Suriye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Suriye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2021 Cuma

Küresel ABD Projeleri ve 23 Haziran Seçimi…

 Küresel ABD Projeleri ve 23 Haziran Seçimi…



Ali ERALP:

Bazı arkadaşlarım küresel proje uyarısı yapıyor bana. Ülkenin küresel tehlikelerle karşı karşıya olduğunu vurguluyor…

Ben bu konuya 20 yıl önce, 1999 yılında, Cumhuriyet gazetesinde, tam sayfa yayınlanan bir makalemle dikkat çekmiştim. 

Daha sonra da Çetin Yetkin ağabeyin çıkardığı “Müdafaa-i Hukuk” dergisinde aynı konuyu ele almıştım. İmamoğlu’nu topluma “Hain” tanıtan bazı kişilere ve çevrelere de bu makalede yanıt veriyorum:

“Yıllardır bu ulusun başına bir "küreselleşme", bir "Yeni Dünya Düzeni" belâsı sardırıldı. Cumhuriyet devrimleri unutuldu.
Amerika'nın öncülük ettiği bu "uluslararası soygun" projesi, tüm insanlığı tutsak almayı hedefleyen bu köleleştirme ideolojisi" ön plâna çıkarıldı.
Sovyetlerin yıkılışı ile dünya düzeninin de Amerika'nın güdümünde tek kutuplu bir yapıya dönüşmesi, bu çabalan iyice kolaylaştırdı.
Bütün bu oluşumların sonucunda ırkçı, dinci dalgalar yükselirken, devrimci rüzgârlar yavaşladı.

Hatta bazı solcular bile, "Artık tarihsel koşullar değişti" gerekçesiyle bu küreselleşme akımına omuz verdiler. Sosyal ve ulusal devlet kavramının 
anlamını yitirdiğini öne sürerek, uluslararası sermayenin dayattığı bu ideolojiyi baş tacı ettiler. Öylesine benimsediler ki bu yeni (!) düşünceyi, işi, Ulusal Kurtuluş Savaşımızı, Kemalist devrimin tüm kazanımlarını yadsımaya kadar vardırdılar…”
(Küreselleşme, Eğitim Ve Duyarsızlık, Cumhuriyet, 22 Kasım 1999)
   1923 Devrimi ve Kemalist Cumhuriyet yoğun bir saldırı ile karşı karşıyadır bugün. Ülkemiz ABD, AB ve yerli uşakları tarafından kuşatılmıştır. 
Birliğimiz, bütünlüğümüz, üniter yapımız yok edilmek istenmektedir.
Sevr gündemde dir. Ordu, yargı, tüm ulusumuz ateş altındadır. Vatanımız ateş altındadır.
Bütün bu baskıcı uygulamalar, programlar Amerika’nın yeryüzüne egemen olma ve ülkelerin enerji kaynaklarını talan etme planının bir parçasıdır.
Ortadoğu haritası ve Türkiye yeniden biçimlendirilmeye çalışılmaktadır.
Bin yıldır bir arada yaşayan insanların arasına etnik, dinsel düşmanlık tohumları ekilerek, uluslar yapay ayrılıklar temelinde bölünmek istenmektedir. 
Bütün bu sinsi, karanlık planlar “özgürlük, demokrasi” perdesinin arkasına sığınılarak yapılmaktadır.
ABD’nin hedefinde ulus devletler vardır. Çünkü ulus devlet demek bağımsızlık demektir. Ülke çıkarlarını korumak demektir.
Ulus devletlerin parçalanıp, devletçiklere dönüşmesi Amerika’nın dış politikasının temelini oluşturmaktadır. Uluslar parçalanmalı, etnik, dinsel, cemaatler temelinde yeniden düzenlenmelidir.
Bu amaçla ilk girişim Irak’ta gerçekleştirilmiştir. Sıra Türkiye, İran ve Suriye’dedir. Asya’nın merkezine, kalbine doğru bir yürüyüş… Kafkasların işgali ve yenidünya imparatorluğu…
Bu bir dünya egemenliği savaşımıdır. BOP planı hayata geçirilmeye çalışılmaktadır
Amerika ve yerli uşaklarının ülkemizde istedikleri gibi at koşturup, saltanatlarını sürdürebilmeleri için Türkiye’nin de Irak ve Yugoslavya gibi parçalanması gerekmektedir.
Çünkü bir düşmanı yok etmenin en kestirme yolu mezhepleri, dinleri, etnik grupları birbirine düşürerek, kendi kendilerini yok etmelerini sağlamaktır. 
Yugoslavya’da, Irak’ta, Afganistan’da ve şimdi Suriye’de yapılan budur. Türkiye’de de bu oyun sahnelenmektedir.

Bu bir “Böl, Yönet” oyunudur.

Yoksul ülkelerin bazı işbirlikçi Eşbaşkanları da bu oyunda figüran rolündedirler. Görevlerini büyük bir çaba ve bağlılıkla yerine getirmeye çalışmaktadırlar…
Çünkü onlar da bu planın bir parçasıdırlar. Bu savaşım, ABD ile birlikte onların da “var olma” ya da “yok olma” savaşımıdır. Gelecekleri buna bağlıdır.
Ortadoğu’dan ABD’nin elini eteğini çekip, kendi ülkesine dönmesi, yani emperyalizmin yenilgiye uğraması, onun işbirlikçilerinin de yok olması demektir. 
O zaman ne Talabani kalır, ne Barzani ne de Öcalan… O zaman AKP’nin esamisi (ad) bile okunmaz…
Bu açılımlar, saçılımlar, Ergenekon’lar ABD’nin Yeni Dünya Düzenini oluşturmak için yapılmaktadır.
Kürt açılımı bir ABD açılımıdır. Kürt açılımı, Ergenekon tertibi bir ABD tasarımıdır.
Bu tasarımın temelinde, çatısında, her noktasında Amerika vardır. Demokrasi, kardeşlik, özgürlük, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” gibi kulağa hoş gelen sözler bu gerçekleri gizlemek içindir.

Kürt açılımı, Lozan’ın yadsınmasıdır. Sevr’dir.

(Emperyalizm, Malta sürgünleri ve Ergenekon, 08.02.2010 - Müdafaa-i Hukuk Dergisi)

Şimdi de gelelim günümüze: Bu “Küresel proje” uyarısı karşısında, bir değerli arkadaşıma verdiğim yanıtımı buraya yeniden alacağım:
“Sevgili Serap, küresel projeyi de görelim, Türkiye'nin şu anda içine düştüğü bataklığı da... Öncelikle vatanımızı yobazların, din satıcılarının elinden kurtaralım. Onlara MHP gibi koltuk değnekliği yapmayalım ve asla AKP genel başkanının bir BOP EŞBAŞKANI olduğunu unutmayalım.

Elbette yanlış yolda yürüyenlere, yanlış çizgi izleyenlere eleştirilerimiz olacaktır. Ki ben bunu makalelerimde defalarca yaptım. Yapıyorum. 
Ama ÖNCELİKLERİ iyi belirlemek gerekir... Her şeyin bir zamanı var...”
Bu açıdan bakılınca, ben şu anda ülkemizi bataklığa çeviren AKP ve onun uygulamalarına tek laf etmeyip, İmamoğlu’nu ve CHP’yi “Hainlikle” suçlayanları, seçimlerde “tarafsız” kalarak Binali Yıldırım’ın değirmenine su taşıyanları kınıyorum.
Din tüccarları, yobazlar, yalancılar, talancılar ve daha önemlisi BOP EŞ BAŞKANLARI ile antiemperyalist mücadele verilemez diyorum.

(alieralp37@gmail.com)
***

25 Aralık 2020 Cuma

Türk-Rus ilişkileri dönüm noktasında..

Türk-Rus ilişkileri dönüm noktasında.. 



Prof.Dr.Sait Yılmaz 
02 Şubat 2019 



 Giriş.. 
Çok önemli eşikler yaklaşana kadar Türkiye ile ilgili makale yazmaktan kaçınıyoruz. 
Ama yaşanan bilgi kirliği içinde neler olduğunu kendi dilimizle topluma anlatma sorumluluğu hissediyoruz. Bu yüzden, çok fazla detaya inmeden olanları anlatmaya çalışacağız. 
Hâlihazırda Türkiye, üç konuda köşeye sıkışmış durumda; 

 - Ekonomik darboğaz. 
 - ABD ve Rusya ile ilişkileri. 
 - Suriye’de beklenen gelişmeler. 
 Bunların hepsi birbiri ile iç içe ve çok yakında önemli gelişmelere ve hatta Rusya ile önemli bir gerilime yol açabilir. Hatta bu gelişmeler Mart ayı sonrasında Türkiye’nin iç ve dış politikasında yeni açılımların habercisi olabilir. Ne demek istiyoruz, anlatalım. 
 Türk Ekonomisi dış politika tercihlerimizi zorluyor.. 
Türkiye’nin şu anki güncel dış borcu 408 milyar dolar ve bu borcu çevirebilmesi yani borcu borç ile kapatabilmesi ve diğer acil ihtiyaçları için kısa vadede 50 milyar dolara ihtiyacı var. Bu parayı temin edecek dış adresler artık azaldığı için (ilgili bakan her ne kadar algı yönetimi dese de) IMF’nin kapısı çalındı. IMF’nin ise önce siyasi sonra teknik istekleri var. 

Siyasi istekler şu şekilde sıralanıyor; 

 - Tarafını seç; hem Batı ittifakının nimetlerinden yararlanıp, hem Rusya ile hareket edemezsin. 
 - Suriye odaklı başta olmak üzere Kürtlerle (YPG/PKK) barış süreci başlat, 
 - Doğu Akdeniz’de Batılı enerji şirketlerinin faaliyetlerini engelleme, 
 - Kıbrıs’ta çözümün yanında ol (Türkiye’nin çözümsüzlüğü istediğini iddia ediyorlar). 

 Bunların yanında teknik istekler ise istikrar paketi ve yapısal dönüşüm kapsamında tedbirlerin uygulanması yani IMF’nin ekonomik acı reçetesi anlamına geliyor. Burada en dikkat çekici konu ise Batılı şirketlerin Türkiye’nin elinde kalanları da yağmalaması için doların acilen devalüe edilmesi. IMF’nin resmi beklentisi şu an doların 10.21 TL civarına çıkarılması. Ekonomistler ise bunun 8-10.5 TL arasında olmasını bekliyorlar. 
 Türkiye bunlara ‘hayır’ demiyor sadece seçim sonrasına bırakılmasını istiyor ama 
paranın yarısını hemen istiyor. IMF ise ‘stand-by anlaşması yapılmadan para yok’ diyor. 
Türkiye’nin seçim öncesi böyle bir anlaşma imzalaması beklenmiyor. 
 
Özetle, Türk ekonomisi seçim öncesi dönemde ayakta durmaya çalışırken Mart sonrası için iyi sinyaller vermiyor. Ekonomimizin asıl sorunu üretmeyen yani tüketime dayalı olması. 
Her ne kadar ‘ihracatımız yerinde’ yani azalmadı diye övünülse de ithalat geriye gitti çünkü döviz yok. Bunun anlamı dışarıdan ithal edilen ara mala diğer adı ile montaj sanayiye dayalı ihracatımız da her an çökebilir. Son iki üç aydır pansuman paralar ile döviz rahatladı. Ancak, elde döviz rezervi azalınca şirketler büyük projelerden çıkmaya hazırlanıyor. 

Türk-ABD ilişkileri nasıl ilerliyor? 

 Türk-ABD ilişkileri çok çalkantılı ve öngörülemez şartlarda devam ediyor. Bunun 
temel sebeplerinden birisi Amerikan yönetiminin kendi içindeki derin çatlaklar. Trump yönetimi ile ABD istihbarat ve güvenlik aygıtı farklı politikalar peşinde. Hatta Trump’ın en yakın çalışanları bile başına buyruk hareket ediyor. 

Yani karşımızda tek bir ABD yok. 

Eskiden ABD ile yapılan görüşmelerde bütüncül bir yaklaşım ile paket halinde anlaşılırdı. 
Şimdi ise bir konuda anlaşsak bile diğer konular da sorunlar devam ediyor. Hatta belirli bir konuda bile ABD’nin ne yapmaya çalıştığını anlamak çok zor. Örneğin Suriye konusundaki gelişmelere bakalım; 
 - Önce Trump, ‘Suriye’den çekileceğiz’ dedi. 
 - Sonra ABD içinde Kürtler konusunda tepki alınca ‘Türkiye’yi ekonomik olarak 
ezeriz’ ifadesini kullandı. 
 - Yakın zamanda ise ‘(Kürtleri korumak için) Suriye’de tampon bölge kuracağız’ 
açıklaması yaptı. 
 Peki, ABD Suriye’de ne yapmak istiyor? 
 - Suriye’de Kürt kartını İran’a karşı kullanmak için hala YPG/PKK’nın hamisi rolünü oynamaya devam etmek istiyor. 
 - Türk-Rus ilişkilerinin ne kadar kırılgan olduğunun farkında ve yakından izleyerek, 
Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak istiyor. Nitekim IMF’ye başvurmamız ona bu fırsatı verdi. 

 ABD, Suriye’de Türkiye’den iki şey istiyor; 

 - Kürtleri Esat ve Ruslara bırakma, doğrudan görüş ve Kürt özerkliğini legalize et. 
 - Rusya ile ilişkilere son ver, Suriye’de taraf değiştir. 
 ABD, Türkiye ve Rusya ilişkilerini izlerken şu sonuca vardı; Türkiye iki büyük güç 
arasında bir denge sağlayamıyor sadece Rusya ile ilişkilerini ABD’ye karşı şantaj olarak kullanıyor. Türk-Rus ilişkileri bir ittifak değil, çeşitli paketlerden oluşuyor. 

Bu Paketler; 

 - Rusya’nın müsaadesi ve izni ile önce Fırat Kalkanı bölgesine, 
 - Daha sonra Afrin bölgesine girilmesini ve 
 - Soçi Anlaşması kapsamında İdlib’teki cihatçıların (Sünni savaşçı) temizlenmesini içeriyordu. 

 Bunların hepsi Suriye’nin bütünlüğünü kapsayan bir genel siyasi barış planını 
destekleyecekti. Nitekim Rusya uzun zamandır paket anlaşmalar gereği, Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Afrin Bölgelerinden çıkmasını ve buraları Esat’a teslim etmesini istiyor. 

Örneğin 

(Rus medyasının iddiasına göre) Türkiye, Afrin bölgesinde üç haftada 10 km. ilerleyemeyince Ruslar, YPG/PKK’yı Tel-Rıfat’a çektiler ve böylece Türkiye bir haftada boşalan bölgeye yerleşti. Ardından Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un Türkiye’nin Afrin’den artık çekilmesi gerektiği açıklaması gelmişti. 

 Durumu yakından izleyen ABD yönetimi, işte bu noktada Türk-Rus ilişkilerinin bir 
ittifak olmadığını ve ne kadar kırılgan olduğunu gördü. Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerini ABD’ye karşı şantaj olarak kullandığını anladı. 
 Burada bir ara bilgi vermeden geçmeyelim. Trump’ın Fırat’ın doğusu konusunda ani çekilme kararının arkasında Kaşıkçı olayı nedeni ile yaşadığı şantaj etkili olmuştu. Bu şantajın diğer ucunda Suudi Arabistan daha da özelde Prens Salman vardı. Salman o dönemden beri boş durmuyor, Türkiye aleyhinde elinden geleni yapıyor. 

 - YPG/PKK bölgesine her ay milyarlarca dolar yardım gönderiyor. 
 - İdlib bölgesindeki cihatçıları Türkiye’ye karşı ayaklandırdı ve Suudilerin adamları İdlib’in %70’ini ele geçirdi. Yani bu bölgeyi temizlememiz ya da yeni bir etki bölgesi yaratmamız artık çok zor gözüküyor. 
 - Başta İsrail, ABD ve Almanya olmak üzere yabancı istihbarat servislerine büyük 
paralar ödeyerek Ankara aleyhinde 15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili belge ve kayıt topluyor. 

 Ortadoğu’da ABD, İsrail, Suudi Arabistan, Mısır ve Körfez ülkeleri bir tarafta; Rusya, İran, Türkiye ve Katar ise diğer tarafta bulunuyor. Türkiye ve Katar, Sünni olmakla birlikte Müslüman Kardeşleri yakınlığı nedeni ile diğer taraftaki Sünnilerden ayrılıyorlar. 

 YPG/PKK üzerine oyunlar.. 

 Rusya, Türkiye ve İran’ı Astana’da bir araya getiren ve bugüne kadar işbirliğini devam ettiren Astana Süreci’ndeki ortak mantık şu idi; Suriye konusu ülkenin toprak bütünlüğü içinde çözülecek ve üç ülke bu barışın garantörü olacaktı. 
 Rusların bu ortak mantık çerçevesinde Türkiye’den beklentileri şunlar; 

 - Fırat Kalkanı ve Afrin bölgelerini terk et. 
 - Soçi Anlaşması’nda söz verdiğin gibi İdlib’i yabancı savaşçılardan temizle. 
 - Fırat’ın doğusu seni ilgilendirmez, burası Esat’ın sorunudur. 

Son isteğini desteklemek için Ruslar, Türkiye ile Suriye yönetimi arasında yapılan 
Adana Mutabakatı’nı gündeme getirdi. Mutabakat 1998’de yapılmıştı ve Aralık 2010’da yenilenmiş, Nisan 2011’de yani Türkiye, Suriye’ye müdahil olmadan birkaç ay önce yürürlüğe girmişti 1. Peki, mutabakat neden önemli? Anlatalım. 

1 Söz konusu dokumana ulaşmak için; 
   https://tr.scribd.com/document/391746593/Syrian-Turkish-Adana-Agreement 

- Mutabakat ile Suriye yönetimi de PKK’yı terör örgütü olarak kabul ediyor ve 
önlemek için elinden gelen her şeyi yapacağını vaat ediyor. 
- Mutabakat’ın gizli olan maddelerinden sonuncusuna göre; eğer Türkiye, Suriye’nin aldığı tedbirlerden tatmin olmazsa Suriye sınırı boyunca karşı toprakların 5 km. derinliğinde bir bölgeye müdahale edebilir ve güvenlik kuşağı kurabilir. 
 Ruslar, bu mutabakatı göstererek ‘Siz Fırat’ın doğusuna müdahale etmek yerine 
Kürtlerin Esat ile anlaşmasına izin verin çünkü Esat zaten YPG/PKK’yı terör örgütü olarak kabul ediyor ve bu öncelikle onun yükümlülüğü’ diyorlar. 
Özetle, Suriye’de Rusya kendi çözümünü Türkiye’ye dayatıyor. Türkiye’nin başından beri Fırat’ın doğusuna girmek gibi bir niyeti olmadığı zaten belli ve girmeyeceği bekleniyor. 

Çelişki Suriye’nin bütünlüğünü savunan Türkiye’nin hem kontrol altına aldığı bölgelerden çekilmemesi hem de Esat ile görüşmeye bir türlü yanaşmaması. Geçen zamanda içinde Türkiye’nin Suriye politikaları YPG/PKK meselesini ABD, Rusya ve Suriye’nin de meselesi haline getirdi. 

Rusya ve ABD’nin Suriye’deki nihai barış ile ilgili bir gizli planları olduğunu 
biliyoruz. Anlaşamadıkları nokta Kürtlere istediklerini vermek değil, bunu kimin vereceği yani kimin hamileri kalacağı. Ruslar bu yönde yakın zaman önce Hmeymim askeri üssünde YPG/PKK liderleri ile bir araya geldi ve Esat rejimi ile anlaşmasını sağlamaya çalışıyorlar. 

ABD ise YPG/PKK’lılara ‘Sakın Esat’a gitmeyin’ diyor. İki arada kalan YPG/PKK, 
kendilerine bağımsızlık bile vereceğini söyleyen ABD’ye yakın ama Ruslar da ‘Eğer Esat ile anlaşmazsanız sizi Türkiye’ye bırakırız’ şantajını yapıyor. 

ABD, YPG/PKK’yı İran senaryosu çerçevesinde kullanmak için elinde tutmak istiyor. 
Bu yüzden, Fırat’ın doğusundan çekilmeyecek, ABD güvenlik aygıtı buna izin vermeyecek. 
ABD’nin çekilmesi ancak Türkiye’nin Esat ile Kürtlerin geleceği konusunda anlaşması ile mümkün olabilir. Bu nedenle, ekonomi üzerinden şantaja devam ediyorlar. Trump’ın danışmanı Bolton ve senatör Lindsay Graham’ın Ankara ziyaretlerinin amacı buydu ve Amerikan kamuoyuna yaptıkları açıklamalarda oyunun adını koydular; ‘Kürtleri ezdirmeyeceğiz.’ 

Büyük hesaplaşma öncesi Türk-Rus ilişkileri.. 

 Türk-Rus ilişkileri sadece Suriye özelinde değil, çok boyutlu olarak önemli sorunlar yaşıyor. Genel çerçevede Türk-Rus ilişkileri özellikle geçen Mayıs ayından beri oldukça sıkıntılı ve karşılıklı güven sıfır seviyesinde. Suriye ile ilgili yukarıda sıraladığımız talepleri sorunların sadece bir kısmı. Ruslara göre, Ankara Suriye’de hiçbir sözünü yerine getirmedi. 

Ruslar, Türkiye’nin Suriye’de girdiği bölgelerden gerçekten çıkacağını sanıyordu ama öyle olmadı. 
 Ruslar, Ankara-Washington gelişmelerini yakından izliyor ve acele tepki vermek 
istemiyorlar. Ancak, ABD ile ilişkilerimizden rahatsızlar, ne konuştuğumuzun peşindeler. 
Ruslar, Türkiye’nin Rus kartını ABD’ye karşı şantaj olarak kullandığını düşünüyor. Üstelik Türkiye ekonomik soruları nedeni ile gittikçe ABD ve Batıya kayıyor. 

Öte yandan; 

 - Ruslardan S-400 ya da benzeri bir silah sistemi alacağımızı ama şifrelerini ABD’ye teslim edeceğimizi düşünüyorlar. 
 - Türkiye hala Akkuyu nükleer santral projesi için gerekli parayı bulamadı. 
 - Ruslar enerji hattını Karadeniz’e döşediler ama Türk Akımı II için hala ticari bir anlaşma yok. 

 Rusların büyük planı (Avrasyacılık), Türkiye ve İran’ı bir potada kontrolünde tutmak, bunu diğer Türk Cumhuriyetlerine reklam olarak kullanmak ve böylece Rus realizmi gereği her coğrafyada çıkarlarını maksimize etmektir. 

 ABD’nin planı ise Türkiye’yi karşı ittifaktan koparmak ve İran planına dâhil etmek. Suudiler ise Ankara’nın Arap dünyası liderliği planına son vermek istiyor. Türkiye’nin Şii İran ve Rusya ile aynı tarafta uzun süre kalmayacağı öngörülüyor ve büyük hesaplaşma çok uzak değil. Bu hesaplaşma sanıldığı gibi taraflar arasında değil, Türkiye ve Rusya arasında yaşanacak. 

  Rusya, Türkiye’nin ABD ile ilişkileri konusunda kendisine dürüst davranmadığını 
düşünüyor. İlave olarak aşağıdaki üç konuda Türkiye’nin Rusya’ya ihanet ettiğini algılıyor. 
 - Ekümenikliğini kabul etmediği halde İstanbul’daki Rum kilisesinin Ukrayna 
kilisesini kendisinden koparmasına izin vermesi (kilise birliğini bozması). 
 - Kerç Boğazı sorununda Ukrayna yanında yer almamız ve bu ülkeye insansız hava aracı satmamız. (Ruslar bu konuda; ‘Savaşın bitmesine yardımcı olmayacak’ açıklaması ile yetindiler). 
 - NATO’nun Karadeniz’deki Rusya aleyhine faaliyetlerine gönülden destek vermeye başlamamız. 
 
   Burada Rusya ile ilişkilerimiz konusunda bir öz eleştiri yapalım. Ruslar, NATO üyesi olsa da güçlü bir Türkiye’nin kendi çıkarlarına da hizmet edeceğini görecek kadar realistler. 

Ancak biz, ABD ile olduğu gibi Rusya ile de ilişki kurmayı bir türlü öğrenemedik. Ruslar hakkındaki temel bazı hususları bile hala Soğuk Savaş mantığından kurtulamayan Batılı kaynaklardan öğreniyoruz. Rusya konusunda ne uzmanlarımız ne de kurumsal diyalog kanallarımız var. İşte bu yüzden yani kurumsal diyalogun geliştirilmesi için İstanbul’da Türk-Rus Yüksek İstişare Kurulu’nu teşkil ettik 2. 

2 İnternet adresinden kurul ile ilgili bilgilere ulaşabilirsiniz; https://www.rebtek.org/yuksek-istisare-kurulu/ 

 Sonuç..
 
 Makalemizi daha fazla uzatmadan sonuca gelelim. Kötüye giden ekonomik şartları bir kez daha Türkiye’yi çok önemli bir eşikte Batıya yanaşmaya ve Ruslara sırtını dönmeye zorluyor. Eğer ilişkilerimiz tersine dönerse, Ruslar; turizm, nükleer santral ve ekonomik yaptırımlar ötesinde çok daha radikal yaptırımlara başvurabilirler. Örneğin, Türkiye’nin derhal Suriye’de bulunduğu bölgelerden çıkmasını talep edebilir, Suriye hava sahasını kapatabilir ve Esat rejimi ile birlikte İdlib’e harekâta ve hava saldırılarına başlayabilirler. 

 Ankara’ya tavsiyemiz ise 2011’den beri aynı; Türkiye’nin güçlü bir Suriye’ye ihtiyacı var ve bunun çaresi Esat ile anlaşmak. Bu hem ABD’nin bölgeden çekilmesini hem de Rusları tatmin edecek bir çözümü sağlar. Böylece Suriye ile birlikte çözüm konusunda ABD kartını ve Rusya üzerinden ilişkiyi devreden çıkarıp, YPG/PKK’nın elimine edilmesi ve diğer çıkarlarımız konusunda ortak bir yol haritası izleyebiliriz. 

Unutmayın, biz Suriye ile komşuyuz. 


***

4 Aralık 2020 Cuma

Adb Irak İşgali 3 YILI

Adb Irak İşgali 3 YILI 




İşgalin 3. Yılında Pandora'nın Kutusundan Çıkanlar,

Mete Çubukçu,


Irak’ın durumu ile ilgili yapılacak değerlendirmeler artık “wishful thinking”i aşmış durumda. Durum tahminlerimizin ötesinde bir vehamet içeriyor.
Çünkü, reel politikacıların, düşünce kuruluşlarının ya da Amerikan politikasını yürütenlere yön verenlerin stratejilerinin iflas ettiğini söylemek 
“niyet beyanından”, “biz söylemiştik” ten öte bir şey.

Tabii ki Irak’ın işgalini hâlâ başarı olarak görenler, savunanlar var. Ama hiçbir aklı selim sahibi -ki buna neoconların fikir babaları, neocon politikayı 
dışarıdan destekleyenler de dahil- Irak’taki içler acısı durumu inkar edemiyor.
ABD Dışişleri Bakanı Rumsfeld “Irak’ta her şey yolunda” diyor kaçınılmaz olarak. İşgal destekçileri ise ondan öteye giderek Irak’ta “neleri başardıklarını” 
sıralıyorlar. Ama onların reel politik bakış açısıyla 3. yılda geriye dönüp baktığımızda önümüze çıkan manzara ve rakamlar onların bile içinden 
çıkamayacakları bir bilançoyla karşı karşıya geldiklerini ortaya koyuyor.
Amerika’nın Irak’ı işgalini destekleyenler, işgalin yolunda gitmemesini 3 yıldır olmadık bahanelerle savunanlar, geriye dönüp baktıklarında savunmalarını 
genelde 4 noktada topluyorlar;

1. İşgal Saddam Hüseyin gibi bir diktatörü devirmiştir.
2. Çağdışı bir rejim yıkılmıştır.
3. Saddam Hüseyin sonrası Irak bölgede tehdit olmaktan çıkmıştır.
4. Demokrasiye geçilerek seçimler yapılmıştır.

ABD yönetiminin 3. yıldaki en önemli ikilemi şudur: “Irak’tan çekilirsek iç savaş çıkar ve kontrolü kaybederiz”; Irak’tan çekilmedikçe işgale karşı direniş yükselecek ve kaos artacaktır. Önümüzdeki dönemde Amerikan politikacılarının en temel tartışma konusu bu olacaktır.

Çekilme: Ortadoğu’yu yeniden işgale kalkışan güçlerin her şeye rağmen Irak’tan kısa vadede çekileceklerini beklemek hata olur. Nitekim Bush bile 2009 yılına kadar Irak’ta kalacaklarını saklamıyor. Tüm başarısızlığa rağmen çekilme ABD İmparatorluğu’nun prestij ve morali açısından kaldıracağı bir durum değil. Üstelik, İran gibi yeni bir hedefin (Amerika’ya kafa tutacak Irak’tan çok farklı bir ülkenin) yanı başında durduğu coğrafyayı hemen boşaltması beklenemez. Bazılarının iddia ettiği ve çoğunlukla komplo-kaos teorisine dayanan “ABD’nin bölgedeki kriz üzerinden politikasını yürüteceği ve dolayısıyla Irak’taki kaos ortamının bilinçli olarak körüklendiği” tezinin hiçbir dayanağı mevcut değil. Çünkü Irak’taki durum kontrol altına alınmadıkça Amerikan kamuoyu tepkisinin giderek arttığı görülmektedir. Üstelik, Irak’taki petrolü bir an önce kontrol altına alıp dünya piyasalarına sürmek ve piyasalar üzerinde daha etkin bir kontrol sağlamak isteyen ABD ve küresel şirketler için Irak işgalinin umulduğu gibi gitmemesi uzun vadede kendilerinin aleyhine dönecek bir silah gibi durmaktadır. Bush yönetiminin, İran ve Suriye üzerindeki baskısını arttırması belli bir politikanın ürünüdür ama askerî olarak Irak’ın kontrol altına alınamaması ABD’nin bilinçli bir politikası değildir.

İç Savaş: Ancak, ABD’nin Irak’tan çekildikleri takdirde “bir iç savaşın yaşanacağı” tehdidini ve medya aracılığıyla bu dezenformasyonu yayarak özellikle uluslararası kamuoyunu ikna etmeye çalıştığı bilinmektedir. Bu dezenformasyondan Türkiye kamuoyu da nasibini almaktadır. Irak’ta var olan koşullarda zaten bir iç savaş yaşanmaktadır. Yaşanan iç savaşın derinleşmemesi, kitleselleşmemesi, şimdilik bazı Şii (Sadr gibi) ve Sünni (Sünni Ulema Birliği) liderlerin çabalarına bağlı olup kısa süre sonra bu çaba da sonuçsuz kalma ihtimaline sahiptir.
İşgali savunanların bir diğer argümanı ise her şeye rağmen Saddam Hüseyin diktatörlüğünün yıkılmış olmasıdır. İşte bu sav birbirini ile ilişkisiz iki gerekçenin bir arada savunulmasıdır. Tarihi, geçmişi, insanları, doğal kaynakları ile yok olmaya doğru giden bir ülkenin işgali Saddam Hüseyin’in devrilmesi ile haklı gösterilmeye çalışılmaktadır.

Seçim: Irak’ta seçim yapmayı bile başarı sayanlar, indirgemeci bir mantıkla demokrasiyi sadece seçimlerle özdeşleştirmektedir. Oysa seçim demokrasinin sadece bir unsurudur. Üstelik Irak seçimleri ülkeyi birleştirmeye değil bilakis parçalanmaya yaklaştırmış, tüm etnik ve dinî gruplar sadece kendilerini temsil edenlere oy vermiştir. Bu da Irak’ı iç sınırları çizilerek üç saflı hale getirmiştir. İyad Allavi’nin liderliğindeki laik ve farklı grupların oluşturduğu cephe Meclis’te 25 sandalye kazanmış dahi olsa bu birliktelik sembolik olmaktan öteye gidemeyecektir. Çünkü Iraklı Araplar mezheplerine, Kürtler etnik kimliklerine göre hareket etmektedir.

Ordu: Bu saflaşma askerî olarak de netleşmiş ve Irak ordusu ve polisi olarak algılanan güçler aslında Şii ve Kürtlerin kendi güvenlik güçleri olup her grup kendi içinde silahlı olarak da bölünmüştür. Üstelik Irak ordusu denilen yapı içinde barınan Ölüm Mangaları özellikle Bağdat civarında Saddam Hüseyin’i aratmayan toplu katliamlara imza atmaktadır. Bu ölüm timlerinin birçoğu yönetimde hakim olan Şii grupların içinden çıkarken, hükümetin kontrolü ve bilgisi dahilindedir. Sayıları 100 bin civarında olan Irak Ordusunun, karşısında ise 30-40 bin militan ve 100 bine yakın milisin bulunduğu bir direnişçi bloku söz konusudur.
Anayasa: Anayasadaki muğlak ifadeler de ileride karşımıza çıkacak çok parçalı, her grubun kendi yorumuna göre yön vereceği ve parçalanmayı hızlandıracak bir metin olarak durmaktadır. Hem adem-i merkeziyetçi hem de gevşek bir federatif yapıyı öngören Anayasa kendi içinde çelişkili maddeler ve ifadelerle dolu olup uygulanması neredeyse imkansız gibidir. Aralık ayında yapılan bir seçimin sonucunda hâlâ bir hükümetin kurulamamış olması da ülkenin tüm bu saydığımız segmentlere ayrılmasının bir sonucudur.

Bu ayrışmanın sonucunu şimdiden görmekteyiz. Ancak Amerikan işgali devam ettiği sürece kaosun derinleşeceğini söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Irak’ta Kürtler hariç diğer gruplar bir an önce işgalin sona ermesini temel koşul olarak öne sürmektedir.

Yeni Aktörler: Tüm bunların yanı sıra Irak’ın mevcut durum dolayısıyla bölgede ortaya çıkan yeni aktörlerin yol açacağı yeni oluşumların önümüzdeki dönemde nasıl davranacaklarının hâlâ belirsiz olmasını gösterebiliriz. Çünkü önümüzdeki yıllarda bölgenin geleceğinde rol oynayacak yeni bileşenler ortaya çıkmıştır:

1. Bölgede, Pakistan’dan başlayarak, İran, Irak, Suriye, Lübnan, Bahreyn, Suudi Arabistan’a uzanan bir çizgide ortaya çıkan Şii Kuşağı,

2. Irak, Türkiye, Suriye ve İran’daki Kürt Kuşağı,

3. Arap kimliğinin yitirilmesinden sonra Irak’ta ortaya çıkan İran etkisi.

Bu üç önemli gelişme Türkiye’yi içine alan bir eksende (sadece Kürt ekseni ile değil) etki yaratma kapasitesine bağlı olup yine sadece Türkiye’nin kendi inisyatifi ile politika oluşturabileceği ya da aşabileceği bir durum değildir. Her ne kadar kadar AKP hükümeti bütün bölgedeki hükümetler ve kendine yakın hareketler (Hamas gibi) üzerinde etki kurup bölgesel bir aktör olmaya soyunsa da yukarıda saydığımız üç argüman nedeniyle Türkiye hem siyasi hem de ekonomik olarak kendi başına bu rolü üstlenebilecek bir durumda değildir. AKP hükümeti başından itibaren yürüttüğü dış politika üzerinden iç politika yürütme yeteneğini yitirmiş gibi görünürken, konjonktürel olarak Irak’ın işgali ve Avrupa Birliği üzerinden yaratmaya çalıştığı ve bir oranda da başardığı olumlu rüzgarın hızından yorulmuştur. AB rüzgarı bir yana konacak olursa, AKP hükümetinin Ortadoğu’ya yönelik perspektifinin olup olmadığı hâlâ tartışma konusudur. Hükümet, danışmanları aracılığı ile bir “Osmanlı uzlaşması” benzeri orta çaplı emperyal bir hülya ve anakronik bir hareket tarzıyla mı hareket etmektedir, yoksa Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, iflas etmiş ve uygulaması çok tartışılır hale gelen Büyük Ortadoğu Projesi üzerinden mi? Ya da görece bağımsız bir tavır mı takınacaktır. Örneğin, olası bir İran krizinde ne yapılacağı bilinmemektedir. Özellikle de medyaya yansıyan ve Irak işgali öncesi 25 milyar üzerinden yapılan ve rakam çok yüksek bulunarak reddedilen “at pazarlığı” sonrası.

Olası bir kriz sırasında Türkiye’nin önceliği tabii ki kendi Kürtlerinden kaynaklı olarak Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ve onun hemen yanı başındaki İran Kürtleri olacaktır. Bu yüzden işgalin 3. yılında Türkiye kendi Kürtlerine yönelik gerekli açılımları yapmak zorundadır. Zira işgal Kürt meselesini sadece Türkiye’nin kendi iç meselesi olmaktan çıkarmış ve yine Irak Kürtleri’ni de aşmıştır.
Bu yüzden bir Şii ekseni Türkiye’yi dolaylı olarak etkileyecek bile olsa Kürt ekseninde Türkiye’ye doğrudan muhatap olacaktır. Irak’ı işgal etmeyerek ve asker göndermeyerek onurlu bir tavır sergileyenlerin aksine, işgale bulaşılmadığı için hâlâ üzülenleri de unutmadan önümüzdeki dönemde de Türkiye’nin anahtar ülke konumunda olacağını hatırlatmakta da yarar var.

Vaatler ve Gerçekler

1 Haziran 2003’te George Bush “Irak’ı söz verdiğimiz gibi özgürleştirdik. Ülkeyi temsil eden bir hükümet kurulmasını sağlayacağız. Amacımız kendi sorunlarını kendi çözecek, kendi güvenliklerini sağlayacak geçişi sağlamaktır” derken muhafazakar kanadı temsil eden gazetecilerden George Will Mart 2006’da şunları söylüyor: “İşgalden 3 yıl sonra ortada bir Irak ulusu var mı bilemiyoruz. 2 seçim ve bir anayasa referandumunun ardından Irak hâlâ bir hükümete sahip değil”.
İç savaş korkusu büyürken Şii Başbakan İbrahim Caferi, Şii ölüm mangaları ile ilintili olduğu için kabul görmüyor. Uzlaşma hükümetinin kurulması zor görünüyor.
8 Nisan 2003 tarihindeki Bush ve Blair’in ortak açıklamasından: “ Irak’ın geleceği Iraklılara aittir. Yıllar süren diktatörlüğün ardından Irak özgürleşti. Biz de Irak halkının kendi geleceğine karar verecek demokratik ve barışçıl bir ortamı yaratmakla yükümlüyüz.”

Yanıtı 2006’nın Mart ayındaki Uluslararası Af Örgütü’nün raporundan: “Irak hükümeti vatandaşlarına hayatlarını korumak için gerekli olan asgari güvenceleri sağlayamaz durumda olup işkence kadın erkek ayrımı gözetmeden devam etmektedir. 14 bin mahkum kaynağı belirsiz suçtan cezaevlerinde yatmaktadır”.
Irak’ta Saddam Hüseyin sonrası ifade özgürlüğünün sınırlarının genişlediği iddia ediliyor. Bu doğru. Ancak, bunun doğru olması önümüzdeki tabloyu görmememize engel değil. Örneğin, işgal güçlerinin aleyhine yazıp çizmek hapse girmek, gazete ve TV’nizin kapanmasıyla eşanlamlı. Ülkede yükselen İslamcı dalga (Şii-Sünni) günlük yaşamı ciddi bir şekilde etkilemekle kalmayıp, Irak’ın İslamlaşma sürecine de katkıda bulunuyor. Irak hiç olmadığı kadar seküler kurallardan uzaklaşırken günlük yaşamın küçük ama önemli ayrıntılarında kadınlara yönelik büyük baskılar göze çarpıyor. Ülkenin yetişmiş kuşakları özellikle üniversite öğretim üyeleri ve aydınlar öldürülüyor, ülkeden kaçmaya zorlanıyor. Sadece 2005 yılında öldürülen öğretim üyesi sayısı 300. İşgalin hemen ardından başlayan yağmalama karşısında ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in manidar açıklaması Irak’taki “özgür” ortam açısından önemliydi: “Irak’a özgürlük getirdik. Bunun içinde adam öldürme ve soygun yapma da var”.

Beyaz Saray Sözcüsü Ari Fleischer, tarih 18 Şubat 2003: “Irak Afganistan’ın tersine zengin bir ülkedir. İnanılmaz zengin kaynaklar da Irak halkına aittir. Bu yüzden Irak kendi kaynakları ile kendisini yeniden yapılandırma yeteneğine sahiptir”.

Sözcünün 3 yıl önceki bu yorumuna cevap olmasa da Irak’taki son durumu işgal güçlerinin mühendislerinin komutanı Tuğgeneral William McCoy şöyle özetlemektedir: “ABD’nin Irak’ı yeniden yapılandırmak gibi bir niyeti hiçbir zaman olmadı. Sadece başlangıçta böyle bir niyetten söz edilirdi”.

Irak bugün benzin ithal eden bir ülke konumumdadır. Bağdat’ta benzinciler önünde kuyruklarda saatlerce benzin almak için bekleyebilirsiniz. Türkiye sınırındaki tankerler her gün binlerce ton işlenmiş benzini Irak’a taşımaktadır. Irak’ın petrol ihracı Saddam döneminden daha azdır. 

Çünkü rafineriler derinişçilerin saldırıları nedeniyle işletilememektedir. 

Güvenliğin sağlanamamasından dolayı yıkılan rafineriler ve altyapı inşa edilememiştir. Kısa vadede de petrolün ekonomiye katkısı daha azalacaktır.

30 Kasım 2005 George Bush’un Amerikan Deniz Akademisi’ndeki konuşmasından: “ Irak güvenlik kuvvetleri ayağa kalkmış ve Irak halkının güvenini kazanmıştır. Artık teröristlere yönelik bilgi akışı da sağlanmıştır”.

Uluslararası Af Örgütü’nün 2006 Raporu’ndan:

“Irak’ta güvenlik kuvvetlerinin göreve gelmesinin ardından işkence ve kötü muamele ile ilgili olarak yüzlerce rapor mevcuttur. Durum Irak yönetiminin insan hakları ihlallerinin görmezden geldiğini ve güvenlik kuvvetlerinin bu durumun içinde olduğunu göstermektedir.”

Yeni Irak ordusu en tartışmalı konulardan biridir. Çünkü bu oluşum Irak ordusu olmaktan çok Şii ve Kürt ordusu şeklindedir. Ordunun 60 taburu Şiilerden 3 tanesi de Kürtlerden oluşmaktadır. 45 civarında da Sünni taburu mevcuttur. Irak ordusu ve polisi denilen güç, mezhepler ve etnik gruplar arasında bölüşülmüş ve büyük bir kısmı ölüm mangaları olarak anılmaya başlanmıştır. Örneğin, başkent Bağdat’ta Şii güvenlik güçlerinin Sünnilere yönelik kaçırma, işkence ve öldürme eylemleri artık gizlenemez hale gelmiş, toplu ölümler ve toplu mezarlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Ordu mensubu Sünnilerin de direnişçilerle dirsek temasında olduğu, eski Baasçıların orduya sızdığı ve istihbarat taşıdığı iddia edilmektedir.
Üçüncü yılda saymaya çalıştığımız birkaç enstantane işgalin boyutlarını ve Irak’a nelere mal olduğunu ortaya koyması açısından anlamlıdır. Bu işgal sadece bir ülkenin yok oluşunu ilan etmekle kalmayıp, etkilerini içinde Türkiye’nin de bulunduğu bir coğrafyada önümüzdeki dönemlerde gösterecektir.

Tek çıkar yol sonuna kadar işgallere uzak durmak ve “hayır” diyebilmektir. Aksi takdirde dünyanın emperyal güçlerin küresel kapitalizmi ayakta tutmak için uyguladıkları araçlardan biri olan savaş ve şiddet uzun vadede tüm insanlığı içinden çıkılmaz bir noktaya götürecektir. Bugünü kurtarma adına hareket edenler bu sarmaldan tek başlarına çıkamayacaklardır.

METE ÇUBUKÇU

https://www.birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-204-nisan-2006/2388/isgalin-3-yilinda-pandora-nin-kutusundan-cikanlar/3370


***

18 Kasım 2020 Çarşamba

Bahrî Memlukler Zamanında Suriye ve Mısır a Moğol Göçü ve Sonuçları., BÖLÜM 2

Bahrî Memlukler Zamanında Suriye ve Mısır a Moğol Göçü ve Sonuçları., BÖLÜM 2



Bahrî Memlukler, Zamanında, Suriye, Mısır,Moğol Göçü, Doç. Dr. Süleyman ÖZBEK,

    1317 yılında ise Tatay komutasında 100 kadar Moğol, aileleriyle birlikte Mısır’a iltica ettiler 25.

Belli bir tarihten sonra Memluk devletine gelen Moğollara baktığımızda bunların sadece askerlerden ibaret olmadıkları, aksine aileleriyle kadın ve çocuklarıyla birlikte iltica ettiklerini görüyoruz. Anladığımız kadarıyla Moğollar artık Suriye ve Mısır’ı can korkusu ile iltica ettikleri bir yer olmaktan çıkarmakta ve yeni bir vatan olarak gördüklerine işaret etmektedir. Bu konuda aileler ile yapılan göç hareketleri bilinçli bir şekilde mi yapılıyordu şeklinde bir başka sorgulamayı da göz ardı etmemek lazımdır.

Moğolların buraya kadar zikrettiğimiz Mısır’a toplu gruplar halinde ilticalarından başka zaman zaman münferit ilticalarında yaşandığı kaynaklarda yer almaktadır. Bunlar arasında üst rütbeli devlet ricalinin ilticaları önem arzeder. Mesela İlhanlı Moğollarının ileri gelenlerinden Seyfeddin Cenkli bunlardan birisidir. Seyfeddin Cenkli 1303 yılında ailesiyle birlikte ülkesini terkederek Mısır’a gelmiş ve Memluk sultanı Nasır Muhammed b. Kalavun tarafından çok iyi bir şekilde karşılanmıştır. Memluk sultanı Cenkli’ye emir-i mie payesi vererek Memlukleri arasına almış, daha sonraki zamanlarda da pek çok devlet meselesinde onunla istişare etmekten kaçınmamıştır 26. 
Uzun yıllar Memluk devletinde itibarını koruyan Seyfeddin Cenkli, 1322 yılında İlhanlılardan gelen bir  posta habercisi ile üç gün boyunca gizli saklı görüşmelerde bulunması üzerine sultan Nasır Muhammed b. Kalavun’un tepkisiyle karşılaşmıştır.
Sultan o zamana kadar itibar ettiği adamlar arasında bulunan Seyfeddin Cenkli’yi tutuklatarak elindeki bütün ıktaları da geri almıştır 27.

Münferid iltica olaylarına dair bir başka örneğimiz de 1335 yılında cereyan etmiştir. Bu tarihlerde İlhanlıların Anadolu valisi olan Emir Çoban’ın oğlu Temürtaş, kaçarak Memluk devletine sığınmıştır.

Sultan Nasır Muhammed b. Kalavun tarafından çok iyi bir şekilde karşılanmıştır. Bu itibar o derece ileri seviyede tutulmuştur ki, Memluk sultanı bizzat üst düzey Memluk emirlerinden olan Çaşnigir Seyfeddin Togan’ı Temürtaş’ın hizmetiyle görevlendirmiştir. Ancak bu durum Temürtaş’ın bir süre sonra ölümüyle son bulmuştur. Bu ölüm olayında Memluk kaynakları farklı bilgiler verirler. Bazı kaynaklar Temürtaş’ın hastalanarak öldüğünü kaydederken, bazıları ise Mısır’da fitne çıkarmak istediği için bizzat Sultan tarafından öldürüldüğünü kaydederler 28.
Mısır’a gelen Moğol mültecilerinden en meşhuru Seyfeddin Kosun’dur. Altınorda Hanı’nın 1320 yılında gönderdiği bir elçi heyetiyle Mısır’a gelen Kosun, Nasır b. Muhammed b. Kalavun tarafından satın alınarak memalik-i sultaniye arasına dahil oldu. Kısa zamanda Memluk sultanının sevgisini ve itimadını kazanarak büyük bir izzet, ikram ve itibara nail oldu. Öyle ki Sultan onun kızıyla evlendiği gibi, Kosun’a da kendi kız kardeşini nikahlayarak aralarında sağlam bir akrabalık bağı bile tesis etti 29.

Bu olaydan bir süre sonra Sultan Nasır Muhammed vefat edince, Emir Kosun, naib olarak Memluk devletinde söz sahibi yegane kişi oldu 30.
1340 yılında Orta-Doğu’da ortaya çıkan büyük bir veba salgını ve akabinde yaşanan kıtlık sebebiyle Memluk devletine çok sayıda Moğol mülteci geldi. İktisadi ve sosyal sebeplerle Memluk Devletine sığınan bu mülteciler ile ilgili olarak sultan Nasır Muhammed b. Kalavun, Suriye’deki Halep naibine bir mektup göndererek, onları Halep’te iskan etmesini emretti. Bu Moğol mültecilerinden ikiyüz kadarı
Sultanın emriyle başkent Kahire’ye getirildi. Sultan Nasır Muhammed bunlardan bir kısmını kendi memluk sınıfı olan Memalik-i sultaniyye arasına alırken kalanları da diğer emirler arasında dağıttı 31.

Bahri Memlukleri zamanında kayıtlara geçen son Moğol muhacereti 1341 yılında cereyan etmiştir.
Bu tarihte İslamı kabul eden Altınorda Hanı Özbek, gönderdiği elçi heyeti ilebirlikte Memluk sultanına hediye olarak 440 tane moğol gönderdi. Memluk sultanı bunlardan bir kısmını kendi memlukleri arasına alırken kalanları ise diğer emirler arasında dağıttı 32.
1341 yılında cereyan eden bu göç hareketi bahri memlukleri zamanında Memluk devletine yapılan en son Moğol göçüdür. Nitekim bundan sonra devrin kaynaklarında Memluk devleti sınırlarına yapılan böyle büyük sayıda bir göç hareketine bir daha rastlanmaz.

Değerlendirme: XIII. yüzyılın ilk yarısı Türk - İslam aleminin en karışık olduğu bir devreyi ihtiva eder. Bu zaman dilimi içerisinde gelişen pek çok olay, daha sonraları Orta-Doğu’nun siyasi haritasında yeni şekillenmelere sebep olmuştur. Bunlardan birisi de Cengiz Han’a bağlı Moğol kuvvetlerinin 1220’li yıllarda İslam beldelerine doğru başlattığı istila girişimidir. Karşısına çıkan bütün mukavemet güçlerini
adeta bir kasırga gibi yerle bir eden Moğollar etrafa korku ve dehşet saçarak bir sonraki hedeflerine emin adımlarla ilerlemişlerdir. 

Orta ve yakın Doğu coğrafyasında yer alan idareciler Moğollara karşı mücadele azmini yitirmiş ve psikolojik çöküntü içerisine düşerken, savunmasız halk kan ve göz yaşına boğulmuştur. Bunun sonucunda evlerini, barklarını ve yurtlarını terk eden binlerce çaresiz insan can güvenliği açısından daha emin gördükleri bölgelere göç etmek zorunda kalmıştır. 1243 Kösedağ savaşı ile önce Anadolu coğrafyası hemen akabinde 1258 yılında Bağdad’ın düşmesiyle de Irak bölgesi, Moğollarca işgal altına alınmış ve sıra Suriye ve Mısır’a gelmiştir. Ancak 1260 yılında Ayn-Calut savaşında Memlukler tarafından ilk defa bozguna uğratılan Moğollar ilerleyişini durdurmak zorunda kalmıştır. Bu tarihten sonra uzun yıllara yayılan Memluk-Moğol mücadelesi askeri alandan siyasi ve sosyo-kültürel alanlara yayılmıştır 33. 
   Taraflar arasında ilişkiler düşmanlıktan çıkarak önce Altınorda Moğollarıyla ittifak, sonrasında Suriye ve  Mısır’a Moğolların iltica ve göç olaylarına sahne olmuştur.
Moğol ilticalarının Memluk devletindeki olumlu ve olumsuz etkilerini anlayabilmek için öncelikle memluk sitemine kısaca göz atmak gerekir 34. 
Kıpçak, Arap, Türkmen ve diğer unsurlardan olmak üzere Memluk olarak satın alınan bir kişi, tıbak denilen  askeri kışlalarda dini ve askeri eğitim aldıktan sonra müslüman bir asker olarak Memluk sisteminde yerini alırdı. 
Bu sistem içerisine dahil edilen kölelerin, çocuk yaşta olmasına özen gösterilirdi. Ancak Memluk   sultanlarınca hoşgörü ve iltimas gösterilerek askeri sistem içerisine dahil edilen Moğolların, yaş itibarıyla  çocukluktan çıkmış, olgunluk devresinde veya daha ileri yaşlarda oldukları görülmektedir. 
Bu durum ise, Memluk askeri teşkilatındaki klasik talim ve terbiye kurallarının dışına çıkıldığı için  Moğollardan oluşan yeni memluk zümresinin disiplin altına alınmalarında çeşitli zorlukları beraberinde getirmiştir. 
Nitekim, İslam ülkelerine geldiklerinde eğitilme yaşını çoktan geride bırakan Moğollar, beraberlerinde  adet ve geleneklerini kültürlerini, kanunlarını, sosyal ve askeri nizamlarını da Mısır’a taşımışlardır. 
Onların çoğu kendi dini inanışları olan Şaman anlayışını, başta alkol alımı ve domuz eti yeme gibi İslama  ters eğlence ve yaşantı şekillerini Memluk devletinde de devam ettirdiler. Memluk kaynaklarında onların  İslama aykırı bu yaşantılarına dair devlet ricaline yapılmış pek çok şikayet kayıtları bulunmaktadır. 
Nitekim zamanla bu olumsuz davranışlara karşı oluşan tepkiler, Moğolların memluk devletinden tasfiye  edilmelerine sebebiyet vermiştir.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen Memluk sultanlığının, Moğolların kültüründen etkilendiğini de gözardı etmemek lazımdır. Aslında Moğol kültürü Mısır Memluk devletinin temsil ettiği İslami kültür ve medeniyeti etki altına alacak kadar güçlü olmamasına rağmen Baybars Bundukdari başta olmak üzere pek çok Memluk sultanı özellikle Moğol yasalarını ve bazı askeri teşkilata dair kuralları uygulama
alanına koymuşlardır. Şahsi gayret ve becerileri ile pek çok Moğol kökenli kişi zaman içerisinde Memluk devlet teşkilatında kendilerine yer bularak Seyfeddin Cenkli ve Seyfeddin Kosun gibi devlet kademelerinde üst düzeyde önemli görevler üstlenmişlerdir. Memluk devletinde sultanlık makamına kadar yükselen Zeyneddin Ketboğa’nın da Moğol kökenli olduğu göz ardı edilmemelidir.

Memluk devlet teşkilatında kendilerine yer bulan Moğol kökenliler için Şahin eş-Şeyhi ve ailesi ayrıca ele alınması gereken bir örnektir 35. 
Memluk emiri Şâhin eş-Şeyhî ve ailesi Altınorda Moğollarına mensuptur. 
Ailede bilinen ilk şahsiyet emîr Şâhin eş-Şeyhî olup, Memluk olarak Mısır’a intikal etmiş ve kısa zamanda  temayüz ederek emirlik rütbesine kadar yükselmiştir. 
Ailenin İkinci neslini oluşturan Şâhin’in oğlu Halil idarî ve ilmî alanlarda faaliyet göstermiştir. 

    Halil b. Şâhin, özellikle tarih alanında kaleme aldığı, Zübdetü Keşfü’l-Memalik adlı eseri ile Memluk devletinin teşkilat tarihi hakkında bize detaylı bilgiler verir. Ailenin üçüncü neslini oluşturan torun Abdu’l-Bâsıt el- Hanefi ise dedesi ve babasının aksine idarecilik alanında görev almamış sadece ilmî alanda  faaliyet göstermiştir. 
 
   Abdu’l- Basıt’ta tıpkı babası gibi, tarih alanında kaleme aldığı gerek Neylü’l-Emel fi Zeyli’d-Düvel, gerekse er- Ravdu’l-Bâsım fî Havadis el-Umr ve’t-Terâcîm adlı eserleri ile Burci Memlukleri devri için bir başvuru kaynağıdır.

KAYNAKÇA

El-ARINI, Seyyid Baz, el-Memalik, Beyrut 1967
AŞUR, Said Abdulfettah, AŞUR, S. A., el-Eyyûbiyyîn ve’l-Memâlîk fî Mısr ve’ş-Şâm, Kahire, 1990.
AYAZ, F. Yahya, “Türk Memlükler Döneminin Büyük Emîrlerinden Yelboğa el-Ömerî (ö. 768/1366) ve İdaredeki Nüfuzu” Çukurova Ün. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 16, Sayı 1, 2007, s.81-100.
AYAZ, F. Yahya, “ Memlük-Türkiye (Anadolu) Selçuklu Münasebetleri“, Selçuklu Medeniyeti Araştırmaları Dergisi, Cilt 1 - Sayı 1 - Aralık 2016, s. 72-115.
AYAZ, F. Yahya, Memlukler (1250-1517), İsam Yay. Ankara 2015,
BAYBARS el-MANSURÎ, Tuhfetü’l-Mülükiyye fi’d-Devleti’t-Türkiye, Türk Devletleri Konusunda Sultanlara Armağan (1252-1312),  (trc. Hüseyin Polat), TTK. Yay. Ankara 2016.
El-MAKRIZI, el-Mevaiz ve’l-İtibar bi Zikri’l-Hıtat ve’l-Asar, Beyrut tarihsiz.
El-MAKRIZI, el - MAKRİZİ, Kitabu’s-Sülûk li Marifeti Düveli’l-Mülûk, I ve II. ciltler (Nşr.
35 Şahin eş-Şeyhi ve ailesi hk. bkz. S., Özbek, “Memluk Devletinin Siyasi ve Kültür Hayatında Rol Alan Moğol Asıllı Bir Aile (Şahin eş-Şeyhî ve Ailesi)”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 27 (2010),s. 529-552.
M.M. Ziyade), Kahire, 1934 -1958; III ve IV. Ciltler nşr., S. A. Aşûr, Kahire, 1970-1973.
ERDEM İlhan, “Olcaytu Han’ın Ölümüne Kadar İlhanlılar’da Yaşanan Siyasal-Kültürel Gelişmeler ve Yakın-Doğu’ya Etkileri”,  Ankara Ün. Tarih Araştırmaları Dergisi, C.20, S.31(2000), s.1-35.
ERDEM, İlhan, “İlk Dönem Selçuklu-Moğol İlişkilerinin İktisadi Boyutu (1243-1258)”, Ankara Ün. Tarih Araştırmaları Dergisi, C. 24 (2005), S.38, s.1-10.
GÖKHAN, İlyas, “ Memlûk Devleti’nde Askerî Kölelik Hukuku„ Nevşehir Barosu Dergisi, Yıl 1/1 (Mart 2014), s. 133-161.
HEYD, W., Yakın doğu Ticaret Tarihi, Arapça trc. Ahmed Rıza, Heyet-i Mısrıyye, C.2, Kahire 1991, s. 307-308.
İBN ABDIZZAHIR, Teşrifü’l-Eyyam ve’l-Usur fi Sireti el-Meliki’l-Mansur (Thk. Murad Kamil, Muhammed Ali Neccar), Kahire 1961.
İbn Habib, Tezkiretu’n-Nebih fi Eyyami’l-Mansur ve Benihi (Thk. M. Muhammed Emin, Said A. Aşur), III Cilt, Kahire 1976-1986.
İBN-İ KESİR, el-Bidâye ve’n-Nihâye, (Nşr. Ahmed Ebû Mülhim , Ali Necib Atavî, Ali Abdü’şŞâtır) XIV cilt + Fihrist, 4. bsk, Beyrut, 1988.
İBN-İ TAGRIBİRDİ, en-Nücûmu’z-Zâhire fî Mûlûki Mısır ve’l-Kahire, 1-12. ciltler, Nşr. Daru’l - Kütübi’l-Mısrıyye, Kahire, 1929-1956; 13. cilt, nşr Fehim Muhammed Şaltut, Kahire, 1970; 14. cilt, nşr. Cemal Muharrız ve Fehim M. Şaltut, 
Kahire, 1972; 15. cilt, nşr. İbrahim Ali Tarhan, Kahire, 1972; 16. cilt, nşr. F. M. Şaltut, Kahire, 1972
KALKAŞANDÎ, Ahmed b. Ali, Subhu’l-Aşâ Fî Sınâ’ati’l-İnşâ ( Nşr. M. Hüseyin Şemseddin), XIV Cilt + Fihrist, Beyrut, 1987-1988; I-IV. Ciltler nşr. Muhammed Hüseyin Şemseddin; V. Cilt nşr.
Nebil Halid Hatib; VI. Cilt nşr. Yusuf Ali Tavil; VII. Cilt M. nşr. Hüseyin Şemseddin; VIII-IX. Ciltler
Yusuf Ali Tavîl; X-XIV. Ciltler + Fihr ist nşr. Muhammed Hüseyin Şemseddin.
KANAT, Cüneyt “Gazan Han Zamanında Memluk Devletine İltica Eden Uyratlar”, Ege Üniversitesi, Tarih İncelemeleri Dergisi, XV / 2000, s. 105-120.
KANAT, Cüneyt. Baybars Zamanında Memlûk-İlhanlı Münasebetleri (1260-1277) Ege Ün. Tarih İncelemeleri Dergisi (16) 2001, 31-45.
NEVVAR, Selahaddin Muhammed, Tavaifu’l-Moğoliyye fi Mısır fi Asr Devleti’l-Memalik el- Bahriyye, İskenderiye Tarihsiz.
ÖZBEK, Süleyman, “Memluk Devletinin Siyasi ve Kültür Hayatında Rol Alan Moğol Asıllı Bir Aile (Şahin eş-Şeyhî ve Ailesi)”, 
Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 27 (2010) , s. 529-552.
SAĞLAM Ahmet, İbn Teymiyye’nin Moğol-İlhanlılar’a Karşı Siyasi ve Dini Mücadelesi”, Uluslararası Sosyal ve Eğitim Bilimleri Dergisi, Cilt 3, Sayı 6 (2016), s. 35-55.
Es-SAYYAD, Abdu’l-Mu’ta Fuad, el-Moğol fi’t-Tarih, Kahire 1960.
Es-SUBHI, Abdu’l-Munam, Muhammed, Siyasetu Moğol el-İlhaniyyin, Ticah Devleti’l- Memmalik fi Mısr ve’ş-Şam (716-736 /1321-1335), Kahire 2000.107

DİPNOTLAR;

1 Bkz. Selahaddin Muhammed Nevvar, Tavaifu’l-Moğoliyye fi Mısır fi Asr Devleti’l-Memalik el-Bahriyye, İskenderiye tarihsiz.
2 Cüneyt Kanat, “Gazan Han Zamanında Memluk Devletine İltica Eden Uyratlar”, Ege Üniversitesi, Tarih İncelemeleri Dergisi, XV / 2000, s. 105-120.
3 Selahaddin Muhammed Nevvar, Memluk kaynaklarının Türk oldukları hususunda mensup oldukları boylarına varıncaya kadar detaylı bilgi vermesine rağmen Kıpçak sahrasından köle olarak getirilen Baybars ve Kalavun’u dahi Moğol asıllı olarak
göstermektedir (Bkz. Tavaifu’l-Moğoliyye, s. 10).
4 Kalkaşandî, Subhu’l-Aşa, C.IV, s. 458.
5 W. Heyd, Yakın doğu Ticaret Tarihi, Arapça trc. Ahmed Rıza, Heyet-i Mısrıyye, C.II, Kahire 1991, s. 307-308.
6 Kalkaşandi, Subhu’l-Aşa, C. V, s. 461; Seyyid Baz el-Arini, el-Memalik, s. 56-57.
7 El-Makrizi, el-Mevaiz ve’l-İtibar bi Zikri’l-Hıtat ve’l-Asar, , Beyrut tarihsiz. C. II, s. 221.
8 İbn Tanrıberdi, en-Nücûmu’z-Zâhire fî Mûlûki Mısır ve’l-Kahire, Kahire 1929-1956, C.VIII, s. 42; Cüneyt Kanat,“Baybars Zamanında Memlûk-İlhanlı Münasebetleri (1260-1277)“, Tarih İncelemeleri Dergisi (16) 2001, 31-45; F. Yahya, Ayaz,“ Memlük-Türkiye (Anadolu) Selçuklu Münasebetleri“ , Selçuklu Medeniyeti Araştırmaları Dergisi, Cilt 1 - Sayı 1 - Aralık 2016, s. 72-115;
9 Said Abdulfettah Aşur, el-Eyyûbiyyîn ve’l-Memâlîk fî Mısr ve’ş-Şâm, Kahire, 1990. s. 335.
10 İbn Kesir, el-Bidaye, el-Bidâye ve’n-Nihâye, (Nşr. Ahmed Ebû Mülhim , Ali Necib Atavî, Ali Abdü’ş- Şâtır) Beyrut, 1988, C. XIII, s. 234;  El-Makrizi, Hıtat, C.II, s. 117;
11 El-Makrizi, Hıtat, C. II, s. 137.
12 El-Makrizi, Hıtat, C.II, s. 118.
13 Lok mevkii için bk. El-Makrizi, Hıtat, C.II, s. 117.
14 El-Makrizi, Hıtat, C.II, s. 205, 221, 513.
15 El-Makrizi, Kitabu’s-Sülûk li Marifeti Düveli’l-Mülûk, (Nşr. M.M. Ziyade) C. I / 3, Kahire 1934-1958, s.628; İbn Abdizzahir, Teşrifü’l-Eyyam, s. 46;  Nevvar, Tavaifu’l-Moğol, s. 36
16 Seyyid Baz el-Arini, el-Memalik, s. 612; Nevvar, Tavaifu Moğol, s.36.
17 İbn habib, Tezkiretü’n-Nebih, C. I, s. 185; İbn Tanrıberdi, en-Nücum, C. VIII, s.60; Fuad Sayyad, Moğol, s. 233-236; Nevvar, Tavaifu Moğol, s. 40
18 Baybars el-Mansuri, Tuhfetu’l-Mulukiyye, (trc.) s. 132-137; El-Makrizi, Hıtat, C.II, s. 22-23; Nevvar, Tavaifu Moğol, s. 37-42;  El-Makrizi, Hıtat, C.II, s. 22; C. Kanat, “Gazan Han Zamanında Memluk Devletine İltica Eden Uyratlar”, s. 105-120.
19 El-Makrizi, es-Suluk, C.II s. 83
20 El-Makrizi, es-Suluk, C.I, s. 812-813; El-Makrizi, Hıtat, C.II, s. 23.
21 Baybars Mansuri, Tuhfetu’l-Mulukiyye (trc.) s. 136-137; Nevvar, Tavaifu Moğol, s. 43; C. Kanat, “Gazan Han Zamanında Memluk Devletine İltica Eden Uyratlar”, s. 105-120.
22 İbn Tanrıberdi, en-Nucum, C.VIII, s. 258.
23 Memluk sultanı Nasır Muhammed
24 El-Makrizi, es-Suluk, C.II/1, s. 5
25 El-Makrizi, es- Suluk, C. II, s. 174
26 İbn Kesir, el-Bidaye, C.XIV, s. 29; Nevvar, Tavaifu Moğol, s. 44
27 El-Makrizi, es-Suluk, C. II , s. 236
28 İbn Habib, Tezkiretu’n Nebih, C.II, s. 180; El-Makrizi, es-Suluk, C.II, s. 392-393
29 İbn Tanrıberdi, en-Nucum, C. X, s. 46; El-Makrizi, Hıtat, C.II, s. 307-308.
30 İbn Tanrıberdi, en-Nucum, C.X, s. 3; F. Yahya, Ayaz, Memlukler (1250-1517), İsam Yay. Ankara 2015, s. 42-43.
31 El-Makrizi, es-Suluk, C. II, s. 515-517.
32 Moğol muhacereti 1341 Altınorda Hanı Özbek,
33 Subhi, Abdu’l-Munam, Muhammed, Siyasetu Moğol el-İlhaniyyin, Ticah Devleti’l-Memmalik fi Mısr ve’ş-Şam (716-736 /1321-1335), Kahire 2000, s. 79-100; İlhan, Erdem, “Olcaytu Han’ın Ölümüne Kadar İlhanlılar’da Yaşanan Siyasal-Kültürel Gelişmeler ve Yakın-Doğu’ya Etkileri”, Ankara Ün. Tarih Araştırmaları Dergisi C. 20, S.31(2000), s.1-35; F. Yahya, Ayaz, “Türk Memlükler Döneminin Büyük Emîrlerinden Yelboğa el-Ömerî (ö. 768/1366) ve İdaredeki Nüfuzu” Çukurova Ün. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 16, Sayı 1, 2007, s.81-100; Ahmet, Sağlam, İbn Teymiyye’nin Moğol-İlhanlılar’a Karşı Siyasi ve Dini Mücadelesi”, Uluslararası Sosyal ve Eğitim Bilimleri Dergisi, Cilt 3, Sayı 6 (2016), s. 35-55.
34 Bkz. İlyas, Gökhan,“ Memlûk Devleti’nde Askerî Kölelik Hukuku„ Nevşehir Barosu Dergisi, 1/1 (Mart 2014), s. 133-161; İlhan, Erdem, “İlk Dönem Selçuklu-Moğol İlişkilerinin İktisadi Boyutu (1243-1258)” , Tarih Araştırmaları Dergisi, C. 24 (2005), S.38, s.1-10.
35 Şahin eş-Şeyhi ve ailesi hk. bkz. S., Özbek, “Memluk Devletinin Siyasi ve Kültür Hayatında Rol Alan Moğol Asıllı Bir Aile (Şahin eş-Şeyhî ve Ailesi)”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 27 (2010),s. 529-552.

100 Geçmişten Günümüze Göç
Geçmişten Günümüze Göç 101

***

Bahrî Memlukler Zamanında Suriye ve Mısır a Moğol Göçü ve Sonuçları., BÖLÜM 1

 Bahrî Memlukler Zamanında Suriye ve Mısır a Moğol Göçü ve Sonuçları., BÖLÜM 1


Bahrî Memlukler, Zamanında, Suriye, Mısır,Moğol Göçü, Doç. Dr. Süleyman ÖZBEK,

Doç. Dr. Süleyman ÖZBEK
Gazi Üniversitesi / Ankara


    X-XIII. yüzyıllar Orta ve Yakın Doğu coğrafyasında göçlerin yoğun olarak yaşandığı zaman dilimidir. Selçuklu devletinin kurulması ve Malazgirt zaferi ile Batı istikametinde başlayan göç hareketleri Anadolu’nun fethi, Moğol istilası ve son olarak Timur istilası ile devam etmiştir.

Malazgirt sonrası başlayan göç dalgası bir vatan arayışından kaynaklanmakta olup, gelen kitleler genellikle göçebe unsurlar olarak kırsal alanlara yerleşmişler dir. Anadolu coğrafyasının fethi esnasında gerçekleşen göç dalgalarından bahseden Bizans, Ermeni ve Süryani kaynakları “dağ taş karınca misali
Türkmen kaynıyordu“ ifadeleriyle bu göç hareketinin büyüklüğüne işaret ediyorlardı. Moğol istilası ile başlayan ikinci büyük göç dalgası ise daha elit tabakanın esnaf ve zanaatkar sınıf ile ilim erbabını Anadolu’ya taşıyarak bir bakıma Anadolu’nun kültürel yapısını şekillendirmiştir. Timur istilasında ise
iki taraflı bir göç hareketi söz konusudur. Ilkinde Timur orduları önünden kaçan kitleler Anadolu ve Suriye-Mısır’a yığılmışlardır. Ancak istila hareketinin tamamlanmasından sonra Orta-Asya’ya dönen Timur, özellikle Moğol kökenli kitleler başta olmak üzere pek çok insanı beraberinde geri götürmüştür.
   Bu göç hareketleri içerisinde Anadolu merkez konumda bulunmakla birlikte özellikle Moğol istilaları esnasında Suriye ve Mısır coğrafyası da göçten en fazla etkilenen alanlar olmuştur. Nitekim bildirimizde özellikle Suriye olmak üzere Memlukler zamanında Suriye ve Mısır’a yapılan Moğol göçlerini ele alacağız.
Mısır’a iltica eden Moğolların Memluk devletinde siyasi, idari, askeri ve sosyo-ekonomik alanlardaki etkileri yurt dışında birkaç özel çalışma dışında müstakil olarak çalışılmamıştır1. 

   Türkiye’de ise Cüneyt Kanat’ın bir makalesi dışında bu konuda doğrudan bir çalışma söz konusu değildir 2. 

Bu sebeple Moğol göçü ve etkileri hala bakir bir çalışma alanı olarak araştırmacıları beklemektedir.
Memluk devletine yapılan Moğol göçü zamanlaması açısından önemlidir. Çünkü bu göçlerin başladığı dönemde Memluk-Moğol mücadelesi zirve dönemini yaşamakta dır. Orta Asyadan başlattıkları istila harekatında önüne çıkan bütün mukavemet güçlerini adeta bir kasırga gibi yerle bir eden Moğollar ilk defa 1260 yılında Ayn-Calut’ta Memlukler tarafından durdurulmuşlardır. Bu zafer İslam aleminde Moğolların yenilmez olduğu düşüncesini yıkmış ve istilaya karşı bir direniş başlatmıştır. 

   Bu mücadelelerde Memluk devleti merkez olarak İslam aleminin hamiliğini üstlenecektir.

İşte böyle bir zaman diliminde bir taraftan Memluk ve Moğollar arasında askeri mücadeleler bütün şiddetiyle devam ederken diğer yandanda taraflar arasında siyasi ve kültürel ilişki kurma arayışları başlayacaktır. Bu noktada Memluk devletine Moğol cenahından yapılan sığınma amaçlı göçler dikkat çekicidir. 
Bu göçler zaman içerisinde kemmiyet ve keyfiyet itibarıyla daha kapsamlı hale gelecektir.
   Moğol unsurun Suriye ve Mısır’a gelişini iki farklı şekilde değerlendirmek gerekir. Bunlardan ilki ortaçağlar için geçerli gelenekler çerçevesinde olmak üzere klasik yoldan yani köle pazarlarında alım-satımı yapılmak suretiyle gerçekleşmiştir. 

Bu şekilde köle olarak gelenleri kendi ihtiyarları dışında zorla getirilmiş olmaları hasebiyle mülteci konumunda değerlendirmek yanlış olacaktır. Ayrıca bazı
Arap tarihçileri de, köle tacirleri vasıtasıyla Kıpçak sahrasından gelen bütün köleleri moğol kökenli olarak göstererek isabetsiz bir görüş ortaya koyarlar 3.

   Kıpçak sahrası ortaçağlarda özellikle köle ticareti ile şöhret bulmuştu. Buradan her yıl binlerce köle Anadolu üzerinde Suriye ve Mısır’a getirilirdi. Devrin kaynakları Kıpçak sahrasında hayat şartlarının çok zor olduğuna işaretle, insanların geçim sıkıntısı ile bizzat kendi elleri ile çocuklarını köle tacirlerine sattıklarını kaydeder 4. Köle tacirleri ise ailelerinin kendi isteği ile sattıkları bu çocukları Suriye ve Mısır’a getirerek köle pazarlarında satıyorlardı. Bu köle ticareti sadece İslam ülkeleri ile sınırlı kalmamış, aynı düzen ve üslupla Avrupa’ya kadar yayılmıştı 5. Bu köle ticareti Altınorda hanlığını olumsuz yönde etkilediği için daha sonraki yıllarda Altınorda Hanı Tokta tarafından Karadenizin kuzeyinde köle ticaretinin merkezi durumunda olan Kefe’ye bir sefer yapılarak bu ticari faaliyetler
engellenmeye çalışılmıştır 6.

Moğolların Suriye ve Mısır’a geliş yollarından ikincisi ise mülteci tanımına uygun olarak toplu göç olayıdır. Moğolların Suriye ve Mısır arazisine ilk toplu göçü, Altınorda Moğolları ile İlhanlı Moğollarının Azarbaycan arazisi için girdikleri mücadele esnasında Memluk devletine iltica eden Altınorda askerleriyle başlamıştır. Altınorda Hanı aralarındaki problemleri gidermek adına İlhanlı
hükümdarı Hulagu’ya bir elçi heyeti göndermiş, ancak Hulagu anlaşmaya yanaşmadığı gibi Altınorda elçilerini de öldürmüştü. Bu durum karşısında Berke Han, daha önce İran ve Irak’ın zaptı için Hulagu komutasında oluşturulan İlhanlı ordusundaki Altınorda’ya mensup askerlerine geri dönmelerini bildirdi.

Ancak Altınorda ülkesine yapılacak bu geri dönüşün mümkün olmadığını da gözönünde bulunduran Berke Han, bir taraftan daha hızlı ve risksiz bir yolu tercihle askerlerinin bulundukları yere en yakın Memluk devleti arazisine geçerek iltica etmelerini istedi. Aynı zamanda Memluk sultanı Baybars’a bir elçi heyeti göndererek gelişmelerden ve Memluk ülkesine gelecek Altınorda askerlerinden onu haberdar etmeyi de ihmal etmedi. Berke Han gönderdiği elçi ile müslüman olduğunu bildiriyor ve iki ülke arasında İlhanlılara karşı mücadele etmek için Baybars’a ittifak teklif ediyordu. Memnuniyetle kabul gören bu teklif sonrasında Memluk sultanı Baybars da, iyi niyet göstergesi olarak Suriye ve Mısır camilerinde okunan hutbelerde kendi adından sonra Berke Han’ın da adının okunmasını emretti 7. 

Bu olaydan kısa bir süre sonra Altınorda’ya mensup Moğol askerleri Suriye sınırlarına ulaşarak Memluk devletine iltica ettiler 8.
Bu mülteciler aslında Memluk devletine toplu olarak iltica eden ilk Moğol grubunu da oluştururlar.
Bazı kaynaklar Hulagu ile Berke arasındaki mücadelenin sebebleri arasında Altınorda hanının İslam dinini seçmesi ve Hulagu’nun Müslümanlar üzerine yapacağı seferlere karşı çıkmasını gösterirler.
Aslında bu zayıf bir ihtimal olarak görünmekle birlikte, daha sonrasında Altınorda Hanı’nın İslamiyeti kabulü, onu Memluk devletiyle birbirlerine yakınlaştırarak ortak düşmanları olan İlhanlılara karşı ittifak yapmalarına sebebiyet verdi. Said Aşur ise Baybars ile Berke arasında dostluğun sadece şahsi bir dostluk olmadığını, iki devlet arasında kuvvetli bir manevi bağın olduğuna işaretle İlk Memluk sultanları Aybek, Kutuz, Baybars ve Kalavun Kıpçak asıllı oldukları için bu bölgeye ve dolayısıyla Altınorda’ya karşı daha duyarlı davrandıklarını belirtir 9.

Baybars, Altınorda’ya mensup Moğol askerlerinin Suriye’ye sınırını geçerek Memluk devletine iltica ettikleri haberini alınca, derhal Şam naibine emir vererek bu mültecilerin en iyi şekilde ağırlamasını istedi. Ayrıca onlara çeşitli ve değerli armağanlar ile hilatlar gönderdi. Kahire’ye gelişlerinde ise onları bizzat şehir dışında karşılayarak ileri gelenlerine çeşitli ıktalar tahsisiyle emirlik rütbeleri (yüzler emirliği) verdi ve onları memaliki sultaniyeye dahil etti 10.

Baybars zamanında Hulagu’dan kaçarak Mısıra gelen Altınorda Moğollarının sayısı hakkında dönemin kaynaklari genel olarak kadın ve çocuklar hariç 200 süvariden biraz fazla olarak gösterir.

Sadece Baybars Devadar, eserinde bu mültecilerin sayısını 1000’den fazla olarak gösterir 11. 

Memluk sultanı Baybars’ın 1261 yılında Mısır’a gelen bu ilk Moğol taifesine yapmış olduğu inam ve ihsanları, daha başka Moğol gruplarının da Mısır’a akın akın gelmelerinde teşvik edici bir unsur oldu. Bu olaydan bir kaç yıl sonra 1263 yılında yaklaşık 1300 Moğol süvarisi daha Memluk devletine iltica etti. Baybars
bunları da aynı şekilde karşılayarak devlet hizmetinde istihdam etti 12.

Moğol mültecileri Baybars tarafından önce Kahire dışında Lok mevkiinde iskan edilmişlerdir.13

Bunlardan bir kısmı daha sonra Kalatu’l-Cebel içerisine alınarak burada iskan edildiler. Zamanla Moğollara karşı Memluk devleti içerisinde bir hoşnutsuzluk baş göstermiş ve kale içerisindeki bu Moğollar ancak Barsbay devrinde kaleden sürüp çıkartılarak mekanları da tahrip edilmiştir. Makrizi, Baybars zamanında Suriye ve Mısır bölgesinin Moğol mültecileriyle dolduğunu söyler 14.

Baybars’tan sonra da Memluk devletine Moğol ilticasının devam ettiği görülmektedir. Kaynaklar 1283 yılında Mansur Kalavun devrine ait küçük bir mülteci kafilesinden bahsederler. Buna göre sayıları sadece ondokuz kişi olarak kaydedilen Moğol süvarileri kadın ve çocuklarıyla Memluk devletine iltica ettiler. Burada gösterilen 19 rakamı sadece Moğol askerlerini işaret etmekte olup maiyetlerindeki kadın ve çocuklar ile bu sayının 100’ü bulduğu 
anlaşılmaktadır 15.  
Dönemin kaynaklarında 1291 yılında Eşref Halil b. Kalavun zamanında 300 Moğol süvarisinin  Mısır’a iltica ettiğine işaret edilirken, Muhammed b. Kalavun devriyle alakalı olarak da, Moğol savaşları sebebiyle esir alınmış çok sayıda Moğol kadın ve çocuklarının Mısır’a getirilerek çarşı ve pazarlarda satışa sunulduğu zikredilmektedir 16. Memluk kaynakları 1295 yılı olaylarından bahsederken o zamana kadar Mısır’a yapılmış en büyük Moğol muhaceretinin gerçekleştiğini kaydederler. Kadın ve çocuklarıyla 10 bin kişiyi bulan Moğol mültecileri Sultan Ketboğa (1294-1296) tarafından çok iyi bir şekilde karşılanarak mevkileri ile
mütenasip hediyeler, makam ve mevkiler verildi17. Sultan Ketboğa Mısır’a gelen bu kalabalık Moğol unsurunun tamamını Mısır’a kabul etmedi. Bunlardan sadece 300 süvariyi aileleriyle Mısır’da iskan etti. Geri kalan mültecilerin büyük bir kısmını memluk askerlerinin arasına dahil ederek Suriye’de iskan etti. Memluk emirlerinden pek çoğu bu mülteciler arasında yer alan Moğol kadınlarıyla evlendiler 18.

1295 yılındaki bu göç hareketinde dikkat çeken en önemli unsur, bu dönemde Memluk Sultanı olan Zeyneddin Ketboğa’nın Moğol asıllı olmasıdır. Moğol asıllı birisinin sultanlık makamına kadar yükselmiş olması Moğollar arasında muhtemelen bir teşvik unsuru olmuştur. Memlukler zamanında Suriye ve Mısıra gelen veya getirilen Moğollar Vafidiye, Müste’minin veya Müste’men adlarıyla
anıldılar. Moğol unsurun diğer Memluk unsurlarıyla karışmalarına fazla izin verilmedi. Onlar ekalliyat olarak zikredildiler. Mülteci Moğollar burada dillerini, dinlerini, adet ve geleneklerini korudular.

İçlerinden büyük bir kısmı da İslam dinine girdi.

Suriye ve Mısır’da sayıları çoğalan Moğollara karşı gerek sayıları ve gerekse sosyal yaşantıları sebebiyle memluk devletinde şikayetler başgöstermiştir. Ketboga zamanında, Memaliki sultaniyye içerisinde yer alan Moğol Uyrati memlukler kötü hareketler sergiliyorlar, içki içiyor, domuz eti yiyorlardı 19. Bu durum etrafta onlara karşı bir hoşnutsuzluk meydana getirmişti Bu şikayetler zamanla
artarak Moğollara karşı bir düşmanlık gösterisine dönüşecektir. Nitekim, 1296 yılında Laçin zamanında devlet içerisinde nüfuzları artan Uyratiyye Moğollarına karşı bir temizlik harekatı başlatılmıştır.

Öncelikle Moğol asıllı sultan Ketboga tahttan indirilmiş arkasından da, Moğol ileri gelenlerinin büyük kısmı tutuklanarak İskenderiye’de hapsedilirken daha alt tabakadan olanların büyük çoğunluğu ise katledilmişlerdir 20. 1309 yılında bir grub Moğol, tahttan indirilen Seyfeddin Ketboga’yı yeniden tahta çıkarmak için Barantay idaresinde bir ihtilal girişiminde bulunmuşlarsa da, bu girişim başarısızlığa uğradığı gibi yakalananlarda idam edilmişlerdir 21. 

Bu durum üzerine Kahire’yi terkeden Moğol mültecileri Suriye’ye yerleşerek sırda faaliyetlerine devam  etmişler ve Kerek’te mahpus bulunan Nasır Muhammed b. Kalvun’u yeniden tahta çıkarmak için çalışmışlardır. 

Kısa süre sonra da bu çalışmalarında başarıya ulaşmışlardır 22.

     1304 yılında Memluk devletinin başkenti Kahire’ye, Altınorda devletinden bir elçi heyeti geldi. Bu elçi heyetinde 400 Memluk ve 200 cariye bulunuyordu. Memluk sultanı Nasır Muhammed b. Kalavun bunlardan 120 tanesini kendi memlukleri arasına alarak diğerlerini memluk emirleri arasında dağıttı 23.
Yine aynı yıl içerisinde başlarında meşhur Memluk emiri Sunkuru’l-Aşkar’ın oğlunun bulunduğu 200 kişilik bir grup Kahire’ye geldi. 

Bunlar İlhanlı Hükümdarı Gazan Han’ın ileri gelen kumandanlarından bazı moğol emir ve askerlerinden oluşuyordu. 24. 

***