Mısır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mısır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Kasım 2020 Çarşamba

Bahrî Memlukler Zamanında Suriye ve Mısır a Moğol Göçü ve Sonuçları., BÖLÜM 2

Bahrî Memlukler Zamanında Suriye ve Mısır a Moğol Göçü ve Sonuçları., BÖLÜM 2



Bahrî Memlukler, Zamanında, Suriye, Mısır,Moğol Göçü, Doç. Dr. Süleyman ÖZBEK,

    1317 yılında ise Tatay komutasında 100 kadar Moğol, aileleriyle birlikte Mısır’a iltica ettiler 25.

Belli bir tarihten sonra Memluk devletine gelen Moğollara baktığımızda bunların sadece askerlerden ibaret olmadıkları, aksine aileleriyle kadın ve çocuklarıyla birlikte iltica ettiklerini görüyoruz. Anladığımız kadarıyla Moğollar artık Suriye ve Mısır’ı can korkusu ile iltica ettikleri bir yer olmaktan çıkarmakta ve yeni bir vatan olarak gördüklerine işaret etmektedir. Bu konuda aileler ile yapılan göç hareketleri bilinçli bir şekilde mi yapılıyordu şeklinde bir başka sorgulamayı da göz ardı etmemek lazımdır.

Moğolların buraya kadar zikrettiğimiz Mısır’a toplu gruplar halinde ilticalarından başka zaman zaman münferit ilticalarında yaşandığı kaynaklarda yer almaktadır. Bunlar arasında üst rütbeli devlet ricalinin ilticaları önem arzeder. Mesela İlhanlı Moğollarının ileri gelenlerinden Seyfeddin Cenkli bunlardan birisidir. Seyfeddin Cenkli 1303 yılında ailesiyle birlikte ülkesini terkederek Mısır’a gelmiş ve Memluk sultanı Nasır Muhammed b. Kalavun tarafından çok iyi bir şekilde karşılanmıştır. Memluk sultanı Cenkli’ye emir-i mie payesi vererek Memlukleri arasına almış, daha sonraki zamanlarda da pek çok devlet meselesinde onunla istişare etmekten kaçınmamıştır 26. 
Uzun yıllar Memluk devletinde itibarını koruyan Seyfeddin Cenkli, 1322 yılında İlhanlılardan gelen bir  posta habercisi ile üç gün boyunca gizli saklı görüşmelerde bulunması üzerine sultan Nasır Muhammed b. Kalavun’un tepkisiyle karşılaşmıştır.
Sultan o zamana kadar itibar ettiği adamlar arasında bulunan Seyfeddin Cenkli’yi tutuklatarak elindeki bütün ıktaları da geri almıştır 27.

Münferid iltica olaylarına dair bir başka örneğimiz de 1335 yılında cereyan etmiştir. Bu tarihlerde İlhanlıların Anadolu valisi olan Emir Çoban’ın oğlu Temürtaş, kaçarak Memluk devletine sığınmıştır.

Sultan Nasır Muhammed b. Kalavun tarafından çok iyi bir şekilde karşılanmıştır. Bu itibar o derece ileri seviyede tutulmuştur ki, Memluk sultanı bizzat üst düzey Memluk emirlerinden olan Çaşnigir Seyfeddin Togan’ı Temürtaş’ın hizmetiyle görevlendirmiştir. Ancak bu durum Temürtaş’ın bir süre sonra ölümüyle son bulmuştur. Bu ölüm olayında Memluk kaynakları farklı bilgiler verirler. Bazı kaynaklar Temürtaş’ın hastalanarak öldüğünü kaydederken, bazıları ise Mısır’da fitne çıkarmak istediği için bizzat Sultan tarafından öldürüldüğünü kaydederler 28.
Mısır’a gelen Moğol mültecilerinden en meşhuru Seyfeddin Kosun’dur. Altınorda Hanı’nın 1320 yılında gönderdiği bir elçi heyetiyle Mısır’a gelen Kosun, Nasır b. Muhammed b. Kalavun tarafından satın alınarak memalik-i sultaniye arasına dahil oldu. Kısa zamanda Memluk sultanının sevgisini ve itimadını kazanarak büyük bir izzet, ikram ve itibara nail oldu. Öyle ki Sultan onun kızıyla evlendiği gibi, Kosun’a da kendi kız kardeşini nikahlayarak aralarında sağlam bir akrabalık bağı bile tesis etti 29.

Bu olaydan bir süre sonra Sultan Nasır Muhammed vefat edince, Emir Kosun, naib olarak Memluk devletinde söz sahibi yegane kişi oldu 30.
1340 yılında Orta-Doğu’da ortaya çıkan büyük bir veba salgını ve akabinde yaşanan kıtlık sebebiyle Memluk devletine çok sayıda Moğol mülteci geldi. İktisadi ve sosyal sebeplerle Memluk Devletine sığınan bu mülteciler ile ilgili olarak sultan Nasır Muhammed b. Kalavun, Suriye’deki Halep naibine bir mektup göndererek, onları Halep’te iskan etmesini emretti. Bu Moğol mültecilerinden ikiyüz kadarı
Sultanın emriyle başkent Kahire’ye getirildi. Sultan Nasır Muhammed bunlardan bir kısmını kendi memluk sınıfı olan Memalik-i sultaniyye arasına alırken kalanları da diğer emirler arasında dağıttı 31.

Bahri Memlukleri zamanında kayıtlara geçen son Moğol muhacereti 1341 yılında cereyan etmiştir.
Bu tarihte İslamı kabul eden Altınorda Hanı Özbek, gönderdiği elçi heyeti ilebirlikte Memluk sultanına hediye olarak 440 tane moğol gönderdi. Memluk sultanı bunlardan bir kısmını kendi memlukleri arasına alırken kalanları ise diğer emirler arasında dağıttı 32.
1341 yılında cereyan eden bu göç hareketi bahri memlukleri zamanında Memluk devletine yapılan en son Moğol göçüdür. Nitekim bundan sonra devrin kaynaklarında Memluk devleti sınırlarına yapılan böyle büyük sayıda bir göç hareketine bir daha rastlanmaz.

Değerlendirme: XIII. yüzyılın ilk yarısı Türk - İslam aleminin en karışık olduğu bir devreyi ihtiva eder. Bu zaman dilimi içerisinde gelişen pek çok olay, daha sonraları Orta-Doğu’nun siyasi haritasında yeni şekillenmelere sebep olmuştur. Bunlardan birisi de Cengiz Han’a bağlı Moğol kuvvetlerinin 1220’li yıllarda İslam beldelerine doğru başlattığı istila girişimidir. Karşısına çıkan bütün mukavemet güçlerini
adeta bir kasırga gibi yerle bir eden Moğollar etrafa korku ve dehşet saçarak bir sonraki hedeflerine emin adımlarla ilerlemişlerdir. 

Orta ve yakın Doğu coğrafyasında yer alan idareciler Moğollara karşı mücadele azmini yitirmiş ve psikolojik çöküntü içerisine düşerken, savunmasız halk kan ve göz yaşına boğulmuştur. Bunun sonucunda evlerini, barklarını ve yurtlarını terk eden binlerce çaresiz insan can güvenliği açısından daha emin gördükleri bölgelere göç etmek zorunda kalmıştır. 1243 Kösedağ savaşı ile önce Anadolu coğrafyası hemen akabinde 1258 yılında Bağdad’ın düşmesiyle de Irak bölgesi, Moğollarca işgal altına alınmış ve sıra Suriye ve Mısır’a gelmiştir. Ancak 1260 yılında Ayn-Calut savaşında Memlukler tarafından ilk defa bozguna uğratılan Moğollar ilerleyişini durdurmak zorunda kalmıştır. Bu tarihten sonra uzun yıllara yayılan Memluk-Moğol mücadelesi askeri alandan siyasi ve sosyo-kültürel alanlara yayılmıştır 33. 
   Taraflar arasında ilişkiler düşmanlıktan çıkarak önce Altınorda Moğollarıyla ittifak, sonrasında Suriye ve  Mısır’a Moğolların iltica ve göç olaylarına sahne olmuştur.
Moğol ilticalarının Memluk devletindeki olumlu ve olumsuz etkilerini anlayabilmek için öncelikle memluk sitemine kısaca göz atmak gerekir 34. 
Kıpçak, Arap, Türkmen ve diğer unsurlardan olmak üzere Memluk olarak satın alınan bir kişi, tıbak denilen  askeri kışlalarda dini ve askeri eğitim aldıktan sonra müslüman bir asker olarak Memluk sisteminde yerini alırdı. 
Bu sistem içerisine dahil edilen kölelerin, çocuk yaşta olmasına özen gösterilirdi. Ancak Memluk   sultanlarınca hoşgörü ve iltimas gösterilerek askeri sistem içerisine dahil edilen Moğolların, yaş itibarıyla  çocukluktan çıkmış, olgunluk devresinde veya daha ileri yaşlarda oldukları görülmektedir. 
Bu durum ise, Memluk askeri teşkilatındaki klasik talim ve terbiye kurallarının dışına çıkıldığı için  Moğollardan oluşan yeni memluk zümresinin disiplin altına alınmalarında çeşitli zorlukları beraberinde getirmiştir. 
Nitekim, İslam ülkelerine geldiklerinde eğitilme yaşını çoktan geride bırakan Moğollar, beraberlerinde  adet ve geleneklerini kültürlerini, kanunlarını, sosyal ve askeri nizamlarını da Mısır’a taşımışlardır. 
Onların çoğu kendi dini inanışları olan Şaman anlayışını, başta alkol alımı ve domuz eti yeme gibi İslama  ters eğlence ve yaşantı şekillerini Memluk devletinde de devam ettirdiler. Memluk kaynaklarında onların  İslama aykırı bu yaşantılarına dair devlet ricaline yapılmış pek çok şikayet kayıtları bulunmaktadır. 
Nitekim zamanla bu olumsuz davranışlara karşı oluşan tepkiler, Moğolların memluk devletinden tasfiye  edilmelerine sebebiyet vermiştir.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen Memluk sultanlığının, Moğolların kültüründen etkilendiğini de gözardı etmemek lazımdır. Aslında Moğol kültürü Mısır Memluk devletinin temsil ettiği İslami kültür ve medeniyeti etki altına alacak kadar güçlü olmamasına rağmen Baybars Bundukdari başta olmak üzere pek çok Memluk sultanı özellikle Moğol yasalarını ve bazı askeri teşkilata dair kuralları uygulama
alanına koymuşlardır. Şahsi gayret ve becerileri ile pek çok Moğol kökenli kişi zaman içerisinde Memluk devlet teşkilatında kendilerine yer bularak Seyfeddin Cenkli ve Seyfeddin Kosun gibi devlet kademelerinde üst düzeyde önemli görevler üstlenmişlerdir. Memluk devletinde sultanlık makamına kadar yükselen Zeyneddin Ketboğa’nın da Moğol kökenli olduğu göz ardı edilmemelidir.

Memluk devlet teşkilatında kendilerine yer bulan Moğol kökenliler için Şahin eş-Şeyhi ve ailesi ayrıca ele alınması gereken bir örnektir 35. 
Memluk emiri Şâhin eş-Şeyhî ve ailesi Altınorda Moğollarına mensuptur. 
Ailede bilinen ilk şahsiyet emîr Şâhin eş-Şeyhî olup, Memluk olarak Mısır’a intikal etmiş ve kısa zamanda  temayüz ederek emirlik rütbesine kadar yükselmiştir. 
Ailenin İkinci neslini oluşturan Şâhin’in oğlu Halil idarî ve ilmî alanlarda faaliyet göstermiştir. 

    Halil b. Şâhin, özellikle tarih alanında kaleme aldığı, Zübdetü Keşfü’l-Memalik adlı eseri ile Memluk devletinin teşkilat tarihi hakkında bize detaylı bilgiler verir. Ailenin üçüncü neslini oluşturan torun Abdu’l-Bâsıt el- Hanefi ise dedesi ve babasının aksine idarecilik alanında görev almamış sadece ilmî alanda  faaliyet göstermiştir. 
 
   Abdu’l- Basıt’ta tıpkı babası gibi, tarih alanında kaleme aldığı gerek Neylü’l-Emel fi Zeyli’d-Düvel, gerekse er- Ravdu’l-Bâsım fî Havadis el-Umr ve’t-Terâcîm adlı eserleri ile Burci Memlukleri devri için bir başvuru kaynağıdır.

KAYNAKÇA

El-ARINI, Seyyid Baz, el-Memalik, Beyrut 1967
AŞUR, Said Abdulfettah, AŞUR, S. A., el-Eyyûbiyyîn ve’l-Memâlîk fî Mısr ve’ş-Şâm, Kahire, 1990.
AYAZ, F. Yahya, “Türk Memlükler Döneminin Büyük Emîrlerinden Yelboğa el-Ömerî (ö. 768/1366) ve İdaredeki Nüfuzu” Çukurova Ün. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 16, Sayı 1, 2007, s.81-100.
AYAZ, F. Yahya, “ Memlük-Türkiye (Anadolu) Selçuklu Münasebetleri“, Selçuklu Medeniyeti Araştırmaları Dergisi, Cilt 1 - Sayı 1 - Aralık 2016, s. 72-115.
AYAZ, F. Yahya, Memlukler (1250-1517), İsam Yay. Ankara 2015,
BAYBARS el-MANSURÎ, Tuhfetü’l-Mülükiyye fi’d-Devleti’t-Türkiye, Türk Devletleri Konusunda Sultanlara Armağan (1252-1312),  (trc. Hüseyin Polat), TTK. Yay. Ankara 2016.
El-MAKRIZI, el-Mevaiz ve’l-İtibar bi Zikri’l-Hıtat ve’l-Asar, Beyrut tarihsiz.
El-MAKRIZI, el - MAKRİZİ, Kitabu’s-Sülûk li Marifeti Düveli’l-Mülûk, I ve II. ciltler (Nşr.
35 Şahin eş-Şeyhi ve ailesi hk. bkz. S., Özbek, “Memluk Devletinin Siyasi ve Kültür Hayatında Rol Alan Moğol Asıllı Bir Aile (Şahin eş-Şeyhî ve Ailesi)”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 27 (2010),s. 529-552.
M.M. Ziyade), Kahire, 1934 -1958; III ve IV. Ciltler nşr., S. A. Aşûr, Kahire, 1970-1973.
ERDEM İlhan, “Olcaytu Han’ın Ölümüne Kadar İlhanlılar’da Yaşanan Siyasal-Kültürel Gelişmeler ve Yakın-Doğu’ya Etkileri”,  Ankara Ün. Tarih Araştırmaları Dergisi, C.20, S.31(2000), s.1-35.
ERDEM, İlhan, “İlk Dönem Selçuklu-Moğol İlişkilerinin İktisadi Boyutu (1243-1258)”, Ankara Ün. Tarih Araştırmaları Dergisi, C. 24 (2005), S.38, s.1-10.
GÖKHAN, İlyas, “ Memlûk Devleti’nde Askerî Kölelik Hukuku„ Nevşehir Barosu Dergisi, Yıl 1/1 (Mart 2014), s. 133-161.
HEYD, W., Yakın doğu Ticaret Tarihi, Arapça trc. Ahmed Rıza, Heyet-i Mısrıyye, C.2, Kahire 1991, s. 307-308.
İBN ABDIZZAHIR, Teşrifü’l-Eyyam ve’l-Usur fi Sireti el-Meliki’l-Mansur (Thk. Murad Kamil, Muhammed Ali Neccar), Kahire 1961.
İbn Habib, Tezkiretu’n-Nebih fi Eyyami’l-Mansur ve Benihi (Thk. M. Muhammed Emin, Said A. Aşur), III Cilt, Kahire 1976-1986.
İBN-İ KESİR, el-Bidâye ve’n-Nihâye, (Nşr. Ahmed Ebû Mülhim , Ali Necib Atavî, Ali Abdü’şŞâtır) XIV cilt + Fihrist, 4. bsk, Beyrut, 1988.
İBN-İ TAGRIBİRDİ, en-Nücûmu’z-Zâhire fî Mûlûki Mısır ve’l-Kahire, 1-12. ciltler, Nşr. Daru’l - Kütübi’l-Mısrıyye, Kahire, 1929-1956; 13. cilt, nşr Fehim Muhammed Şaltut, Kahire, 1970; 14. cilt, nşr. Cemal Muharrız ve Fehim M. Şaltut, 
Kahire, 1972; 15. cilt, nşr. İbrahim Ali Tarhan, Kahire, 1972; 16. cilt, nşr. F. M. Şaltut, Kahire, 1972
KALKAŞANDÎ, Ahmed b. Ali, Subhu’l-Aşâ Fî Sınâ’ati’l-İnşâ ( Nşr. M. Hüseyin Şemseddin), XIV Cilt + Fihrist, Beyrut, 1987-1988; I-IV. Ciltler nşr. Muhammed Hüseyin Şemseddin; V. Cilt nşr.
Nebil Halid Hatib; VI. Cilt nşr. Yusuf Ali Tavil; VII. Cilt M. nşr. Hüseyin Şemseddin; VIII-IX. Ciltler
Yusuf Ali Tavîl; X-XIV. Ciltler + Fihr ist nşr. Muhammed Hüseyin Şemseddin.
KANAT, Cüneyt “Gazan Han Zamanında Memluk Devletine İltica Eden Uyratlar”, Ege Üniversitesi, Tarih İncelemeleri Dergisi, XV / 2000, s. 105-120.
KANAT, Cüneyt. Baybars Zamanında Memlûk-İlhanlı Münasebetleri (1260-1277) Ege Ün. Tarih İncelemeleri Dergisi (16) 2001, 31-45.
NEVVAR, Selahaddin Muhammed, Tavaifu’l-Moğoliyye fi Mısır fi Asr Devleti’l-Memalik el- Bahriyye, İskenderiye Tarihsiz.
ÖZBEK, Süleyman, “Memluk Devletinin Siyasi ve Kültür Hayatında Rol Alan Moğol Asıllı Bir Aile (Şahin eş-Şeyhî ve Ailesi)”, 
Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 27 (2010) , s. 529-552.
SAĞLAM Ahmet, İbn Teymiyye’nin Moğol-İlhanlılar’a Karşı Siyasi ve Dini Mücadelesi”, Uluslararası Sosyal ve Eğitim Bilimleri Dergisi, Cilt 3, Sayı 6 (2016), s. 35-55.
Es-SAYYAD, Abdu’l-Mu’ta Fuad, el-Moğol fi’t-Tarih, Kahire 1960.
Es-SUBHI, Abdu’l-Munam, Muhammed, Siyasetu Moğol el-İlhaniyyin, Ticah Devleti’l- Memmalik fi Mısr ve’ş-Şam (716-736 /1321-1335), Kahire 2000.107

DİPNOTLAR;

1 Bkz. Selahaddin Muhammed Nevvar, Tavaifu’l-Moğoliyye fi Mısır fi Asr Devleti’l-Memalik el-Bahriyye, İskenderiye tarihsiz.
2 Cüneyt Kanat, “Gazan Han Zamanında Memluk Devletine İltica Eden Uyratlar”, Ege Üniversitesi, Tarih İncelemeleri Dergisi, XV / 2000, s. 105-120.
3 Selahaddin Muhammed Nevvar, Memluk kaynaklarının Türk oldukları hususunda mensup oldukları boylarına varıncaya kadar detaylı bilgi vermesine rağmen Kıpçak sahrasından köle olarak getirilen Baybars ve Kalavun’u dahi Moğol asıllı olarak
göstermektedir (Bkz. Tavaifu’l-Moğoliyye, s. 10).
4 Kalkaşandî, Subhu’l-Aşa, C.IV, s. 458.
5 W. Heyd, Yakın doğu Ticaret Tarihi, Arapça trc. Ahmed Rıza, Heyet-i Mısrıyye, C.II, Kahire 1991, s. 307-308.
6 Kalkaşandi, Subhu’l-Aşa, C. V, s. 461; Seyyid Baz el-Arini, el-Memalik, s. 56-57.
7 El-Makrizi, el-Mevaiz ve’l-İtibar bi Zikri’l-Hıtat ve’l-Asar, , Beyrut tarihsiz. C. II, s. 221.
8 İbn Tanrıberdi, en-Nücûmu’z-Zâhire fî Mûlûki Mısır ve’l-Kahire, Kahire 1929-1956, C.VIII, s. 42; Cüneyt Kanat,“Baybars Zamanında Memlûk-İlhanlı Münasebetleri (1260-1277)“, Tarih İncelemeleri Dergisi (16) 2001, 31-45; F. Yahya, Ayaz,“ Memlük-Türkiye (Anadolu) Selçuklu Münasebetleri“ , Selçuklu Medeniyeti Araştırmaları Dergisi, Cilt 1 - Sayı 1 - Aralık 2016, s. 72-115;
9 Said Abdulfettah Aşur, el-Eyyûbiyyîn ve’l-Memâlîk fî Mısr ve’ş-Şâm, Kahire, 1990. s. 335.
10 İbn Kesir, el-Bidaye, el-Bidâye ve’n-Nihâye, (Nşr. Ahmed Ebû Mülhim , Ali Necib Atavî, Ali Abdü’ş- Şâtır) Beyrut, 1988, C. XIII, s. 234;  El-Makrizi, Hıtat, C.II, s. 117;
11 El-Makrizi, Hıtat, C. II, s. 137.
12 El-Makrizi, Hıtat, C.II, s. 118.
13 Lok mevkii için bk. El-Makrizi, Hıtat, C.II, s. 117.
14 El-Makrizi, Hıtat, C.II, s. 205, 221, 513.
15 El-Makrizi, Kitabu’s-Sülûk li Marifeti Düveli’l-Mülûk, (Nşr. M.M. Ziyade) C. I / 3, Kahire 1934-1958, s.628; İbn Abdizzahir, Teşrifü’l-Eyyam, s. 46;  Nevvar, Tavaifu’l-Moğol, s. 36
16 Seyyid Baz el-Arini, el-Memalik, s. 612; Nevvar, Tavaifu Moğol, s.36.
17 İbn habib, Tezkiretü’n-Nebih, C. I, s. 185; İbn Tanrıberdi, en-Nücum, C. VIII, s.60; Fuad Sayyad, Moğol, s. 233-236; Nevvar, Tavaifu Moğol, s. 40
18 Baybars el-Mansuri, Tuhfetu’l-Mulukiyye, (trc.) s. 132-137; El-Makrizi, Hıtat, C.II, s. 22-23; Nevvar, Tavaifu Moğol, s. 37-42;  El-Makrizi, Hıtat, C.II, s. 22; C. Kanat, “Gazan Han Zamanında Memluk Devletine İltica Eden Uyratlar”, s. 105-120.
19 El-Makrizi, es-Suluk, C.II s. 83
20 El-Makrizi, es-Suluk, C.I, s. 812-813; El-Makrizi, Hıtat, C.II, s. 23.
21 Baybars Mansuri, Tuhfetu’l-Mulukiyye (trc.) s. 136-137; Nevvar, Tavaifu Moğol, s. 43; C. Kanat, “Gazan Han Zamanında Memluk Devletine İltica Eden Uyratlar”, s. 105-120.
22 İbn Tanrıberdi, en-Nucum, C.VIII, s. 258.
23 Memluk sultanı Nasır Muhammed
24 El-Makrizi, es-Suluk, C.II/1, s. 5
25 El-Makrizi, es- Suluk, C. II, s. 174
26 İbn Kesir, el-Bidaye, C.XIV, s. 29; Nevvar, Tavaifu Moğol, s. 44
27 El-Makrizi, es-Suluk, C. II , s. 236
28 İbn Habib, Tezkiretu’n Nebih, C.II, s. 180; El-Makrizi, es-Suluk, C.II, s. 392-393
29 İbn Tanrıberdi, en-Nucum, C. X, s. 46; El-Makrizi, Hıtat, C.II, s. 307-308.
30 İbn Tanrıberdi, en-Nucum, C.X, s. 3; F. Yahya, Ayaz, Memlukler (1250-1517), İsam Yay. Ankara 2015, s. 42-43.
31 El-Makrizi, es-Suluk, C. II, s. 515-517.
32 Moğol muhacereti 1341 Altınorda Hanı Özbek,
33 Subhi, Abdu’l-Munam, Muhammed, Siyasetu Moğol el-İlhaniyyin, Ticah Devleti’l-Memmalik fi Mısr ve’ş-Şam (716-736 /1321-1335), Kahire 2000, s. 79-100; İlhan, Erdem, “Olcaytu Han’ın Ölümüne Kadar İlhanlılar’da Yaşanan Siyasal-Kültürel Gelişmeler ve Yakın-Doğu’ya Etkileri”, Ankara Ün. Tarih Araştırmaları Dergisi C. 20, S.31(2000), s.1-35; F. Yahya, Ayaz, “Türk Memlükler Döneminin Büyük Emîrlerinden Yelboğa el-Ömerî (ö. 768/1366) ve İdaredeki Nüfuzu” Çukurova Ün. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 16, Sayı 1, 2007, s.81-100; Ahmet, Sağlam, İbn Teymiyye’nin Moğol-İlhanlılar’a Karşı Siyasi ve Dini Mücadelesi”, Uluslararası Sosyal ve Eğitim Bilimleri Dergisi, Cilt 3, Sayı 6 (2016), s. 35-55.
34 Bkz. İlyas, Gökhan,“ Memlûk Devleti’nde Askerî Kölelik Hukuku„ Nevşehir Barosu Dergisi, 1/1 (Mart 2014), s. 133-161; İlhan, Erdem, “İlk Dönem Selçuklu-Moğol İlişkilerinin İktisadi Boyutu (1243-1258)” , Tarih Araştırmaları Dergisi, C. 24 (2005), S.38, s.1-10.
35 Şahin eş-Şeyhi ve ailesi hk. bkz. S., Özbek, “Memluk Devletinin Siyasi ve Kültür Hayatında Rol Alan Moğol Asıllı Bir Aile (Şahin eş-Şeyhî ve Ailesi)”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 27 (2010),s. 529-552.

100 Geçmişten Günümüze Göç
Geçmişten Günümüze Göç 101

***

Bahrî Memlukler Zamanında Suriye ve Mısır a Moğol Göçü ve Sonuçları., BÖLÜM 1

 Bahrî Memlukler Zamanında Suriye ve Mısır a Moğol Göçü ve Sonuçları., BÖLÜM 1


Bahrî Memlukler, Zamanında, Suriye, Mısır,Moğol Göçü, Doç. Dr. Süleyman ÖZBEK,

Doç. Dr. Süleyman ÖZBEK
Gazi Üniversitesi / Ankara


    X-XIII. yüzyıllar Orta ve Yakın Doğu coğrafyasında göçlerin yoğun olarak yaşandığı zaman dilimidir. Selçuklu devletinin kurulması ve Malazgirt zaferi ile Batı istikametinde başlayan göç hareketleri Anadolu’nun fethi, Moğol istilası ve son olarak Timur istilası ile devam etmiştir.

Malazgirt sonrası başlayan göç dalgası bir vatan arayışından kaynaklanmakta olup, gelen kitleler genellikle göçebe unsurlar olarak kırsal alanlara yerleşmişler dir. Anadolu coğrafyasının fethi esnasında gerçekleşen göç dalgalarından bahseden Bizans, Ermeni ve Süryani kaynakları “dağ taş karınca misali
Türkmen kaynıyordu“ ifadeleriyle bu göç hareketinin büyüklüğüne işaret ediyorlardı. Moğol istilası ile başlayan ikinci büyük göç dalgası ise daha elit tabakanın esnaf ve zanaatkar sınıf ile ilim erbabını Anadolu’ya taşıyarak bir bakıma Anadolu’nun kültürel yapısını şekillendirmiştir. Timur istilasında ise
iki taraflı bir göç hareketi söz konusudur. Ilkinde Timur orduları önünden kaçan kitleler Anadolu ve Suriye-Mısır’a yığılmışlardır. Ancak istila hareketinin tamamlanmasından sonra Orta-Asya’ya dönen Timur, özellikle Moğol kökenli kitleler başta olmak üzere pek çok insanı beraberinde geri götürmüştür.
   Bu göç hareketleri içerisinde Anadolu merkez konumda bulunmakla birlikte özellikle Moğol istilaları esnasında Suriye ve Mısır coğrafyası da göçten en fazla etkilenen alanlar olmuştur. Nitekim bildirimizde özellikle Suriye olmak üzere Memlukler zamanında Suriye ve Mısır’a yapılan Moğol göçlerini ele alacağız.
Mısır’a iltica eden Moğolların Memluk devletinde siyasi, idari, askeri ve sosyo-ekonomik alanlardaki etkileri yurt dışında birkaç özel çalışma dışında müstakil olarak çalışılmamıştır1. 

   Türkiye’de ise Cüneyt Kanat’ın bir makalesi dışında bu konuda doğrudan bir çalışma söz konusu değildir 2. 

Bu sebeple Moğol göçü ve etkileri hala bakir bir çalışma alanı olarak araştırmacıları beklemektedir.
Memluk devletine yapılan Moğol göçü zamanlaması açısından önemlidir. Çünkü bu göçlerin başladığı dönemde Memluk-Moğol mücadelesi zirve dönemini yaşamakta dır. Orta Asyadan başlattıkları istila harekatında önüne çıkan bütün mukavemet güçlerini adeta bir kasırga gibi yerle bir eden Moğollar ilk defa 1260 yılında Ayn-Calut’ta Memlukler tarafından durdurulmuşlardır. Bu zafer İslam aleminde Moğolların yenilmez olduğu düşüncesini yıkmış ve istilaya karşı bir direniş başlatmıştır. 

   Bu mücadelelerde Memluk devleti merkez olarak İslam aleminin hamiliğini üstlenecektir.

İşte böyle bir zaman diliminde bir taraftan Memluk ve Moğollar arasında askeri mücadeleler bütün şiddetiyle devam ederken diğer yandanda taraflar arasında siyasi ve kültürel ilişki kurma arayışları başlayacaktır. Bu noktada Memluk devletine Moğol cenahından yapılan sığınma amaçlı göçler dikkat çekicidir. 
Bu göçler zaman içerisinde kemmiyet ve keyfiyet itibarıyla daha kapsamlı hale gelecektir.
   Moğol unsurun Suriye ve Mısır’a gelişini iki farklı şekilde değerlendirmek gerekir. Bunlardan ilki ortaçağlar için geçerli gelenekler çerçevesinde olmak üzere klasik yoldan yani köle pazarlarında alım-satımı yapılmak suretiyle gerçekleşmiştir. 

Bu şekilde köle olarak gelenleri kendi ihtiyarları dışında zorla getirilmiş olmaları hasebiyle mülteci konumunda değerlendirmek yanlış olacaktır. Ayrıca bazı
Arap tarihçileri de, köle tacirleri vasıtasıyla Kıpçak sahrasından gelen bütün köleleri moğol kökenli olarak göstererek isabetsiz bir görüş ortaya koyarlar 3.

   Kıpçak sahrası ortaçağlarda özellikle köle ticareti ile şöhret bulmuştu. Buradan her yıl binlerce köle Anadolu üzerinde Suriye ve Mısır’a getirilirdi. Devrin kaynakları Kıpçak sahrasında hayat şartlarının çok zor olduğuna işaretle, insanların geçim sıkıntısı ile bizzat kendi elleri ile çocuklarını köle tacirlerine sattıklarını kaydeder 4. Köle tacirleri ise ailelerinin kendi isteği ile sattıkları bu çocukları Suriye ve Mısır’a getirerek köle pazarlarında satıyorlardı. Bu köle ticareti sadece İslam ülkeleri ile sınırlı kalmamış, aynı düzen ve üslupla Avrupa’ya kadar yayılmıştı 5. Bu köle ticareti Altınorda hanlığını olumsuz yönde etkilediği için daha sonraki yıllarda Altınorda Hanı Tokta tarafından Karadenizin kuzeyinde köle ticaretinin merkezi durumunda olan Kefe’ye bir sefer yapılarak bu ticari faaliyetler
engellenmeye çalışılmıştır 6.

Moğolların Suriye ve Mısır’a geliş yollarından ikincisi ise mülteci tanımına uygun olarak toplu göç olayıdır. Moğolların Suriye ve Mısır arazisine ilk toplu göçü, Altınorda Moğolları ile İlhanlı Moğollarının Azarbaycan arazisi için girdikleri mücadele esnasında Memluk devletine iltica eden Altınorda askerleriyle başlamıştır. Altınorda Hanı aralarındaki problemleri gidermek adına İlhanlı
hükümdarı Hulagu’ya bir elçi heyeti göndermiş, ancak Hulagu anlaşmaya yanaşmadığı gibi Altınorda elçilerini de öldürmüştü. Bu durum karşısında Berke Han, daha önce İran ve Irak’ın zaptı için Hulagu komutasında oluşturulan İlhanlı ordusundaki Altınorda’ya mensup askerlerine geri dönmelerini bildirdi.

Ancak Altınorda ülkesine yapılacak bu geri dönüşün mümkün olmadığını da gözönünde bulunduran Berke Han, bir taraftan daha hızlı ve risksiz bir yolu tercihle askerlerinin bulundukları yere en yakın Memluk devleti arazisine geçerek iltica etmelerini istedi. Aynı zamanda Memluk sultanı Baybars’a bir elçi heyeti göndererek gelişmelerden ve Memluk ülkesine gelecek Altınorda askerlerinden onu haberdar etmeyi de ihmal etmedi. Berke Han gönderdiği elçi ile müslüman olduğunu bildiriyor ve iki ülke arasında İlhanlılara karşı mücadele etmek için Baybars’a ittifak teklif ediyordu. Memnuniyetle kabul gören bu teklif sonrasında Memluk sultanı Baybars da, iyi niyet göstergesi olarak Suriye ve Mısır camilerinde okunan hutbelerde kendi adından sonra Berke Han’ın da adının okunmasını emretti 7. 

Bu olaydan kısa bir süre sonra Altınorda’ya mensup Moğol askerleri Suriye sınırlarına ulaşarak Memluk devletine iltica ettiler 8.
Bu mülteciler aslında Memluk devletine toplu olarak iltica eden ilk Moğol grubunu da oluştururlar.
Bazı kaynaklar Hulagu ile Berke arasındaki mücadelenin sebebleri arasında Altınorda hanının İslam dinini seçmesi ve Hulagu’nun Müslümanlar üzerine yapacağı seferlere karşı çıkmasını gösterirler.
Aslında bu zayıf bir ihtimal olarak görünmekle birlikte, daha sonrasında Altınorda Hanı’nın İslamiyeti kabulü, onu Memluk devletiyle birbirlerine yakınlaştırarak ortak düşmanları olan İlhanlılara karşı ittifak yapmalarına sebebiyet verdi. Said Aşur ise Baybars ile Berke arasında dostluğun sadece şahsi bir dostluk olmadığını, iki devlet arasında kuvvetli bir manevi bağın olduğuna işaretle İlk Memluk sultanları Aybek, Kutuz, Baybars ve Kalavun Kıpçak asıllı oldukları için bu bölgeye ve dolayısıyla Altınorda’ya karşı daha duyarlı davrandıklarını belirtir 9.

Baybars, Altınorda’ya mensup Moğol askerlerinin Suriye’ye sınırını geçerek Memluk devletine iltica ettikleri haberini alınca, derhal Şam naibine emir vererek bu mültecilerin en iyi şekilde ağırlamasını istedi. Ayrıca onlara çeşitli ve değerli armağanlar ile hilatlar gönderdi. Kahire’ye gelişlerinde ise onları bizzat şehir dışında karşılayarak ileri gelenlerine çeşitli ıktalar tahsisiyle emirlik rütbeleri (yüzler emirliği) verdi ve onları memaliki sultaniyeye dahil etti 10.

Baybars zamanında Hulagu’dan kaçarak Mısıra gelen Altınorda Moğollarının sayısı hakkında dönemin kaynaklari genel olarak kadın ve çocuklar hariç 200 süvariden biraz fazla olarak gösterir.

Sadece Baybars Devadar, eserinde bu mültecilerin sayısını 1000’den fazla olarak gösterir 11. 

Memluk sultanı Baybars’ın 1261 yılında Mısır’a gelen bu ilk Moğol taifesine yapmış olduğu inam ve ihsanları, daha başka Moğol gruplarının da Mısır’a akın akın gelmelerinde teşvik edici bir unsur oldu. Bu olaydan bir kaç yıl sonra 1263 yılında yaklaşık 1300 Moğol süvarisi daha Memluk devletine iltica etti. Baybars
bunları da aynı şekilde karşılayarak devlet hizmetinde istihdam etti 12.

Moğol mültecileri Baybars tarafından önce Kahire dışında Lok mevkiinde iskan edilmişlerdir.13

Bunlardan bir kısmı daha sonra Kalatu’l-Cebel içerisine alınarak burada iskan edildiler. Zamanla Moğollara karşı Memluk devleti içerisinde bir hoşnutsuzluk baş göstermiş ve kale içerisindeki bu Moğollar ancak Barsbay devrinde kaleden sürüp çıkartılarak mekanları da tahrip edilmiştir. Makrizi, Baybars zamanında Suriye ve Mısır bölgesinin Moğol mültecileriyle dolduğunu söyler 14.

Baybars’tan sonra da Memluk devletine Moğol ilticasının devam ettiği görülmektedir. Kaynaklar 1283 yılında Mansur Kalavun devrine ait küçük bir mülteci kafilesinden bahsederler. Buna göre sayıları sadece ondokuz kişi olarak kaydedilen Moğol süvarileri kadın ve çocuklarıyla Memluk devletine iltica ettiler. Burada gösterilen 19 rakamı sadece Moğol askerlerini işaret etmekte olup maiyetlerindeki kadın ve çocuklar ile bu sayının 100’ü bulduğu 
anlaşılmaktadır 15.  
Dönemin kaynaklarında 1291 yılında Eşref Halil b. Kalavun zamanında 300 Moğol süvarisinin  Mısır’a iltica ettiğine işaret edilirken, Muhammed b. Kalavun devriyle alakalı olarak da, Moğol savaşları sebebiyle esir alınmış çok sayıda Moğol kadın ve çocuklarının Mısır’a getirilerek çarşı ve pazarlarda satışa sunulduğu zikredilmektedir 16. Memluk kaynakları 1295 yılı olaylarından bahsederken o zamana kadar Mısır’a yapılmış en büyük Moğol muhaceretinin gerçekleştiğini kaydederler. Kadın ve çocuklarıyla 10 bin kişiyi bulan Moğol mültecileri Sultan Ketboğa (1294-1296) tarafından çok iyi bir şekilde karşılanarak mevkileri ile
mütenasip hediyeler, makam ve mevkiler verildi17. Sultan Ketboğa Mısır’a gelen bu kalabalık Moğol unsurunun tamamını Mısır’a kabul etmedi. Bunlardan sadece 300 süvariyi aileleriyle Mısır’da iskan etti. Geri kalan mültecilerin büyük bir kısmını memluk askerlerinin arasına dahil ederek Suriye’de iskan etti. Memluk emirlerinden pek çoğu bu mülteciler arasında yer alan Moğol kadınlarıyla evlendiler 18.

1295 yılındaki bu göç hareketinde dikkat çeken en önemli unsur, bu dönemde Memluk Sultanı olan Zeyneddin Ketboğa’nın Moğol asıllı olmasıdır. Moğol asıllı birisinin sultanlık makamına kadar yükselmiş olması Moğollar arasında muhtemelen bir teşvik unsuru olmuştur. Memlukler zamanında Suriye ve Mısıra gelen veya getirilen Moğollar Vafidiye, Müste’minin veya Müste’men adlarıyla
anıldılar. Moğol unsurun diğer Memluk unsurlarıyla karışmalarına fazla izin verilmedi. Onlar ekalliyat olarak zikredildiler. Mülteci Moğollar burada dillerini, dinlerini, adet ve geleneklerini korudular.

İçlerinden büyük bir kısmı da İslam dinine girdi.

Suriye ve Mısır’da sayıları çoğalan Moğollara karşı gerek sayıları ve gerekse sosyal yaşantıları sebebiyle memluk devletinde şikayetler başgöstermiştir. Ketboga zamanında, Memaliki sultaniyye içerisinde yer alan Moğol Uyrati memlukler kötü hareketler sergiliyorlar, içki içiyor, domuz eti yiyorlardı 19. Bu durum etrafta onlara karşı bir hoşnutsuzluk meydana getirmişti Bu şikayetler zamanla
artarak Moğollara karşı bir düşmanlık gösterisine dönüşecektir. Nitekim, 1296 yılında Laçin zamanında devlet içerisinde nüfuzları artan Uyratiyye Moğollarına karşı bir temizlik harekatı başlatılmıştır.

Öncelikle Moğol asıllı sultan Ketboga tahttan indirilmiş arkasından da, Moğol ileri gelenlerinin büyük kısmı tutuklanarak İskenderiye’de hapsedilirken daha alt tabakadan olanların büyük çoğunluğu ise katledilmişlerdir 20. 1309 yılında bir grub Moğol, tahttan indirilen Seyfeddin Ketboga’yı yeniden tahta çıkarmak için Barantay idaresinde bir ihtilal girişiminde bulunmuşlarsa da, bu girişim başarısızlığa uğradığı gibi yakalananlarda idam edilmişlerdir 21. 

Bu durum üzerine Kahire’yi terkeden Moğol mültecileri Suriye’ye yerleşerek sırda faaliyetlerine devam  etmişler ve Kerek’te mahpus bulunan Nasır Muhammed b. Kalvun’u yeniden tahta çıkarmak için çalışmışlardır. 

Kısa süre sonra da bu çalışmalarında başarıya ulaşmışlardır 22.

     1304 yılında Memluk devletinin başkenti Kahire’ye, Altınorda devletinden bir elçi heyeti geldi. Bu elçi heyetinde 400 Memluk ve 200 cariye bulunuyordu. Memluk sultanı Nasır Muhammed b. Kalavun bunlardan 120 tanesini kendi memlukleri arasına alarak diğerlerini memluk emirleri arasında dağıttı 23.
Yine aynı yıl içerisinde başlarında meşhur Memluk emiri Sunkuru’l-Aşkar’ın oğlunun bulunduğu 200 kişilik bir grup Kahire’ye geldi. 

Bunlar İlhanlı Hükümdarı Gazan Han’ın ileri gelen kumandanlarından bazı moğol emir ve askerlerinden oluşuyordu. 24. 

***

10 Ekim 2020 Cumartesi

ULUSLARARASI İLİŞKİLER GÜNDEMİ BÖLÜM 2

 ULUSLARARASI İLİŞKİLER  GÜNDEMİ  BÖLÜM 2




2. TÜRKİYE - İRAN İLİŞKİLERİ: AŞILMASI GEREKEN GÜVEN BUNALIMI

İran 70 milyonluk nüfusu, Türkiye yüz ölçümünün yaklaşık iki misline ulaşan toprakları ve özellikle enerji alanındaki devasa kaynakları ile Ortadoğu’nun en önemli ülkeleri arasında. İran aynı zamanda Türkiye’den sonra Ortadoğu bölgesinin ve tüm Müslüman coğrafyanın en büyük ikinci ekonomisi durumunda. Üstelik İran, Türkiye’nin de komşusu. Bu veriler dikkate alındığında Türkiye ile İran arasında ciddi bir ekonomik yakınlaşma, hatta entegrasyon beklemek doğal bir sonuçtur. 
Ancak ilişkilere bakıldığında son derece sağlıksız bir tablo ile karşılaşılıyor:
İran, Çin ve Rusya ile birlikte, Türkiye’nin en fazla dış ticaret açığı verdiği ülkeler arasında yer alıyor. Açık 5 milyar doları aşıyor. Ticaretin % 75’ini gaz alımı 
oluştururken enerji dışı ticaretin hacmi sadece 2 milyar dolar civarında kalıyor. Oysa Türkiye sanayisi ve tarım-hayvancılık sektörleri İran’ın ihtiyaçlarını karşılamaya çok müsait. Buna rağmen İran, Türk mallarına yüz vermiyor, ticaret bir türlü istenen hızda ilerlemiyor. Doğrudan yatırımlarda ise durum çok daha kötü. İran’a girmek isteyen Türk yatırımcılar akla zarar engellemelerle karşılaşıyorlar. Türk yatırımcılar bırakınız komşu ülkeden olmanın ve ortak kültürel-dini benzerliklerin tadını çıkarmayı, Türk oldukları için bazı özel engellemelerle dahi karşılaşabiliyorlar. Tüm bu engelleri aşıp ihalenin son aşamasına geldiğinizde ise tüm süreç birdenbire iptal edilebiliyor. 

TAV ve Türkcell’de bunun en açık örnekleri yaşandı. Geçenlerde USAK’ı ziyaret eden bir grup Türk işadamı ise sorunun bir başka boyutundan dert yandı. İranlı işadamlarının son dönemde sıkça Türk işadamlarına işbirliği önerisinde bulunduklarını, ancak bu ilişkilerin Türk tarafı için hep hüsranla sonuçlandığını belirttiler. İranlılar Türk işadamlarından meslek sırlarını aldıktan, üretimin nasıl yapıldığını iyice öğrendikten sonra Türk ortağı İran’dan uzaklaştırıp yollarına devam ediyorlarmış. İşadamları İranlıların yaklaşımını ‘şark uyanıklığı’ olarak değerlendiriyorlar ve İran ile uzun dönemli bir işbirliğinin ne kadar zor olduğunu anlatıyorlar. Belli ki Devrim sonrasında oluşan kapalı ekonomi ve ekonomik müeyyideler İranlıları rekabetten uzaklaştırmış ve evrensel iş hayatı kurallarını öğrenmeleri bayağı bir zaman alacak. 

Başka bir deyişle İran’da siyasi direncin dışında bir de kültürel direnç var.
Kim ne derse desin, İran’da daha fazla Türk şirketi görmek istemeyen bazı güçlerin olduğu muhakkak. Bunların en önemli hareket noktası Türkiye’nin ‘ABD ve İsrail’in casusu’ olduğu düşüncesi. İran’da Türklerin sayısı arttıkça ‘karşı-devrim’ olacağından endişe ediyorlar. 1 Mart Tezkeresi ve Irak Savaşı sonrasında Türkiye’nin aktif Ortadoğu politikası bu düşünceleri yumuşattıysa da Türkiye birçok radikal devrimci için hala şüphe ile yaklaşılması gereken bir ülke.

İkinci önemli gerekçe Türkiye’nin hemen her alanda İran’ın tersi bir istikameti temsil ediyor oluşu. Türkiye İslam dünyasında farklı bir dini yaşam yorumunun şampiyonu ve serbest ekonomisi ve serbest siyasi yapısı ile İran’dakidevrim rejimini yumuşak gücü ile erozyona uğratabilecek ve nihayetinde sona 
erdirebilecek bir ülke olarak görülüyor. Başka bir deyişle Türkiye anlayışı bazı İranlılarca da ‘İran anlayışının panzehiri’ olarak algılanıyor. Bu durumda da İran 
devletinin derinlerinde Türkiye ile ilişkilere karşı ciddi bir direnç oluşuyor.
İlişkilerin yeterince gelişmemesinde en önemli bir diğer sorun ise geleneksel- tarihsel İran politikaları. Başka bir deyişle İran seküler bir ülke olsaydı da karşımıza çıkabilecek bir sorun. O da İran’ın Arap, Türk ve diğer Müslüman ülkelere karşı izlediği kendine has güven telkin etmeyen dış politikası. Hatırlanacağı üzere Osmanlı döneminde de İran ile Osmanlı Devleti bir müttefik olamamış, ciddi bir ekonomik ya da siyasi işbirliğine girememişlerdir. Bu dönemde İran-Vatikan ilişkileri İran-Osmanlı ilişkilerinden çok daha iyi bir durumdadır. 

Birçok araştırmacı Türk-İran sınırının uzun yıllar boyunca önemli oranda değişmeden kalmış olmasını ilişkilerin olumlu bir yönü olarak sunsalar da sınırların nispeten değişmemesinin nedeni tarafların birbirlerine duydukları güvenden ziyade güç dengesinde aranmalıdır. Eğer Osmanlı Devleti yeterince güçlü olmamış olsa idi İran, Anadolu’nun içlerine kadar uzanmış olurdu. Osmanlı’nın İran’ın içlerine fazlaca girmemiş olmasının nedeni ise Osmanlı’nın yayılma sahası olarak temelde Akdeniz ve Avrupa’yı görmüş olmasında aranmalıdır. Özetle sınırlardaki istikrar ilişkilerin güçlü olmasından kaynaklanmamıştır. Aksine Osmanlı arkadan bir saldırıya uğramamak için Irak’ta ve Anadolu’da İran’a karşı çok çeşitli önlemler almıştır. 

Örneğin Irak Türkmenlerinin kuzeyden güneye bir kılıç şeklinde yerleştirilmelerinin en önemli nedeni ‘İran tehlikesidir.

Aslına bakılırsa İran’ın ilişkileri sadece Anadolu Türkleri ile değil, neredeyse tüm Müslüman dünyası ile sorunlu olmuştur. Bu sorunlar 20. yüzyılda da sürmüş ve İran İslam Devrimi sonrasında ortaya çıkan devletin Müslüman coğrafyadaki algılanması bu açıdan bakıldığında Şah dönemi ile bazı benzerlikler de içermiştir. Örneğin 2008 itibariyle Arap dünyasının bölgede en çok çekindiği ülkelerin başında İran geliyor. 
Soğuk Savaş boyunca Arapları komünizm tehlikesi ile kendi liderliğinde birleştirmeye çalışan ABD şimdi de İran tehdidini bir araç olarak kullanıyor. Bölgede hangi Arap temsilci ile görüşseniz (Suriye, Hamas ve Hizbullah hariç) İran’a hiçbir bölge ülkesinin güvenemediğini anlıyorsunuz. 

Körfez Arapları İran’ın her an kendilerine saldırabileceğini, topraklarının bir kısmını almaya  çalışabileceğini veya iç işlerine karışacağını düşünerek İran’ı en önemli tehditlerin başına yerleştiriyorlar. Çoğu kez bu nedenle ABD’ye yanaşıyorlar. Yani Körfez’deki ABD varlığını meşrulaştıran en önemli neden de İran. Sadece Körfez Arapları değil, Ürdün ve Mısır gibi nispeten daha uzak bölgelerdeki Araplar da İran’a şüphe ile bakıyor ve niyetlerini sağlıklı bulmuyorlar.

İran sadece Arapları değil, Pakistan gibi diğer bazı Müslüman ülkeleri de ‘korkutuyor’. Bunun çok sayıda örneği var ancak en çarpıcı olanı Pakistan’da deprem olduğunda yaşandı. İran, Pakistan’a giden yardım ekiplerine büyük zorluklar çıkardı ve bu durum ne Pakistan, ne de Türkiye tarafından bugüne kadar unutulmadı.
  İran’ın en önemli güven sorunu yaşadığı Müslüman gruplardan biri de Türkler. Sadece Türkiye değil, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve diğer Türk 
cumhuriyetleri de İran’ı şüphe ile karşılıyor. Özellikle Azerbaycan, İran’ın Ermenistan’a verdiği açık desteğin çok net bir şekilde farkında. Eğer Türkiye ve 
ABD’nin net karşı çıkışları olmamış olsaydı Azerbaycan’ın özellikle Hazar’da İran karşısında ne kadar zor durumda kalacağı aşikârdı. 

   Ermenistan’ın Azeri topraklarını işgali sürerken Ermenistan’a her türlü ekonomik desteği veren ilk iki ülkenin Rusya ve İran olduğu da bir sır değil. 
İran başta enerji olmak üzere her alanda Ermenistan’ın Azerbaycan karşısında güçlenmesine katkı sağlıyor. Tahran’ın zaman zaman iki ülke arasında arabulucu gibi davranma çabası da garip. Çünkü İran bir İslam devleti olduğunu iddia ediyor ve kendi nüfusunun da önemli bir kısmını oluşturan Azerilerin toprakları işgal altındayken kendisini en fazla arabulucu olarak tanımlayabiliyor.

Türkiye açısından ise İran’ın PKK terör örgütüne verdiği destek hala akıllardadır. İran sınırını serbest geçiş alanı gibi kullanan terör örgütünün bugün 
Kandil Dağı’nda kullandığı birçok altyapı da İran’dan birer hatıra. Zamanında terörü görmezden gelen İran bugün aynı derde düştü ve Türkiye ile işbirliği 
yapmak zorunda kalıyor. 

Fakat ilerleyen zamanlarda bu durumun tersine dönmeyeceğinin garantisi de yok. Türkiye için İran imajını etkileyen en önemli unsur ise şüphesiz 1980 ler 
boyunca süren ve 1990ların bir kısmında da net bir şekilde hissedilen rejim ihraç etme çabaları oldu. Bugün dahi Türkiye’de birçok kişi İran’ın hala bu tür 
gayretler içinde olduğunu düşünüyor.

Anlaşılan o ki İran’ın Müslüman ülkeler ile ilişkileri oldukça garip. İran kendisini bir ‘İslam Cumhuriyeti’ olarak tanımlıyor. Ancak dış ilişkilerinde birkaç istisna (Suriye, Sudan gibi) dışında neredeyse tüm Müslüman ülkeler ile sorunlu. İlişkilerinin iyi olduğu ülkeler Rusya ve Ermenistan gibi bölgenin iki Hıristiyan ülkesi. Üstelik bu iki ülke Müslümanlarla da ciddi sorunları olan ülkeler. Ermenistan komşusu Azerbaycan’ın topraklarının neredeyse beşte birini işgal etmiş, Rusya ise Çeçenistan’da gelmiş geçmiş en büyük insanlık dramlarından birine imza atmış. Başka bir deyişle bu şartlar altında Osmanlı’ya karşı Vatikan ile işbirliği yapan İran’ı hatırlamamak çok zor.

Bu veriler altında denebilir ki Ortadoğu’da ekonomik entegrasyonu, ticareti ve siyasi işbirliğini arttırmak isteyen Türkiye’nin karşısındaki en önemli engellerin 
başında İran geliyor. Çünkü İran herkesi kendisi gibi biliyor. Türkiye’nin gizli (kirli) bir gündemi olduğunu sanıyor. Türkiye’nin ticaret ile İran’ın altını oyacağından endişeleniyor. 

Tahran’da bu bakış açısı sadece Türkiye’ye karşı değil, diğer birçok bölge ülkesine karşı da var. Oysa İran bu kaygılarında çok yanılıyor. 
Bunu anlaması için ‘ABD ajanı’ olarak algıladığı ülkelerin ABD politikasına nasıl karşı çıktıklarına bir göz atması bile yeterli olurdu.

Gaz Sorunu

Doğalgaz hattındaki kesilmeler İran’ın yanlış bakış açısının bir diğer örneği. Bilindiği üzere Türkiye, Rusya’ya olan bağımlılığını azaltabilmek ve komşusu İran ile ticaretini arttırabilmek için İran gazını almaya karar verdi. Bu maksatla ciddi yatırımlar yapılarak iki ülke arasında yüzlerce kilometrelik doğalgaz boru hattı 
döşendi. Türkiye ilk defa bu hattı gündeme getirdiğinde içeride ve dışarıda çok önemli siyasi maliyetlerle de karşılaştı. İçeride İran gibi bir ‘İslamcı rejim’ ile iş 
yapılmasının Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kurucu ilkelerinden laikliğe aykırı olduğu söylenirken, dışarıda da ABD, İran ile her türlü işbirliğine karşı olduğunu 
açıkladı. Fakat Ankara tüm bu zorlukların üstesinden gelerek İran doğalgaz hattını hayata geçirdi. Hatta ilerleyen yıllarda İran ile doğalgaz alanında başka 
işbirliklerinin de yolunu aradı. İran’dan tüm dünyanın köşe bucak kaçtığı, ona ‘çirkin ördek yavrusu’ muamelesi yaptığı bir dönemde Türkiye’nin tüm bu 
fedakârlığına ve uluslararası yazılı anlaşmalara rağmen İran keyfi bir biçimde, üstelik kara kışın ortasında gazı kesmeye başladı. İran’dan gelen gazın 
kalitesinde de ciddi sorunlar yaşandı. Bu kesintiler zamanla sıklaştı. 2005-2006 kışında ve bu kış ise İran’ın kesintileri Türk ekonomisini vurmaya başladı. 
İki kış önce bazı sanayi tesisleri faaliyetlerini gaz yetersizliği nedeniyle durdururken, bu yıl da elektrik üretiminde ciddi sorunlar yaşanıyor.
İran gaz kesintileri konusunda zamanında açıklama yapma ihtiyacını bile duymuyor. Canı isteyince vanayı kapatıyor, canı istemezse açıyor. Türkiye’de tepkiler sertleşince lütfen bir açıklama gelse de özür vs. hak getire.
Bu yılki gerekçeleri yine aynı: “Kış sert geçiyor. Bize yetmiyor, size mi verelim?” Hatta Türkiye’de bazıları da İran’a hak verecek kadar ileri gidiyor: 
“ Bir ülke kendi vatandaşları dururken gazı dışarı satar mı?” diyorlar. Elbette satar. Eğer bir anlaşma imzalamışsanız, uluslararası taahhütler altına girdiyseniz, 
öncelik dış taahhütlerinizdedir. İçerideki haliniz ne olursa olsun sözünüzde durmak zorundasınız. Aksi takdirde hiç kimse sizinle ne ticaret yapabilir, ne de 
siyasi işbirliği. İran kış soğuklarını tarihinde ilk defa yaşamıyor. Yıllık gaz üretiminin ne kadar olacağı da sır değil. Bu durumda başka bir ülke ile anlaşma 
imzalayan İran’ın öncelikle bu taahhütlerine uyması gerekir. En azından anlaşma imzaladığı Türkiye ile oturup anlaşarak yaşanan sıkıntıyı paylaşması gerekir.
İran’ın bir diğer gerekçesi de Türkmenistan’ın İran’a verdiği gazı ani bir şekilde kesmesi. Türkmenler gaz fiyatını beğenmedikleri için İran’ı yola getirmeye 
çalışıyorlar, İranlılar da faturayı Türkiye’ye çıkarmaya kalkıyorlar. Oysa Türkmen gazı da Türkiye’yi ilgilendirmiyor. Çünkü Türkiye Türkmenistan ile herhangi bir 
anlaşma yapmış değil. Hatta böyle bir işbirliğinin önündeki önemli engellerden biri de Tahran Yönetimi oldu. İran, Türkiye’nin Orta Asya ile ilişkilerinde hep 
engelleyici olduğu gibi Türkmen gazı konusunda da her zaman engelleyici oldu. Söyledikleri ile uygulamaları birbirini tutmadı. Türkmen gazının doğrudan 
Türkiye’ye gitmemesi için Türkmen gazını alıp kendi gazıymış gibi Türkiye’ye satmaya kalktı.

Özetle İran içinde bulunduğu kuşatılmışlığa, ABD ve Avrupa ile yaşadığı siyasi ve ekonomik sorunlara rağmen bölgesine dönük şüphe uyandıran politikalarını 
sürdürüyor. 
Milyarlarca dolar kazandığı Türkiye pazarına karşı dahi sorumluluklarını yerine getirmiyor. Tutarlı bir ortak gibi davranmıyor.
Oysa ki Türkiye ve İran’ın işbirliği önündeki engelleri aşması demek Türkiye-İran-Orta Asya ve Türkiye-İran-Pakistan hattında derinleşen bir ekonomik 
entegrasyon demek. Bölge ülkeleri arasında katlanan ekonomik ilişkiler sayesinde bölge dışı ülkelerin daha az siyasi müdahalesi demek. 
Türkiye yılmadan İran’a ekonomik araçlar (ticaret, boru hatları vs.) ile girmeye çalışıyor. Çünkü ekonomik olarak bölgeye entegre olmuş bir İran sadece 
Türk ulusal çıkarlarına değil, bölgesel istikrar ve barışa da katkı sağlayacaktır. Ortadoğu’nun kalkınması ve istikrara kavuşmasında hiç şüphe yok ki Türkiye 
ve İran işbirliği özel bir rol oynayacak. 
Eğer bu iki ülke en azından ticari sahada yakınlaşamazsa Ortadoğu’nun (ve hatta Pakistan ve Orta Asya’nın) geleceği için güzel düşler kurmak dahi 
zorlaşacaktır. Bu basit gerçeğin farkında olan İranlıların sayısı az değil. Ancak bu gerçeği anlamak istemeyen ve hala eski Pers İmparatorluğu oyunlarını 
İslamcılık etiketi altında sürdürmek isteyen dar, ama çok etkili bir kadro da İran devletinin içlerinde mevzilenmiş durumda.
Son söz olarak denebilir ki İran’ın önündeki en önemli engel yine İran. İran’dan anlaşılması güç, birbiriyle çelişen mesajlar geliyor. 
Şu an için denebilir ki karşımızda en azından birden fazla İran var ve böyle bir İran da en az ABD kadar bölge ülkelerini korkutuyor.


***


ULUSLARARASI İLİŞKİLER GÜNDEMİ BÖLÜM 1

ULUSLARARASI İLİŞKİLER  GÜNDEMİ  BÖLÜM 1




TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ YUMUŞAK GÜCÜ

Sedat LAÇİNER

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bugüne Türkiye bölgesinde daha etkili bir aktör olmaya doğru ilerliyor. Geçmişte sürekli olarak ‘potansiyel’ olarak değerlendirilen ilişkiler adım adım somut ilişkiler haline gelmeye başlıyor. Türkiye ‘sahaya indikçe’ Ortadoğu, balkanlar ve Kafkasya başta olmak üzere yakın çevresindeki yumuşak gücünü de keşfetmeye, bunun tadına varmaya başlıyor. İsrail-Filistin, Pakistan-Afganistan, Suriye-İsrail ya da İran-İsrail gibi rakip kampların her iki kanadı da kendilerini Türkiye’ye yakın bulabiliyor. 2007 yılının 2. dönemi Türkiye’nin 
söz konusu yumuşak gücünü daha fazla fark ettiği bir dönem oldu. Bu nedenle bu çalışmada Türkiye-Ortadoğu ilişkilerini ele almak yararlı olabilir.

1. İSRAİL-FİLİSTİN ANKARA BULUŞMASI

Daha önce başka bir ‘küskün kardeşler’ olan Pakistan Devlet Başkanı Müşerref ile Afganistan Devlet Başkanı Karzai’ye ev sahipliği yapan Ankara Kasım 2007’de bu kez dünyanın en ünlü ‘düşmanları’nı bir araya getirdi. İsrail ve Filistin Devlet Başkanları Ankara’da. Şimon Peres ve Mahmud Abbas’ın Ankara ziyareti birçok açıdan ilk oldu: İlk kez bir İsrail ve bir Filistin devlet başkanı Türk meclisine hitap etti. Peres’in Meclis’teki konuşması İsrailli bir devlet başkanının Müslüman bir ülke meclisinde yaptığı ilk konuşma oldu. Dahası ilk defa iki lider birbirlerini bir başka ülkenin meclisinde dinlediler. 

Bazıları bu ilkleri önemsemeyebilir ve sıradan ‘diplomatik oyunlar’ sayabilir. Ancak iki liderin Ankara ziyaretleri Türkiye’nin (büyük) Ortadoğu’daki ‘yumuşak gücü’nü açık seçik ortaya seriyor. Türkiye gerektiğinde Filistinlileri de, İsraillileri de azarlıyor, sert bir dille eleştirebiliyor. 
Ancak gerektiği zaman her ikisi ile en yakın ilişkileri de sürdürebiliyor. Pakistan ve Afganistan’ın Türkiye’ye duydukları güven, ama birbirlerine duydukları 
güvensizliğin bir benzeri de Filistin ve İsrail tarafında mevcut. Türkiye ile geçinebilenler, birbirleri ile geçinemiyorlar, hatta bir araya dahi gelmekte 
zorlanıyorlar. Aynı durum Irak’ın içinde bile söz konusu. Şiiler de Sünniler de Türkiye’yi kendilerine yakın görebiliyorlar. Böyle bir pozisyona sahip ikinci bir ülke 
bulabilmek gerçekten çok zor. Başka bir deyişle uzun yıllar sırtını Ortadoğu’ya dönen Türkiye yüzünü bölgeye dönmeye başladıkça ve bölgeyi tanıdıkça 
burada kendisi için ‘büyük bir servetin’ olduğunu fark ediyor, daha da fark edecek.
İsrail ve Türkiye Her şeyden önce Türkiye ve İsrail bölge sorunlarının çözümünde iki farklı ekolü temsil ediyorlar. İsrail (ABD ile birlikte) sorunların çözümünü lider, rejim ve hatta sınır değişikliklerinde görüyor. Irak’ın üçe, en azından ikiye bölünmesi İsrail’in gönlünden geçen bir dilek. Irak gibi bir Arap devinin yeniden, karşısına eski haliyle dikilmesini istemiyor. Dahası Suriye ve İran’ın da ABD eliyle hallini umuyor. 
Suriye’de rejim değişimi, Suriye’nin birkaç parçaya bölünemese bile Lübnan ile ilgilenemeyecek kadar zayıflaması ve iç işlerine dönmesi İsrail’in bir diğer gizli 
dileği. İran’ın ise en azından gücünün budanması ve elini Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin’den çekmesini bekliyor Tel Aviv. İsrail Irak ve diğer ülkelerde tüm 
bu süreç cereyan ederken Filistin sorununu bir veya iki güçsüz ama Batı yanlısı devlet(ler) kurdurarak çözmenin planlarını yapıyor. 
Elbette bu planlarda Türkiye’nin İsrail’in yanında yer alması İsraillilerin en büyük dileği. Aslına bakılırsa İsrail’in derdi Ortadoğu sorunlarına kalıcı çözümlerden 
çok üzerindeki yükü başka ülkelerin sırtına yükleyebilmek.
Türkiye ise Ortadoğu sorunlarının çözümünün lider, sınır veya rejim değişiklikleri ile çözülemeyeceğini, aksine böylesine ‘yüzeysel’ bir yaklaşımın sorunları içinden çıkılamaz bir hale getireceğini düşünüyor. Irak’ın da Filistinleşme sürecine girmiş olması Türkiye’nin kendi tezini savunurken kullandığı önemli kanıtlarından biri. Ancak Türkiye’nin ABD’yi, ya da İsrail’i ikna edebilmesi kolay değil. Bu nedenle Türkiye her iki devletin politikalarını da belli bir noktaya kadar veri olarak almak ve ona göre tedbir geliştirmek zorunda kalıyor.
Türkiye-İsrail ilişkileri ekonomik rakamlar dikkate alındığında tarihinin en iyi düzeyinde. 2007 yılının ilk 6 ayında Türkiye-İsrail ticaret hacmi 1.2 milyar doları 
aştı. Bunun 782 milyon doları Türkiye’nin İsrail’e ihracatı ve bir önceki yıla göre % 29’luk bir artışa denk düşüyor. 1997 tarihli serbest ticaret anlaşması ticari 
ilişkilere ciddi bir ivme getirirken turizm alanında da iyi ilişkiler hızla gelişmeye devam ediyor. 
Türkiye şu anda İsrail’in Ortadoğu’daki en büyük ticari ortağı durumunda. Doğrudan yatırımlar ve diğer faaliyetler dikkate alındığında iki ülke arasındaki toplamekonomik faaliyetlerin 10 milyar doları aştığı tahmin ediliyor. Bu da İsrail gibi nispeten küçük bir ülke için kayda değer bir rakamdır.



Türkiye-İsrail Ticaret Hacminin Seyri


Peres ile Türk yetkililer arasındaki görüşmelerde ekonomik ilişkiler elbette gündeme geldi. Ancak gündem bununla sınırlı değildi ve oldukça yüklü oldu. 
Doğal olarak ilk sırada Filistin sorunu görüşüldü. Türk, İsrailli ve Arap işadamlannı tek bir hedef doğrultusunda bir araya getirmeyi amaçlayan Ankara Forumu’nun Batı Şeria’da bir sanayi bölgesi oluşturması, böylece Filistin’in ekonomik sorunlarını azaltarak barışa katkıda bulunması Türkiye açısından önemli bir adım oldu. Peres de bu girişimi çok yararlı bulduğunu çeşitli defalar tekrarladı.
Şüphesiz iki taraf için de önemli bir diğer konu güvenlik ve terör. İsrailliler İran’ın terörü desteklediğini ve nükleer silahlar elde etmeye çalıştığını her vesile ile 
tekrar ediyorlar ve Türkiye’den de benzeri bir tavır bekliyorlar. Ancak Gül-Peres görüşmesinde tarafların İran konusunda net görüş farklılıkları olduğu anlaşıldı. 
Cumhurbaşkanı Gül, Peres’in iddialarının önemli bir kısmına katılmadı.

Güvenlik boyutunda İsrail’in bir diğer önemsediği konu da Türkiye’ye silah satışı. Silah sanayi İsrail’in önemli gelir kaynaklarından. Çoğunlukla ABD lisanslı 
silahları Washington’un izni ve çoğu kez maddi desteği ile İsrail’de üretiyorlar. Bazı silahlarda ufak değişiklikler yaparak İsrail malı versiyonlar da elde 
ediyorlar. Malum Ortadoğu’daki en iyi silah alıcılarından biri de Türkiye ve İsrail Türklere silah satmayı, silahlarını modernize etmeyi çok istiyor. 

Bu konuda hiçbir fırsatı kaçırmamak için elinden geleni yapıyor. Jerusalem Post’un haberine göre Peres bu gezide Türkiye’ye Arrow balistik füze savunma 
sistemi ile Ofek casus uydularının satışını da gündeme getirdi. Arrow (İngilizce ‘ok’ anlamına geliyor) füze savunma sistemi 1986’dan bu yana ABD’nin 
maddi desteği ile sürdürülüyor. Bu desteğin şimdiye kadar 2 milyar doları aştığı belirtiliyor. Sistem Scud ve Şahap 3 (İran) füzelerine karşı denendi ve 
başarılı bulundu. Halen sistemin Arrow II’si geliştirilmiş durumda ve geliştirme çalışmaları sürüyor. Sistemin daha çok Irak ve İran’a karşı geliştirildiği açık. İsrail’in Türkiye’ye pazarlarken ki argümanı da Türkiye’nin bu sisteme İran’a karşı ihtiyaç duyabileceği varsayımına dayanıyor. 
İsrail Arrow’u Hindistan’a da satmak istedi. Ancak ABD’nin muhalefeti nedeniyle sadece radar kısmı satılabildi. Ofek (İbranice ‘Ufuk’ anlamına geliyor) ise 
İsrail tarafından üretilen bir casus uydu. Bir arabanın plakasını dahi okuyabildiği iddia ediliyor. Üzerinde çeşitli sensörler bulunuyor ve işletme ömrü olarak 
1-3 yıllık süreler belirtiliyor. 
1988’de başlayan çalışmalar şu anda Ofek 7’ye ulaştı. Ofek’in Türkiye’ye katkısı şüphesiz Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu’da istihbarat toplamada olacak. 
İsrail 2008 başı itibariyle bu ürünleri Türkiye’ye satabilmek için hala lobi yapıyor. Ankara göüşmesinden sonra savunma alanındaki önemli bir gelişme 
Türkiye’nin İsrail’den kiraladığı insansız uçakları PKK’ya karşı yoğun bir şekilde kullanmış olmasıdır.

İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres Ankara Görüşmesi esnasında “teröristler F-16 ile kovalanmaz. F-16 ile takip ederek terörle mücadele edemezsiniz. 
Nano gibi yeni teknolojileri kullanmak gerek” derken çantasındaki diğer satılık ürünlere de işaret ediyordu. Bunlar arasında hafif çelik yelekler de var. 
Peres’in sözleri aslında Türkiye’nin yumuşak karnına da işaret ediyor. USAK raporlarının Haziran 2006’da dile getirdiği “balyoz ile sivrisinek öldürülmez” 
sözünün başka bir versiyonunu böylece İsrail’in ağzından da duymuş oluyoruz. 
Nitekim 5 Kasım Zirvesi’nin ardından ABD Başkanı Bush da “sizde istihbarat yok, sizdeki istihbarat ile terörist avlanmaz” mealinde sözler söylemişti. 
Türkiye bu konudaki açıklarını kapayamadığı sürece ABD ve İsrail gibi ülkelerden hem tavsiyeler almaya devam edecektir, hem de bu konuda karşı ülkelere 
ciddi bir koz verecektir.

Görüşmelerdeki bir diğer gündem maddesi de KKTC oldu. Kıbrıs’ta ipler neredeyse tamamen Rumların eline geçtiği için Türkiye’nin manevra alanı tamamen 
daralmış durumda. Buradan çıkışın tek yolu tam bağımsız bir KKTC: Fakat Hükümet, tıpkı kendisinden önceki hükümetler gibi, bu konuda gerekli cesareti gösteremiyor. 
Bu nedenle doğrudan ticaret, doğrudan ulaşım, temsilcilik vb. ara formüller aranıyor. Suriye ile KKTC arasında başlatılan feribot seferleri bu türden önlemler arasındaydı. 
İsrail’den de aynı tür bir uygulama bekleniyor. Hayfa ile Gazi Magosa arasında feribot seferlerine başlanabilmesi ve KKTC’de İsrail’in ticari temsilcilik açması 
Peres’e götürülen öneriler arasında. İsrail’in bu konuda Türkiye’yi ‘kırması’ için herhangi bir neden görünmüyor. Ancak geçen aylar içinde ciddi bir adım da atılmış değil. Hatta KKTC’nin Tel Aviv’de temsilcilik açması önerisinin İsrail tarafından reddedildiği Aralık 2007’de Ha’aretz sayfalarına yansıdı.

Filistin ve Türkiye

Diğer konuk Mahmut Abbas’ın gündemine bakacak olur isek burada işbirliği olanakları daha sınırlı kaldı. Filistin, Hamas’ın Gazze’de kendi idaresini ilan 
etmesinden sonra fiiliyatta iki ayrı ülkeye dönüştü. Mısır-İsrail arasındaki Gazze Hamas kontrolünde ve Batı medyasında ‘Hamasistan’ olarak da adlandırılıyor. Bazı yorumculara göre İsrail bu durumdan hayli memnun. ‘Büyük bir Filistin ile kuşatılmaktansa iki küçük Filistin daha iyi’ diye düşündüğü söyleniyor.

Türkiye’nin Filistin konusundaki en önemli hatası ise Hamas liderini Ankara’ya çağırmak olmuştu. Her ne kadar Başbakan Erdoğan kendisiyle görüşmekten kaçındıysa da Hamas’ı Ankara’da görmek ABD ve İsrail için en kötü kâbuslardan daha kötü bir kâbustu. Ne yazık ki bunun maliyeti Türkiye’ye Kuzey Irak’ta ve Ermeni meselesinde çıkarıldı. TOBB’un inisiyatifiyle başlayan ve Türkiye’nin devlet olarak sahiplendiği yaklaşım Filistin için üretilmiş tek ciddi proje konumunda. Eğer başarılı olur ise hem Türkiye’nin Ortadoğu’daki konumu güçlendirecek, hem de İsrail-ABD yaklaşımlarının alternatifi pratikte geliştirilmiş olacak.
Özetle Türkiye uzun yıllar gönülsüz olduğu Ortadoğu’da istekli ve güçlü bir aktör olarak belirmeye başladı. Eğer Ortadoğu’da Türkiye lehine olan zemin iyi 
kullanılabilir ve ciddi hatalar yapılmaz ise Türkiye’siz bir Ortadoğu düşünmek zorlaşır ve Türkiye istikrar sağlayıcı bir güç olarak güneyini bir bataklık olmaktan 
çıkarmaya ciddi katkılar sağlayabilir.

Bundan sonrası için Ankara’da görmeyi arzuladığımız başka ikililer de var elbette ve bunların başında Esad ile Peres geliyor. Olanaksız mı? Türkiye başkaları 
için olanaksız olanın gerçekleşebileceği bir iklim. Eğer Türkiye bu tür ikilileri Ankara’ya getirmeye devam edebilir ve marjinal ülke ve gruplar ile ‘kör gözüne’ 
görüşmelerden kaçınabilir ise son derece zor bir süreci büyük kazanımlar ile tamamlayabilir.

***

29 Nisan 2020 Çarşamba

ABD nin Terörizm Ülke Raporları 2016 ve Türkiye

ABD  nin Terörizm Ülke Raporları 2016 ve Türkiye 




Hazırlayan: Oktay BİNGÖL
Emekli Tuğ General, Doç. Dr. MSE Bşk. 
ABD’nin Terörizm Ülke Raporları 2016 ve Türkiye 

Giriş., 

ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından yıllık olarak hazırlanan Terörizm Ülke Raporların dan 2016 yılı verilerini ve değerlendirmelerini kapsayanı 19 Temmuz 2017 tarihinde açıklanmıştır.1 

Rapor, Yedi Bölümden oluşmaktadır: 

1 Country Reports on Terrorism 2016, US Department of State, https://www.state.gov/j/ct/rls/crt/2016/index.htm 

• Stratejik Değerlendirme, 

• Ülke Raporları (Altı kısımdan oluşmaktadır: Afrika, Doğu Asya ve Pasifik, Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika, Güney ve Orta Asya ile ABD kıtası), 

• Terörizmi destekleyen ülkeler, 

• Kimyasal, Biyolojik, Radyolojik ve Nükleer Terörizm ile Küresel Mücadele 

• Terörist Güvenli Bölgeler, 

• Yabancı Terör Örgütleri (Tablo 1), 

• Mevzuat İhtiyaçları ve Anahtar Terimler. 


Raporun Türkiye için önem taşıyan bölümlerinde yer alan tespit ve değerlendirmeler müteakip bölümlerde sunulmaktadır. 

Türkiye Terörizm Raporu., 

Türkiye Terörizm Raporu, 2’nci Bölüm 3’üncü Kısım’da yer almaktadır. Raporda, PKK, TAK, IŞİD ve DHKP-C’nin Türkiye’de terör eylemeleri yaptığı, Hükümetin bu örgütlere ilaveten ülke içinde faaliyet gösteren Türkiye’deki Hizbullah, TKP/ML ve TİKKO, MLKP gibi çok sayıda örgütü terör örgütü olarak ilan ettiği ifade edilmektedir. Türkiye’nin PKK bağlantısı nedeniyle Suriye’de PYD ve askerî kanadı YPG’yi terör örgütü olarak kabul ettiği belirtilmekte, bu cümlenin ardından Türkiye’nin HAMAS’ın siyasi lideri Halid Meşal ile diplomatik işbirliğine devam ettiği vurgulanmaktadır. Bu şekilde, ABD’nin terör örgütü olarak ilan ettiği Hamas’a Türkiye’nin desteği öne çıkarılırken ABD’nin PYD/YPG ile işbirliği normalleştirilmeye çalışılmaktadır. 

Raporda, kendi isteğiyle ABD’de “sürgünde” yaşayan "din adamı" Fetullah Gülen’in dini hareketinin Türkiye’de Milli Güvenlik Kurulu’nun 26 Mayıs 2016’da aldığı kararla terör örgütü olarak kabul edildiği ve FETÖ olarak adlandırıldığı ifade edilmektedir. Türkiye’de Hükümetin Gülen Hareketi'nin 15 Temmuz 
darbe girişimini planladığı ve yönettiğini iddia ettiği, FETÖ’nün Körfez İşbirliği Örgütü ve İslam İşbirliği Örgütü tarafından terör örgütü olarak kabul edildiği belirtilmektedir. Raporda Türkiye’nin FETÖ hakkındaki işlemlerine yer verilmekle birlikte terimler tırnak içinde kullanılarak ve iddia olduğu belirtilerek ABD yönetiminin Türkiye’nin kararlarına şüphe ile yaklaşıldığına işaret edilmektedir. Bölüm içinde FETÖ yerine Gülen Hareketi teriminin tercih edilmesi, FETÖ ile ilgili paragrafta 15 Temmuz sonrası OHAL ilanı ile kamu görevlerinden ihraçların ve tutuklamaların fazlalığına vurgu yapılması dikkat çekmektedir. 

Raporda dikkat çeken diğer bir konu, Türkiye’de terörizmin geniş tanımına ve ABD’nin ifade ve toplanma özgürlüğü olarak gördüklerinin Türkiye’de suç olarak kabul edilmesine yönelik eleştiridir. Türkiye’de yetkililerin, siyasi muhalifleri, gazetecileri ve aktivistleri etkisizleştirmek için mevcut yasaları geniş olarak yorumladıkları öne sürülmektedir. 20 Temmuz 2016’dan beri devam eden OHAL nedeniyle şüphelilerin adil yargılanma hakkının ihlal edildiği, mahkemelerin yetersiz delillerle tutuklamalar yaptığı diğer bir eleştiridir. 

Raporda Türkiye’nin IŞİD ile 2016 yılındaki mücadelesine özel bir vurgu olduğu görülmektedir. 
Ayrıca Türkiye’nin aldığı sınır güvenlik tedbirleri, radikalleşmenin önlenmesi yönündeki çabaları, uluslararası terörizmin finansmanının kesilmesine yönelik girişimleri ile uluslararası işbirliğine olumlu vurgular öne çıkmaktadır. 

Yabancı Terör Örgütleri., 

Raporun 6’ncı bölümünde ABD’nin terör örgütü olarak kabul ettiği 61 örgüt sıralanmaktadır. Bu örgütler içinde El kaide ve IŞİD bağlantılı olanlar çoğunluğu oluşturmaktadır. Türkiye’den PKK ve DHKP-C listede yer alırken FETÖ, PYD/YPG, TKP/ML TİKKO ve Türkiye’deki Hizbullah yer almamaktadır. 

Türkiye’nin terör örgütü olarak kabul etmediği başta HAMAS olmak üzere çok sayıda örgüt ABD listesinde yer almaktadır. 

Teröre Destek Veren Ülkeler., 

Raporun 3’üncü bölümünde İran, Sudan ve Suriye’nin teröre destek veren ülkeler olduğu ifade edilmektedir. 

İran’ın; Suriye, Irak, Lübnan, Filistin ve Bahreyn’deki gruplara; Sudan’ın; Abu Nidal, Filistin İslami Cihadı, Hamas ve Hizbullah’a; Suriye’nin ise 2011’den itibaren ülke içindeki yandaş terör gruplarına destek verdiği ve El Kaide bağlantılı gruplara zaman zaman ılımlı davrandığı ifade edilmektedir. 

Teröristler İçin Güvenli Bölgeler 

Raporun 5’inci bölümünde teröristler için güvenli bölgeler olarak; Somali, Mali, Yemen, Suriye, Irak, Mısır, Lübnan, Libya, Pakistan, Afganistan, Kolombiya, Venezüella ve Filipinler’in tespit edilmiş bölgeleri dikkat çekmektedir. 

Rapora İlişkin Değerlendirme 

ABD’nin raporunda kendisinin ve yakın müttefiklerinin ulusal güvenliğine ve ABD’nin ülke dışındaki tesis ve personeline tehdit teşkil eden gruplara ağırlık verdiği, bu kapsamda El Kaide ve bağlantılı grupların öncelik aldığı görülmekte dir. ABD’nin terörizmle uluslararası mücadelede sıklet merkezinin, içinde etkin olarak yer aldığı uluslararası kuruluşların kararlarına diğer ülkelerin uymasını ve 
işbirliği yapmasını sağlamaya yönelik olduğu, bu kapsamda terörizmin finansmanını kesmeyi ve personel teminini engellemeyi sağlayacak tedbirlere öncelik verildiği görülmektedir. 

ABD’nin, kimyasal, biyolojik, radyolojik ve nükleer silahların terör örgütleri tarafından kullanılmasını öncelikli bir tehdit olarak görürken, siber teröre ağırlıklı vurgu yapmamasının, siber savunma/taarruz kapasitesine duyduğu güveni yansıttığı düşünülmektedir. 

Türkiye ile ABD arasında terörizm kavramı, terör örgütü tanımı ve cezai tedbirler konusunda önemli farklılıklar olduğu rapora da yansıtılmıştır. Bu kapsamda önümüzdeki dönemde FETÖ ve PYD/YPG’nin terör örgütü olarak kabul edilmesinde bir ilerleme yaşanmasının zor olduğu kıymetlendirilmektedir. 


Tablo 1. ABD'nin Yabancı Terör Örgütleri Listesi-2016 

1. Abdallah Azzam Brigades (AAB) 
2. Abu Nidal Organization (ANO) 
3. Abu Sayyaf Group (ASG) 
4. Al-Aqsa Martyrs Brigade (AAMB) 
5. Ansar al-Dine (AAD) 
6. Ansar al-Islam (AAI) 
7. Ansar al-Shari’a in Benghazi (AAS-B) 
8. Ansar al-Shari’a in Darnah (AAS-D) 
9. Ansar al-Shari’a in Tunisia (AAS-T) 
10. Army of Islam (AOI) 
11. Asbat al-Ansar (AAA) 
12. Aum Shinrikyo (AUM) 
13. Basque Fatherland and Liberty (ETA) 
14. Boko Haram (BH) 
15. Communist Party of Philippines/New People’s Army (CPP/NPA) 
16. Continuity Irish Republican Army (CIRA) 
17. Gama’a al-Islamiyya (IG) 
18. Hamas 
19. Haqqani Network (HQN) 
20. Harakat ul-Jihad-i-Islami (HUJI) 
21. Harakat ul-Jihad-i-Islami/Bangladesh (HUJI-B) 
22. Harakat ul-Mujahideen (HUM) 
23. Hizballah 
24. Indian Mujahedeen (IM) 
25. Islamic Jihad Union (IJU) 
26. Islamic Movement of Uzbekistan (IMU) 
27. Islamic State of Iraq and Syria (ISIS) 
28. Islamic State’s Khorasan Province (ISIS-K) 
29. ISIL-Libya 
30. ISIL Sinai Province (ISIL-SP) 
31. Jama’atu Ansarul Muslimina Fi Biladis- Sudan (Ansaru) 
32. Jaish-e-Mohammed (JeM) 
33. Jaysh Rijal Al-Tariq Al-Naqshabandi (JRTN) 
34. Jemaah Ansharut Tauhid (JAT) 
35. Jemaah Islamiya (JI) 
36. Jundallah 
37. Kahane Chai 
38. Kata’ib Hizballah (KH) 
39. Kurdistan Workers’ Party (PKK) 
40. Lashkar e-Tayyiba (LeT) 
41. Lashkar i Jhangvi (LJ) 
42. Liberation Tigers of Tamil Eelam (LTTE) 
43. Mujahidin Shura Council in the Environs of Jerusalem (MSC) 
44. Al-Mulathamun Battalion (AMB) 
45. National Liberation Army (ELN) 
46. Al-Nusrah Front (ANF) 
47. Palestine Islamic Jihad (PIJ) 
48. Palestine Liberation Front – Abu Abbas Faction (PLF) 
49. Popular Front for the Liberation of Palestine (PFLP) 
50. Popular Front for the Liberation of Palestine-General Command (PFLP-GC) 
51. Al-Qa’ida (AQ) 
52. Al-Qa’ida in the Arabian Peninsula (AQAP) 
53. Al-Qa’ida in the Indian Subcontinent (AQIS) 
54. Al-Qa’ida in the Islamic Maghreb (AQIM) 
55. Real IRA (RIRA) 
56. Revolutionary Armed Forces of Colombia (FARC) 
57. Revolutionary People’s Liberation Party/Front (DHKP/C) 
58. Revolutionary Struggle (RS) 
59. Al-Shabaab (AS) 
60. Shining Path (SL) 
61. Tehrik-e Taliban Pakistan (TTP) 


www.merkezstrateji.com 
bilgi@merkezstrateji.com 
Analiz@merkezstrateji.com 
Tlf.: +90 3122362199 
GSM: +90 5332303018 

http://merkezstrateji.com/


***