Libya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Libya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2020 Pazartesi

Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye. BÖLÜM 2

Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye. BÖLÜM 2


Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi, Türkiye,Atilla SANDIKLI,Ali SEMİN,Orta Doğuda Değişim, 


     Esed iktidarının reform taleplerini dikkate almaması, halk kitlelerinin muhalefetine şiddetle karşılık vermesi Suriye’deki sürecin niteliğini de değiştirmiştir. 
Esed yönetimine bağlı güvenlik güçlerinin (polis, ordu ve istihbarat) gösterilere 
şiddetle mukabelede bulunmasıyla muhalif unsurlar silahlı mücadeleye yönelmiştir. 
Kitle yürüyüşleri biçiminde ortaya çıkan muhalefet hareketi böylece Baas rejimine karşı silahlı bir ayaklanmaya dönüşmüş ve taraflar arasındaki çatışma süreç içinde ülke geneline yayılarak iç savaş halini almıştır. 
Güvenlik güçlerinin muhalefet hareketini bastırmak için uyguladığı şiddet ve müteakiben başlayan çatışmalar sonucunda 10 binlerce Suriyeli hayatını kaybetmiş ve yaralanmış, 10 milyondan fazla vatandaş yurtiçinde yerlerinden edilmiş ve 100 binlerce kişi ülkeyi terk etmiştir.
Suriye’de iç savaşa dönüşen kriz ülke sınırlarının ötesinde sonuçlar ortaya 
çıkarmıştır. Kriz; bölgesel ve küresel bir anlaşmazlığa sebep olmuş, Orta 
Doğu’da Şii-Sünni gerilimine zemin hazırlamış, Suriyeli sığınmacılar sorununu 
doğurmuş, PKK/KCK terör örgütüne farklı bir hareket alanı sağlamış ve böylece Türkiye’yi güneyde meşgul edecek bir istikrarsızlık meydana getirmiştir. 
Ulusal ölçekteki çatışmanın bölgesel ve küresel bir anlaşmazlık halini aldığı 
Suriye krizi üç düzeyde değerlendirilebilir. Ulusal düzeyde otoriter Baas yönetimiyle ayaklanan ve silahlanan halk arasında iç savaşa dönüşen bir çatışma 
vardır. Bölgesel düzeyde, ayaklanan halk lehinde tutum geliştiren ülkelerle 
Şam’da yönetim değişikliğine karşı çıkarak Esed rejimini destekleyen İran 
arasında bir nüfuz mücadelesi söz konusudur. Türkiye ve genel olarak Arap 
dünyası, Suriye halkının demokratik ve ekonomik hak ve özgürlük taleplerini 
desteklemekte, Baas iktidarı tekelinin son bulması gerektiğini beyan etmektedir. 
Tahran ise Suriye’de Nusayri azınlığın etkili olduğu mevcut iktidarın 
varlığını sürdürmesi gerektiğini savunmaktadır. İran, Suriye’de Esed iktidarı 
çözülürse kendi rejiminin tehlikeye girebileceğini, bölgedeki rejim değişikliği 
dalgasında sıranın kendisine gelebileceğini değerlendirmektedir. Tahran, Esed 
iktidarının devrilmesiyle Orta Doğu’da gerçekleştirmeye çalıştığı Şii hilali 
projesinin de akamete uğrayacağını hesap etmektedir. 

Küresel düzeyde ise demokratikleşme hareketlerini destekleyen aktörlerle 
otoriter yönetimleri destekleyen aktörler arasında bir mücadeleden bahsedilebilir. 
Suriye krizi, Rusya ve Çin’i yakın gelecekte kendi iç işlerine karışılabileceği 
yönünde endişelendirmektedir. Rus ve Çinli karar mercileri, Suriye’de 
bir dış müdahale ile Esed rejiminin devrilmesinden sonra sıranın gelecekte 
kendilerine de gelebileceği ihtimalini göz önünde bulundurmaktadır. BM Güvenlik 
Konseyi daimi üyesi bu iki ülkenin Suriye’ye uluslararası müdahaleye 
mesnet teşkil edebilecek kararları engellemesi ve Rusya’nın iktidar değişimini 
önlemek için Esed rejimine sağladığı destek böyle bir mücadelenin yansıması 
olarak değerlendirilebilir. Nitekim otoriter yönetimleri destekleyen aktörlerle 
demokratik dinamikleri destekleyen aktörler arasındaki ayrışma Suriye’deki 
krizle sınırlı değildir. Irak’ta otoriterleşme eğilimleri göstermeye başlayan 
Maliki iktidarının Rusya’ya yaklaşması da küresel düzeydeki bu ayrışmaya 
örnek verilebilir.

Uluslararası ilişkilerde ülkelere dış müdahale konusunda iki farklı trendin 
ön plana çıktığı, bu trendlerin Suriye krizinin küresel düzeyde bir anlaşmazlık 
haline gelmesinde etkili olduğu ifade edilebilir. Rusya ve Çin gibi ülkeler 
tarafından benimsenen birinci trend, Vestfalyan egemenliği savunmakta, 
devletlerin iç işlerine müdahaleye itiraz etmektedir. Batılı ülkeler tarafından 
geliştirilen ikinci trend ise devletlerin egemenlik ilkesini tanımakla birlikte, 
planlı insan hakları ihlallerinin büyük boyutlara ulaşması durumunda dış müdahalenin gerçekleştirilebileceği görüşünü savunmaktadır Soğuk Savaş sonrası 
dönemde BM sistemi ve NATO vasıtasıyla Batılı devletlerin öncülüğünde 
çeşitli kriz bölgelerinde gerçekleştirilen dış müdahaleler iki farklı trendin belirginleşmesine yol açmıştır. Suriye krizinde ise iki trend karşı karşıya gelmiş, 
krizi çözüme kavuşturabilecek adımlar konusunda küresel düzeyde tesis 
edilebilecek bir mutabakatı imkânsız kılmıştır. Nitekim bu konu halen Devlet 
Hukukunun tartışmalı konuları arasında yer almaya devam etmektedir.
Kriz nedeniyle Suriyeliler evini terk ederek yurtiçinde farklı bölgelere ve 
yurtdışına (Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak’a) göç etmek zorunda kalmaktadır. 
Türkiye’ye giriş yapan sığınmacı sayısı 2012 Ekim ayı içinde Ankara’nın 
“psikolojik sınır” olarak belirlediği 100 bini geçmiş ve katlanarak artmıştır. 
Türkiye’ye giriş yapan sığınmacı sayısındaki artışa bağlı olarak Suriye’nin 
kuzeyinde bir tampon bölge kurulması böylece daha sık gündeme gelebilir. 
Suriye’deki iç savaşın hâlihazırdaki seyri devam ederse yurtiçinde yerinden 
edilmiş ve yurtdışına çıkan toplam sığınmacıların sayısının yakın zamanda 4 
milyonu geçebileceği tahmin edilmektedir.

Suriye krizinde Esed rejiminin, kuzey ve kuzeydoğudaki Kürt nüfusun muhalefete 
katılmasını engellemek amacıyla PKK/KCK terör örgütü ve aynı çizgideki 
PYD ile birlikte hareket etmeye başladığı yönünde basın yayın organlarında 
haberler yer almaktadır. Kriz başlayınca Esed rejiminin Kürtleri kendi 
tarafına çekmek maksadıyla PYD’yi kullanmaya başladığı ve PKK/KCK’yı 
kullanarak Türkiye’ye karşı komplo içinde olduğu yönünde duyumlar vardır. 
Türkiye PKK/KCK terör örgütü ve PYD’nin bölgedeki faaliyetlerini teyakkuzla 
takip etmelidir. Ancak Suriye Kürtleri arasında birlik olmadığı, bölünmeler 
ortaya çıktığı ve bütün Kürtlerin PYD’ye sempati duymadığı dikkate alınmalıdır. 

Türkiye ve Suriye’de sınıra yakın yerleşim birimlerinde yaşayan 
Kürtler arasında akrabalık bağlarının da olduğu bilinmektedir. Türkiye, bu nedenle 
PYD konusundaki hassasiyetinin bölgedeki Kürtlerde kaygılara neden 
olmasına fırsat vermemeli, Suriye Kürtleri ile iyi ilişkiler içinde olmalıdır.
Suriye krizi, krizin sebep olduğu bölgesel ve küresel anlaşmazlık, bölgede 
Şii-Sünni geriliminin belirginleşmesi, sığınmacılar sorunu ve PKK/KCK terör 
örgütünün Orta Doğu’da yeni bir hareket alanına kavuşması Türkiye’nin güneyinde istikrarsızlığa yol açmaktadır. Suriye krizi bu bağlamda Ankara’nın 
Orta Doğu’daki girişimlerini kesintiye uğratabilecek, Türkiye’nin bölgedeki 
artan nüfuzunu sınırlandırabilecek bir çatışma zemini doğurmaktadır.
Suriye’deki halk hareketi, diğer Arap ülkelerindeki başarılı süreçlere nazaran 
kısa sürede olumlu bir sonuca gidememiştir. Tunus ve Mısır’da iktidardaki 
liderlerin devrildiği aylarda Suriye’de kitlesel gösteriler başlamış ancak yaklaşık 
üç yıl geçmesine rağmen Esed rejimi varlığını korumaya devam etmiştir. 
İktidar değişikliğinin gerçekleştiği Arap ülkelerinden farklı olarak Suriye’de 
Esed rejiminin varlığını sürdürmesine imkân tanıyan ve muhalefet hareketinin 
muvaffak olmasını engelleyen bazı şartlar belirleyici olmuştur.

Suriye’de nüfus Tunus, Mısır ve Libya’dan farklı olarak homojen değildir ve 
iktidar büyük bölümünü Nusayri azınlığın oluşturduğu Baas ideolojisine sahip 
geniş bir çıkar grubunun denetimindedir. Suriye’de muhalefet hareketi başlayınca 
Esed rejimi Bin Ali, Kaddafi ve Mübarek iktidarlarının aksine güçlü bir 
dış destek almıştır. Suriye’de ortaya çıkan muhalefet zayıf kalmış, kendi içinde 
birlik sağlayamamış ve silahlanma aşamasına erken geçerek Esed rejiminin 
elini güçlendirmiştir. Batılı ülkeler Suriye krizinde Libya’dakinden farklı bir 
tutum sergilemiş, Türkiye krize müdahil oldukça geri çekilmiş, söylemde halk 
hareketini desteklerken eylemde çekimser kalmıştır.

Suriye’de Beşşar Esed’in mensubu olduğu Nusayriler devletin bütün kurumlarında 
etkilidir. Ülke nüfusunun %12’sini oluşturduğu tahmin edilen Nusayri 
azınlık, Baas Partisi aracılığıyla siyasi iktidarı ve bürokrasiyi farklı etnik ve 
dini unsurlar arasında kurduğu çıkar ilişkileri üzerinden kontrol etmektedir. 
Suriye’de Esed rejiminden çıkar sağlayan geniş bir kitlenin varlığı rejimin 
devrilmesini zorlaştırmış, bu kitle bir varoluş mücadelesi vererek iktidar değişimine karşı direnç göstermiştir.

Suriye’de Nusayri azınlık aynı zamanda ordunun komuta kademesini ve üst 
düzey subay sınıfını oluşturmaktadır. Bu nedenle Suriye’de muhalefet hareketi 
ortaya çıktığında askeri bürokrasideki üst düzey yetkililerin çoğunluğu 
Esed iktidarından ayrılmamıştır. Bazı politikacı, diplomat ve askerler muhalif 
saflarda yer alsa da, muhalefet cephesine katılım düzeyi Esed rejiminin gücünü 
ve etkisini büyük ölçüde kıramamıştır. Ordu komutasının Nusayri subayların 
elinde olması, Esed iktidarına muhalefet hareketine silahlı kuvvetle 
karşılık verme imkânını tanımış ve ordunun saf değiştirme ihtimalini ortadan 
kaldırmıştır. Nusayrilerin Suriye silahlı kuvvetleri üzerindeki hâkimiyeti Şebbihaların (Esed ailesine yakın korumalık yapan silahlı askerler) kısa sürede 
devreye girmesini kolaylaştırmış, Esed rejiminin göstericilere müdahalesini 
hızlandırmıştır.
Esed rejiminin muhalefet hareketine karşı aldığı dış destek, rejimin bugüne 
kadar ayakta kalmasına önemli katkı sağlamıştır. BM Güvenlik Konseyi daimi 
üyesi Rusya, Suriye’de rejim değişikliğine karşı çıkmış, Esed rejimini 
kınayan karar tasarılarını Çin ile birlikte veto etmiştir. Suriye’ye yaptırım ve 
uluslararası müdahaleyi mümkün kılabilecek karar tasarılarının Konsey tarafından 
kabul edilmesini engelleyen Moskova, Esed rejimine silah ve mühim
mat temin etmektedir. Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Mısır’da bir gazeteye 
verdiği röportajda konu ile ilgili olarak Moskova-Şam arasındaki silah 
ticareti anlaşmalarının Sovyet dönemine dayandığını, Rusya’nın bu çerçevede 
Suriye’ye silah ihraç etmeye devam ettiğini ifade etmiştir. Suriye’ye sadece 
2011 yılında 1 milyar dolar değerinde silah satan Rusya, bu satışı Suriye’yi dış 
tehditlere karşı koruma amacıyla gerçekleştirdiğini beyan etmiştir.5
Rusya’nın yanı sıra Esed rejimine sağlanan dış desteğin önemli kısmının 
İran’dan geldiği gözlemlenmiştir. İran, Suriye’de halk hareketi kitlesel gösteriler 
şeklinde ortaya çıktıktan sonra Esed rejiminin yıkılmasını önlemek 
amacıyla tüm imkânlarını seferber etmiştir. Tahran, uluslararası platformlarda 
Suriye’ye dış müdahaleye karşı çıkmış, Suriye krizinin Güvenlik Konseyi’ne 
taşınmasına itiraz etmiştir. Esed iktidarına gösterilerin bastırılmasına yönelik 
profesyonel danışmanlık desteği veren ve istihbarat sistemleri tedarik eden 
İran, Suriye’de çatışmalar başlayınca bu ülkeye askeri teçhizat ve mühimmat 
sağlamaya başlamış, Devrim Muhafızları’nı göndermiştir. İran Devrim 
Muhafızları Komutanı Muhammed Ali Caferi 16 Eylül 2012 tarihinde yaptığı 
açıklamada Devrim Muhafızlarının ve Kudüs Tugaylarının Esed rejiminin 
ayaklanmayı bastırmasına destek olmak için Suriye’de bulunduğunu teyit etmiştir.
6 Irak’ta Maliki iktidarı da Esed rejiminin varlığını sürdürmesine destek 
sağlamış, Arap Birliği’nin Suriye aleyhinde aldığı yaptırım kararlarını uygulamamıştır.

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

5 “Russia Supplying Arms to Syria Under Old Contracts- Lavrov”, Ahram Online, 5 Kasım 2012, 
     http://english.ahram.org.eg/NewsContent/2/8/57187/World/Region/Russia-supplying-arms-to-Syria-under-old-contracts.aspx , Erişim: 08.11.2012
6 “Iran Confirms It Has Forces in Syria and Will Take Military Action If Pushed”, The Guardian, 16 Eylül 2012, 
     http://www.guardian.co.uk/world/2012/sep/16/iran- middleeast, Erişim: 08.11.2012 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

29 Nisan 2020 Çarşamba

ABD nin Terörizm Ülke Raporları 2016 ve Türkiye

ABD  nin Terörizm Ülke Raporları 2016 ve Türkiye 




Hazırlayan: Oktay BİNGÖL
Emekli Tuğ General, Doç. Dr. MSE Bşk. 
ABD’nin Terörizm Ülke Raporları 2016 ve Türkiye 

Giriş., 

ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından yıllık olarak hazırlanan Terörizm Ülke Raporların dan 2016 yılı verilerini ve değerlendirmelerini kapsayanı 19 Temmuz 2017 tarihinde açıklanmıştır.1 

Rapor, Yedi Bölümden oluşmaktadır: 

1 Country Reports on Terrorism 2016, US Department of State, https://www.state.gov/j/ct/rls/crt/2016/index.htm 

• Stratejik Değerlendirme, 

• Ülke Raporları (Altı kısımdan oluşmaktadır: Afrika, Doğu Asya ve Pasifik, Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika, Güney ve Orta Asya ile ABD kıtası), 

• Terörizmi destekleyen ülkeler, 

• Kimyasal, Biyolojik, Radyolojik ve Nükleer Terörizm ile Küresel Mücadele 

• Terörist Güvenli Bölgeler, 

• Yabancı Terör Örgütleri (Tablo 1), 

• Mevzuat İhtiyaçları ve Anahtar Terimler. 


Raporun Türkiye için önem taşıyan bölümlerinde yer alan tespit ve değerlendirmeler müteakip bölümlerde sunulmaktadır. 

Türkiye Terörizm Raporu., 

Türkiye Terörizm Raporu, 2’nci Bölüm 3’üncü Kısım’da yer almaktadır. Raporda, PKK, TAK, IŞİD ve DHKP-C’nin Türkiye’de terör eylemeleri yaptığı, Hükümetin bu örgütlere ilaveten ülke içinde faaliyet gösteren Türkiye’deki Hizbullah, TKP/ML ve TİKKO, MLKP gibi çok sayıda örgütü terör örgütü olarak ilan ettiği ifade edilmektedir. Türkiye’nin PKK bağlantısı nedeniyle Suriye’de PYD ve askerî kanadı YPG’yi terör örgütü olarak kabul ettiği belirtilmekte, bu cümlenin ardından Türkiye’nin HAMAS’ın siyasi lideri Halid Meşal ile diplomatik işbirliğine devam ettiği vurgulanmaktadır. Bu şekilde, ABD’nin terör örgütü olarak ilan ettiği Hamas’a Türkiye’nin desteği öne çıkarılırken ABD’nin PYD/YPG ile işbirliği normalleştirilmeye çalışılmaktadır. 

Raporda, kendi isteğiyle ABD’de “sürgünde” yaşayan "din adamı" Fetullah Gülen’in dini hareketinin Türkiye’de Milli Güvenlik Kurulu’nun 26 Mayıs 2016’da aldığı kararla terör örgütü olarak kabul edildiği ve FETÖ olarak adlandırıldığı ifade edilmektedir. Türkiye’de Hükümetin Gülen Hareketi'nin 15 Temmuz 
darbe girişimini planladığı ve yönettiğini iddia ettiği, FETÖ’nün Körfez İşbirliği Örgütü ve İslam İşbirliği Örgütü tarafından terör örgütü olarak kabul edildiği belirtilmektedir. Raporda Türkiye’nin FETÖ hakkındaki işlemlerine yer verilmekle birlikte terimler tırnak içinde kullanılarak ve iddia olduğu belirtilerek ABD yönetiminin Türkiye’nin kararlarına şüphe ile yaklaşıldığına işaret edilmektedir. Bölüm içinde FETÖ yerine Gülen Hareketi teriminin tercih edilmesi, FETÖ ile ilgili paragrafta 15 Temmuz sonrası OHAL ilanı ile kamu görevlerinden ihraçların ve tutuklamaların fazlalığına vurgu yapılması dikkat çekmektedir. 

Raporda dikkat çeken diğer bir konu, Türkiye’de terörizmin geniş tanımına ve ABD’nin ifade ve toplanma özgürlüğü olarak gördüklerinin Türkiye’de suç olarak kabul edilmesine yönelik eleştiridir. Türkiye’de yetkililerin, siyasi muhalifleri, gazetecileri ve aktivistleri etkisizleştirmek için mevcut yasaları geniş olarak yorumladıkları öne sürülmektedir. 20 Temmuz 2016’dan beri devam eden OHAL nedeniyle şüphelilerin adil yargılanma hakkının ihlal edildiği, mahkemelerin yetersiz delillerle tutuklamalar yaptığı diğer bir eleştiridir. 

Raporda Türkiye’nin IŞİD ile 2016 yılındaki mücadelesine özel bir vurgu olduğu görülmektedir. 
Ayrıca Türkiye’nin aldığı sınır güvenlik tedbirleri, radikalleşmenin önlenmesi yönündeki çabaları, uluslararası terörizmin finansmanının kesilmesine yönelik girişimleri ile uluslararası işbirliğine olumlu vurgular öne çıkmaktadır. 

Yabancı Terör Örgütleri., 

Raporun 6’ncı bölümünde ABD’nin terör örgütü olarak kabul ettiği 61 örgüt sıralanmaktadır. Bu örgütler içinde El kaide ve IŞİD bağlantılı olanlar çoğunluğu oluşturmaktadır. Türkiye’den PKK ve DHKP-C listede yer alırken FETÖ, PYD/YPG, TKP/ML TİKKO ve Türkiye’deki Hizbullah yer almamaktadır. 

Türkiye’nin terör örgütü olarak kabul etmediği başta HAMAS olmak üzere çok sayıda örgüt ABD listesinde yer almaktadır. 

Teröre Destek Veren Ülkeler., 

Raporun 3’üncü bölümünde İran, Sudan ve Suriye’nin teröre destek veren ülkeler olduğu ifade edilmektedir. 

İran’ın; Suriye, Irak, Lübnan, Filistin ve Bahreyn’deki gruplara; Sudan’ın; Abu Nidal, Filistin İslami Cihadı, Hamas ve Hizbullah’a; Suriye’nin ise 2011’den itibaren ülke içindeki yandaş terör gruplarına destek verdiği ve El Kaide bağlantılı gruplara zaman zaman ılımlı davrandığı ifade edilmektedir. 

Teröristler İçin Güvenli Bölgeler 

Raporun 5’inci bölümünde teröristler için güvenli bölgeler olarak; Somali, Mali, Yemen, Suriye, Irak, Mısır, Lübnan, Libya, Pakistan, Afganistan, Kolombiya, Venezüella ve Filipinler’in tespit edilmiş bölgeleri dikkat çekmektedir. 

Rapora İlişkin Değerlendirme 

ABD’nin raporunda kendisinin ve yakın müttefiklerinin ulusal güvenliğine ve ABD’nin ülke dışındaki tesis ve personeline tehdit teşkil eden gruplara ağırlık verdiği, bu kapsamda El Kaide ve bağlantılı grupların öncelik aldığı görülmekte dir. ABD’nin terörizmle uluslararası mücadelede sıklet merkezinin, içinde etkin olarak yer aldığı uluslararası kuruluşların kararlarına diğer ülkelerin uymasını ve 
işbirliği yapmasını sağlamaya yönelik olduğu, bu kapsamda terörizmin finansmanını kesmeyi ve personel teminini engellemeyi sağlayacak tedbirlere öncelik verildiği görülmektedir. 

ABD’nin, kimyasal, biyolojik, radyolojik ve nükleer silahların terör örgütleri tarafından kullanılmasını öncelikli bir tehdit olarak görürken, siber teröre ağırlıklı vurgu yapmamasının, siber savunma/taarruz kapasitesine duyduğu güveni yansıttığı düşünülmektedir. 

Türkiye ile ABD arasında terörizm kavramı, terör örgütü tanımı ve cezai tedbirler konusunda önemli farklılıklar olduğu rapora da yansıtılmıştır. Bu kapsamda önümüzdeki dönemde FETÖ ve PYD/YPG’nin terör örgütü olarak kabul edilmesinde bir ilerleme yaşanmasının zor olduğu kıymetlendirilmektedir. 


Tablo 1. ABD'nin Yabancı Terör Örgütleri Listesi-2016 

1. Abdallah Azzam Brigades (AAB) 
2. Abu Nidal Organization (ANO) 
3. Abu Sayyaf Group (ASG) 
4. Al-Aqsa Martyrs Brigade (AAMB) 
5. Ansar al-Dine (AAD) 
6. Ansar al-Islam (AAI) 
7. Ansar al-Shari’a in Benghazi (AAS-B) 
8. Ansar al-Shari’a in Darnah (AAS-D) 
9. Ansar al-Shari’a in Tunisia (AAS-T) 
10. Army of Islam (AOI) 
11. Asbat al-Ansar (AAA) 
12. Aum Shinrikyo (AUM) 
13. Basque Fatherland and Liberty (ETA) 
14. Boko Haram (BH) 
15. Communist Party of Philippines/New People’s Army (CPP/NPA) 
16. Continuity Irish Republican Army (CIRA) 
17. Gama’a al-Islamiyya (IG) 
18. Hamas 
19. Haqqani Network (HQN) 
20. Harakat ul-Jihad-i-Islami (HUJI) 
21. Harakat ul-Jihad-i-Islami/Bangladesh (HUJI-B) 
22. Harakat ul-Mujahideen (HUM) 
23. Hizballah 
24. Indian Mujahedeen (IM) 
25. Islamic Jihad Union (IJU) 
26. Islamic Movement of Uzbekistan (IMU) 
27. Islamic State of Iraq and Syria (ISIS) 
28. Islamic State’s Khorasan Province (ISIS-K) 
29. ISIL-Libya 
30. ISIL Sinai Province (ISIL-SP) 
31. Jama’atu Ansarul Muslimina Fi Biladis- Sudan (Ansaru) 
32. Jaish-e-Mohammed (JeM) 
33. Jaysh Rijal Al-Tariq Al-Naqshabandi (JRTN) 
34. Jemaah Ansharut Tauhid (JAT) 
35. Jemaah Islamiya (JI) 
36. Jundallah 
37. Kahane Chai 
38. Kata’ib Hizballah (KH) 
39. Kurdistan Workers’ Party (PKK) 
40. Lashkar e-Tayyiba (LeT) 
41. Lashkar i Jhangvi (LJ) 
42. Liberation Tigers of Tamil Eelam (LTTE) 
43. Mujahidin Shura Council in the Environs of Jerusalem (MSC) 
44. Al-Mulathamun Battalion (AMB) 
45. National Liberation Army (ELN) 
46. Al-Nusrah Front (ANF) 
47. Palestine Islamic Jihad (PIJ) 
48. Palestine Liberation Front – Abu Abbas Faction (PLF) 
49. Popular Front for the Liberation of Palestine (PFLP) 
50. Popular Front for the Liberation of Palestine-General Command (PFLP-GC) 
51. Al-Qa’ida (AQ) 
52. Al-Qa’ida in the Arabian Peninsula (AQAP) 
53. Al-Qa’ida in the Indian Subcontinent (AQIS) 
54. Al-Qa’ida in the Islamic Maghreb (AQIM) 
55. Real IRA (RIRA) 
56. Revolutionary Armed Forces of Colombia (FARC) 
57. Revolutionary People’s Liberation Party/Front (DHKP/C) 
58. Revolutionary Struggle (RS) 
59. Al-Shabaab (AS) 
60. Shining Path (SL) 
61. Tehrik-e Taliban Pakistan (TTP) 


www.merkezstrateji.com 
bilgi@merkezstrateji.com 
Analiz@merkezstrateji.com 
Tlf.: +90 3122362199 
GSM: +90 5332303018 

http://merkezstrateji.com/


***

16 Temmuz 2019 Salı

Suriye’de Bölgesel ve Küresel Stratejik Hesaplaşma.,

Suriye’de Bölgesel ve Küresel Stratejik Hesaplaşma., 



Ali SEMİN
BİLGESAM Orta Doğu ve Güvenlik Uzmanı
15.05.2018

Orta Doğu bölgesinin tarihsel arka planına bakıldığında pek çok iç savaşa ve bölgesel-küresel güç mücadeleye sahne olduğu görülmektedir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’dan sonra 1948 yılında başlayan Filistin-İsrail veya Arap-İsrail savaşının ardından 1980-1988 Irak-İran savaşı, Irak’ın 1990 yılının Ağustos ayında Kuveyt’i işgali ve 11 Eylül hadisesiyle Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin önce Afganistan’ı işgal etmesi, Orta Doğu’nun güç dengelerini değiştirerek bölgemizde yeniden harita ve sınır tartışmalarına yol açmıştır. Bütün bu gelişmelere ilave olarak Orta Doğu’da Aralık 2010’da meydana gelen Arap ülkelerindeki halk gösterileri veya Arap uyanışının bölgede güç boşluğunu ve bölgesel-küresel rekabetlerin de dengesini değiştirmiştir. Arap ülkelerindeki halk gösterileri Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’deki otoriter yönetimlerin değişmesine yol açarken, aynı zamanda Orta Doğu’da baş gösteren devlet dışı silahlı milis güçleri bölgesel istikrarsızlığı ve kaosu ortamına ciddi zemin hazırlamaktadır. Söz konusu kaos ortamının ve iç savaşın en tepesindeki ülke olan Suriye’de yaşanan olaylar, ülkeyi bölgesel istikrarsızlığın ve terör örgütlerinin alan bulmasında önemli bir konum haline getirmiştir.

Bu bağlamda Orta Doğu’da Arap uyanışının yol açtığı kaotik süreçte Suriye iç savaşı günümüz itibarıyla artık uluslararası çapta önemli bir güvenlik sorunudur. 2011 yılının Mart ayından bu yana halk gösterileriyle başlayarak iç savaşa dönüşen Suriye krizinin çözümü konusunda gerek Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Arap Birliği gerek uluslararası örgütlerin ve küresel güçlerin girişimlerinde atılan adımların çoğundan herhangi bir somut sonuç alınmamıştır. Suriye krizinin iç savaşa evirilmesi bölgesel ve küresel güçlerin dış politikasındaki Orta Doğu stratejileri üzerinde ciddi kırılmalara ve dengesizliklere neden olduğu da ifade edilebilir.

MAKALENİN DEVAMINI DERGİMİZE ABONE OLARAK OKUYA BİLİRSİNİZ...

Ali SEMİN
BİLGESAM Orta Doğu ve Güvenlik Uzmanı



http://stratejistdergisi.com/entries/d%C4%B1%C5%9F-politika/suriye-de-b%C3%B6lgesel-ve-k%C3%BCresel-stratejik-hesapla%C5%9Fma

26 Eylül 2018 Çarşamba

Rus Gemileri Batı Akdenizde

Rus Gemileri Batı Akdenizde


EMRAH KEKİLLİ
31 OCAK 2017



   Rusya’nın Askeri desteği öncesi dahi Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne karşı olumsuz tavır takınan Haftar’ın, müdahale sonrasında bu tavrını daha da sertleştireceği ön görülebilir. 



1. Rus Gemileri neden Libya Sularında?

Libya’nın doğusunu askeri yöntemlerle kontrol eden emekli General Halife Haftar, Rusya’ya 2016 yılı Kasım ayında gerçekleştirdiği ikinci ziyarette (ilki Haziran’daydı) hem Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov hem de Savunma Bakanı Sergey Şoygu tarafından kabul edilmişti. Libya’daki resmi konumu tartışmalı olan ve BM Libya temsilcisine randevu vermeyen Haftar’ın, Rusya’dan bu derece üst düzey kabul görmesi, Rusya’nın Libya’ya yönelik yeni bir pozisyon almaya 
başladığı şeklinde yorumlanmıştı. 2014 yılı ortalarından itibaren Libya’da çatışan askeri kamplardan birinin liderliğini yürüten Haftar, uzun süredir Libya’ya yönelik silah ambargosunu illegal yollardan temin ettiği silahlarla aşmaya çalışmamakla birlikte resmi yollardan silah sorununu giderme arayışı içindeydi. 

Bu noktada Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin, 2015 yılı Şubat ayında Kahire’yi ziyaret ettiğinde Mısır’ın aracılığıyla Haftar’a bağlı dönemin Genelkurmay Başkanı Abdulrezzak el-Nazuri Rus yetkililerle bir araya gelmiş ve silah talebinde bulunmuştu. Bu çerçevede Haftar’ın Rusya ziyaretlerinde bu konudaki yardım taleplerini ve karşılıklı iş birliği konularını dile getirdiğini tahmin etmek zor değil. Bu toplantıların ardından 12 Ocak 2017’de, dünya basınının gündeme taşıdığı ve konunun ilgilileri arasında ciddi tartışmalara neden olan Rus uçak gemisinin Libya’nın doğu bölgesi kara sularına ulaşması gerçekleşmiştir.

2. Rusya-Haftar ittifakı iddialarının içeriği nedir?

Haftar’ın Libya’da kontrol alanını genişletmek ve gücünü tahkim etmek için bölgesel ve uluslararası ittifaklar içine girdiği bilinen bir durumdur. 
Haftar Mısır, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından desteklenmektedir. Buna rağmen ülkenin doğusunda, Bingazi içinde, Derne ve Cufra’da ciddi bir direnişle karşı karşıyadır ve bu direnişi kıramamaktadır. Bunun yanında ülkenin batı kısmı Haftar karşıtı bir pozisyona sahiptir, güney ise iki kamp arasında bölünmüş durumdadır. Yani Haftar sahip olduğu iç ve dış desteğe rağmen ülkenin kontrolünü ele geçirememektedir. Bu çerçevede silah temin etmeye çalışmakta, mümkünse kendisine destek verecek küresel bir güç bulmak için çabalamaktadır. Haftar ve liderlik ettiği koalisyonun siyasi yüzü olan Temsilciler Meclisi (TM) Başkanı Ukeyla Salih, Batılı devletlerden dahi silah talebinde bulunmuş ancak bu talepler reddedilmiştir.

Bu çerçevede Haftar, Ruslarla iletişime geçmiştir. Her ne kadar Rus yetkililer ve Haftar sözcüleri tarafından yalanlanmış olsa da Haftar ve “Russian Rosoboroexport” temsilcilerinin bir silah anlaşması yaptığı iddia edilmektedir. Bu anlaşma çerçevesinde Haftar’ın Rusya’dan 2 milyar dolar civarında silah alacağı belirtilmektedir. 

Alınması planlanan teçhizatın, on tane SU-30, altı tane SU-35 ve dört tane YAK-130 eğitim uçağı, S-300 hava savunma sistemleri, T-90 tankları olacağı bilgisine yer verilmektedir. Ayrıca T-72 model tankların bakım ve onarımının Ruslar tarafından gerçekleştirileceği kaydedilmektedir. Rusya’nın Suriye’de SU-24 yakın hava desteği ve SU-25 stratejik operasyon uçaklarını uzun süredir kullandığı düşünüldüğünde SU-30, SU-35 ve YAK-130 uçaklarını Libya’da kullanmak isteyebileceği yorumu yapılmaktadır. Bunun yanında Kaddafi’nin 2008 yılında Rusya’dan ülkenin doğusunda bir deniz üssü kurması karşılığında 20 uçak alması yönünde yaptığı anlaşma da dikkate alındığında bu anlaşmanın yeni bir kurgu ile uygulanmak istendiği öne sürülmektedir. Dahası Rusya’nın Suriye’de uyguladığı modeli Batı Akdeniz’e taşıma yönünde riskli bir stratejik hamle yapmasının mümkün olacağı yorumu da yapılmaktadır. Bu noktada yerel basına yansıyan bilgilerde Rus Askeri yetkililerin, Libya’nın Mısır sınırına yakın bölgelerinde bir deniz üssü kurmak amacıyla keşiflerde bulunduğu ifade edilmektedir.

3. Rusya-Haftar ittifakı iç dengeleri nasıl etkiler?

Yukarıda ifade edildiği üzere ciddi direniş nedeniyle Haftar, Libya’da kısıtlı bir alanı kontrol etmektedir ve askeri kapasite anlamında ciddi zaafları olduğu ifade 
edilmektedir. Rusya’nın Suriye’de Esed’e yaptığı gibi Haftar’a askeri ve siyasi destek sağlaması durumunda ülkenin doğusundaki devrimci birlikler ciddi güç 
kaybedebilir ve bölgeyi tamamıyla terk etmek zorunda kalabilir. Haftar doğu bölgesinin kontrolünü tamamen ele geçirmesi durumunda batı bölgelerine doğru 
harekete geçmesi halinde, bazı küçük şehirlerin kontrolünü ele alabilir, Trablus’taki bazı silahlı grupları kendi tarafına çekerek buradaki devrimci hattı kırabilir. 
Buna rağmen Misrata’nın bu sürece ciddi mukavemet göstereceği, Haftar’ın Trablus’u ele geçirmesi durumunda kendilerine hayat hakkı tanımayacağını bilen 
bazı silahlı grupların direneceği öngörülebilir.

Siyasi süreç açısından değerlendirmek gerekirse BM inisiyatifi ile teşkil edilen Başkanlık Konseyi ve Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ülkenin batısına kısmen hakim durumda iken doğusuna hiçbir şekilde etki edememektedir. BM Özel Temsilcisi bir şekilde Haftar’ı da sürece dahil ederek siyasi çözüm için ikna etmek istiyor olsa da Haftar’dan randevu dahi alamamaktadır. Hatta Haftar, Tubruk’u ziyaret etmek isteyen Kobler’in uçağının Tubruk’a inmesine izin vermemektedir. 
Rusya’nın askeri desteği öncesi dahi UMH’ye karşı olumsuz tavır takınan Haftar’ın, müdahale sonrasında bu tavrını daha da sertleştireceği ön görülebilir. 
Bunun yanında Trablus ve etrafında UMH’nin Haftar’a karşı kesin bir olumsuz tavır takınmasını isteyen bazı gruplar, alternatif stratejilere yönelebilir ki bu 
durum UMH’nin batı bölgesinde de elini zayıflatır.

4. Rusya-Haftar ittifakı Libya’ya yönelik bölgesel ve uluslararası dengeleri nasıl etkiler?

Halife Haftar’ın operasyonlarında Mısır’ın askeri ve lojistik destek verdiği, Ürdün’ün Haftar’ın askerlerini eğittiği, BAE’nin Blackwater Şirketi üzerinden Halife Haftar’a hava desteği sağladığı kamuoyunun genel olarak kabul ettiği konulardır. Kahire’nin Moskova’yla güçlenen ilişkileri çerçevesinde Haftar ve Moskova arasında aracılık yaptığı da dikkate alındığında Haftar’ın Moskova’yla anlaşmasının Mısır’ı rahatsız etmeyeceği öngörülebilir. BAE ve Ürdün’ün tavırlarında bir değişiklik olup olmayacağı ise süreç içinde belli olacaktır. Haftar’ın siyasi emellerini reddetmekle birlikte “terörle mücadele”de lojistik olarak onu desteklediğini ifade eden Fransa’nın belirtildiği üzere bir Haftar-Rus anlaşmasında Rusya’nın Batı Akdeniz’deki varlığından memnuniyet duymayacağı açıktır.

Haftar’ı fiilen destekleyen bölgesel ve uluslararası güçler dahi UMH’yi kabul etmekle birlikte, fiili olarak, İtalya DEAŞ terör örgütüyle mücadelesinde UMH’ye 
bağlı Misrata merkezli teşekkül etmiş “Çelik Gövde” güçlerini desteklemektedir. İtalya’nın Misrata’da bulunan tıp merkezi, ülkenin batısındaki aktörler tarafından 
askeri üs olarak nitelendirilmektedir. Tıp merkezi ya da askeri danışmanlık şeklinde de olsa İtalya’nın DEAŞ terör örgütüyle mücadelede “Çelik Gövde”nin, siyasi olarak da UMH’nin yanında olduğu görülmektedir. İtalya Dışişleri Bakanı, Rusya’nın Libya’ya yönelik adımlarından duyduğu endişeyi, “Rusya’nın Libya’da muhtemel bir askeri varlığı durumunda Libya’da daha etkin bir rol üstlenmemiz gerekecektir” sözleriyle ifade etmiştir. ABD ve İngiltere ise şu ana kadar UMH’ye ve “Çelik Gövde” güçlerine destek vermektedir. Ancak Trump yönetimi ile birlikte ABD’nin Libya’da tavır değiştirip değiştirmeyeceği şu an için belirsizdir. Ancak Obama’nın gitmesiyle görevi bırakan ABD’nin Libya Özel Temsilcisi yaptığı son açıklamada ABD’nin, Mısır’ın Haftar’a desteğinden rahatsız olduğunu ifade etmişti.

5. Libya’da siyasi çözüm mü, askeri çözüm mü?

Halife Haftar, siyasi çözüm istemediğini, gerek darbe girişimi sırasında (Şubat 2014) meclisi feshederek askeri bir konseyin yönetimi devralacağını açıklayarak gerekse halihazırda BM Özel Temsilcisi Kobler’e randevu vermeyip uçağının Tubruk’a inmesini engelleyerek göstermiştir. Bunun yanında seçilmiş belediye başkanlarını ve sivil kurumları devre dışı bırakarak kontrolü altındaki bölgelerde askeri valiler atayarak fiilen askeri yönetim uygulamaktadır. Ayrıca Bingazi’de yer yer, hangi odaklarca düzenlendiği belli olmayan (!) gösterilerde TM’nin kendini feshederek bütün yetkilerini Haftar’ın liderlik edeceği bir asker meclise devretmesi istenmektedir. 

Darbe ile iktidara gelen Mısır yönetiminin, Haftar’ın askeri yöntemlerinden rahatsız olmadığı gibi Haftar’ı siyasi ve askeri olarak net bir şekilde desteklediği bilinmektedir. 

   Yani Mısır’ın Bölgedeki Siyasi ve askeri kaygılarına mutabık bir yönetim Haftar eliyle Libya’da hayata geçirilmek istenmektedir. Bu noktada Rusya’nın Haftar’a 
(muhtemel) askeri desteği, Mısır’ın ve Haftar’ın askeri yönetim hedeflerine katkı sunacağı gibi BM’nin siyasi çözüm çabalarına büyük oranda zarar verebilir.

BM inisiyatifi ile teşekkül eden UMH şu ana kadar kendisinden beklenenlere karşılık vermemiş olsa da halihazırda Türkiye’nin yanı sıra başta İngiltere ve İtalya olmak üzere Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin desteğini almaktadır. 
Ancak UMH’nin Libya’nın tamamını kontrol edememesinin nedeni Haftar’ın doğu bölgesine UMH’yi sokmaması, batıda ise Haftar’ın muhtemel askeri operasyon undan endişe eden silahlı grupların UMH’nin yanında her zaman bir B planına ihtiyacı olduğunu düşünmesidir. Yani siyasi sürecin tıkandığı nokta Halife Haftar’ın siyasi sistem içindeki rolüdür. Gerek UMH gerek ülkenin batısında UMH’ye destek veren aktörler, askeri güçlerin sivil yönetime bağlı olması gerektiğini savunmakta, Haftar ise askeri yönetimde ısrarcı olmaktadır. Libya’daki siyasi ve askeri hiyerarşi içindeki yeri tam anlamı ile tartışmalı olan Haftar’dan “Libya orduları komutanı” şeklinde söz edenler Haftar’ın söylemine meşruiyet sağlamaktadır. 

Bu çerçevede Avrupa ülkelerinin UMH’yi güçlendirmek için atacağı adımlar, Libya’daki sivil ve siyasi sürecin geleceği için bir hayli önemlidir. 

Sistemi tıkadığı noktalarda Haftar’a karşı daha net bir tavır takınılması siyasi aktörlerin kamuoyundan aldığı desteği artıracaktır.

http://www.setav.org/5-soru-rus-gemileri-bati-akdenizde/


***

28 Ağustos 2018 Salı

ORTA DOĞU’DA ARAP-İSRAİL MÜCADELELERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 2



ORTA DOĞU’DA ARAP-İSRAİL MÜCADELELERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 2


C. Türkiye’nin Arap-İsrail Savaşlarında Orta- Doğu Siyaseti 

Türkiye II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa devletleri ve ABD’nin yanında yer alarak dış siyasetini bu ülkelere endeksli yürütmeye başlar. Bu nedenle 1948 
yılında Türkiye Birleşmiş Milletler genel Kurulu’nda Filistin’in bağımsızlığını destekler, ama oy çoğunluğu ile taksim kararı alındığında, bu taksimi reddeden 
on üç ülkeden biri olur. 1949 yılında Türkiye’nin İsrail Devleti’ni siyasi olarak tanıması sonucu iki ülke arasında diplomatik ilişkiler kurulur. Türkiye’nin İsrail’i 
siyasi olarak tanıması Türkiye’nin Arap ve Müslüman ülkeleri ile ilişkilerini olumsuz şekilde etkiler. Türkiye 1950 yılında BM’in cezayir’in bağımsızlığını 
görüştüğü toplantıda cezayir’in Self-Determinasyon hakkını destekleyici bir tutum almaktan kaçınır. Bundan sonra 1956 yılında Mısır ile İngiltere arasında 
meydana gelen Süveyş krizi sırasında ve sonrasındaki yaklaşımı yine Avrupa devletlerinden yana olur. Türkiye bu çizgisini devam ettirerek 1957’deki 
Eisenhower Doktrini’ni destekler (Ayın Tarihi, 1948: 164; TBMMTD, 1949:4; Ayın Tarihi, 1956: 152; Hurewitz,1958:281-295; Kürkçüoğlu, 1972:102; 
Karpat,1975: 121; Armaoğlu,1984: 845-851; Armaoğlu, 1991: 251-252; Sander, 1998: 219-240; Kürkçüoğlu, 2002: 35; Öymen,2002:122). 

I.Dünya Savaşı sırasında Arapların Osmanlı Devleti’nin karşısında yer almaları, Hilafet Makamı’nın cihat Fetvası’na itibar etmemeleri Türkiye cumhuriyeti’ni 
oldukça düşündürür. Türkiye II. cihan Harbi sonunda SScB baskısı ve talepleri karşısında yalnız kalınca çareyi ABD’nin yanında yer almakta bulur. Birçok Arap 
ülkesi SScB ekseninde yer aldığı için Türkiye kendisi gibi ABD politikasına yakın olan İsrail’i tanır, fakat desteklemez. 
Ayrıca İsrail içinde SScB’den göç eden ve iç siyasette etkili bir nüfus da bulunmaktadır. 
Bu nedenle Türkiye dış siyasette hem ABD ve hem de SScB kıskacındadır (Gönlübol,1996: 284; Altunışık,1999:182; Kürkçüoğlu, 2002: 36). 
Soğuk savaş döneminde diğer bölgeler gibi ABD ve SScB arasında Orta Doğu da parsellenir. Türkiye ve İsrail ABD yanlısı iken Mısır, Suriye, Ürdün SScB 
yanlısı bir dış siyaset izler. Türkiye yine de 1955 yılında Bandung’ta (Endonezya) yapılan Asya-Afrika Konferansı’nda Irak ile birlikte Ürdün ve Lübnan’ın da 
desteğiyle “bağlantısızlık” hareketine karşı çıkar. Türkiye 1955 Bağdat Paktı’nın yapılması ile İngiltere’nin kontrolünde olan Orta Doğu için bir savunma hattı 
oluşturur. Böylece Irak, Pakistan, İngiltere, İran ve Türkiye ABD’nin yanında SScB’ye bir set kurar. Bu pakt Arapları üçe ayırır; ilk grupta İran, Irak ve Pakistan, ikinci grupta Mısır, Suriye, Suudi Arabistan ve Yemen, üçüncü grupta ise Ürdün ve Lübnan yer alır. Bu durum Türkiye’nin Arap ülkeleri ile arasını açarak önce Mısır, sonra da Suriye ile ilişkilerini gerginleştirir (Ayın Tarihi,1954: 44; Gönlübol Ülman, 1972: 271-275; Armaoğlu, 1984: 491; Gönlübol, 1996: 534-537; Sander, 1998: 219-240; Bostancıoğlu, 1999: 334; Dursunoğlu, 2000: 37-38). 

Akdeniz’de bulunan Kıbrıs adasında Türk ve Rumlar yaşar, 1878 Osmanlı Rus Harbi’nden beri Ada’nın idaresi İngiltere’dedir. Ada denizcilik, ikmal, tersane 
yapımı, ticaret ve Akdeniz hâkimiyeti açısından Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından son derece önem arz eder. 
II. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’nin Orta Doğu’da hâkimiyet bölgelerinin kaybolmaya başlamasıyla Kıbrıs’ın önemi daha da artar. İngilizler 1948 yılında Filistin’den ve daha sonra Arap milliyetçiliğinden Mısır’dan da çekilmek zorunda kalır. Böylece İngiltere’nin elinde bölgeyi kontrol edebilecek tek üs olarak Kıbrıs kalır. 1954 yılında İngiltere Süveyş’ten çekilince karargâhını Kıbrıs’a taşır. Kıbrıs Adası’na İngiltere’nin ne derece önem verdiği 1 Haziran 1956 yılındaki Başbakanı Norwich’in şu sözleriyle daha açık belli olmaktadır: “İngiltere’nin Kıbrıs’taki çıkarları yalnızca NATO ile sınırlı değildir. Ülkemizin ve Batı Avrupa’nın endüstriyel yaşamı Orta Doğu’dan gelen petrole dayanmaktadır. Eğer bir gün petrol kaynaklarımız tehlikeye düşecek olursa bunları korumak zorunda kalacağız...” (TBMMTD, 1958: 822; Armaoğlu, 1984: 529, 785-809; Kafaoğlu, 1995: 160; Hale, 2000: 132-134; Kürkçügil, 2003: 69; Shaw-Shaw, 2000: 505-509; Ülger-Efegil, 2001: 1, 21; Manisalı, 2003: 32-35;). 

1960’lı yıllarda Kıbrıs’ta çıkan olaylar neticesinde Türkiye BM’ye başvurduğunda, Batılı devletlerin desteğini alamaz. II. Dünya Savaş sonrasında koşulsuzca tek taraflı bir dış siyaset izleyen Türkiye Batı’dan ilgi görememesi ile hayal kırıklığına uğrar. Kıbrıs konusundaki anlaşmazlıklar ve görüşmelerde Arap ülkelerinin Türkiye’ye karşı oy kullanmaları sonucunda Türkiye Orta Doğu politikasının eksikliğini hissetmeye başlayarak bu alana yönelmeye başlar. 

Bundan sonra Türkiye dış siyasette denge politikasına yönelir. Artık Türkiye Arap ülkeleri ile daha sıcak siyasi ve ekonomik işbirliği içine doğru hareket edecektir (Armaoğlu, 1983: 123, 157-175; Buhle, 1996: 99; Steinbach, 1996: 230; Kürkçüoğlu, 2002: 37-38). 

BM ile birlikte Türkiye İsrail’in işgal ettiği topraklardan çıkması lehinde oy kullanması yoluyla, Filistin halkına Self-Determinasyon hakkı tanınması 
ve İsrail’e de devlet kurma hakkının verilmesini destekler. Türkiye’nin 1960 yıllarındaki bu dış politikasındaki değişmenin asıl nedenini uluslararası arenada 
Kıbrıs konusunda destek bulmayı amaçlamasıdır. 1965 yılında cidde’de bir araya gelen 6. Müslüman Kongresi Kıbrıs konusunda Türk delegasyonunun kararını 
desteklemeyi kararlaştırmasıyla Birleşmiş Milletler görüşmelerinde; Afganistan, Irak, Libya, Suudi Arabistan tarafından sunulan ve Türkiye’nin onayladığı 
öneri reddedilir. Bu oylamada İran, Libya, Pakistan Türkiye’nin yanında yer alır. Özellikle 1967 Orta Doğu Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin bu ülkelerle olan 
ilişkilerinde ve dış politikamızda olumlu bir sürece girilir. Artık buna göre Türkiye Orta Doğu ülkelerinin içişlerine karışmadan tarafsız bir denge politikası güden 
bir çizgide yer alır (Karaosmanoğlu, 1983; Armaoğlu, 1984: 845-851; Bağcı, 1992: 119-138; Steinbach, 1996: 257; Buhle, 1996: 227). 

Türkiye Batı ile ters düşmemek kaydıyla geçmişten gelen bağlar nedeniyle Arapların yanında yer almaya çalışır. Ama II. Dünya Savaşı sonunda Türkiye’nin 
içinde bulunduğu durum nedeniyle gerek SScB ve gerekse ABD’nin istekleri doğrultusunda Batı’nın yanında yer almak zorunda kalır. Türkiye 1949 Arap 
ülkeleri ile İsrail arasında yapılan silah bırakma anlaşmasından sonra İsrail’i resmen tanır ve Telaviv’e maslahatgüzar gönderir. Türkiye maslahatgüzarlığını 
1950 yılında elçilik düzeyine çıkarmasına karşın 1956 Kanal Savaşı sırasında İsrail Mısır’a saldırınca İsrail’i kınayarak elçisini geri çeker ve yerine tekrar 
maslahatgüzar gönderir. Türkiye 1967 yılındaki Arap-İsrail savaşında Arapları destekler, BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararınca İsrail’in Batı Şeria, 
Gazze Şeridi, Doğu Kudüs ve Golon Tepelerinden çekilmesini savunur (Ayın Tarihi, 1950: 158; Tibi, 1991: 118; Musevilerle 500 Yıl, 1992; Köni, 1995: 427; 
Can, 1993: 167-174; Öymen, 2002: 127). 

1970’li yıllarda dünyada ASALA terör örgütü ile Ermeni Meselesi tekrar gündeme getirilerek Türkiye terör hadiselerine maruz kalınca oldukça zor durumda 
kalır. Bu dönemde Arap ülkelerinden de Ermenilere destek verilir. Türkiye ABD’deki Ermeni Lobisi’ne karşı Yahudi lobisineyönelir ve onlardan destek ister. 
Yahudi lobisi “…Bizimle ilişkilerinizi geliştirmek istiyorsanız, tamam bunu biz de istiyoruz; ama, biz de sizin İsrail ile ilişkilerinizi geliştirmenizi bekliyoruz…” 
der. Böylece Türkiye bu tarihten sonra İsrail ile ilişkilerini düzeltme sürecine girer (Gürbey, 1991: 209-224; Gönlübol, 1996: 284; Sönmezoğlu, 1998: 105-110; Kürkçüoğlu, 2002: 40). 

Türkiye Filistin Kurtuluş Örgütü’nü 1964’te kurulduktan on bir yıl sonra tanıyarak Kahire büyükelçisini FKÖ nezdinde akredite eder. 1969 yılındaki Rabat Bildirgesi’nde Türkiye İslam Konferansı’na dâhil olmasıyla birlikte İsrail’e karşı çıkması istenince bunu reddeder. Türkiye 1979 yılında Türkiye’de Filistin 
Kurtuluş Teşkilatı’nın temsilciliğinin açılmasına izin verilir. 1980 yılında İsrail Kudüs’ü ilhak edince Türk Hükûmeti bunu protesto ederek Telaviv elçiliğindeki 
maslahatgüzarlık düzeyini daha aşağı çeker ve İsrail’in Kudüs’ü başkent yapmasına karşın elçiliğini Telaviv’de tutarak Kudüs’teki başkonsolosluğunu da 
Telaviv’e getirir (Gönlübol,1996 : 534-537; Sander,1998 : 219-240). 

Suriye ve Irak SSCB’ye güvenerek 1980’li yıllardan sonra PKK’ya destek verir. Beyrut’ta PKK kampı kurulur ve yıllarca örgüt buradan yönetilir. Suriye devamlı Türkiye’ye karşı Yunanistan ve Bulgaristan kozunu kullanır ve buradaki Türk azınlık zor durumda kalır. Hatta Suriye Yunanistan’a ülkesinde bir üs dahi verir. Suriye, Türkiye ile Yunanistan arasında kıta sahanlığı ve Kıbrıs konularında çıkan anlaşmazlıklarda devamlı onların yanında yer alır. Böylece Yunanistan ve Bulgaristan Türkiye’ye Arap kozunu oynarken Suriye de Yunanistan ve 

Bulgaristan kozunu oynar. Türkiye bu nedenle bu dönemde İsrail ile ilişkilerini geliştirir. Daha sonraki dönemde Suriye ve Irak’la Türkiye arasında su meselesi 
ortaya çıkar ve uzunca süre devam eder (Tartanoğlu, 1990: 157; Sezgin, 1996: 141; Okçu, 1993: 25-70; Lawson, 1995: 23; Kürkçüoğlu, 2002: 41). 

1990’lı yıllarda SScB’nin dağılma sürecine girmesi ve soğuk savaş döneminin sona ermesi ile Suriye SScB desteğini kaybeder. Suriye dış siyasette yalnız kalınca sıkışır ve PKK terör örgütünü ülkesi dışına çıkartarak desteğini keser. Suriye su meselesini de eskisi gibi gündeme getirmeyerek Türkiye ile dostluk kurmaya ve Türkiye’ye yanaşmaya başlar (Şalvarcı, 2003: 47,151,311; Köni, 1996: 127; Kocaoğlu, 1995: 81-105). 

D. Arap-İsrail Savaşlarının Müslüman Ülkeler Arasındaki Ekonomik Birlikteliğe Etkisi 

   İslam ülkelerinin bir araya gelerek beraberlik oluşturmaları Kudüs’teki El Aksa camii’nin 1969 yılında Yahudilerce yakılması sonucu başlar ve hemen Suudi Arabistan Kralı Faysal İbn-i Abdülaziz’in öncülüğünde Fas Kralı II. Hasan’ın davetiyle Arap ülkelerinin içeren Rabat’ta bir konferans yapılır. 
Konferansın sonunda “Rabat Deklarasyonu” ortaya çıkarak yayınlanır. Konferans sonunda merkezi cidde’de olmak üzere “İslam Konferansı Teşkilatı” kurulur 
(Karaosmanoğlu, 1983: 78; Sander,1998: 219-240). Artık Türkiye Pakistan, Irak, Mısır, Afganistan, Bangladeş, cezayir ile ticari anlaşmalar, İran, Libya, 
Pakistan, Irak ile ekonomik işbirliği ve ticaret anlaşmaları, Libya ile ticari ortaklık anlaşmaları, Suudi Arabistan ve Kuveyt’le de mali ve kredi anlaşmaları 
imzalanarak yürürlüğe konur. Daha sonra İslam devletleri arasında çeşitli işbirliği ve ekonomik oluşumlar meydana gelir; Türkiye, İran, Türk cumhuriyetleri, Afganistan’ın içinde yer aldığı Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EKİT-ECO), Petrol zengini Körfez Ülkelerinin Teşkilatı (G.C.C.), Mağrip Arap Birliği (Moritanya, Fas, cezayir, Tunus, Libya),Arap İşbirliği Konseyi (Mısır, Ürdün, Yemen, Irak) gibi (Dışişleri Bakanlığı Belleteni, 1969: 45; Kürkçüoğlu,1972: 161; AKBANK, 1980: 395-403; Shaw-Shaw,2000: 505-509). 

Arap ülkeleri ile girişilen bu sıcak ilişkileri sonunda 1973’te cidde’de “İslam Kalkınma Bankası” açılma kararı alınır ve Türkiye’nin de 1974 yılında ortak 
olduğu bu banka 1975’te açılır; 1985’te Türkiye Başbakanı Turgut Özal’ın bu bankaya 160 milyon dolar daha sermaye ilave etmesi sonucunda Türkiye’nin 
ortaklık derecesi beşinci sıraya yükseltilir. 1974 yılındaki Türkiye’nin “Kıbrıs Barış Harekâtı” sırasında İslam Kalkınma Bankası üye devletleri Türkiye’yi destekler. 
Bu olumlu gelişmeler sonunda 1977 yılında Türk-Libya ticaret ortaklığı olarak kurulan Arap-Türk Bankası’na Kuveyt de iştirak eder (TBMMTD, 1970: 481; 
TBMMTD, 1971: 399-400; cem, 1977: 282; İhsanoğlu, 1995, 388; AKBANK, 1980: 401; Gönlübol,1996: 518). 

İslam Kalkınma Topluluğu Toplantısı1980’de Ürdün ve yine Eylül’de Fas’ın Fez şehrinde yapılması ve İsrail’le mücadele kararı alınması sonucunda Türkiye 
de Telaviv’deki Maslahatgüzarını geri çekerek daha düşük düzeyde diplomatik ilişkiye girer. 1980 yılında Irak-İran savaşının çıkması ve daha sonra sırasıyla 
yapılan IRCICA, SESRTCIK ve İSEDAK toplantıları yapılır. Bu toplantılar sonuncunda 16 Aralık 1983 tarihli kararname ile Bank of Bahrain and Kuwait 
B.C.S., Habib Bank (Pakistan), Bank Mellat (İran), The Saudi American Bank, Dar al Maal al-İslami (Faisel Finans Grubu), Albaraka ve Kuwaiti-Turkish Evkaf Bank gibi finans grupları Türkiye’de çalışmaya başlarlar, buna karşı Türk İnşaat şirketleri ve işçileri Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde (Libya, İran, Irak, Suudi Arabistan, Ürdün, Tunus, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri’nde çalışırlar (Karaonmanoğlu, 1983: 164; Armaoğlu,1984:.845;  Dursun, 1995: 413; Altunışık,1999: 185-186; Ünal, 2002: 41-42). 

1970’li yıllarda Türkiye’nin ticari ilişkileri daha çok Avrupa ülkeleri ve Amerika ile yapılmaktadır. Türkiye’nin ticari ilişkileri içinde Avrupa ülkelerinin payı hemen hemen % 50 iken, Arap ülkeleriyle ticari ilişkilerinin oranı ise ancak % 9-18 arasında ve yıldan yıla bir dalgalanma gösterebilmektedir. Türkiye’nin Orta Doğu ülkeleriyle iyi ilişkilere girme sürecinden sonra bu oran hızla değişme gösterir 1980-1985 arasında Avrupa ile olan ticari ilişkilerinin oranı % 45’ten % 30’a düşme gösterirken İslam ülkeleri ile olan ticari ilişkilerinin oranı ise % 18’den % 46’ya doğru yükselir. Daha sonraki süreçte Türkiye’nin İslam ülkeleri ile olan ticaret oranı 1985-1990 arasında % 23,5 ihracat ve % 18,3 ithalat olmak üzere toplam % 50’ye yaklaşır. Türkiye’nin hızlı biçimde İslam ülkeleri ile ticari ilişkilerini geliştirmesi Avrupa ülkelerini Pazar kaybımdan dolayı oldukça endişelendirir (Karaomanoğlu, 1983: 174; Gürbey,1991: 210; AKBANK,1980: 
402; Shaw- Shaw,2000: 505-509; Gönlübol, 1996: 607). 

1990 yılında patlak veren Körfez Krizi ve 1991 yılındaki Körfez Savaşı’yla birlikte Türkiye’nin bölge ülkeleriyle olan ekonomik ilişkileri bozulma sürecine girer. Türkiye bir defa Batı’nın yanında yer alması sonucu ve ambargo neticesinde ihracatı asgari düzeye düşer (12,6 milyar dolardan 2 milyar dolara düşer.), 
petrol boru hattı kapatılır, sınır kapılarının kapatılmasıyla nakliye biter, turizm sekteye uğrar ve toplam zarar 20 milyar dolara çıkar. Ayrıca Türkiye’ye sınır 
kapılarından akın eden mülteciler bütçeye artı yük getirir, Kuzey Irak’ta konuşlandırılan Çekiç Güç sayesinde bölgede oluşan otorite boşluğu PKK terör 
örgütünü kuvvetlendirir ve Türkiye’nin savunma harcamalarını birkaç kat daha artar. Bu tür savunma harcamaları yukarıda ki Türkiye’nin kaybını gösteren 
meblağa dâhil değildir. 
Kısaca basitçe yapılan bir hamle ile Türkiye’nin ekonomik dengeleri bozulur, dış borç artar, ülkede iç siyaset karışır ve Türkiye’nin hem dış siyaseti, hem de 
ekonomisi zayıflar. Bu süreçte Türkiye Dünya Bankası ve IMF’ye borçlanması giderek artar (Şen, 1990: 241; Öztürk, 1999; Özdağ-Laçiner-Erkun, 2003: 232). 

SONUÇ 

Türkiye’nin 1960’lı yıllara gelinip de Kıbrıs meselesi ortaya çıkıncaya kadar belirgin bir Orta Doğu politikasına sahip değildir. cumhuriyetten hemen sonra 
veya Millî Mücadele sırasında yapılan anlaşmalar hep Türkiye’nin sınırlarını belirleyebilmek içindir. Bu durum II. Dünya Savaşı sonuna kadar devam eder. 
Bölgede İsrail Devleti’nin kurulması ve Türkiye’nin İsrail devletini tanıması sonucu Arap ülkeleri ile arasında soğukluk yaşanmaya başlar. 
Ne zaman ki Kıbrıs’ta baş gösteren olaylar sonrasında Birleşmiş Milletlerde Türkiye yalnız kalınca, artık Türkiye’nin Orta Doğu’da belirli bir dış politika 
güdülme ihtiyacı belirir. 

1960 sonrası Türkiye bir denge politikası içerinse girer. II. Dünya Savaşı sonrasında ülkenin dış politika ve ekonomik politikada ABD güdümlü bir strateji 
izler, fakat Kıbrıs konusunda yalnız kalınca hem Orta Doğu’da Araplara yaklaşır, hem de 1963 yılında AET’ye başvurur. 1970’li yıllardan sonra İslam Birliği’ne 
sıcak bakılmaya başlanır ve Rabat Kongresi’ne katılınır. İslam Devletleri ile Türkiye yeni bir döneme girer. Bu dönemde Türkiye Araplarla İsrail arasında bir 
denge politikası izlemeye çalışır. 1976-1990 yılları arasında İslam ülkeleriyle Türkiye arasında ticari boyutta çok ciddi atılımlar gerçekleşir. 

1990 yılında patlak veren Körfez Krizi-Savaşı’nda Türkiye Batı yanlısı politika izlediği için İslam ülkelerinden belirli ölçüde uzaklaşır. Özellikle terör konusunda 
PKK’ya yapılan yardımlar, Suriye’nin Yunanistan’la işbirliğine girişmesi, PKK’ya yataklık yapması; İran’ın hem Ermenileri desteklemesi, hem de PKK, Hizbullah 
gibi terör örgütlerine yardımcı olması; Irak’ın su nedeniyle Suriye ile birlikte Türkiye’yi sıkıştırması oldukça gerilimli günlere neden olur. 

Türkiye yapılan tüm Arap-İsrail savaşlarında içten içe Arapları desteklemesine karşın görünürde denge politikası gütmek zorunda kalır, zira İsrail’in arkasında 
ABD ve Batı ülkeleri vardır. Türkiye Suriye ve PKK’ye karşı İsrail ile birçok konuda iş birliği yaparak ortak tatbikatlar icra etmesi ve SScB’nin parçalanma 
sürecinde Suriye’nin yalnız kalması ve ABD’nin Orta Doğu’ya çöreklenmesi ile Suriye Türkiyeile dostane ilişkilere girmek zorunda kalır. Filistin konusu da uzun 
yıllar sonra belirli bir çizgide devam etmekte ve hala çözüm beklemektedir. Orta Doğu ülkeleri bir an önce barışa, sükûnete, istikrara kavuşmalı ve kendi 
aralarında her türlü işbirliğini geliştirmelidir. 

KAYNAKÇA 

AKBANK, (1980), Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi (1923-1978), İstanbul. 
Armaoğlu, Fahir, (1984), 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1980, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara. 
------, (1994), Filistin Meselesi ve Arap İsrail Savaşları,1948-1988,T. İş Bankası Yay. Ankara. 
------, (1983), Kıbrıs Meselesi, 1954-1959, Ankara, AÜSBFYayınları, Ankara. 
-------, (1991), Belgelerle Türk Amerikan İlişkileri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara. 
Altunışık, Meliha Benli, (1999), Türkiye ve Ortadoğu-Tarih, Kimlik, Güvenlik, Boyut Yayın Grubu, İst. 
Ayın Tarihi, (1948), No: 181, Aralık. 
Ayın Tarihi, (1950), No: 203, Ekim. 
Ayın Tarihi, (1954), No: 251, Ekim. 
Ayın Tarihi, (1954), No: 252, Kasım. 
Ayın Tarihi, (1956), No: 273, Ağustos. 
Bağcı, Hüseyin, (1992), “Zypernpolitik der Menderes Regierung von 1950- 
1960. Ein Wendepunkt in der türkischen Aussenpolitik”, In Orient,33/1, 

Bostancıoğlu, Burcu, (1999), Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, İmge Kitab. Yay. Ankara. 
Buhle, Matthes, (1996), “Türkei, Politik und Zeitgeschichte”, Band 2 Leske 
+ Budrich, Opladen. can, Mehmet, (1993), Ortadoğu’da Amerikan Politikası, Bayrak Yayınları, İstanbul. 
cem, İsmail, (1977), Tarih Açısından 12 Mart, Nedenleri, Yapısı, Sonuçları, cem Yayınları, İstanbul. 

Dışişleri Bakanlığı Belleteni, (1969), No: 60, Eylül. 
Duman, Sabit, (1995), “Filistin’de İngiliz Yönetimi”,Prof. Dr. Abdurrahman Çaycı’ya Armağan, H.Ü.A.İ.ve İ.Tarihi Enst., Ankara. 
Dursun, Davut, (1995), “Türkiye İslam Dünyasının Neresinde?”, “Türk Dış Politikası”, Yeni Türkiye 3, S. 3. 
Dursunoglu, Alptekin, (2000), Stratejik İttifak, Türkiye-İsrail İlişkilerinin Öyküsü, Anka Yay., İstanbul. 

GönlüboL, Mehmet, (1996), Olaylarla Türk-Dış Politikası 1919-1995, Siyasal Kitabevi, 9.Baskı,Ankara. 
Gönlübol, Mehmet-Ülman, Halûk, (1977), Olaylarla Türk Dış Politikası, Cilt: I (1919-1973), Cilt II (1973-1983), AÜSBF Yayınları, Ankara. 
Günaltay, M. Şemseddin, (1947), Yakın Şark-III, Suriye ve Filistin, TTK, Ankara. 
Gürbey, Gülistan, (1991), “Die Türkei und der Nahe Osten. Die politischeInteressenkonstellation der Türkei im Golfkrieg”, In: Südosteuropa 
Mitteilungen, München, 31, 3. 

Hale, William, (2000), Türk Dış Politikası 1774-2000, Çev.: Petek Demir, Mozaik Yay., İstanbul. 
Hurewitz, J. c., (1958), “Diplomacy in the Near and Middle East”, A Documantary. Record: 1914-1956, Vol. II, Van Nostrand company, New York. 

İhsanoğlu, Ekmeleddin, (1995), “Türkiye ve İslam Konferansı Teşkilatı”, “Türk Dış Politikası”, Yeni Türkiye 3, S. 3. 

Kafaoğlu, Arslan Başer, (1995), “Kıbrıs”, “Türk Dış Politikası”, Yeni Türkiye 3, S. 3. 
Karaosmanoglu, Ali L., (1991), “Die Türkei die europäische Sicherheit und der Wandel der internationalen Beziehungen”, In: Europa Archiv Folge 46/5, 
Bonn. 
Karpat, Kemal H., (1975), “Turkey´s Foreign Policy in Transition, 19501974”, Leiden, Br Illustrations. 
Kocaoğlu, Mehmet, (1995), “Suriye ve PKK”, Avrasya Dosyası,c.2,S.3,Ankara. 
Köni, Hasan, (1995), “Yeni Uluslararası Düzende Türk-ABD İlişkileri”, “Türk Dış Politikası”, Yeni Türkiye 3, S. 3. 
------, (1996), “Körfez Savaşı Sonrasında Türkiye”, Avrasya Dosyası, c. 3, S. 1, Ankara 1996. 
Kürkçügil, Masis, (2003), Kıbrıs, Dün ve Bugün, İthaki Yay., İstanbul. 
Kürkçüoğlu, Ömer, (1982), Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi 1908-1918, Ankara SBF Yayını. 
-----, (1978), Türk -İngiliz İlişkileri 1920-1950, Ankara SBF Yayını. 
-----, (2002), “Türk dış politikasının ana ekseninde tarih, coğrafya ve konjonktür iç içe olmak zorundadır!”, Türkiye Günlüğü, S. 68. 
-----, (1972), “Türkiye’nin Arap Orta Doğusuna Karşı Politikası, 1945-1970”, SBF Dergisi, c. 27. S. 2. 1972, Ankara. 

Landau, Jacop, (1995), “İsrail’deki Arap Azınlık”, Avrasya Dosyası, c.2,S.1,Çev.: cahide Ekiz. 
Lawson, Freed H., (1995), “İçte Kabuk Değiştiren Suriye”, Avrasya Dosyası, c. 2, S. 3, Ankara. 

Manisalı, Erol, (2003), Avrupa Kıskacında Kıbrıs, Derin Yayınları 29, İstanbul. 
Mcghee, George, (1992), ABD-Türkiye-NATO-Ortadoğu, Bilgi Yayınevi, İstanbul. 
Musevilerle 500 Yıl, (1992), Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara. 

Okçu, Metin, (1993), “Türkiye ve Komşuları-Irak ve Suriye”, Savunma ve Havacılık, 1993. 

Öymen, Onur, (2002), Silahsız Savaş – Bir Mücadele Sanatı Olarak Diplomasi, Remzi Kitab. İst. 
Özdağ, Ümit-Laciner, Sedat-Erkun, Serhat, (2003), Irak Krizi 2002-2003, Orta Doğu Araştırma Dizisi, Avrasya Stratejik Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara. 
Özel, Soli, (2002), “105 Yıllık Mesele”, Türkiye Günlüğü, S. 68. 
Öztürk, Osman Metin, (1999), Irak Yapısı ve Komşuları ile İlişkileri, KÖK, Araştırmalar c. I, S. I, Ankara. 

Sander, Oral, (1998), Siyasi Tarih, 1918-1994, 7. Baskı, İmge Yay. Ankara. 
------, (1998), Türkiye’nin Dış Politikası, 2. Baskı. Ankara. 
Sever, Aysegül, (1997), Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Orta Doğu, 1945-1958, Boyut Yayın Grubu, İstanbul. 
Sezgin, Ferruh, (1996), “Kürt Devletinin Hamisi: Çekiç Güç”, Avrasya Dosyası, c. 3, S. 1, Ankara. 
Shaw, Stanford J.-Shaw, E. Kural, (2000), Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, II.cilt, e Yay., İst. 
Soysal, İsmail, (1995), “Ortadoğu”, “Türk Dış Politikası”, Yeni Türkiye 3, S. 3. 
Sönmezoğlu, Faruk, (1998), “Türk Dış Politikasının Analizi”, Derleyen: Hüseyin Bağcı, Demokrat Partinin Ortadogu Politikasi, Der Yayınları, İstanbul. 
Steinbach, Udo, (1996), “Die Türkei im 20. Jahrhundert, Schwieriger Partner Europas”, Bergisch Gladbach, Verlag: Lübbe, Gladbach. 

Şalvarcı, Yakup, (2003), Pax Aqualis, Türkiye-Suriye-İsrail İlişkileri, Su Sorunu ve Orta Doğu, Zaman Kitabevi, İstanbul
Şen, Faruk, (1990), “Die Türkei zwischen Golfkrise und potentiellem EG-Beitritt. Entwicklungsperspektiven für die neunziger Jahre”, In: Zentrum für 
                            Türkei Studien, 3/2. 

Tartanoğlu, Ali, (1990), Irak,Saddam,Körfez, Ankara. 
TBMMTD, (1949), 8. Dönem, 21. cilt. 
TBMMTD, (1958), 11. Dönem, 4/2.cilt. 
TBMMTD, (1970), 3. Dönem, 3. cilt I. Toplatı. 
TBMMTD, (1971), 3. Dönem,12.cilt II.Toplantı. 
Tibi, Bassam (1991), Konfliktregion NaherOsten, Regionale Eigendynamik und Großmachtinteressen, München. 

Ülger, İrfan Kaya-EFEGİL, Ertan, (2001), Avrupa Birliği Kıskacında Kıbrıs Meslesi (Bugünü ve Yarını), Ankara, s. 1. 
Ünal, Hasan, (2002), “Türkiye ve Orta Doğu: Filistin’den Irak Senaryolarına Türkiye Orta Doğu Sorunları”, Türkiye Günlüğü, S. 68. 

Yüksel KAŞTAN
TÜRKİYE /...... 

***

ORTA DOĞU’DA ARAP-İSRAİL MÜCADELELERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 1


ORTA DOĞU’DA ARAP-İSRAİL MÜCADELELERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 1




Yüksel KAŞTAN

ÖZET 


Orta Doğu topraklarında II. Dünya Savaşı’na kadar İngiltere, SSCB, Fransa söz sahibi olmalarına karşın, II. Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte bölgede ABD, 
SSCB, Almanya ve İngiltere hâkimiyetine devam ettirseler de en Büyük pay ABD’nin olur. ABD bölgedeki bu nüfuzlarını hâlen devam ettirmekte ve bütün 
kontrolleri ellerinde bulundurmaktadır. Özellikle 1990’dan sonra SSCB’nin parçalanma sürecine girmesiyle birlikte ABD yalnız kalır ve bölgenin kontrolünü 
tamamen ele geçirme mücadelesine girer. Asırlar boyunca her zaman önemini kaybetmeyen Mezopotamya ve verimli Nil toprakları günümüzde de birçok 
ülkenin nüfuz strateji planları içerisinde yer almaktadır. 

Orta Doğu’da huzurun bozulması I. Dünya Savaşı ile başlar ve bölge hâlen bir huzura kavuşamaz. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası 1948 yılında Filistin 
toprakları içerisinde İsrail Devleti’nin Batılı devletlerin nüfuzu ile kurdurulması ile bölgede dengeler bozularak huzursuzluklar baş göstermeye başlar. 

Bu çalışmada Arap topraklarında Yahudi husumetinin tarihi süreci, 
Filistin topraklarında İsrail Devleti’nin kurulması sonrasındaki Arap-İsrail savaş ve mücadeleleri, Kıbrıs Adası’nın Akdeniz’deki stratejik önemi, Türkiye’nin 
Arap-İsrail Savaşlarındaki Orta Doğu siyaseti ile Arap-İsrail savaşlarının Müslüman ülkeler arasındaki ekonomik birlikteliğe etkisi konuları irdelenerek bir 
sonuca varılmaya çalışılır. 

Anahtar Kelimeler: Orta Doğu, Filistin, İsrail, Türkiye, Ekonomi, Yüksel KAŞTAN,Libya, İran, Irak, Suudi Arabistan, Ürdün, Tunus, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri,Filistin, Lübnan, 


GİRİŞ 

Osmanlı Devleti’nde II. Abdülhamit zamanında Filistin Bölgesi’nde bir Yahudi Devleti kurulması gündeme gelir ve bunun için Yahudilerce II.Abdülhamit’ten 
toprak istenir, fakat padişah bu teklifi kabul etmez. Böylece Yahudilerin dünyada hangi topraklara yerleşecekleri ve devletlerini kuracakları şekillenmeye başlar. 
Bundan sonra belirlenen amaca ulaşabilmek için strateji üretilmeye başlanır. 

I. Dünya Savaşı öncesinde Filistin topraklarına Siyonist görüşe sahip olmayan Ortodoks Yahudileri yer almaktadır. Bunlar toprak sahibi Baron de Rothschild 
tarafından bölgeye getirilir. Rothschild’in finanse ettiği Yahudi özel sektörü ile tek bir Yahudi devleti kurabilmek amacıyla Rusya’dan ihtilal fikirleriyle Siyonist 
Poale Zion işçileri bölgeye getirilir. Bu işçilerin liderliğini Ben Gurron yapar. David Gordon’un fikirlerinden esinlenen Hepoel Hatzain (genç işçiler) 
kolektif yerleşmeyi kabul etmektedir. Bölgeyi I. Dünya Savaşı sırasında İngiltere işgal eder ve savaşın sonunda Mondros Ateşkes Antlaşması ile Osmanlı 
Devleti bu toprakları kaybeder. 1919 yılında burada kümeleşen ve bir kuvvet oluşturan Poale Zion grubu birleşerek “Ahdut Ha’Avadıh Partisi”ni kurarlar. 
1920’lerde partinin adı “Histadrut” (İşçi Partisi) olur. Daha sonraki süreçte Polonya’dan orta sınıf Yahudi göçebelerin gelmesi sonucu 1930’lu yıllarda yeni 
bir parti “Mapai” Ben Gurrion liderliğinde kurularak “Siyonizm” dünyaya tanıtılmaya çalışılır (Günaltay, 1947: 40-75; Armaoğlu, 1984: 197-198). 

I. Dünya Savaşı devam ederken Fransa adına Georges Picot, İngiltere adına Sir Mark Sykes arasında imzalanan Sykes-Picot anlaşması ve daha sonra barış 
görüşmeleri arasında yer alan San Remo görüşmeleri sonunda Filistin İngiltere Mandasına bırakılır. 1918 yılında Filistin İngilizlerce işgal edilir ve 1921 yılına 
kadar askerî yönetim hüküm sürer. I920 yılında Filistin’de bir Danışma Konseyi kurulur. 1921 tarihinde Herbert Samuel ilk sivil idareyi kurar. Bu tarihlerde 
İngiltere ikili oyunlarına başlayarak bölgenin ne bir Arap yurdu ne de bir Yahudi yurdu olduğunu dillendirmeye başlar. 20 Ağustos 1922’de Filistin’in ilk Anayasası ilan edilir. Anayasaya göre ülkeyi 23 (11’i Hükûmet temsilcisi, 8 Müslüman, 2 Hristiyan, 2 Yahudi) üyeden oluşan bir Konsey yönetecektir. 24 Temmuz 1922’de Milletler cemiyeti’nin aldığı 28 maddelik kararla Filistin’de Manda yönetimi ilan edilir. Bundan sonra İngiltere bu bölgede bir Yahudi devleti kurmak için büyük çaba gösterir. İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour’un zengin Yahudi bankacı Lord Rothschild’e gönderdiği bir mektupta İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi vatanının kurulmasını kabul ettiği ilk defa resmen bildirilir. Yahudilerle yapılan “Balfour” yazışmasıyla bölgede bir Yahudi devletinin kurulacağının taahhüdü yapılır, sonra da İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinden Yahudiler akın akın bu bölgeye gelmeye başlayarak bir çoğunluk oluşturmaya başlarlar 
(Kürkçüoğlu, 1982: 103; Duman, 1995: 141). 


A.Arap Topraklarında Yahudi Yerleşiminin Tarihî Süreci 

     20. yüzyılın ilk çeyreği içerisinde bölgeye sivil siyasi teşkilat kurabilecek kadar Yahudi peyder pey göç eder.1925 yılında Filistin’de yönetime Samuel’in 
yerine Lord Blumer atanır. Bu tarihlerde totoliter rejimlerden etkilenen Vladamir Jabotinsky Orta Doğu’da daha büyük bir devlet kurmak amacıyla Revizyonist Parti kurar ve Avrupa’da tanınmaya çalışır. Aqudat Israel-Ortodoks Yahudileri önceleri anti-siyonist olmalarına karşın 1930’lu yıllarda Siyonizmi tamamen benimserler. 
Yahudilerin liderliğini chaim Weizmann Siyonist ve Siyonist olmayan Yahudileri bir araya getirmek amacıyla yapar. Bu amaçla 1929’da Kudüs’te Weizmann yeni 
bir yürütme organı kurarak bir şubesini de Londra’da açar. Komitede Siyonist ve Siyonist olmayanlar eşit temsil edilir. 1928 yılında Filistin’de 7. Arap Kongresi 
yapılır. Buna göre; merkezi Filistin’de bir parlamento ile bütün Arap muhalif grupların bir arada olması istenir. Yürütme kuruluna 12’si Hristiyan olmak üzere 
48 üye seçilir. Fakat bu kararlar 1929 yılında “Ağlama Duvarı” nedeniyle bir isyan çıkması sonucunda uygulanamaz. Bu isyanda 133 Yahudi ve 116 Arap 
yaşamlarını yitirir (Hurewitz,1958:281-295; Armaoğlu, 1994: 35-40). 

Filistin’de bu sıralarda İngiliz yanlısı ve karşıtı olmak üzere iki grup Arap bulunmaktadır. 1930 ve özellikle 1936 yılından sonra İngiltere’den Filistin’e 
Yahudi göçlerihızlanır. Yahudi göçüne karşı eleman yetiştirmek amacıyla ilk defa “Genç Müslümanlar Derneği” 1932 yılında kurularak Arap Gençliği Kongresi 
yapılır ve bunun sonucunda “İstiklal Partisi” kurulur. Bu dönemde çeşitli Arap partileri kurularak Yahudilere karşı mücadelelerini sürdürmeye çalışır; 1934’te 
Ragıp al-Nashsashibi’ce “Milli Müdafa Partisi” (1935’te Filistin Arap Partisi olur), daha sonra da Hüseyin el-Khalidi’ce “Reformcu Parti” kurulur. Bu iki parti de Hacı Emin el-Hüseyin’e ve silahlı mücadeleye karşı, siyasi mücadeleden yanadırlar. Fakat 1930 yılında Abdül Kadir el-Hüseyin’ce “cihat” adlı gizli bir 
örgüt kurularak mücadelesini silahla yapmaya başlar. Yine İngiliz Mandasına ve himayesine karşı İzz al-din Al Kasım ve arkadaşlarınca gizli bir örgüt kurulur, 
fakat Kasım ve arkadaşları daha sonra 1935’te Hayfa’da öldürülürler. Devam eden mücadeleler sonucunda Filistin’de Araplar 1936 yılında “Yüksek Arap 
Komitesi” adı altında birleşebilirler. Filistin’de Arapların bu Yahudi göçlerinden hoşnut olmaması sonucunda bir huzursuzluk ortaya çıkar ve artık iki taraf 
arasında mücadeleler yavaş yavaş kızışarak devam eder gider (1921, 1929, 1933. 1937-1939). Bu dönemde birtakım çözüm önerileri getirilir. 

Bunlardan biri 1937 yılındaki Peel Komisyon raporudur. Peel Komisyonu kararına göre burada iki ayrı devlet kurulacak ve toprakların % 20’si Yahudilere 
verilecektir. Hemen akabinde 1937’de Yahudi örgütü Irgun ‘un faaliyeti sonucunda 77 Arap öldürülür. 1938 yılında Woodhead Komisyonu’nun ve 1939’da James Konferans çalışmaları bir sonuç veremeden II. Dünya Savaşı başlar. Mısır II. Dünya savaşı ile beraber Arap ülkelerinin liderliğine soyunur. 
Suriye’de 1943 yılında Şükrü El-Kuwatlı cumhurbaşkanı seçilip Fransızlar 1946’da Suriye’den çekilince Rusya’nın uzantısı sayılan Baas partisi Suriye ve 
Arap ülkelerinde etkili olmaya başlar (Kürkçüoğlu, 1978:75-91; Duman, 1995: 141; Özel, 2002: 5-10). 

B. Arap-İsrail Savaş ve Mücadeleleri 

II. Dünya Savaşı sonrasında Orta Doğu’da 1947 yılında Filistin topraklarının bölünerek bir kısmının üzerinde 15 Mayıs 1948 tarihinde İsrail Devleti kurulur. 
Filistin’de yaklaşık 1 250 000 Arap ve 650 000 Yahudi yaşar. İsrail Devleti Filistin topraklarının sadece bir kısmında kurulur. Arapların büyükçe oranı Ürdün Haşimi 
Krallığı’nca ilhak edilen Batı Şeria ile Mısır yönetimi altında kalan Gazze’de kalır. İsrail Devleti kurulduğunda İsrail içinde kalan Arap nüfusu toplam nüfusun 
beşte biri oranında; yaklaşık 156 000’dir. Toplam nüfusu 5.5 milyon (Kudüs’te, Golon Tepeleri’nde vb. yerlerde yaşayan yarım milyon Filistinliler ile birlikte) 
olarak belirlenir. BM Güvenlik Konseyi’nde İsrail Devleti’nin kurulması ile ilgili oylamada ABD, Batılı Devletler ile beraber Liberya, Haiti ve Filipinler taraftar, 
Türkiye aleyhte, İngiltere ise çekimser oy verir. SScB’den önemli ölçüde Yahudi bu topraklara göç ettiğinden SScB’ninde kurulacak olan devletin iç siyasetinde 
etkinliği olacaktır. Neticede oylamada üçte iki çoğunlukla İsrail Devleti kurulma kararı alınır (Ayın Tarihi,1948:164; Armaoğlu,1984:484; Landau,,1995:.218; 
Altunışık, 1999: 182). 

İsrail Devleti’nin kurulması sonucunda İsrail, Filistin ve Arap devletleri arasında bir husumet doğar. İsrail ile Arap ülkeleri arasında çatışmalar başlar. 
15 Mayıs 1948 günü İsrail Devleti’nin kuruluşunu hazmedemeyen Arap ülkeleri (Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak) İsrail’e savaş açarlar ve Arapİsrail 
Savaşları başlar. ABD ve SScB İsrail Devleti’ni hemen tanırlar. ABD bu dönemde Arap ülkelerine silah ambargosu koymasının yanında SScB de İsrail’e silah yardımında bulunur. Bu dönemde Filistinliler mücadelelerini Arap Özgürlük Ordusu ile sürdürür. Savaşın sonunda Ürdün Kralı Abdullah ile İsrail anlaşır ve 
11 Haziran 1949 tarihinde ateşkes yapar. Böylece 300 000 Filistinli topraklarını terk etmek zorunda kalır ve Filistin topraklarından yaklaşık 750 000 Filistinli göç 
eder. Beş Arap devleti sıra ile İsrail ile ateşkes anlaşması yapmalarına rağmen İsrail Devleti’ni siyasi olarak tanımazlar. Bu savaş İsrail için bulunmaz bir fırsat 
olur ve durduk yerden Arapların sayesinde sınırlarını % 75 oranında genişletme imkânı yakalar. Kudüs İsrail ile Ürdün arasında paylaşılır, Gazze ise Mısır’ın olur. 

Filistin topraklarının % 20’sini oluşturan Batı Şeria artık Ürdün’e geçer. Buradan da açıkça görüldüğü üzere Filistin’e yarım amacıyla yapılan savaşın sonunda 
Filistin dışında herkes fayda sağlar (Armaoğlu, 1984: 486, 702-703; Gönlübol, 1996: 277-279; Hale, 2000: 176-182; Shaw-Shaw, 2000: 505-509; Dursunoğlu, 2000:31; Özel, 2002: 10;). 

1950-1955 yılları arasında Ürdün’den Gazze’ye veya Lübnan’dan İsrail’e sızma çalışmaları olur, fakat İsrail tarafından şiddetli misillemeyle karşılanır. 
Bu savaşlardan sonra İsrail’e diğer Arap ülkeleri Yemen, Fas ve Irak’tan yaklaşık 700 000 Yahudi göç ettirilir. Bu göçler hem Arap devletlerinin zorlaması, 
hem de İsrail’in isteği ile gerçekleşir. Böylece bölgedeki Yahudi nüfusu daha da güçlenir ve sonuç ta göçler Arapların aleyhine sonuçlanır 
(Kürkçüoğlu,1972: 249-252; Özel, 2002: 5-11). 

25 Mayıs 1950 tarihinde ABD, İngiltere ve Fransa İsrail ve Arap ülkelerine bölgede savaş çıkmaması için silah ambargosu bildirgesinde bulunurlar. Mısır’da 
1952 yılında Kral Faruk’un yerine Hür Demokratlar Örgütü lideri cemal Abdülnasır bir darbe ile yönetime geçer. Nasır Arap milliyetçiliğinin başlaması 
için büyük çaba harcar. 1956 yılında İsrail’in Mısır’a saldırısı ile kısa süreli bir savaş çıkar. 1958 yılında Suriye ile Mısır birleşerek “Birleşik Arap cumhuriyeti” 
adı altında birleşmeyi planlasalar da, 1961 yılında Suriye’de yapılan darbe ile bu birlik oluşamaz. Bu savaştan sonra 1964 yılında Doğu Kudüs’te 1. Filistin 
Kongresi toplanır ve Filistin Kurtuluş Örgütü kurulur (Armaoğlu, 1984: 488491, 504-506, 701; Tıbi,1991: 118; Sander, 1998: 264; Gönlübol, 1996: 290; 
Shaw-Shaw, 2000: 505-509; Öymen,2002:127). 

1967 yılında Arap ülkeleri bir kez daha İsrail’e savaş hareketine girseler de hepsi savaştan önceki durumlarından daha kötü bir sonuçla karşılaşarak savaşı 
bitirmek zorunda kalırlar. Mısır, Suriye ve Ürdün’ün birlikte, fakat farklı stratejilerde birbirlerinden uyumsuzca giriştikleri savaş 6 gün sürer ve sonuçta 
İsrail topraklarını 3.5 kat büyütür. Böylece Batı Şeria, Sina Yarımadası, Golon Tepeleri ve Kudüs İsrail’in eline geçer. Suriye yapılan bu üçüncü İsrail-Arap 
savaşında Golon Tepelerini İsrail’e kaptırır. Stratejik öneme sahip olan bu tepeleri İsrail resmen 1981’de ilhak ederek 12.500 Yahudi göçmeni bölgeye yerleştirir. 
Golon Tepeleri’ndeki İsraillerin sayısı böylece Dürzilerin sayısına eşit bir konuma gelir. Suriye İsrail ile barış görüşmelerine geçmesinin ilk şartı olarak Golon 

Tepeleri’nin kendisine geri verilmesini ve Lübnan-İsrail barışında da söz sahibi olabilmeyi öne sürer. 1967 yılında yapılan üçüncü Arap-İsrail savaşında İsrail 
Ürdün’ün egemenliğindeki Batı Şeria ve Kudüs’ün doğusunu işgal edince, Doğu Şeria’ya sığınanlarla birlikte Filistinlilerin sayısı 3.9 milyonluk Ürdün’de 1.2 
milyona çıkar (Armaoğlu,1984: 705-715; Gönlübol,1996: 277-279, 606; Sander, 1998: 478; Hale, 2000: 176-182; Özel, 2002: 11). 


1967 savaşları Arapları birbirlerine yaklaştır ve Arap milliyetçiliğinin oluşmasına vesile olur. 1 Eylül 1967 tarihinde ilk defa Arap Birliği toplanır ve Kartun Zirvesi’nde İsrail’i tanımama ortak kararı alınır. İsrail’in Orta Doğu topraklarında bu derece hızlı genişlemesi nedeniyle BM Güvenlik Konseyi 22 Kasım 1967 tarihindeki toplantısında 242 Sayılı tarihi kararı alır. Buna göre İsrail 1967 öncesi sınırlarına geri çekilecektir (Tibi,1991:118-120; Özel, 2002: 12). 

İsrail çoğunluğu Hristiyan Lübnanlıların yaşadığı Güney Lübnan’da bir güvenlik bölgesi kurmasına karşın, Suriye Lübnan topraklarının % 60’ını denetimi altına alan 30 bin kişilik bir ordu yollar, hatta İsrail güneyden çekilse bile Suriye’nin Lübnan üzerindeki etkinliğinden vazgeçmeyeceği düşünülür. 
SSCB’nin dağılması sonucunda yalnız kalan Suriye artık barış görüşmelerini desteklemek zorunda kalır (Mc Ghee, 1992: 198-268; Altunışık,1999:183). 

Bu çatışma süreci içinde 1948, 1956 ve 1967 yıllarında Arap-İsrail savaşları yapılır ve bu savaşlarda Arap ülkeleri yenilirler. İsrail bu savaşlarda her defasında topraklarını biraz daha genişletir. Arap ülkeleri Filistinlilerin yanında yer alarak İsrail’e karşı birlik olmaya ve bu birlik içinde mücadelede ederler. Fakat bütün çabalara rağmen geçen sürede Filistin Devleti kurulamaz. 1967 yılındaki Arapİsrail Savaşı sonrasında savaş öncesi konuma geçme kararı olan 242 Sayılı Birleşmiş Milletler kararı ve 1973 yılında yapılan Arap-İsrail Savaşı sonunda BM’in 338 Sayılı kararı çerçevesinde barış görüşmelerine geçilir, fakat yapılan görüşmelerde önemli bir merhale kat edilemez (Armaoğlu, 1984: 510,715-721; Armaoğlu,1991:252). 

1967 yılındaki 3. Arap-İsrail Savaşı sonrasında Mısır’ın yerine artık Suudi Arabistan Devleti ön plana çıkmaya başlayarak Filistinlilere maddi desteklerde 
bulunur. Bundan sonra Arap ülkeleri Laik Arap Milliyetçiliği çizgisinden ayrılarak Radikal Arap Milliyetçiliğine kayarlar. 1968 yılından sonra Marksist-Leninist 
George Habbash’ın liderlik ettiği “Filistin Kurtuluşu İçin Halk cephesi” örgütü kurularak terörist (uçak kaçırma, sabotaj, kaçırma) eylemlerinde bulunulur. 1973 yılı Arap İsrail savaşları sonrasında petrol fiyatlarının hızla yükselmesi sonucunda Arap ülkeleri zenginleşirler. Böylece Arap ülkeleri Filistin davasına daha fazla maddi destek verme imkânı bulur ve Filistin Bağımsızlık Hareketi başlatılır. Mısır Devlet Başkanı cemal Abdülnasır’ın yardımıyla Yasir Arafat’ın önderliğinde El Fetih Örgütü kurulur. Filistin Millî Konseyi 1-5 Ocak 1969 tarihinde Kahire toplantısında 11 üyeli yeni bir Yürütme Komitesi ve başkanlığına da 39 yaşındaki Yaser Arafat’ı (Abu Ammar) seçer. Bu tarihten sonra FKÖ çalışmalarına ve eylemlerine devam ederek Filistin halkının sesini dünyaya duyurmaya çalışır. 
FKÖ’nün özellikle 1974 yılı faaliyetleri sonrasında Arap ülkeleri Rabat’ta Arap Birliği’ni toplar. Birlik artık FKÖ’yü Arapların meşru temsilcisi olarak ilan eder. 
Buna göre Filistin davası sadece Filistinlilerin olacaktır. Yapılan mücadeleler sonrasında ilk defa 1976 yılında FKÖ iki devletten söz eder. Böylece artık İsrail 
Devleti’nin varlığını kabullenir, ama Filistin Devleti’nin de kurulması hedeflenir (Armaoğlu, 1984: 483, 716, 721 Sever, 1997: 75: Özel, 2002: 12-13). 

FKÖ’nün tam iki devletten söz ettiği dönemde Lübnan’da iç savaş baş gösterir ve bu süreç tekrar askıya alınır. 1975’te başlayıp 1988’e kadar süren iç savaşta 3.6 milyon nüfusun yarısına yakını oluşturan ve refah içinde yaşayan Maronitler ile Hristiyanlar bu üstünlüklerini yitirirler. 
1980 yılı nüfus sayımına göre Lübnan’da Hristiyan nüfus % 40, Müslüman nüfus ise % 60’dır. Müslümanlar içinde 1948,1967 Arap-İsrail savaşında Lübnan’a 
sığınan 360 bin Filistinli de bulunmaktadır. 
Artık Şiiler (AMAL, HİZBULLAH) ön plana geçerler. Filistin Komandoları yerine artık Amal ve Hizbullah askerleri geçer. Hizbullah askerlerinin sayısı 3000’i bulur. 
Bütün bu gelişmelere karşın Lübnan barış içinde ülkeyi imar ederek düzenli, modern bir yaşama kavuşmak ister Bu da ancak Suriye’nin İsrail’le barışmasına 
bağlıdır (Gönlübol-Ülman,1977:310; Armaoğlu, 1984: 510,729). 

1976 yılında Mısır’ın İsrail’i siyasi olarak tanıması sonucu her iki ülke arasında barış görüşmeleri başlar. Böylece Mısır 1967 yılında İsrail’e kaybettiği toprakları 
barış yolu ile geri alır. Arap-İsrail savaşı sonucunda 1979 yılında yapılan barış anlaşması sonucunda Mısır-İsrail ilişkileri iyi kötü devam eder, fakat gelişemez. 
Bu ilişkilerden dolayı ve Mısır’ın ABD yanlı tutumu neticesinde Hüsnü Mübarek Arap ülkeleri tarafından ihanetle suçlanır. Mısır Arap ülkeleri tarafından önce 
Arap Birliği’nden, sonra İslam Konferansı’ndan çıkarılır. Bunun sonucunda Mısır yalnız kalır ve tek ekonomik destekçisi olarak ABD’nin kalması nedeniyle Mısır 
Hükûmeti ABD ile arasında yapılacak olan konferans önerisini kabul eder (Ünal, 2002: 46). 

Lübnan, ülkesi içinde üs kuran ve faaliyetlerini buradan sürdüren FKÖ’den oldukça rahatsız olur. FKÖ Lübnan’da âdeta devlet içinde devlet konumuna gelir 
ve kan akması günden güne artar. İsrail Lübnan rahatsızlığı ve Lübnan Başbakanı cemayel’in Suriyelilerce öldürülmesi sonucunda 1982 yılında Beyrut’a saldırır. 
Bu saldırıda İsrail Filistin arşivlerini imha eder, kurumsal yapıyı yıkar, “Sabra. ve “Şatila adlı Filistin kamplarında bir ile iki bine yakın sivil Filistinliyi öldürür. 
İsrail’in bu saldırısında Lübnanlılar FKÖ’nün faaliyetleri nedeniyle İsrail Devleti’ne daha sıcak davranır. İsrail’in Lübnan’daki müdahalesinde yaklaşık 20 000 kişi hayatını kaybeder. Bunun sonucunda İsrail FKÖ’nü Lübnan dışına çıkarmayı başarır (Gönlübol, 1996: 303; Özel, 2002: 13;). 

FKÖ Lübnan’da ayrıldıktan sonra 1993 Oslo Anlaşması’nakadar faaliyetlerini Tunus’dan sürdürür. Bu dönem FKÖ için suskunluk dönemi olur. İsrail’in 1982 
yılındaki saldırı ve işgali neticesinde 1987 yılında Filistin halkı kendi imkânları ile mücadeleye başlar ve artık taşla, sopayla, kadın, erkek, çocuk İsrail’e karşı 
mücadeleye girişir ve bu mücadeleye “intifada” denir. İntifada olayında liderliği İsrail’in FKÖ’nü parçalamak için kurdurttuğu, fakat daha sonra İsrail’in 
kontrolünden çıkan Hamas Örgütü yapar (Hale, 2000: 176-182; Özel, 2002: 14). 

Yapılan tüm Arap-İsrail savaşlarını İsrail kazanmasına karşın dünya arenasında iyi karşılanmaz, bunun sonucunda ABD’nin devreye girerek İsrail’i devamlı barış 
görüşmelerine zorlamasına karşın, İsrail konuya pek olumlu yaklaşmaz. Fakat FKÖ’nün, Gazze’de HAMAS ve İslami cihat Örgütü’nün, Güney Lübnan’da 
Hizbullah’ın tedhiş eylemlerinin artması, Suriye’nin Lübnan’daki etkinliği İsrail’i düşündürür ve devamlı yeni önlemlere başvurmasını gerektirir. 

1988 yılında Ürdün Kralı Hüseyin 1967’den beri İsrail işgalinde bulunan Batı Şeria’daki haklarından Filistin lehine feragat eder, sadece su probleminin 
çözülmesi ve ticaret ilişkilerini geliştirmek amacını gütmeyi düşünür. Bu şartlar içinde Ürdün, konferans teklifini kabul eder ve 1988 yılında cezayir’de FKÖ 
önderliğinde gerçekleşen Filistin Kurtuluş Kongresi sonucunda Arafat BM’nin 242 Sayılı tarihi kararını tanıyarak kabul eder ve terörü kınar. Bu karar FKÖ için 
oldukça tarihî bir önem taşır. 

ABD’nin teşvikiyle 15 Ocak 1990’da İsrail ile FKÖ arasında tekrar barış görüşmeleri başlar. Artık ABD lideri Bush “6 Mart 1991’de Arap-İsrail uyuşmazlığının çözüm zamanı geldi” der. Bölgede araştırmalarını sürdüren ABD Dışişleri Bakanı Baker’in her iki taraftan da özveri istemesi sonucunda 15 Nisan 1991’de Kafkasya’da Kislovodoks şehrinde Sovyet dışişleri bakanı Besmertnik’le yapılan görüşmeler neticesinde mutabık kalınarak bir karara varılır (Soysal,1995:464). 

Filistinlilerin Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’te ülke dışındaki Filistinlilerin de gelmesiyle bir devlet kurma çabası içinde olmalarına İsrail karşı çıksa da ABD 
İsrail’i zorlayarak Filistin’in düşüncesini destekler. Filistinliler 1967 Arap-İsrail Savaşı sonucunda darmadağan olmuş ve nüfusunun büyük çoğunluğu diğer Arap ülkelerinde yaşamaya başlar. 1991 yılında yapılan nüfus sayımına göre 4.5 milyon Filistinlinin yarısı; 1.2 milyonu Şeria nehrinin doğusunda Ürdün’de, 360 bini Lübnan’da, 250 bini Suriye’de, 150 bini Suudi Arabistan’da, 250 bini Kuveyt, Mısır, Umman, Arap Emirlikleri, Katar, Irak, Libya ve 250 bini de ABD ve Batı 
ülkelerinde yaşamaktadır. Bunlara ilaveten Batı Şeria’da 1.1 milyon, Gazze’de 650 bin Filistinli, İsrail sınırları içinde de Golon ve Kudüs’te 550 bin Filistinli 
vardır (Gönlübol, 1996: 303). 

1985 yılında Sovyetler Birliği devlet başkanlığına gelen Gorbaçov’un ılımlı politikası ve Batı’nın karşısında değil de yanında yer almaya çalışması sonucunda 1950’li yıllardan beri Moskova’ya güvenen ve desteklenen Filistin Kurtuluş Örgütü, Suriye ve Irak ne yapacaklarını ve nasıl bir politika izleyeceklerini düşünmeye başlarlar. 1991 yılında cOMEcON ve Varşova paktı’na son verilmesi, 1991’de SScB’nin dağılması sonucunda SScB’nin ABD yanında yer alması ve Saddam’ın Kuveyt’i işgali ilebaşlayan savaş sonunda Orta Doğu’da tüm dengeler tamamen bozulur, kimse nasıl bir politika izleyeceği konusunda belirsizlikler içinde kalır. Kuvet’te El Sabah ailesi FKÖ’ne maddi desteğini kesmekle kalmaz, ülkeden yaklaşık 600.000 Filistinliyi dışarı çıkarır. Böylece FKÖ maddi çöküntü içine girer, hatta memurların maaşlarını dahi ödemekte güçlük çekmeye başlar (Özel, 2002: 14). 

30 Ekim1990 ile 4 Kasım 1991 tarihlerinde Madrid’de FKÖ ile İsrail arasında yapılan Barış Konferansı’na Avrupa Topluluğu bir gözlemci, Suudi Arabistan 
bir gözlemci, İsrail Başbakan, Suriye, Lübnan, Ürdün Dışişleri Bakanları, Filistin Heyeti başkanı ve üyeleri, Mısır Dışişleri Bakanı temsilcileri ile katılır. 
Konferans’ta alınan en önemli sonuç İsrail ve Filistin cephesinde her iki tarafın bundan sonra kan akıtılmamasına karar vermesidir. 
Daha sonra barış görüşmeleri çerçevesinde 10-12 Aralık 1991 Washington’da delegeler düzeyinde, 28-29 Ocak 1992 Moskova’da bakanlar düzeyinde temsil 
edilerek önemli adımlar atılır (Hale, 2000: 176-182, 312). 

1992 seçimlerini İsrail’de Sosyalist Parti kazanmasıyla İshak Rabin başbakan olur. Rabin ilk iş olarak FKÖ ile barış görüşmelerini başlatır. Bu nedenle 19 Ocak 
1993’te İsrail Parlamentosu’ndan Hükûmetin FKÖ ile temas yasağını kaldırtarak hemen görüşme yoluna gidilerek 19 Ağustos 1993’te Oslo’da anlaşma parafe 
edilir ve 13 Eylül 1993’te de Washington’da imzalanır. İsrail ile Filistin arasındaki 1947 yılında başlayan anlaşmazlıklar nihayet 1993 yılında son bulur ve barış dönemine geçilir. Hemen sonra Ürdün ile İsrail arasında 1994’te bir anlaşma sağlanır (25 Temmuz 1994 Washington Bildirgesi), daha sonra Esat, Clinton görüşmesi yapılır ve böylece Orta Doğu’da kalıcı barışın sağlanması için önemli adımlar atılır. İsrail bu süreçte dünyada siyasi desteğini arttırır. 
Oslo Anlaşması ile 1948 öncesinde Filistin’den ayrılanlar artık Filistin topraklarına geri dönemeyeceklerdir. Devletler arasındaki ilişkiler çıkara bağlı olduğu 
için her an birisinin lehine yine bu denge bozulabilir. Türkiye de 1992 yılından sonra İsrail ile diplomatik ilişkilerini büyükelçilik düzeyine çıkarır (Özel, 2002: 14). 

1995 yılında NATO Genel sekreteri Willy Claes “Komünizm tehlikesi bitti, onun yerine İslami kökten dinciliği geldi.” beyanını verdikten sonra hemen İsrail, 
Mısır, Tunus, cezayir ve Fas’ı NATO toplantısına çağırarak durumu kendilerine açıklar. Bu süreçte Suriye hep iyi ilişkiler ile İsrail’den Golon Tepeleri’ni geri 
alabileceğini düşünür, fakat bir türlü amacına ulaşamaz. 2000 yılındaki camp 

David görüşmelerinde her ne kadar görüşmelere sıcak başlansa da görüşmelerin sonunda bir sonuç alınamaması ile ikinci İntifada olayı başlar (Armaoğlu,1984: 
529, 785-809; Hale, 2000: 312; Ünal, 2002: 47-48). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***