dış politik kültüründeki yaygın inanca göre, ABD özgürlük adına dünyayı Nazizm’den kurtarmış, komünizmi yenerek özgür dünyayı zafere 
ulaştırmıştır. Henry Kissinger’in sık sık vurguladığı gibi, ABD güç dengesi arayışı içersinde koalisyonlar oluşturmaktan ziyade, deŞer içeren hedefler peşinde 
koşmuştur.53 

Diğer devletlerin çıkarları söz konusuyken, ABD’nin sorumluluklarının olduğu, Amerikan dış politik kültürünün yerleşmiş klişelerinden biridir. Bu durumun 
Amerikan dış politikası üzerinde kalıcı etkileri olmuştur. Amerikan dış politikasına yön verenler, ABD’yi aklamak için sık sık II. Dünya Savaşı gibi Amerikan 
tarihindeki önemli olaylara atıf yaparlar. Bu gibi önemli tarihler Amerikan dış politika kimliğini derinleştirmektedir. ABD’de egemen olan politik kültüre 
göre, ülkenin dış politika geçmişiyle hesaplaşmak diye bir şey söz konusu olamaz. 
Amerikan dış politika kültürüne hâkim olan bir başka düşünce, ABD’nin sürekli savunma durumunda olduğu ve diğer güçlerden gelen saldırganlığa maruz 
kaldığıdır. Örneğin, Soğuk Savaşta, Sovyetler Birliği saldırgan ve yayılmacı olan tarafı temsil ederken, ABD statükoyu ve uygar değerleri savunan taraftır. 
Keza yaymak istediği anlayışa göre, ABD Vietnam savaşına, komünist saldırıya karşı direnen özgür bir halkı savunmak amacıyla girmiştir.54 
Edward Said’e göre, ABD’deki egemen medya, dünyadaki yanlışları düzeltme ve kötülükleri giderme hakkının Amerikalılara ait olduğuna inandırmak konusunda 
olağanüstü bir rol oynamaktadır.55 Yaratılan bu anlayışa göre, ABD’nin her zaman düşmanları olacaktır. 

Bu yüzden Soğuk Savaş sonrasında yapılan kamuoyu anketlerinde en sık sorulan sorulardan biri, ABD’ye yönelik en büyük tehdidin kimden geldiği idi. 
Said, ABD’nin gözünde birçok ülkenin konumunun ABD, kapitalizm, özgürlük ve demokrasinin yandaşı olup olmadığına indirgenmiş olduğunu belirtmektedir.
56 Bu yüzden ABD için, kendisinin çatıştığı bir devlet aynı zamanda demokrasi ve özgürlüğü isteyen bir devlet olamaz. Söz konusu devlet, eğer ABD ile 
çatışıyorsa mutlaka demokrasi ve özgürlük karşıtıdır. Bir başka deyişle, amaçlanan dünyada insan hakları ve özgürlüklere karşı çıkmak ile ABD’ye karşı çıkmanın dünya kamuoyunda özdeş olarak algılanmasını sağlamaktır. Bu gerçek ABD’nin uluslararası ilişkilerde tarafsızlık politikalarına karşı çıkmasını da içermektedir. 

Nitekim ABD’nin Soğuk Savaştaki temel politikalarından biri de tarafsızlığın düşünsel temeline karşı çıkmaktı; çünkü tarafsızlık tehlikeli olarak görülmüştür.57 
Özgürlüğü, sonuç olarak da haklı olanı temsil eden ABD olduğuna göre tarafsızlık bir olumsuz bir anlam içermektedir. 

Bilinen doğrularla oynamak ve yeni doğrular veya söylemler yaratmak da Amerikan dış politik kültürünün özelliklerinden biridir. Saddam Hüseyin’in 
Kuveyt’ten çıkarılmasından sonra dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin öncülüŞünde kurulacak bir “yeni dünya 
düzeninden” bahsetmiştir. Fakat bu duruma zıt olarak, George W. Bush Saddam Hüseyin’i devirmek için BM Güvenlik Konseyi’nin rızasını almamıştır. ABD bu 
savaşa gerekçe olarak “önleyici savaş” adı altında bir doktrin ortaya atmıştır. 

Tıpkı bunun gibi, “serseri devletler” (rogue states) kavramının ortaya atılması ve dünya kamuoyuna kitle imha silahlarının bütün dünya için bir birebir bir 
tehditmiş gibi gösterilmesi de yine aynı gerçeğe işaret eder. Görüldüğü gibi, doğruluğu tekelleştirmeye çalışmak Amerikan dış politik kültürünün çok önemli bir unsurudur. Ancak ABD sahip olduğu etkiyle bunda büyük oranda başarılı olmaktadır. Amerikan dış politik kültürünün yerleşmesi bakımından geçmişteki dış politika krizleri bize önemli veriler sunmaktadır. Çünkü Amerikan dış politikasının geçmişinde sözü edilen zaferler, o dönemki başkanlarla özdeşleşmiştir. 

Amerikan halkı genel olarak, dış sorunlarda başkana büyük bir güven beslemekte ve onun belirleyiciliğini ağırlıklı olarak onaylamaktadır. 
1991’de yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre Amerikan halkının %75’i ABD’nin dünya jandarması olmasına karşı çıkarken, sadece %21’i bu görüşü desteklemiş  tir. 58 Buna karşılık, ortaya çıkan dış politika krizlerinde Amerikan kamuoyunun ağırlıklı olarak başkanın arkasında yer aldığını görüyoruz. 

Bu konuda yapılmış kamuoyu anketleri bize sağlam veriler sunmaktadır: Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra, Çöl Fırtınası Harekâtı’na verilen destek %80 idi.59 Başkan George H. W. Bush’a Kuveyt’in kurtarılmasıyla verilen destek %89’a çıktı.60 Panama’da bu oran %74 idi.61 Saddam Hüseyin’i devirme operasyonu öncesi yapılmış olan kamuoyu anketinde Amerikalıların %75’i Başkan Bush’u arkasında yer aldı.62 Başkana verilen kamuoyu desteği konusunda düşük kalan tek kriz, ABD’nin ulusal çıkarları açısından birincil öneme sahip olmayan Kosova operasyonuydu. NATO’nun öncülüğünde 1999’da yapılan bu operasyona verilen destek %52’ydi.63 

Ülkedeki medyanın da kriz ve çatışma ortamlarının başkanların popülerliğini yükselmesine katkı sağladığını görüyoruz. Nitekim ABD’nin 1986 yılında Libya lideri Kaddafi’ye yönelik saldırısının saati ABD’de televizyonun en çok izlendiği akşam saatlerine denk getirilmiştir.64 

Tüm bunların sonucunda, dış politika krizleri ve ardından gelen müdahaleler, Amerikan kamuoyunun kanıksadığı olaylar haline gelmiştir. Yaratılan bu dış 
politik kültür ortamında, Amerikan kamuoyu Fidel Castro, Saddam Hüseyin gibi dış düşmanlarla savaşmaya alıştırılmıştır. Amerikan dış politik kültüründe, dış düşmanların kişiselleştirilmesi önemli bir yer tutar. ABD’nin sıcak çatışma içerisine girdiği ülkelerin demokratik olmaması ve liderlerin dış politika alanında 
kötü bir sicile sahip olması Amerikan başkanlarının kamuoyundan destek almasını kolaylaştırmaktadır. Böylelikle, iç kamuoyu ve dünya kamuoyu ABD’nin 
dünyayı tiranlardan temizleme misyonu edindiğine alıştırılmıştır. 

Bu kişiselleştirmelerin bir diğer amacı da, iç kamuoyuna ABD’nin varlığına yönelik sürekli düşmanların bulunduğuna dair bir mesaj vermektir. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***