ENVER PAŞA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ENVER PAŞA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ekim 2019 Salı

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 6

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 6




2. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE DOĞU SORUNU ÇERÇEVESİNDE İNGİLİZ POLİTİKASI

İttihat ve Terakki yönetimiyle başlayan Türkçülük akımına bir tepki
olmasının yanı sıra, İttihat ve Terakki’nin Suriye’de uyguladığı baskı
politikasının da etkisiyle gelişen Arap milliyetçiliği, I. Dünya Savaşı’yla
beraber İngiltere’nin girişimleriyle Osmanlı’ya karşı bir harekete dönüştürülmeye
ve böylece Türklerin bölgeden tasfiyesinin bir aracı olarak kullanılmaya başlamıştır. İngilizler bu süreçte hem Yahudilerin hem de Arapların desteğini sağlamak amacıyla yaptıkları girişimleri mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalışmışlardır. Bir taraftan McMahon-Şerif Hüseyin mektupları olarak tarihe geçen gizli yazışmalarda Araplara bu bölgede “bağımsız bir Arap devleti” sözü verirken, rakibi Abdül Aziz’le (İbn-i Suud) de görüşerek bir taraftan da onların da Osmanlı’ya karşı desteğini sağlamaya çalışan İngiltere, ayrıca bir taraftan da bölgenin bir kısmında bir Yahudi yurdu kurulması karşılığında gerek Yahudilerin
gerekse ABD’nin desteğini sağlamaya çalışmaktaydı. Diğer yandan İngiltere,
Fransa ile giriştiği pazarlıkta (Sykes-Picot) bölgeyi aralarında paylaşmaktaydı.
Böylece İngiltere Savaştan sonra bölgeyi doğrudan veya dolaylı ama her halükârda rahatlıkla denetleyebilmesine olanak verecek şekilde paylaştırmayı plânlamaktaydı. Bu, İngiltere’nin amacına o denli uygun bir yapıydı ki, İngiltere’nin bölgeden II. Dünya Savaşı’ndan sonra çekilmiş olmasına rağmen bölge ülkeleri aralarındaki rekabet dolayısıyla Batı tarafından rahatlıkla yönetilebilecek ülkeler olma özelliklerini sürdüreceklerdir.

İngiltere’nin yeni politikası Fromkin’e göre, İngiliz egemenliğine imkân sağlayacak “mümkün olduğu kadar çok parçaya ayrılmış zayıf ve birbirinden kopuk prensliklerden oluşan bir Arabistan’dı”. 33 

İngiltere, ortak hareket edemeyecek olan bu devletlerin o gün için diğer Batılı güçlere karşı bir tampon işlevi görmesini istiyordu. Ancak bunun sağlanabilmesi
bir başka unsuru daha gerektirmekteydi. O da, Osmanlı İmparatorluğu’nun
bölgedeki askerî olmasa bile İngiltere’nin siyasi denetimini zorlaştıran manevi ya da ruhani denetimiydi. İngilizler bunun da bir çaresini bulmuşlar ve Osmanlı halifesinin otoritesini sınırlayarak bölgeyi daha rahat kontrol altında tutabilmenin bir aracı olarak kendi halife adaylarını çıkarmayı düşünmüşler ve bunun için en uygun adayın da Mekke Emiri Şeyh Hüseyin olduğunu düşünmüşlerdi. Plânları arasında Arapları Osmanlı İmparatorluğu aleyhine kışkırtmak da olan İngilizler
“gerçek ırktan bir Arabın Mekke ya da Medine’de halifeliği devralması”
fikrini yaymaya çalışmaktaydılar.34

Bölge idari ve askerî anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nca atanan ancak Hicaz’da (Mekke ve Medine’de) özerk bir konuma sahip olan Emir kutsal yerlerin güvenliğini ve Hac vazifesinin düzenli ve güvenli biçimde yapılmasını sağlamaktaydı. Osmanlı Sultanı adına Hicaz’ı yöneten Hüseyin (İbn-i Ali), Mekke Şerifi ve Emiri’ydi. Şerif olmak için Hz. Peygamber’in soyundan gelmek gerekiyordu. Mekke Emiri rakip şerifler arasından seçilmekteydi ve Hüseyin İttihat ve Terakki’nin adayına karşı 1908’de Abdülhamit tarafından desteklenmiş ve bu göreve seçilmişti.
Hüseyin’in aslında o güne kadar uygunsuz bir davranışı olmamış ve Padişah’a bağlılığını sürekli dile getirmişti. Ancak Hüseyin’in 1909’dan sonra, özellikle de 1913’ten sonra Babıâli’de gerçek iktidarı elinde bulunduran İttihatçılarla arası hiç iyi değildi.Padişah’a bağlı olmakla beraber İttihat ve Terakki’nin merkeziyetçi politikalarıyla sürekli çatışma halinde olan Hüseyin’in emeli, Emir olarak durumunu güçlendirmek ve emirliğin sürekli olarak kendi ailesinde kalmasını sağlamaktı. Dolayısıyla Şerif Hüseyin Abdülhamit’in devrilmesinden sonra İttihat Terakki yönetimine duyduğu güvensizliğin de etkisiyle Arap kabilelerinin bağlılığını kazanarak ve yerel anlamda gücünü arttırarak özerk bir konuma sahip olmaya çalıştı. Bu nedenle, Hüseyin, bağımsızlığını sağlamlaştırmaya ve genişletmeye çalışırken İttihat ve Terakki hükümeti ise sınırlamak istiyordu.
Şerif Hüseyin bu amaçları gerçekleştirme çabası içindeyken I. Dünya Savaşı başladı ve Osmanlı Halifesi cihad çağrısına Emirin de uymasını istedi. 

Söz konusu amaçlarının Osmanlı ile birlikte olarak mı yoksa başka alternatifleri değerlendirerek mi gerçekleştirebileceğinden henüz tam olarak emin olmayan Hüseyin, ilk etapta kesin bir cevap vermekten kaçındı. 

Bu sırada Osmanlı ordusu karşısında zor durumda bulunan İngiltere ile Hüseyin’in işbirliği yapmasını gerektirecek ortam doğmuştu.35
Ancak Hüseyin 1914’e kadar Arap yarımadasındaki milliyetçi hareketlere
destek vermemiş, bu da kendisinin Arap kabileleri tarafından Osmanlı’nın memuru olarak nitelenmesine yol açmıştı. Diğer taraftan Hüseyin’in iki oğlu da Osmanlı meclisinde mebustu ve bunlardan Abdullah Mekke, Faysal ise Cidde temsilcisiydi. Abdullah babasına Osmanlı yöneticilerine karşı direnmesini tavsiye ederken, Faysal temkinlilik tavsiyesinde bulunmaktaydı. 36 
1914’ten itibaren İngiliz telkinlerine kapılan Hüseyin çelişkili bir tavır sergilemeye başlamıştı. Bu hava içerisinde 1914 Şubatında oğlu Abdullah’ı, Osmanlı yetkilileriyle görüşmek ve İngiltere’nin Mısır Genel Valisi Lord Kitchener’in düşüncelerini öğrenmek için görevlendirdi. Abdullah’ın Arapların Türk yönetiminden memnun olmadığını açıklaması üzerine Kitchener tarafsız davranmaya çalışsa da cesaretlendirici olmayı da ihmal etmedi. Ancak Kitchener bu görüşmenin arkasından İngiliz istihbaratının Orta Doğu Sekreteri Storrs’a Abdullah’la temasa geçmesini söyledi. Bu buluşmada Abdullah daha açık konuşarak Arap ayaklanmasından açıkça söz etti.37
Türkiye’de bu sırada İttihat ve Terakki’nin başında ünlü Enver, Talat ve Cemal Paşalar, bakanlar kurulunun başında ise Kâmil Paşa’yı istifaya zorlayan Mahmut Şevket Paşa bulunmaktaydı. Daha iyi bir yönetim vaadiyle işbaşına gelmiş olmalarına rağmen eskiyi aratmayacak bir baskı yönetimi kurmuşlardı.38

I. Dünya Savaşı esnasında İngiliz-Fransız-Rus ittifakının Osmanlı toprakları üzerine yaptıkları gizli pazarlıklar ve anlaşmalar, savaşın taraflar için Doğu Sorunu’nu bir uzlaşmayla sonuca bağlamak için iyi bir fırsat olarak görüldüğünü ortaya koymaktaydı. Hatta bu paylaşımı savaş sonrasına bırakmanın yeni bazı anlaşmazlıkları da beraberinde getirebileceği varsayılarak paylaşımı erteleme menin daha yerinde olacağı kararına varılmıştı. Bilindiği gibi uzun yıllar başbakanlık ve dışişleri bakanlığı yapmış olan “Lord Palmerston ve halefleri Rusların Osmanlı İmparatorluğu’nu yenmesi halinde imparatorluğun parçaları için başlayacak kavganın Avrupalı güçler arasında büyük bir savaşa yol açmasından korkuyorlardı. 

Bu bir kaygı kaynağı olarak varlığını hep sürdürmüştür”.39 

Bu mücadelede İngiltere’nin en önemli rakibi Ruslardı. Ruslar, boğazlara hâkim oldukları takdirde sadece İngiliz donanmasının girmesine engel olmakla yetinmeyerek kendi donanmalarını da Akdeniz’e çıkarabilir ve İngilizleri tehdit edebilirlerdi. Asya kıtasının diğer tarafında bir diğer stratejik öneme sahip olan bölge Afganistan dağlarıydı ve İngilizlerin amacı Rusları bu bölgede barındırmamaktı.

Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerinin bütün girişimlerine rağmen bu devletle bir ittifak ilişkisine girmekten kaçınan ve bilinçli bir şekilde onu Almanya’nın yanına âdeta iten söz konusu devletlerin amaçlarının savaş öncesinden belli olmadığını söylemek mümkün değil. Savaş sayesinde Doğu Sorunu’nu kalıcı bir şekilde çözüme kavuşturmak istiyorlardı.

İttihat ve Terakki yönetiminin ittifak teklifini geri çeviren İngiliz hükümeti, İngiliz tersanelerinde yapılmış ve 1914 Ağustosunda teslim edilmesi gereken parası ödenmiş Reşadiye ve Sultan I. Osman isimli savaş gemilerine Deniz Kuvvetleri Bakanı Churchill’in emriyle 29 Temmuz’da el koyarak Osmanlı yöneticileri için Almanya ile bir ittifakın dışında seçenek bırakmamışlardı. Oysa bu gemilerle Osmanlı donanması güçlenecek ve Ege’de rahatlıkla Yunanlılarla ve Karadeniz’de Ruslarla boy ölçüşebilecekti. Ancak şimdi her ikisi de İngiltere’nin müttefikiydi.
Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran’da
Saraybosna’da öldürülmesiyle I. Dünya Savaşı için düğmeye basılmıştı.

28 Temmuz’da Avusturya Sırbistan’a savaş ilan etmiş, Almanya ise Rusya’ya, 1 Ağustos’ta, Fransa’ya da 3 Ağustos’ta savaş ilan etmişti.

Arkasından Alman birliklerinin 4 Ağustos 1914’te Belçika’ya girerek bu
devletin tarafsızlığını ihlal etmesi üzerine, bu devletin toprak bütünlüğünü
garanti eden devletler arasında yer alan İngiltere, Almanya’ya savaş
ilan etti. Öte yandan 6 Ağustos’ta Avusturya Rusya’ya, 15 Ağustos’ta
ise Japonya Almanya’ya savaş ilan etmişti.

Nitekim Almanya ile 3 Ağustos’ta bir ittifak imzalayan Osmanlı yöneticileri
hemen savaşa girmekten kaçınmışlarsa da Karadeniz’e girmesine
izin verilen ve adı Yavuz ve Midilli olarak değiştirilerek Türk bayrağı
çekilen Goeben ve Breslau isimli savaş gemilerinin Alman komutanı
Amiral Sochon’ın Odesa, Sivastopol ve Novorossisk’i bombalayarak
Türkleri bir oldubittiyle karşı karşıya bırakması üzerine 1 Kasım’da İngiltere
Osmanlı kuvvetlerine karşı harekete geçmiş, 2 Kasım’da ise Rusya’nın
Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmesiyle Osmanlı İmparatorluğu
da kendi sonunu hazırlayan bir savaşın içine çekilmiş oldu.

Bu gelişmeler olurken Mekke Şerifi Hüseyin’in önünde iki seçenek
bulunmaktaydı. Ya Osmanlı’nın yanında yer alarak tanınmayı bekleyecek
ya da bağımsızlığı kazanmak umuduyla Osmanlı’ya ve Halife’ye karşı emperyalist güçleri destekleyecekti. Hüseyin’in oğullarından Emir Faysal bu birinci yolun, Abdullah ise ikinci yolun tercih edilmesinden yanaydı. Faysal, Fransa’nın Suriye’de, İngiltere’nin ise Güney Irak’ta gözü olduğunu biliyor ve bu topraklarda bağımsız bir Arap devletinin kurulmasına izin vermeyeceklerini düşünüyordu. Ayrıca ayaklanmanın yeterince destek bulmayacağından ve bunun Avrupalı güçlerce de desteklenmeye bileceğinden korkuyordu. Hüseyin’in diğer oğlu Abdullah ise Şam ve Bağdat’ın ayaklanmaya hemen katılacağından emin görünüyordu.
Nitekim savaşın başlamasıyla beraber Storrs’a yazılmış bir mektubu
oğlu Abdullah’la göndererek İngiltere’yi Osmanlı’ya tercih ettiğini ifade
eden Hüseyin, karşılığında emirliğinin İngiltere tarafından Osmanlı’ya
karşı sonuna kadar desteklenme garantisini sağlamaya çalışmıştı. Mektubu
alan Storrs bundan hemen Kitchener’i haberdar etti. Eylül ayından
beri İngiliz kabinesinde Savaş Bakanı olan Kitchener 31 Ekim 1914’te
Abdullah’a gönderdiği mektupta “...Eğer Arap ulusu bizi Türklerin zorladığı
bu savaşta İngiltere’ye yardım ederse, İngiltere Arabistan’a hiç bir
müdahalenin olmayacağını garanti eder ve dış saldırılara karşı her türlü
yardımı yapar. Gerçek Arap ırkından bir Halife’nin Mekke ve Medine’de
seçilmesi gerçekleşebilir” denmekteydi. Mektup Abdullah’a Kahire’den
şu ekle ulaştırılmıştı: “Eğer Mekke emiri bu çatışmada İngiltere’ye yardım
etmek istiyorsa, İngiltere Emir Hüseyin’in kutsal ve eşi bulunmayan
görevini tanımayı ve ayrıcalıklarını bütün dış saldırılara özellikle Osmanlıların
saldırılarına karşı garanti eder”. Kitchener’in mektubu gönderdiği gün, 
Osmanlı’dan da cihad çağrısı alan Hüseyin kaçamak cevaplarla cihada katılamayacağını bildirmişti.40

Hüseyin, 1915 Ocağından Martına kadar, Sudan Genel Valisi Reginald
Wingate’den Türk isteklerine karşı direnmesi için kendisine cesaret veren imalı haberler aldı. Bunlar da İngiltere’nin kendisiyle işbirliği yapmak isteğinde samimi olduğuna ilişkin kanısını güçlendirmişti. 1915 Ocağında Mısır’a İngiliz Yüksek Komiseri olarak atanan Sir Henry McMahon da gerek İngiliz Dışişleri Bakanlığından gerekse Kitchener’den Şerif ile ilişkileri geliştirmesi tâlimatını almıştı.
1915 Şubatında Cemal Paşa önderliğindeki 22,000 kişilik Türk birliği
Sina’yı geçerek Süveyş’e ulaştıysa da, Mısır’da çıkacak bir ayaklanmayla
harekâtın destekleneceği üzerine yapılan plânlar, söz konusu ayaklanmanın
çıkmaması üzerine gerçekleşmemiş; Suveyş’i geçecek imkânlara da sahip olmayan Türk birliği Süveyş’te durdurularak geri dönmek zorunda kalmıştır. Ayrıca harekât öncesinde asker gönderme sözü veren Şerif Hüseyin de bu sözünü tutmamıştı. Hatta daha da ileri giderek Türklere karşı ayaklanma imkânını yitirmemek için bu durumdan faydalanmak istemişti.

Bu esnada oğlu Faysal’ı Osmanlı merkezine göndermek için izin isteyen
Şerif Hüseyin’in asıl amacı, Osmanlı yetkilileriyle görüşme bahanesiyle
Suriye’den geçerek Arap milliyetçileriyle görüşmeyi gerçekleştirmekti.
Halen Hüseyin’in cihada katılacağını uman İttihat ve Terakki yönetimi
ise Hüseyin’in teklifini kabul ederek gerekli izni vermişti. Faysal böylece önce 26 Mart 1915’te Şam’a uğrayarak Suriyeli milliyetçi önderlerle buluşmuş; onlara Kitchener’in önerilerini anlatmış; buradan İstanbul’a geçerek Harbiye Nazırı Enver Paşa, İçişleri Bakanı Talat Paşa ve Padişah Sultan Reşat’la (V. Mehmet: 1909-1918) görüşmüştü. Cihada destek vermesi halinde Hicaz’da tüm şikâyetlerinin dikkate alınacağı kendisine söylenerek her biri tarafından Şerif Hüseyin’e hitaben yazılmış birer mektup verilmişti. Enver Paşa’nın mektubu 8 Mayıs tarihini taşıyordu; bu esnada Çanakkale zaferi kazanılmıştı ve Gelibolu’da 25 Nisan’dan beri süren savaş hakkında bilgi veriliyordu. Hatırlanacağı üzere bu savaşta  İngilizler ve müttefikleri 250,000 askerini kaybetmişti.41 

Bu esnada İngilizler, Osmanlı ordusu karşısında Irak’ta Kut Savaşı’nda da
(Nisan 1916) çok ciddi kayıplar vermişlerdi. Sadece Kut Savaşında İngilizlerin
kaybı 30,000 dolayındaydı ve yaklaşık 20,000 dolayında İngiliz askeri de Osmanlı ordusuna teslim olmuştu. Esir alınanlar arasında Generel
Townshend de bulunmaktaydı ve diğer esirlerle beraber İstanbul’a gönderilmiş ti. Çanakkale ve Gelibolu (Mart 1915-Aralık 1915) yenilgisinden sonra sözkonusu bu hezimet İngilizler için gerçekten yüz kızartıcıydı.

İngiliz tarihi bu anı en aşağılık savaş olarak yazacaktı. Sonuçta iki buçuk yıl süren çatışmanın ardından Bağdat’a Osmanlı ordusunun geri çekilmesiyle ancak 1917 Martında girebilmişlerdi; fakat bu, İngilizlerin toplamda 98,000 askerine mal olmuştu. Her şeye rağmen Osmanlı ordusu Musul’dan ancak savaşın kaybedildiğinin belli olması üzerine 1918 Ekiminden sonra çekilmiştir. Nitekim, dönüşte tekrar Suriye’ye uğrayan Faysal, başarısız Mısır seferinden sonra karargâhına çekilen Cemal Paşa ile görüşmüştü. Faysal, Şam’da 23 Mayıs 1915’te Arap Milliyetçileri Komitesi’ni oluşturan önderlerle Türkiye karşısında İngiltere ile hangi koşullarda işbirliği yapabileceklerini belirleyen bir protokolü birlikte tartışmışlar; ayrıca altı önde gelen önder, antlaşma yeminiyle Şerif’i Arap
ulusunun sözcüsü olarak tanıdıklarını kabul etmişti. 

Şam protokolüne göre, Şerif, İngiltere ile anlaşabilirse Suriye’deki Araplar ayaklanacaklardı.
Müttefiklerin kendi aralarında yapılan gizli görüşmelerde de Arap yarımadasının ve halifeliğin Osmanlının elinden çıkarılması ve bölgenin kendi denetimlerinde bağımsız olması doğrultusunda alınan kararlar çerçevesinde İngiltere tarafından -ki bu esnada Gelibolu çıkarmasının da başarısız olmasıyla Arap ayaklanmasına iyice gereksinim duyulmuş olmasının da etkisiyle- McMahon 1915 Haziranında bağımsız Arabistan’ın destekleneceğinin ve Arap halifeliğinin istenilir bir durum olduğunun ipuçlarını veren bir bildiri yayınlamakla görevlendirilmişti. Bu mesajı
taşıyan broşürler İngiliz uçakları tarafından Mısır, Sudan, Suriye ve Suudi
Arabistan’da dağıtılarak Arapları açıkça destekleyeceklerine ilişkin
İngiliz görüşleri tüm bölgede yayılmıştı.42

Bu çerçevede yine de ilk teklif Şerif Hüseyin’den geldi ve 1915
Temmuzunda İngiltere’nin Mısır Yüksek Komiseri Henry McMahon’a
yazdığı mektupla istekleri kabul edilirse Osmanlı karşısında İngiltere’yi
destekleme önerisinde bulundu. Böylece yukarıda ifade edilen ve 1915
Temmuzundan 1916 Martına kadar süren ve toplam on mektuptan oluşan
ünlü Hüseyin-McMahon yazışmaları başladı. McMahon aslında Osmanlı’ya
karşı ayaklanma teklifini gayet olumlu bulmakta ve bunu değerlendirmek
istemekte, fakat Hüseyin’in teklif ettiği bağımsız bir Arap devleti ile sınırlar konusuna sıcak bakmamaktaydı. Hüseyin, kuzeyde Mersin ve Adana’dan İran sınırına, doğuda Basra Körfezi’ne, güneyde Aden’e batıda ise Kızıl Deniz ve Mısır’a kadar olan topraklarda tek başına kendisinin halife ve devlet başkanı olarak getirileceği bağımsız bir Arap devletinin kurulmasını istemekteydi. Diğer bir deyişle, Hüseyin kendisini bütün Arapların temsilcisi gibi sunarak Irak, Arap Yarımadası ve Suriye (Lübnan ve Filistin de dahil) topraklarında tek ve bağımsız bir Arap devletinin kurulmasını desteklemesi halinde bütün Arapların Osmanlıya
karşı ayaklanabileceklerini söylemekteydi. Her ne kadar İngiltere bu desteği almak istemekle beraber hem kendi çıkarlarını hem de müttefiki Fransa’nın çıkarlarını dikkate almaktaydı. Bağdat ve Basra’nın kuzeyinde kalan topraklarla, Halep, Hama, Humus ve Şam’ın batısında kalan toprakların tamamını Araplar oluşturmadığı için istenilen Arabistan’a dahil edilemeyeceğini ifade eden İngiltere ’nin aslında asıl amacı Bağdat ve Basra’daki kendi çıkarları ile Suriye ve Lübnan üzerinde iddiaları olan Fransa’nın çıkarlarını güvence altına almaktı. Şerif Hüseyin’in bu bölgeleri dahil etmeye çalışması ve İngiltere’nin kabul etmemesi yüzünden uzayan görüşmelerden bir sonuç alınamaması üzerine görüşmelerin
savaş sonrasına ertelenmesine karar verildi. Ancak McMahon’un oldukça muğlâk ifadeleri arasından sınırı pek açık olmayan bir bölgede bağımsız Arap devletinin kurulması konusunda destek sözü verdiği anlaşılmaktaydı.

Ayrıca ayaklanma için gerekli askerî teçhizatın verileceği sözü de verilmişti. McMahon’un ifadelerinden Suriye’nin iç bölgeleri, Bağdat ve Basra’nın dışındaki Irak toprakları, Arabistan ve Filistin’in dahil olduğu topraklarda bağımsız bir Arap devletinin kurulacağına razı olduğu çıkarılabilirse de Filistin’in dahil edilip edilmediği daha sonraki yıllarda hep tartışma konusu olmuştur.43

Dolayısıyla, ilk etapta kapsamlı bir taahhüde girmekten kaçınan McMahon’un 1915 Ekiminde verdiği cevap, her ne kadar Şerif Hüseyin’i tatmin etmemişse de, 1916 Haziranında Mekke’de ayaklanan Şerif Hüseyin güçleri İngiltere’nin yanında yer alarak Osmanlı ordusuna karşı harekete geçmişlerdir. Gilbert Clayton, McMahon’un çabalarını yorumlarken, hiçbir şey vermeden ve herhangi bir ciddi taahhüt altına girmeden Arapların desteğini aldığı için onu başarılı bulmaktaydı. Dışişleri Bakanı Edward Grey de asla inşa edilmeyecek bir hayali saray vaat edildiğini ifade etmekteydi.44

7.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 1


FARUK ARSLAN,


1900'lü yılların başından Osmanlı devletini kontrol etmeye çalışan ve özellikle 1911'den itibaren orduya sızan bir Alman örgütlenmesinin var olduğu kesindi. Bunun adı "Ergenekon" değildi, ama gizli örgütü kuran Baron Rudolf Von Sebottendorff bir Osmanlı Almanı idi. Bu örgüt 1914 sonrası öyle güçlü bir hale geldi ki, Osmanlı Genelkurmay Başkanı ve 2. Başkanı bile Alman generallerden atanıyordu. Yüz yıl sonra bugün Ergenekon zincirinin en güçlü halkaları olan "Alman malı" diyebileceğimiz bölümler geleneğin Osmanlı’dan beri devam ettiğini gösteriyordu. Bu konu bu güne kadar sadece birkaç kişinin üzerine gidebildiği kadim bir sır olarak kalmıştı. Ne zaman ki Başbakan Erdoğan Alman vakıflarıyla ilgili açıklama  yaptı konu üzerinde bu kez herkes analiz yapmaya başladı. Halbuki bu konunun köklerinin geçmişe uzanması ve karmaşıklığı bu analizlerin yüzeysel olmasını sağlıyordu. 

Namık Kemal Zeybek’in Eski Damadı gazeteci Yiğit Bulut, Habertürk’te sonunda patladı ve şunları yazdı: ‘ Murdoch'un yakın çevresinde, yönetiminde, Rebakah'nın yanı başında, " 411 el kaosa kalktı " manşeti atıldığında; öncesinde ve sonrasında Türkiye'de ve o manşeti atan 
gazetenin yönetiminde! Şaka yapmıyorum; aynı adam Murdoch ve Türkiye'deki bazı basın kuruluşlarının ortak paydası! Tekrar ediyorum: İngiltere'deki skandalları yaratanların odağındaki isim ile Türkiye'de " 411 el kaos'a kalktı " manşetini atan ve öncesinde-sonrasında halkın iradesine kastedenlerin en yakınındaki isim hep aynı; Kai Diekmann. Sonuç: 
" Ergenekon nedir " sorgulaması içinde Alman bağlantısına dikkat çekmiş özellikle Baron von Sebottendorff isminden yola çıkarak Türkiye'deki yerleşik düzenin nasıl tesis edildiğini analiz ederken çok önemli bir de not düşmüştüm; Ergenekon diye bir örgüt varsa ve bunun da "bir" numarası varsa; bu kişi Türk değil... "Ergenekon" olarak düşündüğüm yapılanma 
"Osmanlı'nın 1900'lü yılların başından 1919'a kadar etkisinde kaldığı" Almanlar tarafından tesis edilen "iskelet" üzerinde şekilleniyordu’ (81) 

Osmanlı devleti, l. Dünya savaşına ittifak devletleri grubunda ve Almanya'nın yanında katıldı. Önceleri, Osmanlı devleti savaşa katılmak istemedi. Tarafsızlığını ilan etti. Fakat Almanların baskısı üzerine özellikle İttihat ve Terakki Partisi'nin baskısı sonucu savaşa katıldı. Osmanlı Alman ilişkisi 1718 Pasarofça antlaşması ile başlamıştır. Fakat Almanlarla ilişkilerin asıl gelişmesi 1878 Berlin antlaşması sırasında oldu. Ev sahibi Almanya, burada Osmanlı devletini destekledi. Bu olay, iki devletin birbirleriyle yakınlaşmasına yol açtı. 2. Abdülhamit, Avrupalı devletler arasındaki rekabetten yararlanarak bir denge politikası oluşturmaya çalışmıştı. Özellikle Almanların anti İngilizci tavırlarından yararlanmaya çalıştı. 

Hatta ilişkiler daha da geliştirilerek Bağdat demiryollarının ihalesi Almanlara verildi. Bu ticari ilişki, Almanlarla ilişkilerin gelişmesine yaradı fakat İngilizlerin tepkisine neden oldu. Çünkü, Almanlar İngilizlerin yayılma alanlarına doğru sarkıyordu. 

l. Dünya savaşında Osmanlı orduları komutanlıklarına Almanlar getirildi. Bu durum aslında Osmanlı için bir yıkım oldu. Çünkü Almanlar, Osmanlı'nın kazanıp kaybetmesi ile ilgilenmiyor, hatta Osmanlıların doğuda yenilmesini veya zayıflamasını arzu ediyorlardı. Çünkü zayıf bir Osmanlı Almanların egemenliğine girmesi demekti. Bu konuda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun İstanbul'daki o zamanki askeri ataşesi Joseph Pomiankowiski hatıralarında şunları söylemektedir. "Mareşal Liman ile Baron Wangenheim, Berlin'den aldıkları emirleri uyguluyorlar ve herhangi bir itirazda bulunmaya cesaret edemiyorlardı" Joshp Pomiankowiski Almanların savaş politikasını şu şekilde özetler: "Alman savaş planlarının en önemlisi, Berlin-Bağdat demiryollarının açılması ve oradan Hindistan'a ulaşılmasıydı. Bunun için zayıf bir Türkiye gerekiyordu. Türkiye'nin mağlubiyeti ve zayiatı, Alman politikasının ekmeğine yağ sürerdi. Yalnız bu arada şunu da belirtmek gerekir ki, bunlar Avrupa'daki harbin seyrini etkileyebilecek durumda değildi. Hele Çanakkale Boğazı'ndaki duruma hiç tesir etmezdi. Buna mukabil doğudaki yenilgiler, Türkiye'nin Almanya'ya olan bağımlılığını artırır ve böylece de Alman kuvvetleri nin Türkiye'ye yaklaşmasına sebep olurdu." (82) 

Çanakkale savaşının uzamasının temel nedeni de bu Alman politikasıdır. Çanakkale savaşı komutanı General Liman Von Sanders savaşı uzatmış ve bu savaşı Almanya'nın Avrupa'daki durumuna göre ayarlamıştı. Öyle ki Alman genel kurmayı bu konuda Liman'ı sürekli sıkıştırıyordu. Hatta onun davranışlarını gözetlemek için Von Lassow adlı bir kurmay Albayı'nı görevlendirmişti. Çanakkale savaşının uzaması Almanya için hayati öneme sahipti. Çünkü bütün itilaf devletleri boğazlardan geçmek için buraya yüklendiğinden Almanya Avrupa'da rahat nefes almıştı. Eğer bu cephe kapanırsa, Avrupalı devletler Almanya'nın üzerine yükleneceklerdi. Bundan dolayı, savaşın uzaması için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Hatta, Liman paşa düşmanın Saros körfezinden çıkarma yapacak diye askerleri 
oraya kaydırıyor veya gündüz gözüyle Türk askerlerini düşman üzerine plansız programsız bir şekilde göndererek ağır kayıplar verilmesini sağlıyordu. Kendisine karşı çıkan Albay Halil Sami Bey ve Albay Fevzi Bey'i görevden alıyordu. (83) 

Yine aynı mantık çerçevesinde Irak cephesine bakabiliriz. Burada Kutul Amara denilen yerde Osmanlı Ordusu büyük bir başarı elde etti ve 11000 İngiliz askerini komutanlarıyla birlikte esir aldı. Fakat Almanların Hindistan'a ulaşma hırsı yüzünden bölgede bulunan bu tecrübeli birlikler İran üzerinden Hindistan'a gönderildi. Bu durumda Irak savunmasız kaldığından İngilizlerin ikinci bir taarruzu sonucu Irak ve Bağdat düştü. Kafkas harekâtı da aynı şekilde Almanların sıkıştırması sonucu başarısızlığa uğradı. Almanlar, Orta Avrupa'da İngiliz, Fransız ve Rus kıskacından kurtulmak için Osmanlıları Ruslara karşı yönlendirdi. Almanların sıkıştırması sonucu doğru düzgün hazırlanmayan Osmanlı ordusu Aralık ayında Sarıkamış'tan Kafkasya'ya hareket etti. Mevsim savaşa uygun olmaması ve kış olması nedeniyle 90.000 askerimiz Sarıkamış'ta donarak şehit düştüler. Fakat bu durum Almanların hiç umurunda değildi. Onlar, sadece kendilerini kurtarmak istiyorlardı. Onların yönlendirmesi sonucu Osmanlı askeri Almanları doğu yönünde rahatlattı ama aynı zamanda büyük kayıplar verdi. 

Kanal cephesi de yine Almanların isteği üzerine açıldı. Almanlar, İngiliz baskısından kurtulmak ve İngilizlerin dikkatini sömürgelerine çekmek ve ayrıca, İngilizlerin Hindistan sömürge yollarının denetimini ele geçirmek amacıyla Osmanlı Ordusunu Mısır üzerine sevk ettiler. Sonuç hüsranla bittiği gibi, İngilizler Osmanlı Ordusunu takip ettiler. Hicaz, Filistin, Suriye Osmanlıların elinden çıktı. Görüldüğü gibi l. Dünya savaşına Osmanlılar Almanların bir oyunu neticesinde girmiş olmalarına rağmen, yine onların emperyal çıkarları uğruna yenilgiye sürüklenmişlerdi. Bu da bir ülkenin ordusunun komutanlığının yabancılara verilmesinin sakıncalarıdır. (84) 

HARBİYE’DE ALMANYA DÖNEMİ 

Harbiye'nin Osmanlı Sultanı Abdülaziz'in tahttan indirilmesinde oynadığı rol sürekli bir kuşkuya neden olmuştur. Osman Nuri Ergin'in Türk Maarif Tarihi'nde vurguladığı üzere: Askeri Mektepler, bilhassa Harbiye talebesi Abdülaziz'in hal'ine iştirak etmişlerdir, manevra ve talim için pek nadir olarak çıkmaya mecbur oldukları zaman ise tüfeklerinde kurşun bulundur mazlar. Ergin, bu noktada Alman askeri heyetinin başında bulunan Goltz Paşa sayesinde yasağın kaldırıldığını ve onun "Asker Mekteplerinin namus ve haysiyetini kurtarmış ve yükseltmiş" olduğunu belirtiyor. Ergin, "Osmanlı ve bugünkü Türk ordusunun modernleşmesinde bu paşanın büyük bir hissesi olduğunu söylemek fazla bir metih olmaz sanırım" diyor. Prusya Genelkurmayı’nın ve Alman silah endüstrisinin temsilcisi Goltz Paşa 
ilk iş olarak ordu müfettişi sıfatıyla Askeri mektepleri ele almış olduğu gibi Erkan-ı Harbiye-i Umumiye İkinci Reisi sıfatıyla da orduların taksimatı ve seferberlik teşkilatıyla meşgul olmuştur. İttihat ve Terakki ile Cumhuriyet'in önde gelen askeri liderlerinin zihni açıdan yoğrulduğu ortama Goltz Paşa'nın katkısı büyüktür. I. Dünya Savaşı sırasında "Türk ordusuna kumanda mevkiinde bulunanlar kamilen paşanın yetiştirmiş olduğu kimselerdi." 
Prusya militarizmi, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet kadrolarının entelektüel birikiminde derin izler bırakıyordu. II. Meşrutiyet'e açılan süreçte "Cihet-i Askeriyye"nin durumunu saptamaya Goltz'la başlıyor ve devam ediyorum. Bu çerçevede, ordunun içinde bulunduğu koşulları değişik çizgilerle incelemek, İttihat ve Terakki'nin militarist temellerinin kavranması 
açısından önemlidir. 

Harbiye'nin istibdat Rejimi altında içerdiği çelişkilerin başlıcası "Zadegan Sınıfları"dır. Harbiye'nin bağrında "tufeyli" olarak yerleşen bu sınıflarda egemenlerin çocukları eğitim görüyorlardı. 1834'de Harbiye'nin açılmasın dan sonra burada eğitim görüp orduda büyük mevkilere geçenlerin çocukları, " Mümtaz bir sınıf " teşkil ettiler ve bu paşazadeler istibdat 
döneminde Yıldız'da " Şehzadegân Mektebi "nde Sultanın ve hanedanın çocuklarıyla birlikte okumaya başladılar. Bu "mektep" Osmanlı aristokrasisinin özel eğitim kurumu niteliğindedir. Derviş, Namık, Gazi Osman ve Tunuslu Hayrettin Paşaların oğullan bu okulda eğitim gördüler. Sonraları, Serasker Rıza, Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü, Sadrazam 
Kamil Paşaların çocukları da burada eğitim görmüşlerdir. Bir süre sonra II. Abdülhamit, "zadegânlar şehzadelerin ahlakını bozuyor" gerekçesiyle onların bir kısmını Harbiye ve Bahriye Mekteplerine gönderiyordu. 1889'da II. Meşrutiyet'in ilanına kadar bu imtiyazlı eğitim devam ediyordu. Bu dönemde, yüksek ulema sınıfı mensuplarının çocuklarına daha beşikte iken "Rüus" denilen rütbeler ve "Arpalık" olarak bilinen aylıklar verildiği gibi  paşaların oğullarına da henüz okul sıralarında iken livalığa ve ferikliğe (korgeneral) kadar askeri rütbeler ihsan ediliyor ve bir kısmı da Hünkâr yaverliği unvanını alıyorlardı. 
Zadegânlar, mektebin Hünkâr dairesinde yani Sultana mahsus binada kalırlar, yemeklerini halk çocuklarından ayrı bir yerde yerlerdi. 1895'te Harbiye'de 100 kadar zadegân çocuğu eğitim görüyordu. Harbiye'de zadegân sınıfı açıldıktan sonra ilk mezun olanlar arasında şu isimler yer alıyordu: Derviş Paşa'nın oğlu yaver ve Damat Halit Paşa, İsmail Hakkı Paşa'nın oğlu yaver ve damat Ahmet Paşa, Tunuslu Hayrettin Paşa'nın oğlu Tahir Bey. Bu askeri aristokrasiye Harbiye öğrencileri tepki duyuyorlardı. Bu suretle zadegân sınıfında okuyup mezun olanlar orduda fiili hizmetlerde görev almazlar; İstanbul'da veya babaları yüksek bir memuriyetle nerede ise onların yanında işsiz ve güçsüz vakit geçirirlerdi. Bu paşazadeler sık 
sık rütbeler alırlar ve daha küçük yaşta paşa olurlardı. Paşalık böylece babadan oğula geçen aristokratik bir mevki haline geliyordu. 

İttihad ve Terakki'nin kurulduğu Askeri Tıbbiye, Alman İmparatoru'nun "Padişah üzerinde, bizzat tesiri" sonucunda ve Gülhane'yi tesise memur edilen Rider Paşa'nın çabalan ile açılıyordu. Askeri Tıbbiye için Haydarpaşa' da büyük bir bina yaptırılıyor ve İstanbul'da bulunan tıp öğrencileri buraya naklediliyordu. 600 bin altın liraya mal olan yeni mektep binası yalnız öğrencinin yatmasına mahsus kışla kısmı ile bir eğitim binasından 
müteşekkildi. Bu 600 bin altın lira gibi muazzam bir rakama mal olan bina İstanbul'daki mekteplerden taşınan kırık dolaplar, harap karyolalarla döşeniyordu. Dershaneler, koğuşlar, tüm bina aksamı uydurma yapılıyordu. Okulda çamaşırhane, mutfak, banyo, dezenfeksiyon, poliklinik daireleri hatta teşrih enstitüsü binaları yapılmamıştı. Binaya muazzam para 
harcanıyor ancak öğrenciler önemsenmiyordu. Askeri tabiplerin eğitimi alabildiğine yetersizdi. "Hastane ve laboratuvarlara yapılan masraf hemen hiç hükmünde idi. "Binlerce Anadolu köylüsünün omurgasını oluşturduğu orduda neferlerin sağlığı önemsenmiyordu. Ancak, Prusya Genelkurmayının, Rusya karşısında tutunabilecek güce sahip bir Türk ordusuna stratejik çıkarları doğrultusunda bakması bu alana Alman uzmanların el atmasını 
getirdi. Rider Paşa, Askeri Tıbbiye'yi yeniden organize etti. Almanlar, daha sonra orduda ve tıp alanında yüksek mevkiler işgal edecek olan beş hekimi bu ülkeye eğitime götürdüler. 

Bunlar; Süleyman Numan, Asaf Derviş, Ziya Nuri, Kerim Sebati, Eşref Ruşen idi. 1900 yılında Almanya'ya gönderilen genç askeri tabiplerin bu ülkedeki tüm çalışma programları Rider Paşa tarafından adım adım izleniyor, ülkeye dönüşlerinde Gülhane'de kendilerine birer hocalık veriliyordu. Ordunun tüm önemli eğitim kademelerinde Alman askeri 
uzmanların etkinliği varlığını duyuruyordu. 1904'e kadar Gülhane Askeri Tıbbiye Mektebi, Rider Paşa'nın, 1904-1907 arası yine Alman Dayke Paşa'nm idaresinde faaliyetlerini sürdürüyor, 1907'de ise Almanya'dan gelen Viting Paşa yönetimi devralıyor ve 1914'e kadar görevini sürdürüyordu. 1914-1918 zaman aralığında ise Almanya'dan gelen Zelling ve Browning bir "Tababet-i Askeriye Tatbikatı Mektebi" halini alan Gülhane'yi yönetiyorlardı. İttihad ve Terakki kurucularından İbrahim Temo, "Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye"ye 1887'de kaydolduğunu belirtiyor ve "müdür-i umumi" Miralay Namık tarafından kendilerine yapılan baskıdan söz ediyor. Bu baskılar dayanılmaz bir hal almış olmalı ki Temo "anılar"ında, 
İstibdat rejimine rağmen nasıl harekete geçtiklerini anlatıyor: 

'Bu baskıya karşı talebe grev yapmaya karar verdiğinden mesele büyüdü. Hep birlikte mektep binasını izinsiz terk ettik ve mektebi boşalttık. İş fena bir şekil aldı. Demirkapı ile mektep binası ciheti askeri birlikler tarafından abluka altına alındı. Bir hafta sonra çıkan irade-ı Padişahı ile talebe mektebe kabul olundu. Fakat mektep idaresi, mesuliyetten kurtulmak için, güya hepsi değil de, 340 talebeden yalnız 32 kişinin kabahatli olduğunu 
Saraya rapor etmişler. Padişah da talebenin bu hareketinden ürkmüş olmalıdır ki, ikinci bir yemin etmek şartile affetmiş.’ (85) 

Askeri okullardan yükselecek bir muhalefetten çekinen II. Abdülhamit, uzlaşma yolunu tercih ediyordu. Bunda söz konusu okullardaki örgütlü muhalefetin çapı hakkında yeteri kadar istihbarat akışının bulunmamasının da etkisi olmalıdır. Temo, "hükümet-i müstebidenin" yaptığı baskının, "ufak bir propaganda" ile "bir hareketi milliye ve hürriyet fikri" temelinde "siyaset muhiti" oluşturduğunu belirtiyor. İbrahim Temo, Sarayburnu'nda bulunan "tıbbiye-i askeriyye"de arkadaşları ile kurdukları "cemiyet"ten söz ediyor. Bu gizli örgütte, İbrahim Temo, İshak Sukuti, Mehmet Reşid, "o zaman çok sofu olan" Abdullah Cevdet kurucudurlar. Arnavut, Kürt ve Çerkez kökenli bu şahsiyetler, 1889 senesinin 21 Mayıs günü ellerini birleştiriyorlar. Temo'nun "Etnik-i Eterya" komitesine benzettiği bu oluşumun amacını belirlerken, "aziz vatanın bugünkü durumu ve idare tarzıyla yok olup 
gideceğini hepimiz biliyoruz" diyordu. Temo, "çok ihtiyatlı olarak çalışmaya başladık ve mensubunun çoğalmasına gayret sarf ettik. Güvenilir ve hür fikirli birçok vatansever talebeden İstanbul dâhilinde epeyce vatandaşı cemiyete dâhil ettik" diyor. İbrahim Temo, kurdukları gizli örgütün ilk toplantısına katılanları şöyle sıralıyor: O zamanki adliye yüksek 
memurlarından Hersekli Ali Ruşdi, gazete muharrirlerinden İzmirli Ali Şefik, tıbbiyeli Asaf Derviş (Paşa) (müderris), Muharrem Girid (Şam Tıp Fakültesi muallimi), Dr. Abdullah Cevdet, İshak Sukuti, Şerafeddin Mağmumi, Çerkez Mehmed Reşid (86) Bu toplantıda bulunan isimlerden Asaf Derviş Almanya'ya eğitime gönderilen beş hekimden biridir. 

Kendisine "cemiyet"in kasadarlığı görevi veriliyor. Osman Nuri Ergin Türk Maarif Tarihi'nde Asaf Derviş'in de aralarında bulunduğu bu beş kişilik grup için şunları yazıyor: 

‘Rider Paşa bu hekimlerin burada yaptığı gibi Almanya'da tahsildeyken de peşlerini bırakmıyordu. Orada tahsil edeceklere dersleri ve takip edecekleri yollan bizzat tespit ve takip ediyordu. Gönderilen hekim hangi şubede tahsil edecekse İstanbul'da Rider Paşa'dan emir alır ve gittiği yere kendisinin daha önce tavsiye edilmiş ve yerinin hazırlanmış olduğunu görürdü. Bu hekimler bütün hatları tafsilat ve teferruatına kadar çizilmiş, bir program mucibince Almanya'da hocaları, İstanbul'da Rider Paşa tarafından adım adım takip 
edilmek suretiyle tahsil görmüşlerdir.’ 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

24 Şubat 2016 Çarşamba

TEŞKİLAT-I MAHSUSA..,




TEŞKİLAT-I  MAHSUSA..,
























Teşkilat-ı Mahsusa


Teşkilât-ı Mahsusa, İttihat ve Terakki Cemiyeti bünyesinde Enver Paşa'ya bağlı olarak kurulan gizli teşkilattır. İttihat ve Terakki'nin Türkçü ve İslamcı siyasi görüşleri doğrultusunda, yurt içi ve yurt dışında, karşı-istihbarat, propaganda, örgütlenme, suikast eylemlerinde bulunmuştur. Çeşitli tanık ifadelerine göre 1911'den itibaren etkin olmuş, 5 Ağustos 1914'te Harbiye Nezaretine bağlı resmi bir örgüte dönüştürülmüştür. 8 Ekim 1918'de İttihat ve Terakki hükümetinin iktidardan ayrılması ile birlikte Teşkilat-ı Mahsusa da resmen tasfiye edilmiştir.

Teşkilat-ı Mahsusa'nın Trablusgarp'ta İtalyanlara, Batı Trakya'da Bulgar ve Yunanlılara, Mısır ve Irak'ta İngilizlere karşı direniş örgütleme çalışmaları kısmen belgelenmiştir. Buna karşılık 1915 Ermeni Tehciri'nde Teşkilat-ı Mahsusa'nın oynadığı rol, sıklıkla dile getirildiği halde, ayrıntılarıyla ortaya konabilmiş değildir. Teşkilat-ı Mahsusa hakkında tek köklü araştırmanın yazarı olan Philipp Stoddard'a göre, Teşkilat-ı Mahsusa Ermeni tehcirinde hiç bir rol oynamamıştır. Guenter Lewy Stoddard'la 2001 senesinde görüştüğünü ve Stoddard'ın hala aynı sonucu savunduğunu bildiriyor.[1]

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Anadolu'da oluşturulan Kuvay-ı Milliye ve Müdafaa-i Hukuk gruplarının önde gelen liderlerinin hemen hepsi Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olduğu bilinen kişilerdir. Buna rağmen Teşkilat-ı Mahsusa ile Milli Mücadele arasındaki örgütsel ilişki yeterince incelenmemiştir.Teşkilatın kurucusu Enver Paşa'dır. Başında ise Hüsamettin bey bulunmaktaydı.
Bilgi Kaynakları

Teşkilat-ı Mahsusa'ya ilişkin tek akademik çalışma, Dr. Philip Stoddard'ın 1963 tarihli doktora tezidir. [2] Teşkilat ileri gelenlerinden Eşref Kuşçubaşı (Kuşçubaşı Eşref) ve Hüsamettin Ertürk'ün anıları yayımlanmıştır. Rauf Orbay'ın anılarında da İran-Afganistan operasyonları hakkında biraz bilgi bulunur. Galip Vardar, İttihat ve Terakki İçinde Dönenler (1960), yanlı olmakla birlikte değerli bir bilgi kaynağıdır. Hamza Erkan, Bir Avuç Kahraman (1946), Süleyman Askeri'nin Irak macerasına ilişkin geniş bilgi verir.

Teşkilat-ı Mahsusa arşivi elde değildir; 1918'de İttihat ve Terakki liderleri yurt dışına gitmeden önce imha edildiği ileri sürülür. Mütareke döneminde İstanbul'da yapılan Divan-ı Harb-i Örfi mahkemelerinde teşkilata ilişkin birçok iddia dile getirilmiş ve tanıklar dinlenmiştir. Divan-ı Harp tutanaklarının bir kısmı Taner Akçam tarafından yayımlanmıştır.[3]

Amaç ve Örgütlenme

Örgütün bir dönem başkanı olan Hüsamettin (Ertürk) Teşkilat-ı Mahsusa'nın kuruluş amacını şöyle tanımlar:

"Bu teşkilatın gayesi, bir taraftan bütün İslamları bir bayrak altında toplamak, bu suretle Panislamizm'e vasıl olmaktır. Diğer taraftan da Türk ırkını siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan da Pantürkizm'i hakikat sahasına sokmaktır. Enver paşa'nın bir yandan Emiri Efendi'nin İttihat ve Terakki programındaki panislamizminden, diğer taraftan da Ziya Gökalp'in pantürkizminden ilham aldığı muhakkaktır." [4]

Bu örgütün gizli kurucularından biri ismi hep gizli kalmış ve soyu koruma altına alınmıştır. soy ismi ve yaşadığı yer değiştirilmiştir. Soyundan gelen erkek çocukları gizli olarak eğitilerek şuanda bilinen MİT teşkilatına ya alınmış yada bu teşkilat tarafında korunmuştur. CIA'nın ulaşabildiği tek bilgi Sakarya'da Sapanca bölgesine yerleşmiş olduklarıdır. Teşkilat-ı Mahsusa'nın kurucusu olan bu kişinin kimliğinin gizlenmesi kafalarda hep soru işareti yaratsa da milli mücadelenin ve bağımsızlığın kazanılmasında nasıl bir rol üslendiklerini açıkça göstermektedir.

Philip Stoddard'a göre,

"Teşkilatın iki para kaynağı vardı: Harbiye Nezareti'nin gizli bütçesinden verilen ödenekler ve Almanya'dan yapılan altın aktarımı. Alman altınları, Alman Askeri Misyonu tarafından düzenli olarak İstanbul'a getiriliyordu. Kaynakların tümünden Teşkilat'ın eline geçen toplam miktar 4 milyon altın civarındaydı." [5]

Stoddard'a göre Birinci Dünya Savaşı sırasında (1916'da) Teşkilat'ın kadrosu 30.000 kişiye ulaşmıştı.[6]
Etkinlikler

Teşkilat'ın adı, ilk kez 1911'de İtalyanların Trablusgarp ve Bingazi'ye (Libya) asker çıkarması üzerine duyuldu. Osmanlı Devleti savaşa doğrudan katılmama kararı aldığı için, bu ülkedeki direniş Teşkilat'ı Mahsusa tarafından yönetildi. Daha sonra Türk siyasetinde önemli roller oynayacak olan birçok kişi, örneğin Mustafa Kemal, Rauf (Orbay), Fethi (Okyar), Nuri (Cönker) bu dönemde Teşkilat ajanı olarak Libya'da bulundular. Ancak Libya direnişi başarısızlıkla sona erdi. Osmanlı Devleti Libya'da zaten sözde kalan haklarını kaybettiği gibi, savaş tazminatı olarak 12 Ada'yı İtalya'ya vermek zorunda kaldı.

Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlerin Basra'yı ele geçirmesi üzerine, Teşkilat liderlerinden Süleyman Askeri, Kürt ve Arap aşiretlerinden derlenmiş bir çeteyle İngilizlere karşı vur-kaç saldırıları düzenledi; Abadan'daki petrol tesislerini yaktı. Buna tepki olarak harekete geçen İngilizler, 12-14 Nisan 1915'te Türk ordusunu Şuaybe'de ağır bir yenilgiye uğrattılar. Süleyman Askeri intihar etti.

29 Nisan 1916'da Von der Goltz Paşa Komutasındaki Osmanlı 6. Ordusu'nun İngiliz birliklerini Kut'ül Amara'da yenilgiye uğratıp esir almalarından sonra, Nuri Paşa ve Rauf Bey yönetiminde bir Teşkilat-ı Mahsusa birliği savaşta tarafsız olan İran ve Afganistan'a girerek burada yerli kuvvetlerden oluşturacağı birliklerle İngilizleri arkadan vurmayı denedi. Mareşal Liman von Sanders'e göre bu macera, Irak'taki Türk yenilgisinin nedenlerinden biri oldu.[7]

Ermeni Tehciri'nde Teşkilat-ı Mahsusa

Ermeni soykırımı iddialarını savunan tarihçilere göre, bu gizli teşkilat iddia edilen soykırımı gerçekleştirmede kullanılan örgütmüş. İddialara göre, Talât Paşa hükümetinden sonra yeni hükümeti kuran Ahmet İzzet Paşa teşkilatın tüm belgelerini yok etme emri vermiş. Teşkilat-ı Mahsusa'nın iddia edilen soykırımı gerçekleştirmiş olan örgüt olduğu iddiası, Andonyan belgeleri ve 1919/1920 İstanbul savaş mahkemeleri yanında, soykırım tezini ispatta kullanılan başlıca iddialardan biri. Guenter Lewy'nin verdiği bilgilere göre, Teşkilat-ı Mahsusa hakkındaki iddiaların belgelerde doğrudan dayanağı yok ancak bu iddialar, bu belgeleri okuduğunu belirtenlerin kuşkulu varsayımlarına dayanmaktadır. Lewy, soykırım tezinin savunucularından olan Vahakn Dadrian'ın, orijinal kaynakların imkân vermeyeceği varsayımlarda bulunduğunu bildiriyor.[8]

Stoddart'a göre, Teşkilat-ı Mahsusa, Ermenilerin sınır dışı edilmesinde herhangi bir rol oynamamıştır. [9]

Teşkilat'ın Kadrosu

14 Kasım - 23 Kasım 2005 tarihleri arasında Yeni Şafak gazetesinde Abdullah Muradoğlu tarafından Teşkilât-ı Mahsusa hakkında 10 bölümlük bir yazı dizisi yayınlanmıştır. Bu yazı dizisine göre Teşkilât-ı Mahsusa'da görev yapmış ünlü kişilerden bazıları şunlardır:

Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa, Binbaşı Süleyman Askeri, Mehmet Akif Ersoy, Eşref Kuşçubaşı, Teğmen Yakup Cemil, Dr. Bahattin Şakir, Mithat Şükrü Bleda, Ohrili Eyüb Sabri, Fuat Balkan, Teğmen Hilmi Musallimi, Said Nursi, İsmail Canbulat, Piyade Subayı Rasuhi Bey, Filibeli Hilmi Bey, Şerif Burgiba, Arabistan'da İbn ür-Reşit, Nuri ve Halil Paşalar, Ali Fethi Okyar, Hacı Selim Sami, " Kel Ali " lakaplı Ali Çetinkaya, ilk tayyareci şehitlerden Sadık Bey, Çerkez Reşit Bey, Ahmet Fuat Bulca, Nuri Conker, Rauf Orbay.

Kaynaklar

[1] Guenter Lewy The Armenian Massacres in Ottoman Turkey: A Disputed Genocide (Osmanlı Türkiyesinde Ermeni Katliamları: Tartışmalı bir soykırım), Salt Lake City 2005, sayfa 291
[2] Philip H. Stoddard, The Ottoman Government and the Arabs, 1911 to 1918: A Study of the Teskilat-i Mahsusa, Princeton University, 1963 (yayınlanmamış doktora tezi). Türkçesi: Teşkilât-ı Mahsusa, Arba Yay., 1993.
[3] Taner Akçam Armenien und der Völkermord - Die Istanbuler Prozesse und die türkische Nationalbewegung, Hamburg 2004.
[4] Hüsamettin Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, İstanbul 1957, sf. 115-116.
[5] Philip Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, Arba Yay., s. 53.
[6] A.g.e. s. 52.
[7] Liman von Sanders, Türkiye'de Beş Sene, Yeditepe Yay. 2006, s. 164-169 ve 194 vd.
[8] Guenter Lewy Ermeni Soykırımına Yeniden Bir Bakış
[9] Philip H. Stoddard’ın önsözü. Eşref Kuşçubaşı, The Turkish Battle of Khaybar (Hayber Savaşı) Philip H. Stoddard and H. Basri Danışman, (İstanbul: Arba Yayınları, 1999), ss. 21-32

http://gizliilimler.tr.gg/Te%26%23351%3Bkilat_%26%23305%3B-Mahsusa.htm


.

31 Ocak 2016 Pazar

Sarıkamış Üstünde Kar...




                           Sarıkamış Üstünde Kar...




Yetkin İŞCEN, 


Aralık 2004


Bu bir gazete haberi:

 Irak savaşı, ABD için her yönüyle Vietnam’a benzemeye başlamış… Ölen asker sayısı nispeten düşük kalırken, yaralı sayısında büyük bir patlama yaşanmış; her ölen askere karşılık 9 yaralı varmış ve bu oran ABD savaş tarihinin en yüksek oranıymış… Irak’tan dönen yaralı ABD askerlerinin önemli bir bölümü bunalıma girip ya sokaklarda yaşamaya başlıyor ya da “gaziler yurtları”na yerleşiyorlarmış…

ABD’de toplam 300 bin kadar gazi evsizmiş. Irak’tan evine dönen 30 bin asker de tedavi talebinde bulunmuş. Çünkü, her 5 kişiden biri ruhsal dengesizlik ve travma sonrası stres belirtileri gösteriyormuş. Artık ABD’de sokakta, parklarda, kaldırımlarda yaşayanların dörtte birini gaziler oluşturuyormuş… Hepsinin de ruhsal dengesizlik veya uyuşturucu bağımlılığı sorunu varmış…




 90 yıl önce, Balkan hezimetinden sonra köyüne dönebilen Osmanlı askeri, daha çoluğuna çocuğuna hasret gideremeden önce Doğu Anadolu’ya, Filistin çöllerine ve Çanakkale cephesine gitmek zorunda kalmıştı. Tam 90 yıl evvel bu günlerde, Erzurum’un, Sarıkamış’ın kar ve buz tutmuş dağlarında, niye yapıldığını asla anlamadığı bir savaşı sürdürüyordu. O askerlerin çoğu dönemedi köyüne… Dönebilenler ise başka savaşlar verdiler. Ne kimse yaralarını sardı, ne de birileri ruhlarını okşadı… Ne “gaziler evi” vardı onlar için, ne de “ruhsal tedavi”…


 Bundan 90 sene önce, bir oldu-bittiyle girdiği Büyük Savaş’ta ilk karşılaştığı düşman, en eski düşmanıydı Osmanlı askerinin: Rus ordusu…
 Rus orduları, 93 Harbi’nde (1876-77) Osmanlı’yı hem Tuna boylarında hem de Kafkasya dağlarında yenmiş; hızını alamayıp Çatalca istihkamlarımıza kadar dayanmıştı… Amacı herhalde Osmanlı’yı yeryüzünden temelli kaldırmaktı, bunu beceremedi. Ama Osmanlı toprakları üzerinde Sırbistan’ı, Romanya’yı, Yunanistan’ı birer krallık biçiminde yaratmayı başardı. Aynı zamanda Gümrü’yü, Kars’ı, Batum’u, Ardahan’ı alan, Osmanlı’yı  Balkanlar’dan kovan; Karadağ ve Bulgar prensliklerini de onun başına bela eden yine Ruslar oldu..
 İşte bu ezeli düşman, şimdi girdiği Büyük Harp’te Doğu Prusya ve Polonya bataklıklarında her gün tümen tümen kurban verirken Kafkasya’daki savunmasını da zayıflatmıştı… Osmanlı devletiyle işbirliği içinde olan Alman genelkurmayının bir planı, Osmanlı Devleti’nin Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın da ağzını sulandırdı: Kafkaslar’daki Rus ordusunun üzerine yürünecek; Ruslar’ın elindeki Doğu vilayetleri geri alınacak; böylece henüz bir yıl önceki Balkan hezimetinin de yaraları sarılacaktı… Enver’e getireceği kişisel şan-şöhret de cabasıydı…


Şevket Süreyya Aydemir anlatıyor:

“…. Bizim cepheye vardığımız günlerde ordu, Karadeniz’den İran sınırına kadar, her taraftan geri çekilme halindeydi. Zaten adına Kafkas Cephesi denilen bu cephede ordunun, bütün insanüstü gayret ve mukavemetine rağmen geri çekilişi, hemen hemen harbin başından beri başlamıştı. Harbin başında bu cephede elde bulunan kuvvetli, canlı bir ordu, o zaman henüz 35 yaşını süren Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın; adına Sarıkamış Harekatı denilen delice macerasıyla, birkaç gün içinde tamamen mahvolunca, Doğu Anadolu, düşman istilasına zaten açık kalmıştı.
Bu Sarıkamış dramı oynanırken ben henüz asker değildim. Fakat, sonra asker olup da cepheye vardığımda bu muharebenin hikayeleri henüz canlı olarak yaşıyordu. Çünkü bu katıldığım birlikler, o harekata katılan alaylar ve tümenlerdi. Sarıkamış faciası, 90.000 kişilik bütün bir orduyu hemen tamamen yutmuş olmakla beraber, bu alaylarda hala, bu savaşın döküntülerinden birkaç kişi bulunuyordu. ‘Cihan Harbini Nasıl İdare Ettik’ isimli eserin ifadesine göre, 10. Kolordu Sarıkamış harbine 40.000 mevcutla girmiş, 1800 mevcutla çıkmış; benim şimdi katıldığım 9. Kolordu da 20.000 mevcutla girmiş 1000 mevcutla çıkmıştı. Diğer birlikler de böyle erimişlerdi. Facianın sonunda, düşman kuvvetlerinin 9. Kolordu’dan teslim alabildiği kalıntı şuydu: 106 zabit, 80 er, 1 kırık top kundağı, 8 at…
Sarıkamış öyküleri, bizim cephe sohbetlerimizin, daima kanlı ve karanlık bir konusu olarak kaldı. Bir Allah-u Ekber dağından, bir Allah-u Ekber gecesinden bahsederlerdi. Sarıkamış çukurunun kuzeybatısına düşen bu yolsuz izsiz dağlarda, bir adım ilerisinin görülmediği kar tipileri ve fırtınalar arasında bir türlü sabahı gelmeyen zifiri bir gecede, hatta bir tek düşman görmeden, bir tek düşman öldürmeden olduğu yerde donan, eriyen binlerce yaralı veya yarasız askerin hikayesini anlatırlardı. Çöken imparatorluğun Türk milletine bu en son zulmü anlatılırken, hala hatırlıyorum ki onu anlatanlar bir an gelir, etraflarındaki sessizlikten ürkerek, hikayelerini yavaşça ve yarı yerde keserlerdi. O zaman hepimiz bir vesile bulur, zeminlikleri terk ederdik. Siperlere, askerlerin nöbetçilerin başlarına giderdik. Şark yaylasında rüzgarlar yine uğuldardı. Ardı ardına dağ gibi dalgalar şeklinde kar tipileri yine savururdu. Gece inim inim inlerdi. Yine ağabeyimi düşünürdüm. O Allah-u Ekber günlerinde ve gecesindeki şehitliğinden sonra ve üsteğmenliğe çıkalı çok olmadığı halde yüzbaşılık da vermişlerdi. Şehit haberiyle yüzbaşılık bildirisi beraber gelmişti…”



 Osmanlı Devleti’nin Harbiye Nezareti, 1914’ün sonbaharında, henüz barış kadrosu eksiklerini gereğince tamamlayamadığı ordusunun genel seferberliğini ilan etmişti. Harbiye Nazırı, Başkomutan Vekili Enver Paşa’ydı…

Osmanlı ordusu, Balkan Savaşı’nın açtığı derin yaraları tedavi ile uğraşıyordu. Devletin mali güçsüzlüğü Balkan Savaşı’nda mahvolan savaş araçlarını bir-iki ay içinde yerine koymaya uygun değildi. Ordunun gençleştirilmesi gibi önemli bir karar da, birçok subay ve komutanı saf dışı bırakmıştı. Birliklerdeki subay boşluğunu doldurmak için, yeniden henüz dün emekli edilmiş birçok umutsuz ve üzgün subaya başvurma zorunluluğu doğmuştu. Bu nedenlerle, Osmanlı Hükümeti 1914 seferberliğinin kararını açıklamakla birlikte, ordu birliklerinden Ruslar’la bir savaşa neden olmaması için sağduyulu önlemler almasını istiyordu.

 Ordunun en büyük endişesi, seferberliğini tamamlayamadan önce Rusya’nın savaş ilan etme olasılığıydı. Fakat günler geçtikçe, Türkler neden olmadıkça Ruslar’ın savaş ilan etmeyecekleri de anlaşılmıştı. Çünkü Ruslar için, Almanya ve Avusturya’ya karşı savaşırken bir de Anadolu’da savaş açmanın bir mantığı yoktu. Zaten Osmanlı devleti de genel seferberlik ilan etmekle birlikte tarafsızlığını henüz korumaktaydı.

 İttihatçılar, 1914 yazında Avrupa’da esmeye başlayan savaş rüzgarlarında Almanlar’ın yanında yer almışlardı. Almanlar, Fransız ve İngilizler’in yanında yer alan Ruslar’a karşı Osmanlı askerini kullanarak batı cephesinde rahatlamanın plânlarını yapmaktaydılar. Bunun için Kayser’in “Alman ordusuna eklenen bir süngü” olarak tasvir ettiği Osmanlı askeri kullanılacaktı. Sömürgecilik yarışında hiçbir çıkar hesabı yapmayı beceremeyen Osmanlı, adım adım, felaketlerle sonuçlanacak olan bir maceraya sürüklenmekteydi. Hiç yoktan girilen Birinci Cihan Harbinde, 1 Kasım 1914’te Kafkas Cephesi açıldı.

 Doğudaki 3. Osmanlı ordusu savaş hazırlığına girerken mevcudu 190.000 insan ve 60.000 hayvandı. Kurmaylar, bu mevcudun 6 aylık iaşesi için yaklaşık 88 milyon kg. buğday, çavdar ve arpaya gerek olduğunu söylüyorlardı.. Ama, 3. Ordu’nun ambarlarında sadece 1.250.000 kg. yiyecek ve tahıl vardı o sırada… Ayrıca; sahra ve dağ toplarından başka top yoktu. Kolordularının ulaşım araçlarının sayısı, cinsi ve toplanma bölgelerinde iaşe güçlükleri, er ve subayların bedensel donanımları incelenince, bu ordunun bir saldırı ordusu değil, ancak bir savunma ordusu olabileceği açık olarak görülüyordu. Nitekim "Menzil Müfettiş-i Umumiliği", yani Osmanlı ordusunun lojistik hizmetlerini düzeleyen birimi, 26 Ekim 1914 tarihli raporunda durumu; "3. Ordu'nun bulunduğu yerde beslenmesi için bile mevcut ulaştırma kolları yetersizdir. Harekat halinde açlık muhakkaktır. Doğu'da demiryolları olmadığı için menzil kolları ne kadar arttırılırsa yine kafi gelmez. On günlük erzak taşıyan menzil kolları olsa dahi, 11. gün yine açlık başgösterir" diye değerlendirmişti.

 Oysa, günün ideolojisi icabı “Turan Fatihi” olmanın hayallerini kuran Başkumandan Vekili Enver Paşa, verdiği harekât emrinde hedef olarak Tahran ve Aşkabat’i gösteriyordu.  Tahran harekât merkezine 1350 km., Aşkabat ise 2000 km. uzaklıktaydı. Ama Almanlar, Türkiye’ye giden trenlerin üzerine, alay edercesine, “Enverland’a gider” yazmaktan çekinmemekteydiler….

 O sırada Kaiser yararına Osmanlı topraklarında incelemeler yapan ünlü Alman generali von der Goltz Paşa şöyle diyordu:
“Kafkasya’da maalesef Napolyon Bonapart olduğunu iddia eden ve cahil yetişen birçok adam vardır. Bunlar, ordularına güçleriyle bağdaşmayan görevler vermişlerdir ve bu yüzden ordularını büyük zarara uğratmışlardır…”

 Yine aynı sıralarda Osmanlı ordusunu modernize etmek amacıyla Türkiye’ye çağrılan Alman Askeri Yardım Heyeti Başkanı, bir başka Alman subayı olan Liman von Sanders ise, Enver’in böyle bir maceraya atılmasını önlemek için cansiperane kavga veriyordu. Enver, 3. Ordu’nun komutasını kendisine teklif edip harekat planlarını açıkladığında reddetmiş ve “bu harekatın gerçekleşme imkanı bulunmadığını” belirtmişti.

 Ancak, çok genç yaşta paşa olmuş Başkomutan Vekili’nin etrafındaki kifayetsiz muhteris sayısı, aklı başındakilerden fazlaydı. En başta Enver, kurmayları olan Alman generali Bronzart Paşa (Bronsart von Schellendorf) ve Harekat Şubesi Başkanı Yarbay Feldman ile Albay Guse’nin yaptıkları planlara güveniyordu. Ama bilmediği (ya da göz yumduğu) şey, bu harekatın Almanlar’ın ekmeğine yağ süreceğiydi… Oysa von Sanders, vatandaşı ve meslektaşı Bronsart’la bu seferle ilgili olarak kavga etmekten çekinmeyecek; harbin sonuna kadar da onun görevinden alınması için Alman genelkurmayı nezdinde uğraşacaktı. Ne var ki, o günlerde Enver çabuk ikna oluvermişti; eğer 3. Ordu ile ani ve hızlı bir saldırı yaparsa, Doğu Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Rus ordusunu yok eder ve ününe ün katabilirdi…

 Enver ve kurmaylarının planına göre, 3. Ordu Sarıkamış'a saldıracaktı. 11. Kolordu Ruslar’ı oyalamak için sağ kanatta yer alacak; 9. Kolordu merkezde, yani Sarıkamış'a geçiş yönünde olacak; önce Bardız'a ardından da Sarıkamış'a geçecekti. 10. Kolordu da İslamköy-Oltu-Penek yönünden, Bardız Yaylası’ndan Allah-u Ekber dağlarına ulaşacaktı. Hedef, Ruslar’ın arkasına sarkmaktı. İstanbul’da, her birliğin günlük yürüme hızları hesaplanmış; hangi gün nerede olacağı, nerede buluşulacağı ve saldırma noktaları tek tek belirlenmişti. Ancak; normal yürüyüşle 45 km’lik yolun dağlara tırmanırken 65 km. gibi hesap edilmesi gerektiği ve daha da önemlisi, bu yürüyüşlerin -35/-40 derecelerde yapılacağı önemsenmemişti…

 Bu plana; “Olmaz! Havaları görüyorsunuz. Her yerde kar var. Karakış başlamıştır. Bu şartlar altında, bu mevsimde harekât bir faciaya dönüşebilir. Kış şiddetini kaybetsin, yollar açılsın, düşmana haddini bildiririz” diye itiraz eden 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa, eskiden öğrencisi olan Başkumandan Vekili Enver’den “Hocam olmasaydınız sizi idam ettirirdim…” sözünü duyunca istifa etmek zorunda kalmıştı… Komutayı Enver üstlendi…
 Osmanlı ordusu, 22 Aralık 1914 sabahı, 75 bin 660 savaşçısıyla toplam 118 bin 660 kişilik, 94 piyade taburu, 20 süvari bölüğü ve 228 topuyla "Sarıkamış Kuşatması" adıyla tarihe geçen harekata başladı. Oysa o sabah, dehşetli bir kar fırtınası ve tipiyle açılmıştı. Hava çok kötü olmasına rağmen ilk gün, harekat planı aynen uygulandı. İkinci gün kar ve tipi bir türlü aman vermiyordu, erzak ve teçhizat ileri hatlara taşınamıyordu. Askerler aç, çıplak, donanımsız, yalınayak başı açık durumdaydı. Zemheriler diye bilinen en soğuk günlerdi ama, onbinlerce asker dinmek bilmez bir tipi altında dağlara sürüldü.

 Bir asker, anılarında şöyle anlatmıştı yaşadıklarını:

“Bu yaz, iki alayımızla Yemen’den buraya naklonulduk. Yola koyulmamızdan dört ay sonra buraya ulaştık ki, Arabistan’ın cehennemî sıcağı Köprüköy’deki ayaz yanında nimet-i ilâhi imiş. Burada çadırın perdesi buza kesmiş oğlak kulağı gibi kırılmakta ve kopmakta. Bölük kumandanım, beni sıhhiyeye nakletmiş ise de, tabip ve ilaç yokluğundan çaresiz kalıp tekrar takımıma döndüm. Akşam yaklaşınca Köprüköy’e civar dağlardan tipi boşanır. Kumandanımız, gelecek cuma Başkumandan Enver Paşa Hazretleri’nin teftiş ve hücum için geleceğini müjdeledi. O gelinceye kadar da yün içlik, çorap ve paltoların verileceğini ve Yemen yazlıklarını atacağımızı müjdeledi. Allah, devlete ve millete zeval vermesin. Başkumandan Paşa Hazretleri’nin gelmesi ile, Moskof’un kahrolacağından ve kâfirin, karşımızdaki tepelerde geceleri seyrettiğimiz ocaklı ve mutfaklı karargâhlarını ele geçireceğimizden subaylarımız çok emin. Şafak söktüğünde 2059 rakımlı Kızkulağı Tepesi’nden Moskof obüs yağdırır ama şükrolsun, zafer bizim olacak. Gece bastırdığında, tepelerdeki Moskof ocaklarının ateşi gözlerimizdeki ayazı tandır közüne tebdil eyler. Başkumandan Paşa Hazretleri acele gelse ki, ateşe kavuşsak...”

 Oysa, Enver’in gelip taarruzu başlatması, felaketin de başlangıcı olacaktı… Ne yazık ki, geleceği söylenen kışlık kıyafetleri taşıyan gemiler Karadeniz’de Ruslar tarafından batırılmıştı. Bunu bilen, ama hiç açıklamayan Başkumandan Vekili, şu sözlerle soğuktan tir tir titreyen askerin maneviyatını okşamayı düşünmüştü:

“Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarık, sırtınızda paltonuz olmadığını gördüm. Lâkin karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda Kafkasya’ya gireceğiz. Orada her türlü nimete kavuşacaksınız. İslâm aleminin bütün ümidi sizsiniz...”
 Türk askeri, sayıca az ama kış şartlarına hazırlıklı Rusların üzerine imkansızlıklar içinde yürümeye başladı. Gündüz başlayan yürüyüşte yumuşayan çarıklar gece donuyor, bir mengene gibi ayakları sıkıyordu. Adım atmak imkansız hale gelmişti. Ayaktan başlayan donma, yavaş yavaş tüm vücuda yayılıyordu. Askerler olduğu yerde zıplıyor, atlar, kendini karların içine atıyordu. Ruslar ise Sarıkamış'taki sıcak karargahlarında bekliyorlardı. Mehmetçikler durmaksızın yürüdüler, Bardız yaylasına, Çerkezköy'e, Oltu’ya, Allah-u Ekber dağlarına, Sarıkamış'a giden mevzilere yürüdüler. Açlık, soğuk, yorgunluk aman vermiyordu. Artık savaşmak için değil, hayatta kalabilmek için yürüyorlardı ama, ölüm birer birer değil onar onar vurmaya başladı birlikleri… Arada sırada Rus askerleriyle çatışmaya giriyorlardı. Ama en büyük savaş doğaya karşı veriliyordu. Şiddetli tipi yüzünden 2 Türk tümeni birbirine saldırmış ve bu olay 2000 askere mal olmuştu. Donup kalan neferler, ordunun geçtiği yola bırakılan işaret taşları gibi diziliyordu. Kimi çömelmiş, kimi oturmuş, kimi yuvarlanmış, kimi de bir ağacın gövdesine dayanmış kardan heykellere dönüşmüşlerdi.

9. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Köprülülü Şerif İlden, şahit olduğu manzarayı şöyle anlatıyordu:

''…En nihayet dağa çıktık. Bizi çok geniş ve uçsuz bucaksız sanılan bir kar yaylası karşıladı. Pek yorulmuş ve takatsiz düşmüştük. Tam yayla üstünde keskin bir rüzgâr ve şiddetli bir tipi başladı. Bu andan itibaren göz gözü görmez oldu. Kimsenin kimseye yardım etmesi ve hatta söz söylemesi, sesini işittirmesi imkânı kalmadı. Uzun, sonsuz denecek kadar uzamış olan yol kolu dağıldı. Herkes kendi canının derdine düştü. Asker enginlerde, dere içlerinde, orman bucaklarında, nerede bir kara nokta, dumanı çıkan bir ocak gördüyse oraya saldırdı ve kolordu çözülüp eridi... Subaylar çok uğraştılar, fakat kimseye söz işittirmek gücü kalmamıştı. Hala gözümün önündedir; yol kıyısında karların içine çömelmiş bir er, bir yığın karı kollarıyla kucaklamış, titreyerek, feryat ederek dişleriyle kemiriyor, tırnaklarıyla kazıyordu... Kaldırıp yola götürmek istedim. Er önceki hareketlerini hiç bozmadı ve beni hiç görmedi. Zavallı cinnet geçiriyordu... Böylece şu uğursuz buzullar içinde biz belki 10.000'den çok insanı bir günde karların altında bıraktık ve geçtik...''

23 Aralık 1914’te, harekatın acı sonucunu, Hafız Hakkı Paşa şu cümleyle açıkladı Enver’e:

“Bitti paşam, ordumuzun kısm-ı küllisi mahvoldu. Toust est Perdu, Sauf L'Honneur!!!” (Şeref hariç, herşey bitti...)
Bu haber üzerine Başkumandan Vekili atının yönünü geriye çevirdi; önce Bardız, ardından Pasinler üzerinden Erzurum’a ulaştı. Orada kimseye görünmeden bir araç temin ederek İstanbul’a kaçtı. Kimseye bir açıklama yapmadı ve Sarıkamış hakkında konuşulmasına da engel oldu. Dönüşünün hemen ertesinde, Çanakkale’deki 19. Tümen’in komutanlığına yeni tayin edilmiş olan Yarbay Mustafa Kemal’le Harbiye Nezareti koridorlarında karşılaştı. M. Kemal’in savaş hakkında sorduğu “Nasıl geçti?” sorusuna kısaca “İyi geçti, vuruştuk işte…” diyecekti…

Bu facia hakkındaki düşüncesini o günlerde bir sohbet sırasında Harbiye Nezareti Ordu Daire Başkanı Behiç Bey’e, “Bunlar nasıl olsa birgün ölecek değiller miydi?”  diyerek açıklayan Enver Paşa, Kuvayı Milliye döneminde Moskova'da karşılaştığı ataşemiliter Saffet Arıkan'ın sorularına, "Askerimiz zaten açlıktan ölecekti. Hiç değilse cephede düşmanla çarpışarak öldüler"yanıtını vererek, yıllar sonra bile olaydan ders almadığını, pişmanlık duymadığını kanıtlayacaktı...


Köprülülü Kurmay Yarbay Şerif İlden, sonunda esir düştüğü Sarıkamış Harekatını anlattığı anılarını şöyle bitiriyor:
“…Enver, devlet işleriyle ilgili her girişime atılırken belki can atarak ‘Aman batıyor, kurtarayım’ demiştir. Fakat girişimi başarısızlığa uğrayınca sadece basit bir dudak büküşüyle ‘Zaten batacaktı, battı’ deyip geçtiği ise kesindir…
… Tarihlere ant olsun ki, büyük bir Türk ordusu bilgisiz ve deli komutanının hırsıyla yüksek dağlar üstünde kara kışın tipisiyle yüzyılların düşmanının güllesi ve kurşunuyla uğraşa cenkleşe ulusal bağımsızlık uğruna tümüyle mahvoldu da, bir eri bile sırt çevirmedi…
Sarıkamış’ta hiç panik olmamıştır…”
Görünüşe bakılırsa; Sarıkamış’a ulaşmayı başaran, ama kentin hemen dışında soğuğa teslim olan bir Türk birliğinin askerleri, Rus kurmay başkanı Pietroroviç’i Enver’den daha fazla etkilemişti. Şöyle not aldı anı defterine Rus subayı:
“….Allah-u Ekber Dağları’ndaki Türk müfrezesini esir alamadım. Bizden çok evvel tanrılarına teslim olmuşlardı. 24.12.1914  Perşembe...”
Enver bu kadar kanla da doymayacak, dört ay sonra Filistin ve Çanakkale’de, bir yıl sonra da Galiçya’da harcayacaktı binlerce Türk askerini…

Ertesi ilkbaharda, karlar eriyince felaketin boyutu daha bir belli oldu, ortaya çıktı. Türk askerlerinin cansız bedenleri, bütün kış boyu kurdu kuşu beslemişti… Yöre köylüsü, ağaçların üstünde at, katır ya da insan iskeletleri görüp dehşete düşüyordu; “O iskeletler nasıl çıktı oraya?” diye…
Oysa, ağacın üstüne çıkan iskeletler değildi; ağacı tümüyle örten karların üzerinde yol almaya ve dağı geçmeye uğraşan 3. Ordu erleri donup kalmışlardı kıvrıldıkları yerde… Cesetlerini önce vahşi hayvanlar parçalamış, sonra da kuşlar, kargalar didiklemişti. Etlerinden sıyrılan iskeletler de karların erimesiyle ağaçların tepesinde kalmışlardı.
Sarıkamışlı bir ihtiyar şöyle anlatıyordu gözlemini:
“Buradan o dağlara baktığımızda, üzerine kar düşmüş çalılıklar görürdük. O çalılıkların, kurda kuşa yem olmuş askerlerimizin kemikleri olduğunu yanlarına gidince anladık…”


90 yıl önce sayısız yokluk ve perişanlık içinde dört bir cephede vuruşan Türk askeri, ne yazık ki, Çanakkale dışında doğru dürüst tek bir başarı kazanamadı… Anavatanından kilometrelerce uzakta, maceraperest birkaç başıbozuğun hezeyanları uğruna kahramanca canını veren bu insanları ne yazık ki artık hatırlayan da yok…
Mehmet Akif’in dediği gibi, “…karşımızda vatan namına bir kabristan yatıyor…”
Ne tam sayılarını, ne de hepsinin isimlerini biliyoruz… Geri dönmeyi başarabilenlere kimse “gaziler evi” hazırlamadı; bir “ruhsal tedavi”ye ihtiyaç duyup duymayacaklarını düşünmedi… Esir düşenlerin mübadelesinde hiçbir resmi görevli bulunmadı. Aynı savaşa katılan diğer devletlerin yetkilileri cepheye gönderilen katır ve eşeklerinin kaydını “isim”leriyle tutmuşken, dünyanın Kızılhaç'tan sonraki en büyük sağlık örgütü Kızılay, kaç Türk esirinin geri döndüğünü bile bilmiyor.
Ama, toplum hafızası bu kayıpları unutmaya istekli değil; tam tersine, günümüzdeki duyarsızlık örneklerini gördükçe 90 yıl öncesinden daha fazla etkileniyor. Genelkurmay Başkanı’na “Bana gözlerimi geri verin komutanım…” diyen Güneydoğu kahramanını göğsüne basıyor; askeri hastaneye alınmayan Kore ya da Kıbrıs gazisinin dramını dikkatle izliyor… Gün gelecek, ülkesi, vatanı ve geleceği için canını ortaya koyan bu insanlara “gazi evi” yapıp “ruhsal tedavi” de uygulayacaktır kuşkusuz…
Çünkü uluslar, kahramanlarını önemsedikleri oranda güçlü oluyorlar… Palavradan kahramanlık menkıbeleriyle değil…

Yetkin İŞCEN bu metni "Sarıkamış-Sibirya Belgeliği"nde yayınlamak için göndermiştir, teşekkür ederiz...

2010 Ocak


http://mimoza.marmara.edu.tr/~avni/esaret/yazilar/yetkin.htm

.. 

ÖZEL  NOT;
BU YAZI  İÇERİSİNDE  ENVER PAŞAYI AGIR  SUÇLAYAN  İFADELERE KATILMAMAKTAYIM BİLĞİNİZE,
TANER ÇELİK..