Orta Doğu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Orta Doğu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mayıs 2020 Cumartesi

COVİD-19 PANDEMİSİNİN GÖLGESİNDE KALAN KÜRESEL SORUNLAR VE ORTADOĞU MESELELERİ

COVİD-19 PANDEMİSİNİN GÖLGESİNDE KALAN KÜRESEL SORUNLAR VE ORTADOĞU MESELELERİ




COVID-19 PANDEMİSİNİN GÖLGESİNDE KALAN KÜRESEL POLİTİKA VE ORTADOĞU’NUN GÜNDEMİ

Mehmet BABACAN*
* Bursa Uludağ Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı Doktora  Öğrencisi ve YÖK 100/2000 Proje Asistanı.
2 Nisan 2020

Yeni Nesil Küresel Salgın: Covid-19

   Dostoyevski, 1872 yılında yayımlamış olduğu “Ecinniler”  adlı romanında Stavrogin ve Kirilov adındaki karakterleri eserin bir yerinde şu şekilde konuşturur:

Stavrogin:-Kıyamet günü melek, bundan böyle zamanın olmayacağını ilan edecekmiş.

Kirilov:-Biliyorum. Bütün insanlar mutluluğa kavuştuklarında, zaman da ortadan kalkacak çünkü artık zaman gerekmeyecek. Çok doğru bir düşünce…
Stavrogin:-Peki, ama zamanı nereye saklayacaklar?

Kirilov:- Hiçbir yere. Zaman bir eşya mı? Hayır. Yalnızca bir düşünce…Zihinlerden silinip gidecek.

Sanırım zaman ve mekân kavramının giderek bulanıklaştığı, hatta tam da şu an neredeyse zamanın durduğu bununla eşanlı olarak hayatın da durduğu tuhaf bir periyottan geçiyoruz; ülke ve tüm insanlık olarak. 

Gözle görülmesi imkânsız bir tek hücreli canlının hayatlarımızı esir aldığı ve dondurduğu bu dönemde en azından uluslararası siyaset açısından küreselleşme, ulus-devlet, bölgeselleşme, güvenlik ve güvenlik tehditleri gibi temel bazı kavramların derinden sorgulanmasını gerektirir biçimde bir özeleştiri yapmak durumunda da kalıyoruz. II. Dünya Savaşı’nın bitiminde ABD’nin Japonya’da kullandığı atom bombaları, ya da  imzalanan birtakım anlaşmalar (AKKA, AKKUM, SALT ve START Anlaşmaları serisi vb. gibi) bağlamında 1990’lardan itibaren sınırlandırılmaya başlanan ve tüm dünyaya artık bir nebze de olsa küresel tehdit olmaktan çıkarıldığı mesajları verilen diğer nükleer, konvansiyonel silahlar ya da füze sistemleri değil küresel güvenliği tehdit eden. Klasik güvenlik anlayışının devlet merkezli bakış açısının ve realist güvenlik anlayışının o çok bildik  high politics-low politics  ayrımının aksine ve  fiziksel tehdit olarak ilk akla gelen, bütçesi milyon dolarlarla ifade edilen nükleer, konvansiyonel silahlar, devasa savaş gemileri, savaş uçakları ya da füze sistemleri bir yana, adına “Covid-19 (Coronavirus/Koronavirüs)” denen gözle görülmeyen bir tek hücreli canlı bütün ulus-devletlerin ve uluslararası toplumun can güvenliğine savaş açarak ancak aynı zamanda çok hızlı ve sinsice yayılarak hepimizi sosyal hayattan izole olmaya ve evlerimize kapanmaya zorladı. Bunun neticesinde yukarıda da belirttiğimiz gibi deyim yerindeyse “hayat ve zaman durdu.” 

Yazının başında yer verilen roman kahramanlarından biri tüm insanlar mutluluğa kavuştuklarında zamanın ortadan kalkacağını iddia etse de günümüz koşullarına bakarak, insanlığın karşı karşıya kaldığı ciddi tehlikler yüzünden bireylerin ferdi ve sosyal yaşamlarına giderek tedirginliğin ve endişenin sirayet ettiğini görmekteyiz. Aşı çalışmaları henüz istenilen seviyeye gelmemişken bu yazı kaleme alınırken tüm dünyada yaklaşık 719.167 koronavirüs vakasının ve 33.900 virüs kaynaklı ölümün gerçekleştiğini öğrenmekteyiz.  

Bütün dünyanın gündeminde birinci sırada yer alan ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından “pandemi (küresel salgın)” ilan edilen Covid-19 haricinde daha düne kadar konuştuğumuz uluslararası politikaya dair meselelerin bir anda nasıl unutulduğuna ve uluslararası toplumun gündeminden çıktığına/çıkarıldığına da hayretle şahit olmaktayız.

Gündemden Düşen Küresel Politika ve Sorunlar/Meseleler

Çok değil bundan birkaç ay öncesine kadar ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşlarını Ukrayna’daki durumu ve Rusya’nın’ saldırganlığını dahası hemen yanı başımızdaki Suriye İç Savaşını, Esed rejiminin saldırıları sonucu verdiğimiz şehitlerimizi ve Türkiye’nin İdlib’e düzenlediği Bahar Kalkanı harekâtı sonrası Rusya ile imzaladığı “Moskova Mutabakatı”nın maddelerini konuşurken küresel salgınla birlikte sağlıkla ilgili konular haftalardır diğer bir çok küresel siyasal ve ekonomik meseleyi de gündem dışına itti.  Aslında dünya politikasının yaşadığı dönüşüm çerçevesinde görülen ilk pandemi değil Koronavirüs ve büyük ihtimalle son da olmayacak. 1. Dünya Savaşının hemen ardından görülen İspanyol giribini, Kara vebayı ve o kadar uzaklara gitmeye gerek kalmadan henüz 11 yıl önce 2009’da ortaya çıkan H1N1 (Domuz gribi) virüsünü bundan önceki küresel salgınlara örnek olarak verebiliriz. Özellikle 2009’daki Domuz gribi salgınında 6 hafta içinde 30 ülkeye ve takip eden aylarda 190’dan fazla ülkeye yayılan virüs dünya genelinde 12.799 kişinin hayatını kaybetmesine yol açmıştı. Dolayısıyla Fareed Zakaria’nın  “Amerikan sonrası dünya (post-American World)” teziyle de örtüşür bir biçimde özellikle 2007 ve sonrasında ABD (mortgage) ve AB’yi (borç krizi) etkisi altına alan finans krizinin üstüne bir de küresel çevre sorunları (küresel ısınma, tsunami, yanardağ patlamaları) ve salgın hastalıkların (SARS, H1N1) eklemlenmesi haklı olarak dünya siyasetinde artık ekonomi, çevre, sağlık sorunlarının giderek daha önemli hale geldiği ve siyasal olarak da Batı-sonrası döneme doğru gidildiği yorumlarının doğmasına yol açmıştır.

Bununla birlikte 2011 yılında Güney Afrikayı da bünyesine katarak yoluna devam eden BRIC-S, G-20 ve ŞİÖ gibi oluşumlar dünya politikasının ağırlık merkezinin Atlantikten diğer bölgelere doğru kaydığını adeta doğrularken özellikle Obama döneminde takip edilen tek taraflı ve uluslararası örgütleri ön plana çıkaran “ilerleci pragmatist” dış politika ABD’nin hegemon güç rolünü oynamadaki isteksizliğine kanıt olarak gösterilmiş ve Bush dönemindeki Irak ve Afganistan işgalleriyle de meşru hegemon güç rolünün zaten aşındığına dair yorumların doğmasını sağlamıştır. Hâl böyleyken bir anda dünya gündemini değiştiren, Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyalarında görülen halk ayaklanmalarının yaygın ve genel bir bölgesel devrim hareketleri zinciri haline gelmesiyle ortaya çıkan “Arap Baharı” (bazı kaynaklar Arap uyanışı/Arab awakening, Arap devrimleri/Arab revolutions adlandırmalarını da tercih etmektedir), küresel ve bölgesel güçlerin dahil olduğu yeni güç denklemlerini ortaya çıkararak özellikle Suriye, Libya ve Yemen gibi ülkeler üzerinden yürütülen vekâlet savaşlarıyla da karşılıklı restleşmeleri artırmıştır. 
Peki sadece Arap baharı ve onun en son ve en zor halkası olan Suriye İç Savaşı mıydı pandemiden önce konuştuğumuz küresel sorunlar? Elbette değildi. Amerika ve İran arasında Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin öldürülmesiyle başlayan ve her an savaşa dönüşme ihtimalinden bahsedilen gerginlik, bu kapsamda bombalanan Irak’taki Taci, Ayn el-Esad ve Erbil Amerikan üsleri, İsrail’in ABD desteğiyle “yüzyılın anlaşması” olarak nitelediği ve tüm dünyaya iyi niyetli (-imiş gibi) lanse ettiği sözde “barış planı”, İngiltere’nin Brexit kararı sonrası AB’nin durumu ve sorgulanan geleceği, Ukrayna’daki son durum, Çin ile olan ticaret savaşları bağlamında ABD’nin imzaladığı son anlaşma, yine İran’da düşen ve 176 kişinin ölümüyle sonuçlana uçak faciası, ABD’de gittikçe yaklaşan  başkanlık seçimleri ve adayların seçim propagandaları…Görüldüğü gibi liste uzayıp gitmekte. 

Tabii Covid-19 pandemisiyle birlikte küreselleşme tartışmalarının yeniden alev aldığını hatta David Harvey’in (1989)  zaman-mekân sıkışması kavramsallaştırmasının bir yansıması olarak sunulan ve aktörlerarası ilişkilerin yoğunluk derecesinin ve birbirlerini etkileme kapasitesinin had safhaya ulaştığı nokta olarak tasvir edilen küreselleşme sürecinin anılan pandemiyle birlikte geriye doğru işlemeye başladığını da söyleyebiliriz. Salgından korunmak adına vatandaşlarını sosyal/toplumsal hayattan izole eden ulus-devletler tüm yurtdışı uçuş trafiğini durudurarak  kendilerini de uluslararası toplumdan ve devletlerarası ticari, ekonomik, diplomatik vb. ilişkilerden tecrit etmeye başlamışlardır.  Küreselleşmenin katalizörü olarak görev yapan iletişim ve ulaşım teknolojileri yavaş yavaş terkedilerek küreselleşmenin dinamikleri yavaşlatılmakta, globalleşmenin en önemli aktörleri olan çok uluslu şirketler, insan ve buna bağlı olarak mal, sermaye ve hizmet hareketliliğinin yavaşlaması ve talebin azalmasıyla birlikte büyük bir ekonomik riskle karşı karşıya kalmaktadırlar. Batı dünyası yukarıda da bahsedilen 2008 finans krizinin şoklarını henüz üzerinden atamamışken talebin ve tüketimin azalması ekonomik büyümeyi yavaşlatacak, ekonomik büyüme olmazsa küresel kapitalist düzenin işleyişi riske girecek ve dolayısıyla küreselleşmeyi de derinden vuracaktır. 
Dünyanın Gözü, Kulağı, Eli-Ayağı ya da Kayanayan Kazanı Ortadoğu 

Aslında yukarıda da değindiğimiz gibi 2011’de başlayan halk hareketlerinin merkezi olan Ortadoğu Arap Baharı dalgasıyla birlikte uluslararası politikada senelerdir gündemde olan bir bölge. Sadece son on yılda mı? Ortadoğu sahip olduğu jeoekonomik, jeopolitik ve jeokültürel önem dolayısıyla küresel ve bölgesel güçlerin yüzyıllardır üzerinden gözünü kulağını ayırmadığı, özellikle sahip olduğu hidrokarbon kaynakları ve bunların nakil hatları, güzergâhları sebebiyle de enerji kaynaklarına ihtiyaç duyan tüm ülkelerin neredeyse eli ayağı olan ancak din, mezhep, etnisite gibi iç dinamiklerin yanında sürekli uluslararası müdahalelere de açık olması hasebiyle global politkanın deyim yerindeyse “kaynayan kazanı” olmuş bir bölgedir. Özellkle 1. Dünya Savaşından sonra Osmanlı Devleti’nin, 2. Dünya Savaşından sonra  da İngiltere’nin bölgeden çekilmesi ya da tasfiye edilmesiyle ABD’nin hegemon güç konumu nedeniyle bölgedeki baskın rolü, Rusya, Çin, İran, AB gibi diğer küresel ve bölgesel aktörlerle birlikte bazen gizliden bazen açıktan sürdürülen bir mücadeleyi sürekli kılmış, bölgeye barış getirmesi amacıyla tasarlanan  birçok plan ya da anlaşma (Sykes Picot, Büyük Ortadoğu Projesi/BOP gibi) düzenden çok düzensizliği yaratmıştır. 

Bütün dünyayı etkisi altına alan koronavirüs pandemisinin Ortadoğu’daki birçok ülkeyi ve insanı tehdit eden varlığı ise İran özelinde daha net anlaşılabilir. Nitekim İran virüsün ortaya çıkışından bu yana Çin dışında İtalya ile birlikte en yüksek ölüm oranlarının görüldüğü bir ülke olarak karşımıza çıkıyor. Pandemi öncesinde ABD ile yaşanan gerginlik kapsamında gündeme gelen İran’da hükümet üyelerinin de salgına yakalanması durumun ciddiyetini ve vehametini ortaya koyarken devlet başkanı Ruhani ve dinî lider Hamaney’in açıklamaları, gerçeklikten uzak olduğu gerekçesiyle ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo tarafından eleştirilmiştir. Pandemiyle ilgili vaka ve ölüm sayılarını hemen her dış politik konuda olduğu gibi Amerikan karşıtlığı üzerine kurgulayarak servis eden İranlı yöneticilerin açıklamaları tedbirlerin geç alındığı ve durumun ciddiye alınmadığı noktasında uluslararası toplum tarafından da tenkit edilmiştir. 
İran dahil bölge genelindeki bütün ülkeleri etkileyen asıl mesele petrol fiyatlarının hızla düşerek son 20 yılın en düşük seviyesine gerilemesi olmuştur. Bu durum başta Rusya ve Suudi Arabistan gibi büyük petrol ihracatçısı aktörleri uzun vadede zorlayacak gibi görünse de petrol gelirlerindeki düşüş esasen ekonomisi büyük ölçüde petrol gelirlerine bağlı olan İran ve Irak’ı etkileyecek gibi görünmektedir.  Petrole olan talebin azaldığı ve fiyatların düştüğü bir ortamda hâlihazırda Amerikan ambargosu nedeniyle zor bir süreçten geçen İran’ı finansal olarak daha da derinleşen bir krizle karşı karşıya bırakırken siyasal istikrarsızlık ve uzun bir süreden beri devam eden gösteriler nedeniyle iç karışıklılar yaşayan Irak’ta da benzer sonuçlar doğuracaktır. Petrol gelirlerinin düşmesi BAE, Umman ve Katar gibi körfez ülkelerini değişik önlemler almaya iterek geleneksel körfez monarşilerinin birbiri adınca ekonomik destek paketi açıklamalarına yol açmıştır. Yemen, Libya ve Suriye’de devam eden iç çatışmalar ve istikrarsız siyasî ortam zaten çok olumsuz bir tablo çizerken bombalamalar sonucu hastaneleri yıkılan ve sağlık sistemi neredeyse tamamen çöken pandeminin gölgesindeki Esed rejiminden ilk vaka ve virüs kaynaklı ölüm açıklaması gelmiştir. Şu an için çok aktörlü, çok katmanlı bir şekilde devam eden iç çatışmaların ve vekâlet savaşlarının hüküm sürdüğü anılan ülkelerde pandemi süreci ve sonrasıyla ilgili bir öngörü kestirmek zor görünüyor. Keza geçtiğimiz günlerde Suriye’deki iç savaş tam 10. yılını doldururken rejimle muhalifler arasındaki çatışmanın nerede duracağını, dahası benzer şekilde Libya’daki General Halife Hafter ile Ulusal Uzlaşı/Mutabakat Hükümeti arasındaki silahlı mücadelenin nasıl ve ne şekilde biteceğini kestirmek mümkün değil. Bütün ülkelerin deyim yerindeyse kendi “can derdine” düştüğü ve ulusal güvenliğinin “kaygısına” kapıldığı bir dönemde uluslararası bir koalisyonu harekete geçirmek, normal zamanda bile mümkün değilken hele şimdi tam anlamıyla “imkânsız” olarak tarif edilebilecek bir durumdur.

Pandemi nedeniyle bir süredir kesilen halk gösterilerinin Lübnan, Ürdün, Sudan, Cezayir, Fas ve Irak gibi bölgelerde yoğunlaşması “İkinci Arap baharı” olarak nitelendirilse de bu hareketlerinin arızî ya da daimî olup olmayacağını zaman gösterecek. Ancak daha ilkinin artçı şokları devam ederken ve Suriye devriminin doğurduğu devlet-dışı aktörler ve göçmen krizi bölgesel jeopolitiği büyük bir istikrarsızlığa uğratmışken ikinci bir dalganın Ortadoğu’da hangi aktörleri ve güç denklemlerini ortaya çıkaracağı ise pandemi sonrası şekillenecek yeni dünya düzeni ve/veya jeopolitiğinde belli olacaktır.
Muhammed Mursi’nin devrilmesinin ve ölümünün ardından otoritesini pekiştiren Sisi’nin Mısır’daki yönetimi ise pandeminin başından beri hiç iç açıcı bir görünüm sergilememektedir ve aldığı dış yardımlarla ayakta durmaya çalışan Sisi yönetimi yüksek işsizlik oranı, koronavirüs nedeniyle azalan turizm gelirleri ve sağlık sektöründeki alt yapı yetersizliği nedeniyle kötü bir sınav vermektedir. Ülkede genel bütçeden sağlık sektörüne ayrılan payın % 1,2 olduğu düşünüldüğünde sağlık sisteminin çökmesi ve yeni bir isyan dalgası ile halk harektenin başlaması ise ne yazık ki mümkün görünmektedir. 
İsrail-Filistin cephesinden ise ilk başta salgına karşı ortak mücadele edildiği ve bu kapsamda Mescid-i Aksa’nın ibadete kapatıldığı haberleri gelse de, Hamas sözcüsü Abdullatif el-Kanu’nun Doğu Kudüs’te dezenfekte çalışmasına katılan 12 Filistinlinin İsrail istihbarat güçlerince göz altına aldığını açıklamasıyla taraflar arasındaki gerginlik yeniden artmış, İsrail’in bu tutumu Hamas kanadından “ırkçı ve barbar” olarak nitelendirilmiştir.  Bölgedeki yaygın istikrarsız ortamın koronavirüsün ortaya çıkaracağı muhtemel toplumsal etkilerle birlikte daha yıkıcı sonuçlar doğurabileceği tahmin edilmekle birlikte uzun vadede Irak’taki siyasi düzenin yeniden sağlanması, petrol gelirlerindeki düşüşün özellikle İran ve Irak üzerindeki etkileri ile İsrail-Filistin arasındaki ABD güdümlü barış planı tasarılarının tutarlılığı, bununla birlikte Rusya öncülüğünde “şimdilik” Türkiye’nin gazabını savuşturan Esed rejiminin geleceği global ve bölgesel politikanın pandemi sonrası kendine gelmesiyle birlikte yeni küresel siyasetin seyrine ve yapısını bağlı olarak netlik kazanacaktır. 


Sonuç


Küresel ve bölgesel politikadan söz ederken uluslarası ilişkilerin temel paradigmalarına referans vermeden konuşmak neredeyse imkânsızdır. Devletlerarası ilişkileri ve küresel ölçekteki politikayı güç mücadelesi şeklinde yorumlayarak devlet-merkezli bir bakış açısını odağına yerleştiren gerçekçi/realist ekolün uluslararası konular/gündemler arasında bir sıralama yaparak askeri ve siyasal konuları öncelikli (high politics), diğer konuları (ekonomi, sağlık, çevre, eğitim vb.) ise ikincil (low politics) görmesi sanırım tüm dünyayı etkisine alan bu pandemi karşısında bildiklerimizi yeniden test etmemiz gerektiğini ifade ediyor. Tek hücreli bir virüsün dünyanın birçok ülkesinde aynı anda binlerce insanın canını alması birçok fizikî ya da kimyasal silahın kapasitesini aşan bir durumdur. Bu durumda sadece teori ya da paradigmaları değil, güvenlik olgusunu ve tehditleri de yeniden sıraya koymak ve üzerine düşünmek gerekiyor.
Global ölçekte insan hareketliliğinin yavaşladığı, küreselleşmeye ket vurulduğu böyle bir dönemde aslında önce bireysel sağlığımızın sonra sevdiklerimizin/ailemizin sağlığının ve en nihayetinde ulusumuzun sağlığının herşeyden daha önemli ve öncelikli olduğunu görerek ekonomik, ticari, toplumsal, kültürel, sanatsal, sportif, eğitsel diğer bütün konu ve durumları şimdilik yok saydık ve geçici olarak dondurduk. İşte uluslararası ilişkiler de aynen bu şekilde geçici olarak dondu şu an. Devletler de tıpkı bireyler gibi içlerine kapanarak kendini izole etti. Evlerimizde kapılarımızı kapattığımız gibi neredeyse bütün ulus-devletler de  sınırlarını kapadı ve adete küresel bir infirat/izolasyonizm ilan edilerek ekonomik, ticari, diplomatik, siyasal, askeri vb. bütün ilişkilerini geçici bir süreliğine askıya aldı. Hatta bu içe-kapanmacı duruma “yeni korumacılık” (new-protectanism) ya da “yeni ulusalcılık” (new-nationalism) diyenler de olmuştur.  Uluslararası politika tanımı yapılmamış bir iletişimsizlik ve adı konmamış bir ilişkisizlik dönemine girerken ülkesel ve ulusal olarak sosyal hayatımız durma noktasına gelmiş, birçok kişi bu süreçte evinden çalışmaya ve  işlerini konutundan yönetmeye başlamıştır. Çok basit bir ifadeyle diyebiliriz ki; “Bireysel ve sosyal hayatlarımız ile idraklerimizdeki zaman mefhumu dondu/durdu”. Temennimiz bireysel, ulusal ve uluslararası çapta bu temassızlık ve iletişimsizlik döneminin bir an evvel bitmesi ve herşeyin normal seyrine dönmesi. 
Bu duruma global politikanın ve uluslararası ilişkilerin de dahil olması aslında onun (uluslararası ilişkiler biliminin/disiplininin) hem sosyal bilimler içerisindeki bir bilim dalı hem de bir olgu/gerçeklik olarak insanın oluşturduğu beşeri ilişkiler ağının en kapsamlısı olduğunun bir göstergesi aslında. Ve bu aşamada pandeminin gölgesinde kalan çoğu yanı başımızdaki küresel ve bölgesel birçok sorun, kriz, çatışma ya da konunun çok çabuk hafızalarımızdan silindiğine de şahit olduk. Bundan sonra dünya siyasetinin alacağı şekil hakkında birçok spekülasyon yapılmakta, komplo teorileri ileri sürülmekte ve 2020 sonrası için birtakım tespit ve öngörüler yayınlanmaktadır. Ancak bununla birlikte global politikaya dair ya da korona-sonrası (post-corona era) yeni dünya düzeni hakkında konuşmak için daha çok erken olduğu kanısı da mevcuttur.  Ulusal ve toplumsal alanda olduğu gibi uluslararası alanda da herşeyin normale dönmesi yakın bölgemizdeki, Ortadoğu’daki, Balkanlar’daki yahut Kafkaslar’daki, bu sorunları ya da konuları elbette yeniden gündeme getirecektir. Ancak bundan sonra bölgeye ve küreye dair konuşacağımız ve tartışacağımız meseleleri daha geniş bir güvenlik perspektifinden, Covid-19’un tüm insanlığa verdiği derslerden yola çıkarak belki ahlâk, inanç, çevreye saygı gibi temalara ve teorilere daha çok ağırlık veren kapsayıcı bir bakış açısıyla ele alacağımızı ise kesinlike söyleyebiliriz. Çünkü hem bilim birikimsel bir şekilde ilerlemekte hem de gelecek geçmişten alınan derslerle şekillenmektedir.


DİPNOTLAR;

1  Dostoyovevski, Fyodor Mihayloviç. Ecinniler,  (Ankara, Dorlion Yayınları, 2018).

2 Guzzini, Stefano. Realism in International Relations and International Political Economy, (New York, Routledge, 1998).

3  https://www.worldometers.info/coronavirus/   Erişim: 30.03.2020 01:12
4  Kalaycıoğlu, Sema. “Kale Burcundan Dışarıya Bakarken” 26.03.2020 https://tasam.org/tr-TR/Icerik/53562/kale_burcundan_disariya_bakarken Erişim: 27.03.2020  19:10.

5  Zakaria, Fareed, The Post-American World, (New York, W.W. Norton & Company. 2008).

6  Harvey, David. The Condition of Post Postmodernity: An Enquiry into the Origins of Cultural Changes, (Oxford Basic Blackwell, 1989).

7  Balta, Evren. “Kara Veba dan Koronavirüse Küreselleşme” 10.02.2020  https://www.uikpanorama.com/blog/2020/02/10/kara-vebadan-koronaviruse-kuresellesme/ Erişim: 28.03.2020 22:55.
8  Danışoğlu, Bülent. “Koronavirüs ve Küreselleşme” 30.03.2020 https://bianet.org/bianet/saglik/220524-koronavirus-ve-kuresellesme Erişim: 30.03.2020 03:15.

9  Şahin, Mehmet (ed.) Ortadoğu: Aktörler, Unsurlar, Sistemler, (İstanbul, Kopernik Yayınları, 2019): 9
10  Altunışık, Meliha Benli. “Ortadoğu’da Derinleşen Kriz Koronavirüs, Düşen Petrol Fiyatları ve Yönetilemeyen Ülkeler” 25.03.2020 https://www.uikpanorama.com/blog/2020/03/25/ortadoguda-derinlesen-kriz-koronavirus-dusen-petrol-fiyatlari-ve-yonetilemeyen-ulkeler-meliha-benli-altunisik/  Erişim: 30.03.2020 04:25.
11  https://orsam.org.tr/tr/misirin-yeni-krizi-sisinin-koronavirus-sinavi/ Erişim: 30.03.2020 03:50.

12  https://www.ahaber.com.tr/dunya/2020/03/17/corona-virus-icin-dezenfekte-yapanlari-tutukladilar-israilden-buyuk-skandal  Erişim: 29.03.2020 23:44.

13  Bu bölüm yazılırken kısmen yararlanılan şu kaynaktan Ortadoğu bölgesi için dönemsel olarak daha geniş bilgi elde edilebilir:  https://orsam.org.tr/tr/ortadogu-gundemi-23-29-mart-2020/   

14   Vardan Atoyan said that; “Current situation challenging the world order. Nowadays we are witnessing some great dramatic geopolitical changes such as fragmentation, isolationism and protectonism and the rise of sovereign egos of nation  states. Will these trends continue? It’s hard to predict!” as an answer of a question named “ It’s the end of USA empire” on research gate. You can follow on it: https:// www.researchgate.net/post/It_s_the_end_of_USA-empire   (31.03.2020  14:36).

15  Mehmet Öğütçü, “Is It Too Early To Speculate On A Post-Corona New World Order?”  https://www.uikpanorama.com/blog/2020/03/30/is-it-too-early-to-speculatr-on-a-post-corona-new-world-order/  Erişim: 31.03.2020 11:45.


***

31 Ocak 2020 Cuma

Sykes-Picot, Bush-Blair ve Barzani-Bağdadi

Sykes-Picot, Bush-Blair ve Barzani-Bağdadi



Türksam / Orta Doğu ve Afrika / 
Sykes-Picot, Bush-Blair ve Barzani-Bağdadi,
16 HAZİRAN 2014


Yazar: İbrahim ÇEVİK 
Kategori: Analizler, Dış Politika Araştırmaları Merkezi, Orta Doğu ve Afrika

Kader midir bilinmez… 

Irak’ın ne olacağına daima ikili gruplar karar vermiştir. 
Düne kadar bu ikili gruplar Sykes-Picot ve Bush-Blair’den ibaretti. 
Bugün türeyen yeni ikili Barzani-Bağdadi’dir. (Abu Bakr al Baghdadi). Bu tarihi yolculukta Türkiye’nin adı hiçbir yerde geçmez.

Tarihimizin bize yüklediği sorumluluğa rağmen soydaşlarımızı iç politik kavgalarda harcadık. 
Bölgeye ait temel bilgilerimizi stratejik bilgi haline getirmeye zaman bulamadık. 
Binlerce kilometre uzaktaki ülkeler Irak’ta oyun kurarlarken biz Türkmeneli’ni sadece hedef haline getirdik. 
Kürt petrolüne ve cari açığı Kuzey Irak parasıyla kapatmaya yoğunlaşırken, daha öz ifadeyle paranın peşinden koşarken biriken Sünni öfkesini görmedik. Dünyaya kendimizi Irak, Lübnan ve Suriye’deki Sünni Arapların hamisi olarak sunduk. 
Arkası sağlam olmayan bu duruş yine Sünni Arapların bir fiskesiyle yıkıldı. Türkmenler, Kürtler ve Şiisiyle Sünnisiyle bütün Araplar nazarından kaybeden tek ülke Türkiye oldu.

Önce selefi olarak sonra Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) olarak Irak’ta “Bilad-ı Şam” ilan edildi. Lübnan, Filistin, Ürdün, Suriye, Irak ve nihayet Türkiye’nin bir bölümünü kapsayan İslam devletinin adıydı bu. Şam (Sham), Suriye’nin başkentini değil El Cezire, Mezopotamya ve adı geçen ülkelerin tümüne verilen isimdir. Yine aynı anlama gelen yani doğuya ait olanı, doğudan yükselişi 
anlatan Levant tanımlaması da kullanılır. Bu tanımlamalar durumun ne ölçüde ciddi olduğunu anlamamız için yeterlidir.

ABD, Usame Bin Ladin’i öldürerek yıkılan gururunu tekrar ayağa kaldırdı; ama arkasında yoğunlaşıp, patlamasını sağlayacak bir merkez arayan Sünni öfkesini bıraktı. ABD, ayrılırken Irak’ı husumet yaratmada Baas’ı aratmayan, Sünnileri köşeye sıkıştıran Dawa Partisi’ne ve Maliki’ye teslim etti. Batı, topraklarında yaşayan Sünnileri terörist sınıfında görmekte ısrar edince öfkenin sınırları küresel ölçeğe yükseldi.  IŞİD’i bu öfke yarattı ve Vahabi parasıyla bugünkü gücüne ulaştı.

Suriye ve Irak’ın petrollerinin önemli bölümünü eline geçirdi. Russia Today’in bildirdiğine göre Musul Merkez Bankası’nda ele geçirdiği 426 milyon dolar ile dünyanın en zengin terör örgütü haline geldi. Irak ordusunun terk ettiği askeri donanımları elde etti. Artık böyle bir gücün önünde durmak gerçekten zordur.
IŞİD’in hedefleri arasında Kürt Bölgesel Yönetimi de (KBY) bulunmaktadır. Gerçekleştirdiği eylemlerle bunu ortaya koydu. 

Ancak şu andaki öncelikli hedefi Bağdat. Aksi olsaydı Musul’dan sonra Kerkük’e yönelirdi. Böylece hem dünyanın en zengin petrol yataklarına sahip olur hem de Kürtlerin petrol üstünlüğüne darbe vurmuş olurdu. Irak ordusu Musul’da adeta bozguna uğramış gibi kaçarken ve Kerkük de aynı durumdayken IŞİD neden şehre girmedi ve onun yerine peşmerge şehrin kontrolünü tümüyle ele geçirdi? Musul’da üniformalarını çıkarıp sivil kıyafet giyerek kaçan askerler Kerkük’te farklı mıydılar? 

   IŞİD için son bir adımlık işti ama yapmadı, bu işi Barzani’ye bıraktı. O da eline geçen bu altın fırsatı kaçırmadı ve tek kurşun sıkmadan Kerkük’ün üzerinde çöktü. Barzani böylece başını çok ağrıtan Kerkük’ün statüsünü belirleyecek olan Birleşmiş Milletler’in 141. maddesinden kurtulmuş oldu. Türkmeneli’nin bir yurdu daha Kürtleştirildi.

   Kürdistan Demokrat Partisi’nin (IKDP) sözcüsü Muhammed Ali Yasin, peşmergenin IŞİD ile Bağdat arasındaki savaşa karışmayacağını, Kürdistan dışında bir yere gönderilmeyeceğini söyledi. Bu durumda IŞİD, başarılı olamasa bile merkezi hükümeti sallayacak bu da Barzani’ye sayısız fayda sağlayacak. Şii-Sünni çatışmasını dışarıdan izleyen fırsatçı Barzani, ABD’yi Irak’ın bölünmesine razı olmaktan başka çare bırakmamaya çalışacak.

Ülkemizdekiler de dahil olmak üzere tüm Kürtçülerin dilinde “Gelê Kurd Yeke” (Kürt Halkı Birlik) sloganı kullanılıyor. Batı destekli Kürtçülerin rüyası olması bakımından bu da IŞİD’in Barzani’ye sağladığı bir diğer fayda. Bir fayda daha; 
IŞİD ile boğuşan Bağdat’ın Kuzey Irak üzerindeki baskısı tümüyle kalkmak üzere. Bağdat’ın gözünden uzakta kalacak olan Kuzey Irak’taki bölgesel yönetim, Kürt petrolünü dünya pazarlarına henüz çıkardığı bugünlerde hiç ummadığı bir rahatlığa kavuşmuş olacak. Petrolü kendi üzerinden sevk eden Türkiye’nin kazancı ise belki birkaç milyon dolar olacak. Bunun karşılığında 
kaybını maddi olarak ifade etmek mümkün olmayacak. Batılı ülkeler ve de özellikle Türkiye’nin dış ticaretinde Irak’ta işbirliği yapılabilecek tek güç Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim olacak. Barzani, ticari ayrıcalığını siyasi tavizleri koparmada ustalıkla kullanacak. Petrol piyasası ani yükselişe geçtiği için Kürt petrolü özellikle spot piyasada hem rağbet görecek hem de yüksek fiyattan alıcı bulacak. Askeri bakımdan Irak ordusu kaçarken arkasında bıraktığı ağır silahlarla peşmergeyi hiçbir harcama yapmadan modern silah-mühimmat ve teçhizatla donatmış olacak.

   Sonuç olarak: 

   Küresel ölçekte olmasa dahi Türkiye bölgesinde büyük bir ülkedir. Küresel politikalara etki edemese dahi bölgesel politikalarda oyun kurucu olmak zorundadır. Böylesine büyük ve önemli bir ülkenin “devlet adamları” tarafından yönetilmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. 

   Aksi takdirde giderek küçülme akıbetinden kurtulması mümkün değildir. Buna karşılık giderek büyümek suretiyle tek kazanan Barzani olacaktır.

http://turksam.org/sykes-picot-bush-blair-ve-barzani-bagdadi

***

15 Ekim 2019 Salı

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 7

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 7




Henry McMahon’un Şerif Hüseyin’e yazdığı mektup (24 Ekim 1915)

Yazışmaların tam metni ilk defa George Antonius, The Arab Awakening (London, 1938), adlı eserde İngilizce olarak yayınlanmıştır.

...Mersin ve İskenderun bölgeleri ile Şam’ın batısında uzanan Suriye limanları, Hama, Humus ve Halep Arap bölgelerine dahil edilemez ve talep dışında tutulmalıdır. Yukarıdaki düzeltmelerin dikkate alınması ve Arap şefleriyle yapılan mevcut antlaşmalara zarar vermemesi koşuluyla diğer sınırları kabul ederiz.
Büyük Britanya’nın müttefiklerinin (Fransa’nın) çıkarlarına zarar vermeden serbestçe hareket edeceği sınırlar boyunca uzanan bölgede senin mektubuna cevap olarak hükümetim adına aşağıdaki teminatlarda bulunabilirim.

(1) Yukarıdaki değişiklikler çerçevesinde Büyük Britanya, Mekke Şerif’i Hüseyin’in talepleriyle sınırlanan bölgelerde Arapların bağımsızlığını desteklemeye ve tanımaya hazırdır.
(2) Büyük Britanya Kutsal Yerleri her türlü dış müdahaleye karşı korumayı garanti edecektir ve bu bölgelerin dokunulmazlığını tanıyacaktır.
(3) Durum gerektirdiğinde Büyük Britanya Araplara tavsiyelerde bulunacak ve bu topraklarda uygun hükümetlerin kurulmasına yardımcı olacaktır.
(4) Diğer taraftan, Araplar da sadece Büyük Britanya’nın tavsiyelerine başvurmayı kabul etmişlerdir. Bu idari yapılanmalar söz konusu olurken Avrupalı danışman ve resmi görevliler gerekirse İngiliz uyruklu olacaktır.
(5) Bağdat ve Basra vilayetleriyle ilgili olarak Arapları her türlü yabancı müdahalesinden korumak, yerel halkın refahını sağlamak ve karşılıklı ekonomik çıkarları güvenceye almak için Büyük Britanya’nın bu topraklarda çıkarlarına uygun idari düzenlemeleri yapmasını Araplar tanıyacaktır.

Hüseyin’e bağlı kabilelerin 10 Haziran 1916’da Mekke’deki Osmanlı
garnizonuna saldırısı ile Arap ayaklanması başlamış oldu. Eylül ayına
gelindiğinde Medine hariç (savaş sonuna kadar kuşatma sürdü) Hicaz
bölgesindeki yerleşim yerlerinin önemli bir kısmı Hüseyin’e bağlı güçlerin
eline geçmiş bulunuyordu. Hüseyin, Osmanlıya karşı hareketine meşruluk
kazandırmak ve Müslümanların desteğini sağlamak için bunu kutsal
bir amaç için yaptığını söylemesi gerekmekteydi. Bu nedenle İttihat ve
Terakki yönetiminin dinsiz ve uygulamalarının Kuran’a ve Şeriat’a aykırı
olduğunu iddia ederek, Müslümanların kendisini desteklemesi ve İttihat
Terakki’nin elinde “tutsak” durumda olan halifenin kurtarılması için
çağrıda bulundu. Buna karşılık Müslümanlar tarafından ciddiye alınmayan
Hüseyin’in çağrısı Araplar içinde de fazla bir yankı bulmadı ve büyük
çoğunluğu tam birliğe ihtiyaç duyulduğu bir sırada Osmanlı İmparatorluğu’nu
bölmeye çalıştığından Hüseyin’i kınayarak hainlikle suçladılar.

Dolayısıyla uzunca bir süre Arap ayaklanması tüm bölgeye yayılmak
yerine Hüseyin’e bağlı kabilelerin bir hareketi olarak dar çerçevede kaldı.

“...İngilizlere karşı savaşan Osmanlı ordularına karşı yapılmış 1916
Arap ayaklanması çok isteksizce başlamış ve İngilizler tarafından örgütlenmiş
ve desteklenmiş olmasına rağmen etkili olmaktan çok uzak kalmıştı.
Üstelik 1916 ayaklanması, büyük ölçüde ganimete düşkünlükleri ulusal
isteklerini kat kat aşan bedevi aşiretleri tarafından yapılmıştı”.45
Bu durum, hem Orta Doğu halklarınca hem de Müslüman dünyasında
tasvip edilmemiş, hatta o günkü koşullarda hilafete karşı bir başkaldırı
olarak nitelenerek ihanetle eşdeğer tutulmuştur.46 Türk ordusuna
özellikle de yaralı askerlere (gazilere) karşı yapılan saldırı, kendilerini
Araplar da dahil olmak üzere bütün Müslümanların koruyucusu olarak
gören Türk subayları tarafından, Filistin cephesindeki Osmanlı-Türk
direnişini zayıflatan ve sonunda Türkiye’nin güneyinin Fransızlar tarafından
işgaline yol açan bir arkadan hançerleme olarak değerlendirilmiştir.
Buna karşılık 1919-1922 arasındaki Kurtuluş Savaşı, Orta Doğu ve
Müslüman halkları arasında büyük bir beğeni ve hayranlıkla izlenmiş,
özellikle  Batı cephesinde Yunanlılara ve İngilizlere karşı kazanılan zaferler
Müslümanların Batılılara karşı galibiyeti gibi algılanmıştır.47

Ayrıca İbn-i Suud’un Hicaz’da Şerif Hüseyin’in en büyük rakibi olarak
onun öncülüğünde oluşturulan bir hareketin içinde yer alması imkansızdı.
Yemen’de İmam Yahya da Osmanlıya bağlılığını sürdürmüştü.
Mezopotamya halkının bu harekete fazla itibar etmediği dikkati çekmiştir.
1899’da İngiltere ile imzaladığı anlaşmayla Osmanlıya karşı bu devletin
protektorası olmayı kabul eden Kuveyt Şeyhi Mübarek savaşın başında
İngiltere’nin yanında yer almış olmasına rağmen 1917’de işbaşına
geçen oğlu Şeyh Sâlim babasından farklı bir tavır sergileyerek Osmanlı’yı
desteklemeye dönük bir politika izlemiştir.48 Aslında Kuveyt’in bu yöndeki
politikası Mübarek’in 1915’te ölümünden sonra iktidara gelen büyük
oğlu Cabir döneminde başlamıştır. Zira Sâlim’in Osmanlıya ilişkin
görüşleri Kuveyt’in İngiltere’ye vereceği destek konusundaki politikasında
etkili olmuştur.49 Körfezdeki diğer emirlikler ise zaten 1880’li yılların
ortalarından itibaren İngiltere’nin denetiminde bulunmaktaydı. Aynı
şekilde Mısır da 1840’dan sonra Mehmet Ali Paşa ile beraber Osmanlı
İmparatorluğu ile arasındaki bağları önemli ölçüde gevşetmiş, 1882’de de
fiilen İngiliz denetimine geçmişti. Suriye ise Cemal Paşa’nın sıkı denetimi
altındaydı. Şerif Hüseyin 250,000 Arap askeri toplayabileceğini iddia
etmiş olmasına rağmen etrafına toplananlar birkaç bini geçmemişti. Şerif
Hüseyin’in gücünün zayıf olduğu çok geçmeden fark edilmiş; 2 Kasım
1916’da kendisini “Arap Ülkelerinin Kralı” olarak ilan etmesi ise öncelikle
İngiltere ve Fransa’nın tepkisine yol açmıştı.

Savaşın başlamasıyla beraber Osmanlı karşıtı güçler (İngiltere, Fransa ve Rusya) arasında savaş sonrasına ilişkin paylaşım anlaşmaları da yapılmaya başlamıştır. Bu doğrultuda Rusya ile 4 Marttan 10 Nisan 1915’e kadar süren görüşmeler sonucunda imzalanan İstanbul Anlaşması’yla, İstanbul ve Boğazlar bölgesi Rusya’ya terk edilerek bu devletin geleneksel amaçlarını gerçekleştirmesi sağlanmıştı. Ancak İstanbul Anlaşması hiç bir zaman yürürlüğe girmemiştir. 
Zira 1917 Bolşevik Devrimi’yle beraber Lenin, Çarlık Rusyası tarafından imzalanan gizli anlaşmaların tanınmayacağını bildirmiştir. İngiltere ve Fransa’yı asıl güç durum da bırakan, Lenin’in savaş sırasında yapılan tüm gizli anlaşmaları açıklamasıydı.

Bunların dışında İngiltere ile Fransa arasında 1916 Mayısında yapılan ve Mark Sykes ve George Picot tarafından yürütülen görüşmelerin sonucunda imzalandığı için Sykes-Picot Anlaşması olarak bilinen anlaşmayla da Osmanlı İmparatorluğu ’nun Orta Doğu’daki toprakları bu iki devlet arasında paylaşılmıştı. k.

k. Sykes-Picot anlaşması üç büyük devletin hükümetleri arasında Osmanlı İmparatorluğu’nunbölüşülmesi için gönderilen diplomatik yazışmalarla yapılmıştır. 

Rusya’nın istediğibölümle ilgili notlar 26 Nisan 1916’da Petrograd’da Rusya Dışişleri Bakanı (M.Sazonoff) ile Fransa elçisi (M. Paleologue) arasında gönderilmiş,  bir kaç hafta sonraLondra’da İngiltere Dışişleri Bakanı (Sir Edward Grey) ile Rusya elçisi (Kont Benckendorff)arasındaki yazışmalarla tamamlanmıştı.


SYKES-PICOT ANLAŞMASI

Osmanlı Topraklarının İngiltere-Rusya-Fransa Arasında Bölüşülmesi
(16 Mayıs 1916’da Londra’da Varılan Anlaşmanın ilk üç maddesi)

1. Fransa ve Büyük Britanya, bir Arap şefin himayesinde, ekli haritada (A) ve (B) olarak işaretlenmiş bölgelerde bağımsız bir Arap devleti veya Arap devletleri konfederasyonunu tanımaya ve savunmaya hazırdırlar. (A) bölgesinde Fransa’nın ve (B) bölgesinde Büyük Britanya’nın girişim hakkı ve yerel borçlar açısından önceliği olacaktır. (A) bölgesinde Fransa ve (B) bölgesinde Büyük Britanya, Arap devletinin veya Arap devletleri konfederasyonunun isteğiyle danışmanlar veya yabancı memurlar sağlayabileceklerdir.

2. Mavi bölgede Fransa (Güney Anadolu’daki Adana, Gaziantep, Maraş bölgesini içine alan tam koyu bölge) ve Kırmızı Bölgede (Anadolu’nun doğusu, Irak’ın kuzeyi ve Basra Körfezi kıyılarını içine alan koyu gri bölge) Büyük Britanya doğrudan veya dolaylı yönetim veya denetimi isteklerine göre kurma hakkına ve Arap devleti veya Arap devletleri konfederasyonu ile ilgili uygun gördükleri düzenlemeleri yapma hakkına sahip olacaklardır.

3. Kahverengi bölgede, (Filistin’de) biçimi daha sonra Rusya’yla ve öteki bağlaşık ülkelerle ve Mekke Şerifi’nin temsilcisiyle danışılarak kararlaştırılacak olan uluslararası bir yönetim kurulacaktır.

Sykes-Picot ve Osmanlı Topraklarının Paylaşılması,

Kaynak: http://www.dartmouth.edu/~gov46/sykes-picot-1916.gif


Açıklandığında oldukça gürültü koparan bu anlaşmayla İngiltere Şerif
Hüseyin’e söz verdiği bölgeleri Fransa ile paylaşmaktaydı. Çünkü söz
konusu belgeye göre, Suriye’yi içine alan ve Lübnan’ın güneyine kadar
uzanan bölge Fransa’nın doğrudan, Suriye’nin iç kesimleri ve Musul ise
dolaylı denetimine bırakılırken, Musul hariç Irak İngiltere’nin doğrudan
veya dolaylı denetimine bırakılmaktaydı. İngiltere ve Fransa’nın dolaylı
denetiminin söz konusu olduğu A ve B bölgesinde ise Şerif Hüseyin’in
beklentisiyle hiç ilgisi olmayan uygun görülecek bağımsız bir Arap devleti
ya da bir Arap konfederasyonu kurulması düşünülürken, Filistin’in kurulacak bir uluslararası yönetimin denetimine bırakılması öngörülmekteydi. 50

I. Dünya Savaşı’nın başlaması Yahudiler için de yeni fırsatlar anlamına
gelmiş ve İngiltere’den sağlanan destek daha somut hale dönüştürülmüştür.
Nitekim İngiltere, Araplardan habersiz olarak 1917 Kasımında İngiliz Yahudi patronlarından Rothschild’e gönderilen ve tarihe Balfour Deklerâsyonu olarak geçen belgeyle Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmasını İngiliz hükümetinin destekleyeceğini ifade etmekteydi.

Araplar, bunu öğrendiklerinde geç de olsa kandırıldıklarını anlamışlardı.
Suriye’de toplanan Suriye Ulusal Kongresi tarafından, 1920 Martında
Faysal’ın Suriye’nin (Lübnan, Suriye, Filistin, Irak ve Ürdün toprakları)
başına getirilmesi kararı alınırken, Balfour Deklerâsyonu’na yönelik
Arapların tepkisi de dile getirilmekte ve Filistin’in bir Yahudi yurdu olmasının
kabul edilemeyeceği açıklanmaktaydı.

Lloyd George’un ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla, Balfour Deklerâsyonu’nun
ortaya çıkmasında, o sırada Almanya’nın benzer bir bildiri için Türkiye nezdinde 
girişimde bulunarak Amerika’yı yanına çekmeçabası içinde olduğu yönündeki 
doğruluğu bugüne kadar kanıtlanmamışdüşünceler ya da duyumların da 
önemli rolü olduğu anlaşılmaktadır.

Sonuçta yine de tam ihtiyaç duyulduğu bir esnada bu bildirinin tüm
dünyadaki Yahudilerin harekete geçerek ABD’nin İngiltere lehine savaşa
girmesinde de etkili olduğu düşünülmektedir.51 Ancak yine de ABD’nin
savaşa girmesinde bunun mu yoksa İngiltere ile stratejik ve güvenlikle
ilgili diğer çıkarlarının mı daha etkili olduğunu belirlemek mümkün değil.

Özetlemek gerekirse, İngiltere savaş sırasında Osmanlı topraklarını
birçok devletle paylaşmış ve birçok devlete bu topraklarla ilgili birbiriyle
çelişen vaatlerde bulunmuştur. Gerçekleşmesi mümkün olmayan bu
vaatlerle özellikle Arap halklarının kandırıldığının sonradan ortaya çıkmış
olması bir tarafa, sanki bütün bunlar savaş sonrasında Orta Doğu’nun
yeni bir kaos ve kargaşa ortamına sürüklenmesi için bilinçli olarak
yapılmıştır.

Nitekim, savaş galibi devletlerin temsilcileri 1919 Ocağında Paris’te
toplanarak, mevcut kazanımlarını kodifiye ederek hukuki bir meşruiyet
kazandırmak, kendi çıkarları doğrultusunda oluşturulacak yeni düzeni
sürdürmek ve bunu tehlikeye düşürecek olası bir savaşı önleyecek bir
düzenleme yapmak için görüşmelere başladılar. Ancak 1919 yılı boyunca
yapılan görüşmeler sırasında Almanya, Avusturya ve Bulgaristan ile
yapılacak antlaşmaların metinleri hazırlanmış olmasına karşılık Osmanlı
İmparatorluğu toprakları üzerinde, özellikle de Orta Doğu konusunda
kolaylıkla bir anlaşmaya varmak söz konusu olmadığından galip devletler
arasında zaman zaman sürtüşmeler yaşanmıştır. Osmanlı topraklarının
paylaşımını öngören bir anlaşma üzerinde anlaşılabilmesi ancak müttefiklerin
bir araya geldiği 1920 Nisanındaki San Remo Konferansı’nda mümkün olabilmiştir. San Remo Kararları Sevr Anlaşması’nın önemli bir parçası olarak 10 Ağustos 1920’de Osmanlı İmparatorluğu’nun temsilcilerine imzalatılmış olmakla beraber hiç bir zaman yürürlüğe girmemiştir.

Bilindiği gibi Sevr Anlaşması ile boğazlar Osmanlı yönetiminden alınarak
uluslararası bir komisyonun idaresine verilirken, Güney Anadolu, Fransa ve İtalya’nın denetimine; İtilaf devletlerinin yanında savaşa 1917’de girmiş olmasına karşılık Trakya ve İzmir ise Yunanistan’a bırakılmaktaydı.

Bu arada self determinasyon ilkesini işlerine geldiği zaman ve istedikleri uluslar için hatırlayan ve özellikle de Osmanlı toprakları üzerinde kendi istekleri doğrultusunda bağımsız devletler kurulması yoluyla parçalamak için kullanan itilaf devletleri, Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermeni devleti ile özerk bir Kürt yönetiminin kurulmasını antlaşmaya koymuşlardı.

Öte yandan Orta Doğu topraklarını Osmanlı’dan ayıran söz konusu
devletler self determinasyon ilkesi bir tarafa, savaş sırasında verdikleri
bağımsızlık sözünü de unutarak manda formülüyle bölgedeki emperyalist
uygulamalarını sürekli kılmanın bir yolunu bulmuşlardı. Önce 30 Ocak 1919’da toplanan Barış Konferansı Yüksek Konseyi Filistin dahil işgal altındaki topraklarda Osmanlı yönetiminin devam etmeyeceğini kararlaştırmış, ardından 28 Haziran 1919’da kabul edilen Versay Antlaşması ve Milletler Cemiyeti Sözleşmesi’ne konulan bir hükümle (12. madde) manda uygulaması hükme bağlanmıştır. İlgili maddede “son savaşın sonucu olarak daha önce kendilerini yöneten devletlerin egemenliğinden çıkmış ve henüz çağdaş dünyanın güç koşullarında kendi kendine ayakta duramayacak halkların yaşadığı sömürge ve topraklarda, bu tür halkların gelişimi için medeniyetin kutsal vasiliğinin oluşturulması ilke olarak
kabul edilmiş ve vasiliğin uygulanmasındaki güvencelerin bu sözleşmeyle
gerçekleştirilmesi öngörülmüştür” denmekteydi. Taraflar böylece daha
önce Sykes-Picot gizli anlaşmasıyla alınan kararları uygulama imkânı
bulmaktaydı. Manda ile ilgili hükmün içeriği 1920 Nisanında San Remo’da
toplanan Müttefikler Yüksek Konseyi tarafından ayrıca belirlenmekteydi.
Buna göre, Suriye ve Lübnan Fransız mandası, Filistin ve Irak (Bağdat, Basra ve Musul) ise İngiliz mandası haline gelmekteydi. İngiltere böylece Hint yolunun güvenliğini sağlarken, bir taraftan da petrol bölgelerini denetimi altına almaktaydı. Bu politikayla onlar emperyalist amaçlarını açığa vurmaktan çekinmezken, Araplara da Osmanlı Devleti’ne ihanetlerinin bedelini ödemek kalıyordu.

 DİPNOTLAR;

1 Samuel Henry Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, çev. Alâeddin Şenel, 3. baskı (Ankara: İmge Kitabevi, 1995), s.121.
2 Aslında Yahudilerin iddia ettikleri gibi bu toprakların boş olmadığı onlardan önce Kenanilerin yerleşik bir toplum halinde bu topraklarda yaşadıkları tarihçiler tarafından kabul edilmektedir. Biraz ileride görüleceği gibi Mısır’dan dönüşte tekrar Filistin’e gelen İsrailoğulları bu topraklarda Filistinlilerle karşılaşırlar. 
M. Lütfullah Karaman, Uluslararası İlişkiler Çıkmazında Filistin Sorunu (İstanbul: İz yayıncılık, 1991), s. 12.
3 Ayrıca bkz. Geoff Simons, Iraq: From Sumer to Saddam. 2nd ed. (London: Macmillan Pres, 1994), ss. 130-133.
4 Ekrem Memiş, Filistin Kime Aittir, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 1, Sayı 1 (Ankara 1985)
5 Fahir Armaoğlu, Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları,1948–1988, (Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1991), ss. 8-9.
6 Simons, op. cit., ss.131-135.
7 Bkz. Günay Tümer ve Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi. 3. Baskı (Ankara: Ocak Yayınları, 1997), ss. 327-355.
8 William L. Cleveland, A History of Modern Middle East (San Francisco: Westview Press, 1994), s. 13.
9 Ibid., ss. 13-14.
10 Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi çev: Yavuz Alogan (İstanbul: İletişim, 1997), s. 49.
11 Hourani, ibid., s. 64; Cleveland, op.cit., ss. 15-16; Ayrıca bkz. Bernard lewis, The Arabs in History (New York: Oxford, 1993), ss. 61-63.
12 Alain Gresh, Dominique Vidal, Ortadoğu: Mezopotamya’dan Körfez Savaşına, çev: Hamdi Türe (İstanbul: Alan Yayıncılık, 1991), ss. 25-26; Şiiliğin ve Kerbela olayının İran’ın toplumsal ve siyasal kültüründe oynadığı kalıcı etki sıkça tartışılmaktadır. Bkz. Graham E. Fuller, The Center the Universe: The Geopolitics of Iran (San Francisco: Westview Pres, 1991), ss.14-15.
13 Ayrıntılı bilgi için bkz. Hourani, op. cit., s. 49; Arthur Goldschmidt Jr. ve Lawrence Davidson, A Concise History of the Middle East ,9th ed. (Boulder, CO: Westview Press, 2010), ss. 67-71.
14 Simons, op. cit., s. 150-153.
15 Ana Britannica, cilt 8, s. 158-159; Büyük Larousse, cilt 7, ss. 3668-3669.
16 Abbasi dönemiyle ilgili ayrıca bkz. Bernard Lewis, The Middle East: A Brief History of the Last 2,000 Years ( New York: Scribner, 1995), ss. 75-84..
17 Cleveland, op. cit., s. 17.
18 Hourani, op. cit., s. 63.
19 Büyük Selçukluların İran’daki varlığına son veren Harzemşahlar bu defa 1230’da Yassıçemen savaşında Anadolu Selçuklularına yenilerek dağıldılar.
20 Bunlardan Tolunoğulları, İhşidiler, Gazneliler, Selçuklular ve Memlükler Türk devletleriydi ve Sünniydiler. Ayrıca bkz. Arthur Goldschmidt Jr. A Brief History of Egypt (New York: Infobase Publishing, 2008), ss. 43-56.
21 Gerçi bunlardan özellikle Fatımilerin dışındaki Şii hanedanlıklar ayrı bir halife iddiasında bulunmadılar.
22 Ana Britannica, 1. cilt, ss. 12-13; Büyük Larousse, cilt 1, s. 13.
23 Hourani, opcit., s. 64.
24 Bilindiği gibi Ortadoğu’nun bir çok ülkesinde dağınık şekilde bulunmalarına karşılık özellikle 1962’de İmamlığın yıkılmasına kadar Kuzey Yemen’de hakim 
mezhebi temsil etmekteydiler.
25 Ibid., s. 67.
26 Bkz. Cleveland, op. cit., s. 36.
27 Ibid., s. 37.
28 Bkz. Ibid., s. 37.
29 Hint limanlarını ele geçiren Portekiz, Arap tüccar gemilerini yakarak onları Hint Denizi’nden çıkarmıştı. Ayrıca Portekiz’in Kızıl Deniz’e girerek Memluk 
donanmasını yakması, kutsal yerleri tahrip etmekle tehdit etmesi Arap dünyasını çaresiz bırakmıştı.
30 David Fromkin, Barışa Son Veren Barış: Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı? 1914-1922, çev. Mehmet Harmancı (İstanbul: Sabah Yay., 1993), s. 22.
31 Kemal H. Karpat, Ortadoğu’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, çev. Recep Boztemur (Ankara: İmge Kitabevi, 2001), ss.88-90.
32 Ayrıntılı bilgi için bkz. Cleveland, op. cit., ss. 74-75.
33 Fromkin, op.cit., 1993, s. 96
34 Ibid., s. 94.
35 Ayrıntılı bilgi için bkz. Cleveland, op. cit., ss. 147-49.
36 Fromkin, op. cit., ss. 103-104.
37 Ribhi Halloum (Abu Firas) Belgelerle Filistin: Dün, Bugün, Yarın, (İstanbul: Alan yayıncılık, 1989), ss. 146-47.
38 Ibid., s. 146-47.
39 Fromkin, op. cit., s. 16.
40 Halloum, op. cit., ss. 149-151.
41 Edward J. Erickson, Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in the First World War (Westport: Greenwood Press, 2001), ss. 94-95.
42 Halloum, op. cit., ss.156-57.
43 Simons, op. cit., ss. 193-194; Cleveland, op. cit., s. 149-51; Efraim Karsh, Rethinking the Middle East (London: Frank Cass, 2003 ) ss. 61-65.
44 Simons, ibid., ss. 195-96.
45 Karpat, op. cit., s. 154.
46 Bu tesbiti doğrulayan bir değerlendirme için Bkz. Efraim Karsh, “Israel, the Hashemites and the Palestinians: The Fateful Triangle”  Efraim Karsh ve P.R.Kumaraswamy (ed), Israel, the Hashemites and the Palestinians: the fateful triangle (Oregon: Frank Cass Puplications, 2003, ss. 1-2.
47 Karpat, op. cit., ss. 154-55.
48 Adel Darwish ve Gregory Alexander, Unholy Babylon: The Secret History of Saddam’s War (London: Victor Golancz ltd, 1991), ss. 6-7.
49 Arnold Wilson’dan sonra 1920’de Irak’taki İngiliz Yüksek Komiseri olan Percy Cox, bu davranışın bedelini Kuveyt’e ödetmiş ve 1922’de sınır çizimi esnasında 
bir kısım topraklarını Suudi Arabistan’a bir kısmını ise Irak’a dahil ederek bu iki devletle Kuveyt arasındaki anlaşmazlıkların da temelini atmıştır.
50 Cleveland, op. cit., s.153; İrfan C. Acar, Lübnan Bunalımı ve Filistin Sorunu, (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1989), ss. 19-23.
51 Halloum, op cit., s. 161.


***


GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 6

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 6




2. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE DOĞU SORUNU ÇERÇEVESİNDE İNGİLİZ POLİTİKASI

İttihat ve Terakki yönetimiyle başlayan Türkçülük akımına bir tepki
olmasının yanı sıra, İttihat ve Terakki’nin Suriye’de uyguladığı baskı
politikasının da etkisiyle gelişen Arap milliyetçiliği, I. Dünya Savaşı’yla
beraber İngiltere’nin girişimleriyle Osmanlı’ya karşı bir harekete dönüştürülmeye
ve böylece Türklerin bölgeden tasfiyesinin bir aracı olarak kullanılmaya başlamıştır. İngilizler bu süreçte hem Yahudilerin hem de Arapların desteğini sağlamak amacıyla yaptıkları girişimleri mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalışmışlardır. Bir taraftan McMahon-Şerif Hüseyin mektupları olarak tarihe geçen gizli yazışmalarda Araplara bu bölgede “bağımsız bir Arap devleti” sözü verirken, rakibi Abdül Aziz’le (İbn-i Suud) de görüşerek bir taraftan da onların da Osmanlı’ya karşı desteğini sağlamaya çalışan İngiltere, ayrıca bir taraftan da bölgenin bir kısmında bir Yahudi yurdu kurulması karşılığında gerek Yahudilerin
gerekse ABD’nin desteğini sağlamaya çalışmaktaydı. Diğer yandan İngiltere,
Fransa ile giriştiği pazarlıkta (Sykes-Picot) bölgeyi aralarında paylaşmaktaydı.
Böylece İngiltere Savaştan sonra bölgeyi doğrudan veya dolaylı ama her halükârda rahatlıkla denetleyebilmesine olanak verecek şekilde paylaştırmayı plânlamaktaydı. Bu, İngiltere’nin amacına o denli uygun bir yapıydı ki, İngiltere’nin bölgeden II. Dünya Savaşı’ndan sonra çekilmiş olmasına rağmen bölge ülkeleri aralarındaki rekabet dolayısıyla Batı tarafından rahatlıkla yönetilebilecek ülkeler olma özelliklerini sürdüreceklerdir.

İngiltere’nin yeni politikası Fromkin’e göre, İngiliz egemenliğine imkân sağlayacak “mümkün olduğu kadar çok parçaya ayrılmış zayıf ve birbirinden kopuk prensliklerden oluşan bir Arabistan’dı”. 33 

İngiltere, ortak hareket edemeyecek olan bu devletlerin o gün için diğer Batılı güçlere karşı bir tampon işlevi görmesini istiyordu. Ancak bunun sağlanabilmesi
bir başka unsuru daha gerektirmekteydi. O da, Osmanlı İmparatorluğu’nun
bölgedeki askerî olmasa bile İngiltere’nin siyasi denetimini zorlaştıran manevi ya da ruhani denetimiydi. İngilizler bunun da bir çaresini bulmuşlar ve Osmanlı halifesinin otoritesini sınırlayarak bölgeyi daha rahat kontrol altında tutabilmenin bir aracı olarak kendi halife adaylarını çıkarmayı düşünmüşler ve bunun için en uygun adayın da Mekke Emiri Şeyh Hüseyin olduğunu düşünmüşlerdi. Plânları arasında Arapları Osmanlı İmparatorluğu aleyhine kışkırtmak da olan İngilizler
“gerçek ırktan bir Arabın Mekke ya da Medine’de halifeliği devralması”
fikrini yaymaya çalışmaktaydılar.34

Bölge idari ve askerî anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nca atanan ancak Hicaz’da (Mekke ve Medine’de) özerk bir konuma sahip olan Emir kutsal yerlerin güvenliğini ve Hac vazifesinin düzenli ve güvenli biçimde yapılmasını sağlamaktaydı. Osmanlı Sultanı adına Hicaz’ı yöneten Hüseyin (İbn-i Ali), Mekke Şerifi ve Emiri’ydi. Şerif olmak için Hz. Peygamber’in soyundan gelmek gerekiyordu. Mekke Emiri rakip şerifler arasından seçilmekteydi ve Hüseyin İttihat ve Terakki’nin adayına karşı 1908’de Abdülhamit tarafından desteklenmiş ve bu göreve seçilmişti.
Hüseyin’in aslında o güne kadar uygunsuz bir davranışı olmamış ve Padişah’a bağlılığını sürekli dile getirmişti. Ancak Hüseyin’in 1909’dan sonra, özellikle de 1913’ten sonra Babıâli’de gerçek iktidarı elinde bulunduran İttihatçılarla arası hiç iyi değildi.Padişah’a bağlı olmakla beraber İttihat ve Terakki’nin merkeziyetçi politikalarıyla sürekli çatışma halinde olan Hüseyin’in emeli, Emir olarak durumunu güçlendirmek ve emirliğin sürekli olarak kendi ailesinde kalmasını sağlamaktı. Dolayısıyla Şerif Hüseyin Abdülhamit’in devrilmesinden sonra İttihat Terakki yönetimine duyduğu güvensizliğin de etkisiyle Arap kabilelerinin bağlılığını kazanarak ve yerel anlamda gücünü arttırarak özerk bir konuma sahip olmaya çalıştı. Bu nedenle, Hüseyin, bağımsızlığını sağlamlaştırmaya ve genişletmeye çalışırken İttihat ve Terakki hükümeti ise sınırlamak istiyordu.
Şerif Hüseyin bu amaçları gerçekleştirme çabası içindeyken I. Dünya Savaşı başladı ve Osmanlı Halifesi cihad çağrısına Emirin de uymasını istedi. 

Söz konusu amaçlarının Osmanlı ile birlikte olarak mı yoksa başka alternatifleri değerlendirerek mi gerçekleştirebileceğinden henüz tam olarak emin olmayan Hüseyin, ilk etapta kesin bir cevap vermekten kaçındı. 

Bu sırada Osmanlı ordusu karşısında zor durumda bulunan İngiltere ile Hüseyin’in işbirliği yapmasını gerektirecek ortam doğmuştu.35
Ancak Hüseyin 1914’e kadar Arap yarımadasındaki milliyetçi hareketlere
destek vermemiş, bu da kendisinin Arap kabileleri tarafından Osmanlı’nın memuru olarak nitelenmesine yol açmıştı. Diğer taraftan Hüseyin’in iki oğlu da Osmanlı meclisinde mebustu ve bunlardan Abdullah Mekke, Faysal ise Cidde temsilcisiydi. Abdullah babasına Osmanlı yöneticilerine karşı direnmesini tavsiye ederken, Faysal temkinlilik tavsiyesinde bulunmaktaydı. 36 
1914’ten itibaren İngiliz telkinlerine kapılan Hüseyin çelişkili bir tavır sergilemeye başlamıştı. Bu hava içerisinde 1914 Şubatında oğlu Abdullah’ı, Osmanlı yetkilileriyle görüşmek ve İngiltere’nin Mısır Genel Valisi Lord Kitchener’in düşüncelerini öğrenmek için görevlendirdi. Abdullah’ın Arapların Türk yönetiminden memnun olmadığını açıklaması üzerine Kitchener tarafsız davranmaya çalışsa da cesaretlendirici olmayı da ihmal etmedi. Ancak Kitchener bu görüşmenin arkasından İngiliz istihbaratının Orta Doğu Sekreteri Storrs’a Abdullah’la temasa geçmesini söyledi. Bu buluşmada Abdullah daha açık konuşarak Arap ayaklanmasından açıkça söz etti.37
Türkiye’de bu sırada İttihat ve Terakki’nin başında ünlü Enver, Talat ve Cemal Paşalar, bakanlar kurulunun başında ise Kâmil Paşa’yı istifaya zorlayan Mahmut Şevket Paşa bulunmaktaydı. Daha iyi bir yönetim vaadiyle işbaşına gelmiş olmalarına rağmen eskiyi aratmayacak bir baskı yönetimi kurmuşlardı.38

I. Dünya Savaşı esnasında İngiliz-Fransız-Rus ittifakının Osmanlı toprakları üzerine yaptıkları gizli pazarlıklar ve anlaşmalar, savaşın taraflar için Doğu Sorunu’nu bir uzlaşmayla sonuca bağlamak için iyi bir fırsat olarak görüldüğünü ortaya koymaktaydı. Hatta bu paylaşımı savaş sonrasına bırakmanın yeni bazı anlaşmazlıkları da beraberinde getirebileceği varsayılarak paylaşımı erteleme menin daha yerinde olacağı kararına varılmıştı. Bilindiği gibi uzun yıllar başbakanlık ve dışişleri bakanlığı yapmış olan “Lord Palmerston ve halefleri Rusların Osmanlı İmparatorluğu’nu yenmesi halinde imparatorluğun parçaları için başlayacak kavganın Avrupalı güçler arasında büyük bir savaşa yol açmasından korkuyorlardı. 

Bu bir kaygı kaynağı olarak varlığını hep sürdürmüştür”.39 

Bu mücadelede İngiltere’nin en önemli rakibi Ruslardı. Ruslar, boğazlara hâkim oldukları takdirde sadece İngiliz donanmasının girmesine engel olmakla yetinmeyerek kendi donanmalarını da Akdeniz’e çıkarabilir ve İngilizleri tehdit edebilirlerdi. Asya kıtasının diğer tarafında bir diğer stratejik öneme sahip olan bölge Afganistan dağlarıydı ve İngilizlerin amacı Rusları bu bölgede barındırmamaktı.

Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerinin bütün girişimlerine rağmen bu devletle bir ittifak ilişkisine girmekten kaçınan ve bilinçli bir şekilde onu Almanya’nın yanına âdeta iten söz konusu devletlerin amaçlarının savaş öncesinden belli olmadığını söylemek mümkün değil. Savaş sayesinde Doğu Sorunu’nu kalıcı bir şekilde çözüme kavuşturmak istiyorlardı.

İttihat ve Terakki yönetiminin ittifak teklifini geri çeviren İngiliz hükümeti, İngiliz tersanelerinde yapılmış ve 1914 Ağustosunda teslim edilmesi gereken parası ödenmiş Reşadiye ve Sultan I. Osman isimli savaş gemilerine Deniz Kuvvetleri Bakanı Churchill’in emriyle 29 Temmuz’da el koyarak Osmanlı yöneticileri için Almanya ile bir ittifakın dışında seçenek bırakmamışlardı. Oysa bu gemilerle Osmanlı donanması güçlenecek ve Ege’de rahatlıkla Yunanlılarla ve Karadeniz’de Ruslarla boy ölçüşebilecekti. Ancak şimdi her ikisi de İngiltere’nin müttefikiydi.
Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran’da
Saraybosna’da öldürülmesiyle I. Dünya Savaşı için düğmeye basılmıştı.

28 Temmuz’da Avusturya Sırbistan’a savaş ilan etmiş, Almanya ise Rusya’ya, 1 Ağustos’ta, Fransa’ya da 3 Ağustos’ta savaş ilan etmişti.

Arkasından Alman birliklerinin 4 Ağustos 1914’te Belçika’ya girerek bu
devletin tarafsızlığını ihlal etmesi üzerine, bu devletin toprak bütünlüğünü
garanti eden devletler arasında yer alan İngiltere, Almanya’ya savaş
ilan etti. Öte yandan 6 Ağustos’ta Avusturya Rusya’ya, 15 Ağustos’ta
ise Japonya Almanya’ya savaş ilan etmişti.

Nitekim Almanya ile 3 Ağustos’ta bir ittifak imzalayan Osmanlı yöneticileri
hemen savaşa girmekten kaçınmışlarsa da Karadeniz’e girmesine
izin verilen ve adı Yavuz ve Midilli olarak değiştirilerek Türk bayrağı
çekilen Goeben ve Breslau isimli savaş gemilerinin Alman komutanı
Amiral Sochon’ın Odesa, Sivastopol ve Novorossisk’i bombalayarak
Türkleri bir oldubittiyle karşı karşıya bırakması üzerine 1 Kasım’da İngiltere
Osmanlı kuvvetlerine karşı harekete geçmiş, 2 Kasım’da ise Rusya’nın
Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmesiyle Osmanlı İmparatorluğu
da kendi sonunu hazırlayan bir savaşın içine çekilmiş oldu.

Bu gelişmeler olurken Mekke Şerifi Hüseyin’in önünde iki seçenek
bulunmaktaydı. Ya Osmanlı’nın yanında yer alarak tanınmayı bekleyecek
ya da bağımsızlığı kazanmak umuduyla Osmanlı’ya ve Halife’ye karşı emperyalist güçleri destekleyecekti. Hüseyin’in oğullarından Emir Faysal bu birinci yolun, Abdullah ise ikinci yolun tercih edilmesinden yanaydı. Faysal, Fransa’nın Suriye’de, İngiltere’nin ise Güney Irak’ta gözü olduğunu biliyor ve bu topraklarda bağımsız bir Arap devletinin kurulmasına izin vermeyeceklerini düşünüyordu. Ayrıca ayaklanmanın yeterince destek bulmayacağından ve bunun Avrupalı güçlerce de desteklenmeye bileceğinden korkuyordu. Hüseyin’in diğer oğlu Abdullah ise Şam ve Bağdat’ın ayaklanmaya hemen katılacağından emin görünüyordu.
Nitekim savaşın başlamasıyla beraber Storrs’a yazılmış bir mektubu
oğlu Abdullah’la göndererek İngiltere’yi Osmanlı’ya tercih ettiğini ifade
eden Hüseyin, karşılığında emirliğinin İngiltere tarafından Osmanlı’ya
karşı sonuna kadar desteklenme garantisini sağlamaya çalışmıştı. Mektubu
alan Storrs bundan hemen Kitchener’i haberdar etti. Eylül ayından
beri İngiliz kabinesinde Savaş Bakanı olan Kitchener 31 Ekim 1914’te
Abdullah’a gönderdiği mektupta “...Eğer Arap ulusu bizi Türklerin zorladığı
bu savaşta İngiltere’ye yardım ederse, İngiltere Arabistan’a hiç bir
müdahalenin olmayacağını garanti eder ve dış saldırılara karşı her türlü
yardımı yapar. Gerçek Arap ırkından bir Halife’nin Mekke ve Medine’de
seçilmesi gerçekleşebilir” denmekteydi. Mektup Abdullah’a Kahire’den
şu ekle ulaştırılmıştı: “Eğer Mekke emiri bu çatışmada İngiltere’ye yardım
etmek istiyorsa, İngiltere Emir Hüseyin’in kutsal ve eşi bulunmayan
görevini tanımayı ve ayrıcalıklarını bütün dış saldırılara özellikle Osmanlıların
saldırılarına karşı garanti eder”. Kitchener’in mektubu gönderdiği gün, 
Osmanlı’dan da cihad çağrısı alan Hüseyin kaçamak cevaplarla cihada katılamayacağını bildirmişti.40

Hüseyin, 1915 Ocağından Martına kadar, Sudan Genel Valisi Reginald
Wingate’den Türk isteklerine karşı direnmesi için kendisine cesaret veren imalı haberler aldı. Bunlar da İngiltere’nin kendisiyle işbirliği yapmak isteğinde samimi olduğuna ilişkin kanısını güçlendirmişti. 1915 Ocağında Mısır’a İngiliz Yüksek Komiseri olarak atanan Sir Henry McMahon da gerek İngiliz Dışişleri Bakanlığından gerekse Kitchener’den Şerif ile ilişkileri geliştirmesi tâlimatını almıştı.
1915 Şubatında Cemal Paşa önderliğindeki 22,000 kişilik Türk birliği
Sina’yı geçerek Süveyş’e ulaştıysa da, Mısır’da çıkacak bir ayaklanmayla
harekâtın destekleneceği üzerine yapılan plânlar, söz konusu ayaklanmanın
çıkmaması üzerine gerçekleşmemiş; Suveyş’i geçecek imkânlara da sahip olmayan Türk birliği Süveyş’te durdurularak geri dönmek zorunda kalmıştır. Ayrıca harekât öncesinde asker gönderme sözü veren Şerif Hüseyin de bu sözünü tutmamıştı. Hatta daha da ileri giderek Türklere karşı ayaklanma imkânını yitirmemek için bu durumdan faydalanmak istemişti.

Bu esnada oğlu Faysal’ı Osmanlı merkezine göndermek için izin isteyen
Şerif Hüseyin’in asıl amacı, Osmanlı yetkilileriyle görüşme bahanesiyle
Suriye’den geçerek Arap milliyetçileriyle görüşmeyi gerçekleştirmekti.
Halen Hüseyin’in cihada katılacağını uman İttihat ve Terakki yönetimi
ise Hüseyin’in teklifini kabul ederek gerekli izni vermişti. Faysal böylece önce 26 Mart 1915’te Şam’a uğrayarak Suriyeli milliyetçi önderlerle buluşmuş; onlara Kitchener’in önerilerini anlatmış; buradan İstanbul’a geçerek Harbiye Nazırı Enver Paşa, İçişleri Bakanı Talat Paşa ve Padişah Sultan Reşat’la (V. Mehmet: 1909-1918) görüşmüştü. Cihada destek vermesi halinde Hicaz’da tüm şikâyetlerinin dikkate alınacağı kendisine söylenerek her biri tarafından Şerif Hüseyin’e hitaben yazılmış birer mektup verilmişti. Enver Paşa’nın mektubu 8 Mayıs tarihini taşıyordu; bu esnada Çanakkale zaferi kazanılmıştı ve Gelibolu’da 25 Nisan’dan beri süren savaş hakkında bilgi veriliyordu. Hatırlanacağı üzere bu savaşta  İngilizler ve müttefikleri 250,000 askerini kaybetmişti.41 

Bu esnada İngilizler, Osmanlı ordusu karşısında Irak’ta Kut Savaşı’nda da
(Nisan 1916) çok ciddi kayıplar vermişlerdi. Sadece Kut Savaşında İngilizlerin
kaybı 30,000 dolayındaydı ve yaklaşık 20,000 dolayında İngiliz askeri de Osmanlı ordusuna teslim olmuştu. Esir alınanlar arasında Generel
Townshend de bulunmaktaydı ve diğer esirlerle beraber İstanbul’a gönderilmiş ti. Çanakkale ve Gelibolu (Mart 1915-Aralık 1915) yenilgisinden sonra sözkonusu bu hezimet İngilizler için gerçekten yüz kızartıcıydı.

İngiliz tarihi bu anı en aşağılık savaş olarak yazacaktı. Sonuçta iki buçuk yıl süren çatışmanın ardından Bağdat’a Osmanlı ordusunun geri çekilmesiyle ancak 1917 Martında girebilmişlerdi; fakat bu, İngilizlerin toplamda 98,000 askerine mal olmuştu. Her şeye rağmen Osmanlı ordusu Musul’dan ancak savaşın kaybedildiğinin belli olması üzerine 1918 Ekiminden sonra çekilmiştir. Nitekim, dönüşte tekrar Suriye’ye uğrayan Faysal, başarısız Mısır seferinden sonra karargâhına çekilen Cemal Paşa ile görüşmüştü. Faysal, Şam’da 23 Mayıs 1915’te Arap Milliyetçileri Komitesi’ni oluşturan önderlerle Türkiye karşısında İngiltere ile hangi koşullarda işbirliği yapabileceklerini belirleyen bir protokolü birlikte tartışmışlar; ayrıca altı önde gelen önder, antlaşma yeminiyle Şerif’i Arap
ulusunun sözcüsü olarak tanıdıklarını kabul etmişti. 

Şam protokolüne göre, Şerif, İngiltere ile anlaşabilirse Suriye’deki Araplar ayaklanacaklardı.
Müttefiklerin kendi aralarında yapılan gizli görüşmelerde de Arap yarımadasının ve halifeliğin Osmanlının elinden çıkarılması ve bölgenin kendi denetimlerinde bağımsız olması doğrultusunda alınan kararlar çerçevesinde İngiltere tarafından -ki bu esnada Gelibolu çıkarmasının da başarısız olmasıyla Arap ayaklanmasına iyice gereksinim duyulmuş olmasının da etkisiyle- McMahon 1915 Haziranında bağımsız Arabistan’ın destekleneceğinin ve Arap halifeliğinin istenilir bir durum olduğunun ipuçlarını veren bir bildiri yayınlamakla görevlendirilmişti. Bu mesajı
taşıyan broşürler İngiliz uçakları tarafından Mısır, Sudan, Suriye ve Suudi
Arabistan’da dağıtılarak Arapları açıkça destekleyeceklerine ilişkin
İngiliz görüşleri tüm bölgede yayılmıştı.42

Bu çerçevede yine de ilk teklif Şerif Hüseyin’den geldi ve 1915
Temmuzunda İngiltere’nin Mısır Yüksek Komiseri Henry McMahon’a
yazdığı mektupla istekleri kabul edilirse Osmanlı karşısında İngiltere’yi
destekleme önerisinde bulundu. Böylece yukarıda ifade edilen ve 1915
Temmuzundan 1916 Martına kadar süren ve toplam on mektuptan oluşan
ünlü Hüseyin-McMahon yazışmaları başladı. McMahon aslında Osmanlı’ya
karşı ayaklanma teklifini gayet olumlu bulmakta ve bunu değerlendirmek
istemekte, fakat Hüseyin’in teklif ettiği bağımsız bir Arap devleti ile sınırlar konusuna sıcak bakmamaktaydı. Hüseyin, kuzeyde Mersin ve Adana’dan İran sınırına, doğuda Basra Körfezi’ne, güneyde Aden’e batıda ise Kızıl Deniz ve Mısır’a kadar olan topraklarda tek başına kendisinin halife ve devlet başkanı olarak getirileceği bağımsız bir Arap devletinin kurulmasını istemekteydi. Diğer bir deyişle, Hüseyin kendisini bütün Arapların temsilcisi gibi sunarak Irak, Arap Yarımadası ve Suriye (Lübnan ve Filistin de dahil) topraklarında tek ve bağımsız bir Arap devletinin kurulmasını desteklemesi halinde bütün Arapların Osmanlıya
karşı ayaklanabileceklerini söylemekteydi. Her ne kadar İngiltere bu desteği almak istemekle beraber hem kendi çıkarlarını hem de müttefiki Fransa’nın çıkarlarını dikkate almaktaydı. Bağdat ve Basra’nın kuzeyinde kalan topraklarla, Halep, Hama, Humus ve Şam’ın batısında kalan toprakların tamamını Araplar oluşturmadığı için istenilen Arabistan’a dahil edilemeyeceğini ifade eden İngiltere ’nin aslında asıl amacı Bağdat ve Basra’daki kendi çıkarları ile Suriye ve Lübnan üzerinde iddiaları olan Fransa’nın çıkarlarını güvence altına almaktı. Şerif Hüseyin’in bu bölgeleri dahil etmeye çalışması ve İngiltere’nin kabul etmemesi yüzünden uzayan görüşmelerden bir sonuç alınamaması üzerine görüşmelerin
savaş sonrasına ertelenmesine karar verildi. Ancak McMahon’un oldukça muğlâk ifadeleri arasından sınırı pek açık olmayan bir bölgede bağımsız Arap devletinin kurulması konusunda destek sözü verdiği anlaşılmaktaydı.

Ayrıca ayaklanma için gerekli askerî teçhizatın verileceği sözü de verilmişti. McMahon’un ifadelerinden Suriye’nin iç bölgeleri, Bağdat ve Basra’nın dışındaki Irak toprakları, Arabistan ve Filistin’in dahil olduğu topraklarda bağımsız bir Arap devletinin kurulacağına razı olduğu çıkarılabilirse de Filistin’in dahil edilip edilmediği daha sonraki yıllarda hep tartışma konusu olmuştur.43

Dolayısıyla, ilk etapta kapsamlı bir taahhüde girmekten kaçınan McMahon’un 1915 Ekiminde verdiği cevap, her ne kadar Şerif Hüseyin’i tatmin etmemişse de, 1916 Haziranında Mekke’de ayaklanan Şerif Hüseyin güçleri İngiltere’nin yanında yer alarak Osmanlı ordusuna karşı harekete geçmişlerdir. Gilbert Clayton, McMahon’un çabalarını yorumlarken, hiçbir şey vermeden ve herhangi bir ciddi taahhüt altına girmeden Arapların desteğini aldığı için onu başarılı bulmaktaydı. Dışişleri Bakanı Edward Grey de asla inşa edilmeyecek bir hayali saray vaat edildiğini ifade etmekteydi.44

7.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***