PROF. DR. TAYYAR ARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
PROF. DR. TAYYAR ARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Kasım 2020 Perşembe

BASRA KÖRFEZİ ÜLKELERİNİN TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ ROLÜNE BAKIŞI. BÖLÜM 2

BASRA KÖRFEZİ ÜLKELERİNİN TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ ROLÜNE BAKIŞI.  BÖLÜM 2


Prof. Dr. Tayyar ARI,Basra Körfezi ülkeleri, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri,Katar,Irak, İran,


    Gulf Times gazetesinden Filistin asıllı gazeteci Aiman Abboushi de Türkiye’nin Avrupa ülkeleri ve ABD ile ilişkilerinin Katar’da olumsuz bir şekilde algılanmadığı nı, Katar’ın da içerisinde yer aldığı Körfez ülkelerinin de ABD ile yoğun güvenlik ilişkilerinin bulunduğunu ve bir anlamda  
Türkiye ile ilişkilerde de bu unsurun belli ölçülerde rol oynadığı ifade etmektedir.10 

El Cezire’den Jasim el Azzawi ise Körfez’de Türkiye’nin algılanışına ilişkin farklı algılamaların söz konusu olduğunu ancak Filistin sorunu karşısında izlediği politikalardan sonra inanılmaz olumlu bir atmosferin doğduğunu ve Türkiye’nin son girişimlerinin prestijini en üst seviyeye çıkardığını ifade etmektedir. Körfez ülkelerinde İran’ın bir tehdit unsuru olarak görüldüğünü belirten Azzawi’ye göre söz konusu ülkeler Türkiye’yi bir denge unsuru olarak algılamakta ve önemsenmektedir. 

Güvenlik temelli algıdan hareket eden Körfez ülkeleri ilişkilere stratejik bir derinlik kazandırmak istedikleri ifade edilmektedir. Nitekim, El Cezire Genel Yayın Yönetmeni Wadah Khanfar’da Türkiye’nin bölgede etkin bir güç haline geldiğini ve rolünün bölgede önemsendiğini ifade ederken özellikle Türkiye’nin İran karşısında Körfez ülkelerinde bir denge unsuru olarak görüldüğünü belirtmesi dikkat çekicidir.11 

Katar’ın Türkiye ile ilişkilerini geliştirme isteğinin en önemli nedenlerinden birinin söz konusu ülkenin sahip olduğu tehdit algılaması olduğu görülmektedir. Bununla birlikte kamuoyu bağlamında düşünüldüğünde ise Türkiye’nin Filistin politikasında izlediği dış politikanın olumlu bir Türkiye imajına sahip olunmasında etkili olduğunu ifade etmek gerekir. Ayrıca tüm Arap ülkelerinde olduğu gibi Katar’da da gösterilen dizilerin Türkiye algısının oluşmasında önemli bir role sahip olduğunu belirtmek gerekir. Rejim açısından bakıldığında ise Katarlıların Türkiye ile ilişkileri geliştirmek istediğinin oldukça rasyonel dayanaklara sahip olduğu görülmektedir. Katarlı bir yetkilinin ifade ettiği üzere “Körfez ülkeleri hem nüfus hem de coğrafi olarak oldukça küçük ülkelerdir ve kendilerini savunacak güçten yoksundurlar. Buralara birkaç bombanın düşmesi tüm ekonomik gelişmelerin durmasına ve siyasi istikrarın dağılmasına yol açabilir. Bu yüzden oldukça hassas bir dış politika izlemek gerekir.” 
Tüm bunlara rağmen Katarlı entelektüellerin bir kısmında Türkiye ile ilişkiler konusunda bazı çekincelerin olduğunu ifade etmek gerekir. Söz konusu 
çekinceler “Türkiye’nin AB’ye üye olmasıyla Ortadoğu’dan kopacağı ve bölgeye olan ilgisinin geçici olup olmadığı; Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerini güçlendirmesinin temel nedeninin AB karşısında elini güçlendirmek anlamına gelip gelmediği; Türkiye’nin Hamas’a yakınlığı ile seküler bir Türkiye portresinin nasıl yan yana geldiği; ve son olarak da Türkiye’nin AKP’den sonra Ortadoğu politikasındaki bu değişimin devam edip etmeyeceği” yönündedir. 

BAE’nin Türkiye Algısı Ve Türkiye İle İlişkilere Bakışı Körfez’de İngiliz etki alanı içerisine giren ilk ülkelerden biri olan BAE, kendi
içerisinde 7 ayrı Emirliğin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Federal bir şekilde örgütlenmesine karşın Emirliklerin sahip olduğu yetkiler göz önüne alındığında ülkenin daha ziyade Konfederal bir sistemde örgütlendiği görülmektedir. Bu durum her Emirliğin farklı bir dış politika ile tehdit algısına sahip olmasına yol açtığını belirtmek gerekir. BAE’de uzunca bir dönem siyasal ve ekonomik etkinlik 

< Özellikle Körfez İşbirliği Konseyi ile geliştirilen stratejik işbirliği sürecinde Türkiye İran’ın denetimi altında olan ve statüsü tartışmalı olan üç adanın Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait olduğu tezini dolaylı olarak kabul ettiği görülmektedir. >

Abu Dabi ile Dubai Emirliğinin elinde olmasına karşın son yıllarda Dubai’de yaşanan ekonomik krizler Emirliğin siyasal anlamda yürütücü konumunda 
olan Abu Dabi’nin ekonomik üstünlüğü de ele geçirmesi sürecini hızlandırdığı görülmektedir. Bu durum doğal olarak Türkiye ile ilişkilere de farklı anlamlar yüklenmesini beraberinde getirmektedir. 
Türkiye’nin yaklaşık 10 milyar dolarlık yatırımın bulunduğu BAE ile ilişkiler hem ikili hem de çok taraflı örgütler düzeyinde olumlu yönde ilerleme kaydettiğini belirtmek gerekir. Özellikle Körfez İşbirliği Konseyi(KİK) ile geliştirilen stratejik işbirliği sürecinde Türkiye İran’ın denetimi altında olan ve statüsü tartışmalı olan üç adanın BAE’e ait olduğu tezini dolaylı olarak kabul ettiği görülmektedir. 
2008 yılında yaklaşık 9 milyar dolara ulaşan Türkiye ile BAE arasındaki dış ticaretin yanı sıra 2009 yılı itibariyle 6 milyar dolar inşaat sektöründe yatırım olduğu dile getirilmektedir.12 

Türkiye-BAE arasındaki ilişkiler ekonomiden güvenliğe birçok alanda hızlı bir gelişme göstermektedir. Bu bağlamda BAE’nin Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesine atfettiği önem temel nedenleri arasında Türkiye’nin gelişen bir inşaat sektörüne sahip olmasının da etkisi vardır. Ancak bu noktada ciddi bir ayrıma dikkat çekmek yerinde olacaktır. Yukarı da vurgulandığı üzere Emirliklerin dış politika ve güvenlik tanımlamaları birbirinden farklılık göstermektedir. Emirlik içinde ikinci büyük ekonomik kapasiteye sahip olan Dubai’nin dış politikaya bakışını belirleyen 
olgu ekonomik çıkarlar iken, zengin hammadde kaynaklarının yaklaşık %96’sının bulunduğu Abu Dabi’nin ise güvenlik politikalarıdır. Bu çerçevede Emirliğin yönetim merkezi olan Abu Dabi’nin İran ve nükleer programından kaynaklanan ciddi güvenlik sorunları bulunurken, Dubai ise İran’la ticaretin geliştirilmesine ayrı bir önem verdiği görülmektedir. Dolayısıyla BAE’deki Türkiye algısının oluşmasında iki önemli faktörün rol oynadığı görülmektedir. Birincisi Türkiye’nin sektörel düzeyde gelişen bir ekonomi ve teknolojik alt yapıya sahip olması ikincisi ise güvenlik alanında Körfez’deki istikrarsızlık unsuru olarak görülen aktör ve girişimlere karşı dengeleyici bir ülke olmasıdır. 

Nitekim, Gulf Research Center danışmanlarından Mustafa Alani de Türkiye’nin tüm Körfezde olduğu gibi BAE’de de olumlu bir imaja sahip olduğundan ifade ederken aynı zamanda Türkiye’nin bölgede İran’ın etkisini dengeleyecek önemli bir güç olarak görüldüğüne de dikkat çekmektedir. Alani’ye göre Türkiye, Müslüman bir ülke olarak bölgede etkin bir oyuncu olarak yer almalı ve İran’ın etki alanını sınırlandırmalıdır. 

Alani, bölge ülkelerinin özellikle Irak’ın toprak bütünlüğüne önem verdiğini ve Türkiye’nin bu konudaki girişimlerini desteklediklerini belirtmektedir. Bununla birlikte Körfez ülkeleriyle ilişkilerinin oldukça düşük düzeyde seyretmesinin dikkat çekici olduğunu ifade eden Alani, Türkiye’nin bölgede İran kadar etkili olamamasını bir eksiklik olarak görüldüğünü ifade etmiştir. Bunda uzun yıllar bölgeden uzak kalmasının etkilerinin de önemli olduğuna dikkat çeken Alani’ye Körfez bölgesinde Türk etkisinin İran etkisinden daha fazla kabul görmektedir. 
Bunda Sünni olmasının ve daha ılımlı olmasının önemli olduğunu ayrıca bölge ülkeleriyle Türkiye arasında ideolojik ve sekteryan sorunların olmamasının da bir avantaj olduğu ileri sürülmektedir. Alani Türkiye’nin Filistin sorununda izlediği siyasetin bölgedeki itibarını yükselttiğini ve bunun sürmesinin önemli olduğunu belirtmektedir.

< BAE’deki bir diğer kaygı ise bir gün ABD ile İran uzlaşmasıdır. Söz konusu olası uzlaşmanın hem Körfez’deki Arap rejimleri hem de Türkiye’nin aleyhine olduğunu ileri süren BAE’deki bazı uzmanlara göre iki taraf da bu konuda aynı noktada bulunmaktadırlar. >


Diğer yandan BAE’nin Türkiye algısının toplumsal düzeyde değişmesinde bu ülkelerde gösterilen Türk dizilerinin önemine dikkat çeken MBC’de yazı işleri müdürü Nabeel Al Khatib ise bu yöndeki çalışmaların sürmesinin önemli olduğunu belirtmektedir. Khatip’e göre BAE’nin olumlu Türkiye algısında rol oynayan etmenlerin başında Türk dizileri, Filistin sorununda oynadığı rol ve son olarak İran karşısında dengeleyici bir güç olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. 14 

Bu bağlamda BAE’nin Filistin sorununa bakışının diğer Körfez ülkelerinden kısmı düzeyde farklılaştığını belirtmek gerekir. Bir yandan Türkiye’nin Filistin politikasında oynadığı rol övgü ile karşılanırken diğer yandan bu rolün İran ve Hamas gibi Arap rejimleri üzerinde yıkıcı etkileri olan aktörlerin hareket alanını sınırlandırma olarak görüldüğünü belirtmek gerekir. Zira, BAE’de bazı kanaat önderlerine göre İran Ortadoğu’daki radikal grupları kullanarak Körfez ülkelerindeki istikrarı olumsuz etkilemektedir. Abu Dabi’de Türkiye bu aktörler üzerinde etkisini genişlettikçe Tahran’dan kaynaklanan istikrarsızlık unsurlarının da zayıflayacağına dair bir algı bulunmaktadır. Özellikle Şii İran’a karşı 
Sünni Türkiye’nin bir denge unsuru olarak kabul edildiği ifade edilmektedir. 
Bunda daha ılımlı olmasının ve bölgeyle ilişkilerinde egemenlik kurmaktan ziyade işbirliğini öne çıkarmasının ve daha ılımlı bir politika izlemesinin önemine dikkat çekilmektedir. Abu Dabi Rasul Hayma ile birlikte 3 adalar sorununa oldukça ciddi yaklaşmaktadır. Türkiye’nin bu konudaki söylemleri Abu Dabi’de memnuniyetle karşılanmaktadır. 

< Diğer yandan Dubai ise bölge ülkeleriyle ilişkilere ticari yönden yaklaşmaktadır. Dubai’de yaklaşık 400 bin İranlı ticari faaliyetlerde bulunmaktadır. > 

Dubai limanında her gün yüzlerce küçük tonajlı gemilerle İran’a ticari nitelikle mallar taşınmaktadır. Ancak 2009 yılında meydana gelen uluslararası krizin de etkisiyle Dubai’deki ekonomik durum birden bire ters yüz olmaya başladı. Bu süreç bir süre sonra Abu Dabi’nin Dubai’deki yarım kalan yatırımlar dahil olmak üzere Dubai’deki firmaların önemli bir kısmını satın almasıyla sonuçlandı. Böylelikle Dubai’nin İran’la olan ticari ilişkilerine ciddi bir çekidüzen verilmeye süreci de başlamış oldu. Nitekim, BAE Merkez Bankası, Türkiye’nin veto oyunu kullandığı Güvenlik Konseyi'nin son yaptırım kararının ardından Dubai'li şirketlerin İran'la iş yapması yasaklanması ve karara uyacaklarını ilan etmesi dikkat çekicidir. Ayrıca BAE İran tehdidi dolayısıyla yaklaşık 40 milyar dolarlık bir silah alımı gerçekleştirmek için ABD yönetimiyle son pazarlıklarını sürdürmektedir.15 

BAE’deki bir diğer kaygı ise bir gün ABD ile İran uzlaşmasıdır. Böyle bir olasılık karşısında BAE’nin bedel ödeyen taraf olmak istemediği belirtilmektedir. 
Söz konusu olası uzlaşmanın hem Körfez’deki Arap rejimleri hem de Türkiye’nin aleyhine olduğunu ileri süren BAE’deki bazı uzmanlara göre iki taraf da bu konuda aynı noktada bulunmaktadırlar. Diğer bir deyişle ABD kendi çıkarları gereği İran’ın bölgede güçünü artırmasını kabul ederse bundan hem Körfez’deki Arap ülkeleri hem de Türkiye ciddi şekilde zarar görecektir. Dolayısıyla her iki taraf arasındaki 
ilişkilerin geliştirilmesine dönük çapaların stratejik çıkarlar gereği olduğuna dair bir bakış bulunmaktadır. 

Sonuç 

Çalışmamızda dikkate aldığımız Bahreyn, Katar ve BAE, Körfez bölgesinin Iran ve Irak dışında kalan Körfez ülkelerinin temel sosyal, ekonomik ve politik yapısını yansıtan diğer üç ülkesidir. 
Bu ülkelerdeki Türkiye imajı, aslında Kuveyt ve Umman’dan aşırı ölçülerde farklılık göstermese de yine de kendilerine özgü farklılıklar içermektedir. 
Özellikle tehdit algılamaları bazı açılardan aynı da olsa tehdidin kaynağını oluşturan kaygıların farklı olduğu görülmektedir. 
Örneğin, 
Kuveyt’i endişelendiren birinci derecede Irak’taki gelişmeler, ikinci derecede ise İran’daki gelişmelerdir. Oysa nüfusunun yüzde 60’dan fazlasını Şiilerin oluşturduğu Bahreyn ile ülke toprağının bir kısmı İran tarafından 1972’den beri işgal altında bulunan BAE’nin Tahran’a bakışlarında büyük farklılıklar bulunmakta dır. Söz konusu bu iki ülkeden Bahreyn mezhepsel nedenlerle ve sık sık İran’ın Bahreyn’i kendine ait olduğunu iddia etmesinden kaynaklanan ülkesel nedenlerle İran’ı en önemli dış tehdit olarak değerlendirmektedir. 
BAE ise bir kısım toprakları İran’ın işgali altında bulunsa da İran, BAE’nin birinci ticaret ortağı olma özelliğini korumaktadır. 

Bu ülkelerden Katar’ın dış politikası ise daha çok bölgesel sorunlarda aktif olma, mümkün olduğunca komşu ülkelerle sorun yaşamama ilkesine dayanmakta ve bir takım kaygılarla İran’a yakın olma ama ABD’den de uzak durmama ilkesine dayalı hassas bir denge politikası izlemektedir. 
Her üç ülke de Türkiye’ye İran’ın bölgeye yönelik hegemonik amaçlarına karşı bir dayanak ve bir denge unsuru olarak bakmaktadır. 
İran’dan kaynaklanabilecek bir saldırı karşısında her şeyini kaybedebileceğini düşünen bu üç ülkenin insanları Türkiye’yle yakınlaşma çabasını sürdürmektedir. 
Ayrıca bu ülkelerden Katar dışındaki iki ülkenin Osmanlı egemenliğine girmedikleri için tarihe bakış açıları oldukça olumlu olup Türkiye ile ilişkilerinde herhangi bir olumsuz ön yargıya sahip bulunmuyorlar. Katar’daki El Thani ailesi ise 1916’ya kadar Osmanlı ile iyi münasebetlerini sürdürmüş ender iktidarlardan biridir. Bu bağlamda Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerinin olumlu bir alt yapıya sahip olduğunu ve tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar avantajlı bir konuma sahip olduğunu söyleyebiliriz. 

DİPNOTLAR;

1 Sayed Zahra, Mülakat, 21.01.2009, Manama, Bahreyn. 
2 Walid Noueihed, Mülakat, 22.01.2009, Manama, Bahreyn. 
3 Mansoor Al Jamri, Mülakat, 22.01.2009, Manama, Bahreyn. 
4 Adel bin A. Rahman Al Maawdah, Mülakat, 22.01.2009, Manama, Bahreyn. 
5 Ali El Şerifi, Mülakat, 21.01.2009, Manama, Bahreyn. 
6 Halife bin Ahmed el Dahrani, Mülakat, 25.01.2009, Manama, Bahreyn. 
7 Mansoor Al-Arayedh, Mülakat, 24.01.2009, Manama, Bahreyn. 
8 Liga Mekki, Mülakat, 26.01.2009,Doha, Katar. 
9 Abdulaziz I. Al Mahmud, Mülakat, 27.01.2009, Katar. 
10 Aiman Abboushi, Mülakat, 27.01.2009, Katar. 
11 Jasim el Azzawi, Mülakat, 29.01.2009, Katar; Wadah Khanfar, Mülakat, 29.01.2009, Katar. 
12 Dubai’daki Türk Konsolosluğu verileri. 
13 Mustafa Alani, Mülakat, 03.02.2009, Dubai. 
14 Nabeel Al Khatib, Mülakat, 05.02.2009, Dubai. 
15 İbrahim Karagül, “Bu Deliliğin Sonu Nereye”, 22.09.2010, Yeni Şafak Gazetesi, 
     http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=22.09.2010&y=IbrahimKaragul 

DİPNOTLAR
Ortadoğu Analiz 
Kasım’10 
Cilt 2 -Sayı 23 


***

BASRA KÖRFEZİ ÜLKELERİNİN TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ ROLÜNE BAKIŞI. BÖLÜM 1

BASRA KÖRFEZİ ÜLKELERİNİN TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ ROLÜNE BAKIŞI.  BÖLÜM 1


Prof. Dr. Tayyar ARI,Basra Körfezi ülkeleri, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri,Katar,Irak, İran,

Ortadoğu Analiz
Kasım’10 Cilt 2
Sayı23
Kapak Konusu
Basra Körfezi Ülkeleri ve Türkiye Ortadoğu Analiz Kasım’10 Cilt 2 Sayı23
Türkiye’nin Basra Körfezi ülkelerinin gerek kamuoylarında gerek yönetimleri nezdinde şu an oldukça olumlu bir imajı var. 
Prof. Dr. Tayyar ARI 
Yrd. Doç. Dr. Veysel AYHAN 
Uludağ Üniversitesi U.İ.B. 
ORSAM Basra Körfezi Ülkeleri Danışmanı
Abant İzzet Baysal Üniversitesi U.İ.B. 




BASRA KÖRFEZİ ÜLKELERİNİN TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ ROLÜNE BAKIŞI 

< Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar, Türkiye’ye İran’ın bölgeye yönelik hegemonik amaçlarına karşı bir dayanak ve bir denge unsuru olarak bakmaktadır. Bu ülkeler İran’dan kaynaklanabilecek bir saldırı karşısında her şeyini kaybedebileceğini düşünmektedir. >

Giriş 

Basra Körfezi ülkeleri hakkında Türkiye’de ciddi kurumsal araştırmaların eksikliğine ve bu ülkelere olan ilginin yetersizliğine rağmen söz konusu bölge ülkelerinin Türkiye’deki gelişmeleri yakından takip ettikleri dikkati çekmektedir. 

Türk dış politikasının, Türkiye-AB ve Türkiye Ortadoğu ilişkilerinin yapısını yakından takip eden bölge ülkelerinin Türkiye’ye bakışı ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, temelde ikili ilişkilerin geliştirilmesi yönünde bir beklenti içerisinde oldukları görülmektedir. Bu çalışmada, sayfa sınırlaması nedeniyle Basra Körfezi ülkelerinden yalnızca Bahreyn, Katar ve BAE’nin Türkiye bakışı üzerinde durularak, bir anlamda mikro düzeyden makro sonuçlara ulaşılması amaçlanmaktadır. 



Bahreyn’deki Türkiye Algısı Ve Türk Dış Politikasına Bakış 

1800’lü yılların başından itibaren İngiltere ile Basra Körfezi’nde yaşanan etki mücadelesinin merkez üstlerinden biri olan Bahreyn’in Türkiye’ye ve Türk dış politikasına bakışını birkaç başlık altında irdelemek mümkündür. Körfez ülkeleri içinde Türk vatandaşlarına vize muafiyeti tanıyan ülkelerin başında gelen Bahreyn’deki saha araştırmalarından elde ettiğimiz izlenim doğrultusunda Bahreyn dış politikasının öncelikleri arasında Irak sorunu, İran, Arap ülkeleri ve ABD ile ilişkiler ile Hizbullah ve Hamas’ın politikalarının Bahreyn ve Ortadoğu’daki dengelere etkisinin önemsendiği görülmektedir. Bu çerçevede Türkiye ile ilişkilerde de veya Türk dış politikasına bakışta bu parametrelerin belirleyici bir rol oynadığını belirtmek gerekir. Bahreyn’in öncelikli tehdit algılamalarına bakıldığında ülkedeki Şii nüfusun politizasyonu rejim tarafından ciddi bir istikrarsızlık unsuru olarak görülmektedir. Irak’taki rejim değişikliği ve Şi-ilerin iktidara gelmesi, İran’ın bölgesel güçünü ve etkisini genişletmesi ve son olarak Lübnan ve Yemen’deki Şii hareketlilik rejimin güvenlik kaygılarını derinleştirmiştir. Tüm bu güvenlik 
bakışlı dış politikasına bakışın Türkiye- Bahreyn ilişkilerinin algılanmasında da önemli bir rol oynadığı görülmektedir. 

    Bu kapsamda Al Ahbar al Haliç gazetesi yazarlarından Sayed Zehra Türkiye’nin Bahreyn’de oldukça önemli bir imaja sahip olduğunu belirtirken söz konusu olumlu imajının oluşmasında son dönemde Türkiye’nin Ortadoğu’da izlemiş olduğu politikalardan bağımsız olmadığını belirtmektedir. Körfezdeki güvenlik sorunları içerisinde Şii muhalif hareketlerin varlığına değinen Zehra İran’ın bu gruplarla ilişkisinin de önemsenmesi gerektiğini ifade etmektedir. Irak’ın toprak bütünlüğü nün bölgedeki tüm Arap ülkeleri açısından son derece önemli olduğuna dikkat çeken Zehra, Irak’ın parçalanmasının ciddi bir felaket senaryosu olarak görüldüğü nü belirtmektedir. 
Tüm bu noktalardan hareketle Türkiye’nin hem İran’ın etkisini sınırlama, hem Irak sorunun çözümünde hem de sistem dışı hareketlerde bulunan radikal grupların 
sisteme girmesine katkı sağlamada önemli bir rol oynayabileceği vurgulanmakta dır. Zehra, Türkiye’nin Batı ile de dengeli bir ilişki içinde olmasının bölgesel sorunların çözümünde bir avantaj olduğunu ifade etti.1 

Bahreyn Al Wasat gazetesi genel yayın yönetmeni Welid Noueihed ise Türkiye’nin olumlu bir imaja sahip olmasının nedenlerinin güvenlikten ziyade Türkiye’nin Arap-İsrail sorununda yaşanan krizlerde Arap kamuoyuna verdiği mesajların önemli bir rol oynadığını ifade etmektedir. 

Ayrıca Filistin konusunda yalnızca hükümetin halkında düzenlediği eylemlerle konuya sahip çıkmasının Arap kamuoyunda ciddi bir karşılık bulduğuna dikkat çekilmektedir. Tüm bu gelişmelerin Bahreyn’deki Türkiye algısının oluşmasında önemli bir rol oynadığını belirten Nouihed’e göre Türkiye bölgesel sorunların çözümünde bölge ülkeleriyle birlikte hareket etmesi kamuoyundaki olumlu imajın güçlenmesine yol açmaktadır.2 

Yoğun Şii nüfuslarına sahip Körfez ülkelerinin yönetimleri, Türkiye’yi İran’a karşı denge unsuru olarak görmek istiyor. Resimde, Bahreyn yönetiminin İran’a yakın olmakla suçladığı Şeyh İsa Kasım’a destek veren Bahreynli Şii göstericiler görülüyor. 

Bahreyn Al Wasat gazetesinden Şii muhalefet liderlerinden Mansoor al-Jamri de Türkiye’nin genel anlamda bölge hem de Körfez ülkeleri için çok büyük bir öneme sahip bir ülkedir. Jamri diğer meslektaşlarından farklı olarak İran’ın bölge için bir tehdit olduğu yönündeki iddiaları gerçekçe görmediğini ve bölge ülkelerinin birlikte hareket etmesinin önemli olduğunu ifade etmiştir. Jamri’nin fikirleri Bahreyn’deki Şiilerin Türkiye algısının anlaşılması açısından önemsenmek gerekir. Jamri’nin öncelikleri arasında İran’la ilişkiler ve Bahreyn’deki Şiilerin sosyopolitik durumları olmakla birlikte örneğin Irak sorunu karşısında toprak bütünlüğünü savunması ve bu konuda Türkiye’nin yaklaşımını benimsemesi önemlidir. 

Bununla birlikte Jamri’nin Türkiye’nin İran’a karşı bir denge unsuru olarak gösterilmesinden rahatsızlık hissettiği ve Bahreynli Şiilerin de Türkiye’nin bölgesel girişimlerini desteklediğini ifade etmektedir.3 Öte yandan Bahreyn Temsilciler Meclisi, Dışişleri Komitesi Başkanı Sunni asıllı Adel bin A. Rahman Al Maawdah ise Bahreyn’de Türkiye ile ilişkilere çok önem verildiğini, özellikle Sünni dünyasının ve Bahreynli Sünnilerin Türkiye’yi müttefik olarak gördüğünü ve bu ilişkilere stratejik bir değer atfettiğini belirtmesi dikkat çekicidir.4 



 < Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn vaktiyle Osmanlı egemenliğine girmedikleri için Türkiye’ye ilişkin bir olumsuz ortak tarih algılaması sorunu yoktur. Katar’daki El Thani ailesi ise 1916’ya kadar Osmanlı ile iyi münasebetlerini sürdürmüş ender iktidarlardan biridir. >

Ancak Al Wasat gazetesinden gazeteci Ali el Şerifi ise Türkiye’nin Irak’ın toprak bütünlüğüne ilişkin politikasının oldukça kabul gördüğünü ve gerek Irak içindeki güçler tarafından gerekse Bahreynli entelektüeller tarafından bu politikanın desteklendiğini ifade etmiştir. Bahreyn’in içsel yapısı dolayısıyla İran’ın bu ülkede özellikle Sünni gruplar tarafından tehdit olarak görüldüğünü, Şiiler tarafından ise çok sevildiğini ifade eden Şerifi, bu durumun Bahreyn içindeki kırılganlığı arttırdığını ifade etti. Tüm bunlara rağmen Bahreyn’li Şii ve Sünnilerin de Türkiye 
algısında mezhepsel farklılığın ciddi bir rol oynamadığını belirtmektedir.5 

Bu bağlamda Bahreyn Temsilciler Meclisi Başkanı El Halife bin Ahmed el Dahrani’de Türkiye’nin Bahreyn’de çok sevildiğini ve ilişkilerin her alanda 
geliştirilmesinin oldukça önemsendiğini belirtmektedir. Uzun bir dönem Türkiye’nin bölge ile yeterince ilgilenmediğinden ifade eden Dahrani, son zamanlardaki artan ilgiden Bahreynliler olarak mutlu olduklarını ve Türkiye’ye çok önem verdiklerini ve dış politikasını dikkatle izlediklerini belirtmektedir. Türkiye’nin Batı ile de çok yakın ilişkileri olduğunun farkında olduklarını, Türkiye’nin bu tür ilişkilerinden rahatsız 
olmadıklarını ve kendileriyle ilişkilerini geliştirirken bunlardan vaz geçmesini beklemediklerini ifade eden Dahrani, Bahreyn’le ilişkili olarak var olan diplomatik ve siyasi ilişkilerin çeşitlendirilmesinin, bu bağlamda hem ekonomik alanda hem de diğer alanlarda çok yönlü ilişkilerin geliştirilmesinin yollarının aranması gerektiğini ifade etmiştir.6 
 
< Türkiye-Bahreyn ilişkilerinin son dönemde ciddi bir şekilde gelişme gösterdiğini, Bahreynlilerin Türk dış politikasına bakışlarında önemli bir değişim yaşandığını ve Türkiye’nin bölgesel politikalarda dikkate alınması gereken bir aktör olarak görüldüğünü ifade etmek gerekir.  >

Eski Şura üyesi ve “Gulf Council for Foreign Relations” adlı araştırma merkezinin başkanı olan Şii asıllı Dr. Mansoor Al-Arayedh ise Türkiye-Bahreyn ilişkilerinin olumlu bir şekilde geliştiği, Bahreyn’in dış politikada Türkiye’yi örnek almaya çalıştığını; çünkü Türkiye’nin tüm ülkelerle dengeli bir ilişki içinde olmayı başardığını, bunu yaparken ilişkilerini de geliştirebildiğini belirtmektedir. Türkiye’nin iç politikada da farklı unsurlar arasında dengeli bir ilişki içinde olduğunu özellikle İslami kesimlerin sisteme katılımında başarılı olduğunu, bu konuda Türkiye’nin deneyimlerinden sadece Bahreyn’in değil tüm Arap ülkelerinin faydalanması gereken önemli deneyimler olduğunu ifade etti. Türkiye-İran ilişkilerinin olsun Türkiye-Suriye ilişkilerinin olsun, Türkiye’nin diğer ülkelerle ilişkilerine paralel bir şekilde gelişmeye devam ettiğini ve bunu bir Bahreynli olarak olumlu bulduklarını ifade etmiştir.

Toparlayacak olursak Türkiye-Bahreyn ilişkilerinin son dönemde ciddi bir şekilde gelişme gösterdiğini, Bahreynlilerin Türk dış politikasına bakışlarında geçmiş yıllarla karşılaştırıldığında önemli bir değişim geçirdiğini ve Türkiye’nin bölgesel politikalarda dikkate alınması gereken bir aktör olarak görüldüğünü ifade etmek gerekir. Bahreyn, diğer komşu rejimlerden farklı olarak mezhepsel gerginliğin en üst düzeylerde yaşandığı bir ülke olmasına karşın hem Şii hem de 



Katar’ın Ortadoğu’da izlediği aktif siyasetin Türkiye’nin çizgisiyle paralel olması, ikili ilişkilerin güçlenmesini kolaylaştırıyor. Resimde Katar Emiri’nin Lübnan ziyaretinde kendisine teşekkür eden Şii aileler görülüyor. 

Sünni kesimin Türkiye algısının olumlu olduğu dikkat çekmektedir. Türkiye’nin Filistin sorunu başta olmak üzere, Irak konusundaki politikaları, İran ve Suriye ile ilişkiler ve son olarak Körfez İşbirliği Konseyi ile kurduğu diyaloğun tüm Bahreynlilerin Türk dış politikasını olumlu şekilde desteklemesinde rol oynadığı görülmektedir. 

Katar’daki Türkiye Algısı Ve Türkiye İle İlişkilere Bakış Bölgenin ekonomik olarak en gelişmiş ülkelerinden biri olan Katar Ortadoğu’da izlemiş olduğu denge siyasetiyle dikkatleri üzerine çekmeyi başarmış bir ülkedir. Doğalgaz itibariyle dünyanın üçüncü büyük rezervine sahip olan Katar’da kişi başına düşen milli gelir 20 bin dolarların üzerindedir. 

Türkiye’de de temsilciliği bulunan Al Jezire gibi hem Arap hem de dünya kamuoyunda önemli bir etkiye sahip olan bir kanalın doğrudan yönetim tarafından finanse edilmesi Katar’ın çok yönlü dış politikasına bir örnek teşkil etmektedir. Bir yandan ülkesinde Amerikan askeri üslerine yer verirken diğer yandan da İran ve Hamas gibi aktörlerle iyi diyalog kurma çabası Katar’ın bölgesel dengelerde önemini artırmaktadır. 

1 Milyar Doların üstünde dış ticaretimizin bulunduğu ve yaklaşım 8 milyar dolarlık Türk yatırımcılara iş imkanı sağlayan Katar’daki Türkiye algısının oluşmasında rol oynayan bir diğer unsur ise Katar’ın çok yönlü dış politika anlayışıdır. 
Katar’ın ekonomik gücünün giderek artması ile zaten önemli bir ekonomik merkez haline gelmesi, aynı zamanda Katar’ın Körfez bölgesinde hem bir medya merkezi hem de bir kültür merkezi olarak öne çıkmasına yol açmaktadır. Katar’ın dengeli bir politika izlemesinin hem bu niteliğinden hem de İran’a yakın olması, Arap ülkeleriyle yoğun temasının bulunması ve güvenlik ve benzeri nedenlerle ABD ile de yakın ilişkiler içinde olmasından kaynaklandığını ifade dilmektedir. Türkiye’de söz konusu denklemde önemli bir aktör olarak görülmektedir. 

Bu çerçevede Katar’daki Türkiye algısının oluşmasında farklı bazı unsurların belirleyici bir rol oynadığını belirtmek gerekir. Bunlardan birincisi tarihsel ilişkilerdir. Nitekim 1916 yılına kadar Osmanlı askerlerine ev sahipliği yapan Katar ile tarihten gelen sorunların bulunmayışı Türkiye-Katar ilişkilerinin toplumsal düzeyde geliştirilmesinde olumlu bir katkı sağlamaktadır. İki ülke ilişkilerini etkileyen bir diğer unsur ise son dönemde bölgede yaşanan sorunlar ve Türkiye’nin bu sorunlar karşısında izlediği politikalardır. Bunların başında ise Filistin sorunu ve İran’la ilişkiler gelmektedir. 2009 başındaki Gazze Savaşı sırasında Türkiye’nin izlemiş olduğu dış politika, ardından gene Filistin sorunu bağlamında Davos olayları sonrası Türkiye’nin Katar’daki imajının en üst noktaya ulaştığı ifade edilmektedir. Dolayısıyla Katar’daki Türkiye imajının oluşmasında 
Filistin sorunu karşısında izlenen dış politikanın birincil derecede en azından kamuoyu algısının oluşmasında rol oynadığı ifade edilmektedir. 

Bu bağlamda Dr. Liga Mekki ile yapılan görüşmede Türkiye-Katar ilişkilerinin gelişmesinde öne çıkan vurgu Türkiye’nin dengeleyici rolü olmuştur. Bölgedeki güç boşluğundan söz eden Mekki’ye göre ABD’nin burada uzun süre kalamayacağına göre bölgedeki güç boşluğunun bir şekilde doldurulacağını ancak bunun Türkiye tarafından doldurulmasının Katarlılar tarafından istendiği ifade edilmiştir. 

Türkiye bölgesel politikalarında tarafların hiçbirisini dışlamamaya özen göstermesinin çok ilginç bulunduğunu belirten Dr. Mekki, bunu bölgede bir başka ülkenin yapamadığını zira bölge ülkelerinin mutlaka birbirleriyle bir sorunları olduğunu ve bir çok konuda ortak bir politika ve konuşma zemini bulamadıklarını, bunu en iyi yapanın Türkiye olduğuna ifade etmektedir. Bu olgulardan hareket edildiğinde Katar’ın Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirmek istediğinin doğal bir olgu olduğunu belirtmektedir. Irak’ın toprak bütünlüğünü destekleyen Türkiye’nin bu politikasının Katar’da çok ilgi uyandırdığını ve desteklendiğini ifade eden Mekki, Türkiye’nin zaten Sunni gruplar arasında çok popüler olduğunu dolayısıyla tüm taraflara yönelik çok yönlü ilişkilerini geliştirmesinin çok yararlı olarak görüldüğü nü belirtmektedir.8 
Türkiye-Katar ilişkilerine yönelik olarak sağlıktan, eğitime, siyasetten ekonomiye, kültürel ilişkiden entelektüel ve akademik ilişkiye kadar her alanda işbirliğinin geliştirilebileceğini Türkiye’de bütün tarafların katılımıyla gerçekleştirilecek toplantıların daha sık yapılmasının gerekliliğine değinen Mekki, bunun bölge halkının ve etkili aktörlerin Türkiye’yi daha yakından tanımasına yol açacağını ifade etmektedir. Ayrıca Türkiye’nin bölgede daha etkili rol almasının yalnızca Katar değil tüm bölge halkı tarafından arzu edildiğini ve artık hiç bir aktörün Türkiye’nin bu denli etkili olmaya çalışmasını geçmiş imparatorluk dönemine geri dönme isteği olarak yorumlamadığını ifade etmesi dikkat çekicidir. 

Türkiye’nin Katar’daki imajına yönelik olarak El Arab gazetesinden ve yönetime yakın isimlerden Abdulaziz el Mahmut da Türkiye’nin Körfez ülkeleri açısından kabul edilebilir tek ülke konumunda olduğunu, gelinen noktada Türkiye’nin bölgesel bazı sorunların çözümünde askeri güç dahi kullansa hiçbir ülkenin buna karşı çıkmayacağını, Türkiye’nin iyi niyetli ve samimi politikalarından artık kimsenin kuşku duymadığını ileri sürmektedir. Ancak bu noktada Katar’daki Türkiye algısının oluşmasında Türkiye’nin İran karşısında dengeleyici bir ülke olarak görülmesinin etkili olduğu belirtmek gerekir. 

Dolayısıyla kamuoyundan farklı olarak yönetimde ve yönetime yakın kanaat önderlerinde güvenlik temelli bir Türkiye algısının olduğu görülmektedir.9 


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

15 Ekim 2019 Salı

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 7

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 7




Henry McMahon’un Şerif Hüseyin’e yazdığı mektup (24 Ekim 1915)

Yazışmaların tam metni ilk defa George Antonius, The Arab Awakening (London, 1938), adlı eserde İngilizce olarak yayınlanmıştır.

...Mersin ve İskenderun bölgeleri ile Şam’ın batısında uzanan Suriye limanları, Hama, Humus ve Halep Arap bölgelerine dahil edilemez ve talep dışında tutulmalıdır. Yukarıdaki düzeltmelerin dikkate alınması ve Arap şefleriyle yapılan mevcut antlaşmalara zarar vermemesi koşuluyla diğer sınırları kabul ederiz.
Büyük Britanya’nın müttefiklerinin (Fransa’nın) çıkarlarına zarar vermeden serbestçe hareket edeceği sınırlar boyunca uzanan bölgede senin mektubuna cevap olarak hükümetim adına aşağıdaki teminatlarda bulunabilirim.

(1) Yukarıdaki değişiklikler çerçevesinde Büyük Britanya, Mekke Şerif’i Hüseyin’in talepleriyle sınırlanan bölgelerde Arapların bağımsızlığını desteklemeye ve tanımaya hazırdır.
(2) Büyük Britanya Kutsal Yerleri her türlü dış müdahaleye karşı korumayı garanti edecektir ve bu bölgelerin dokunulmazlığını tanıyacaktır.
(3) Durum gerektirdiğinde Büyük Britanya Araplara tavsiyelerde bulunacak ve bu topraklarda uygun hükümetlerin kurulmasına yardımcı olacaktır.
(4) Diğer taraftan, Araplar da sadece Büyük Britanya’nın tavsiyelerine başvurmayı kabul etmişlerdir. Bu idari yapılanmalar söz konusu olurken Avrupalı danışman ve resmi görevliler gerekirse İngiliz uyruklu olacaktır.
(5) Bağdat ve Basra vilayetleriyle ilgili olarak Arapları her türlü yabancı müdahalesinden korumak, yerel halkın refahını sağlamak ve karşılıklı ekonomik çıkarları güvenceye almak için Büyük Britanya’nın bu topraklarda çıkarlarına uygun idari düzenlemeleri yapmasını Araplar tanıyacaktır.

Hüseyin’e bağlı kabilelerin 10 Haziran 1916’da Mekke’deki Osmanlı
garnizonuna saldırısı ile Arap ayaklanması başlamış oldu. Eylül ayına
gelindiğinde Medine hariç (savaş sonuna kadar kuşatma sürdü) Hicaz
bölgesindeki yerleşim yerlerinin önemli bir kısmı Hüseyin’e bağlı güçlerin
eline geçmiş bulunuyordu. Hüseyin, Osmanlıya karşı hareketine meşruluk
kazandırmak ve Müslümanların desteğini sağlamak için bunu kutsal
bir amaç için yaptığını söylemesi gerekmekteydi. Bu nedenle İttihat ve
Terakki yönetiminin dinsiz ve uygulamalarının Kuran’a ve Şeriat’a aykırı
olduğunu iddia ederek, Müslümanların kendisini desteklemesi ve İttihat
Terakki’nin elinde “tutsak” durumda olan halifenin kurtarılması için
çağrıda bulundu. Buna karşılık Müslümanlar tarafından ciddiye alınmayan
Hüseyin’in çağrısı Araplar içinde de fazla bir yankı bulmadı ve büyük
çoğunluğu tam birliğe ihtiyaç duyulduğu bir sırada Osmanlı İmparatorluğu’nu
bölmeye çalıştığından Hüseyin’i kınayarak hainlikle suçladılar.

Dolayısıyla uzunca bir süre Arap ayaklanması tüm bölgeye yayılmak
yerine Hüseyin’e bağlı kabilelerin bir hareketi olarak dar çerçevede kaldı.

“...İngilizlere karşı savaşan Osmanlı ordularına karşı yapılmış 1916
Arap ayaklanması çok isteksizce başlamış ve İngilizler tarafından örgütlenmiş
ve desteklenmiş olmasına rağmen etkili olmaktan çok uzak kalmıştı.
Üstelik 1916 ayaklanması, büyük ölçüde ganimete düşkünlükleri ulusal
isteklerini kat kat aşan bedevi aşiretleri tarafından yapılmıştı”.45
Bu durum, hem Orta Doğu halklarınca hem de Müslüman dünyasında
tasvip edilmemiş, hatta o günkü koşullarda hilafete karşı bir başkaldırı
olarak nitelenerek ihanetle eşdeğer tutulmuştur.46 Türk ordusuna
özellikle de yaralı askerlere (gazilere) karşı yapılan saldırı, kendilerini
Araplar da dahil olmak üzere bütün Müslümanların koruyucusu olarak
gören Türk subayları tarafından, Filistin cephesindeki Osmanlı-Türk
direnişini zayıflatan ve sonunda Türkiye’nin güneyinin Fransızlar tarafından
işgaline yol açan bir arkadan hançerleme olarak değerlendirilmiştir.
Buna karşılık 1919-1922 arasındaki Kurtuluş Savaşı, Orta Doğu ve
Müslüman halkları arasında büyük bir beğeni ve hayranlıkla izlenmiş,
özellikle  Batı cephesinde Yunanlılara ve İngilizlere karşı kazanılan zaferler
Müslümanların Batılılara karşı galibiyeti gibi algılanmıştır.47

Ayrıca İbn-i Suud’un Hicaz’da Şerif Hüseyin’in en büyük rakibi olarak
onun öncülüğünde oluşturulan bir hareketin içinde yer alması imkansızdı.
Yemen’de İmam Yahya da Osmanlıya bağlılığını sürdürmüştü.
Mezopotamya halkının bu harekete fazla itibar etmediği dikkati çekmiştir.
1899’da İngiltere ile imzaladığı anlaşmayla Osmanlıya karşı bu devletin
protektorası olmayı kabul eden Kuveyt Şeyhi Mübarek savaşın başında
İngiltere’nin yanında yer almış olmasına rağmen 1917’de işbaşına
geçen oğlu Şeyh Sâlim babasından farklı bir tavır sergileyerek Osmanlı’yı
desteklemeye dönük bir politika izlemiştir.48 Aslında Kuveyt’in bu yöndeki
politikası Mübarek’in 1915’te ölümünden sonra iktidara gelen büyük
oğlu Cabir döneminde başlamıştır. Zira Sâlim’in Osmanlıya ilişkin
görüşleri Kuveyt’in İngiltere’ye vereceği destek konusundaki politikasında
etkili olmuştur.49 Körfezdeki diğer emirlikler ise zaten 1880’li yılların
ortalarından itibaren İngiltere’nin denetiminde bulunmaktaydı. Aynı
şekilde Mısır da 1840’dan sonra Mehmet Ali Paşa ile beraber Osmanlı
İmparatorluğu ile arasındaki bağları önemli ölçüde gevşetmiş, 1882’de de
fiilen İngiliz denetimine geçmişti. Suriye ise Cemal Paşa’nın sıkı denetimi
altındaydı. Şerif Hüseyin 250,000 Arap askeri toplayabileceğini iddia
etmiş olmasına rağmen etrafına toplananlar birkaç bini geçmemişti. Şerif
Hüseyin’in gücünün zayıf olduğu çok geçmeden fark edilmiş; 2 Kasım
1916’da kendisini “Arap Ülkelerinin Kralı” olarak ilan etmesi ise öncelikle
İngiltere ve Fransa’nın tepkisine yol açmıştı.

Savaşın başlamasıyla beraber Osmanlı karşıtı güçler (İngiltere, Fransa ve Rusya) arasında savaş sonrasına ilişkin paylaşım anlaşmaları da yapılmaya başlamıştır. Bu doğrultuda Rusya ile 4 Marttan 10 Nisan 1915’e kadar süren görüşmeler sonucunda imzalanan İstanbul Anlaşması’yla, İstanbul ve Boğazlar bölgesi Rusya’ya terk edilerek bu devletin geleneksel amaçlarını gerçekleştirmesi sağlanmıştı. Ancak İstanbul Anlaşması hiç bir zaman yürürlüğe girmemiştir. 
Zira 1917 Bolşevik Devrimi’yle beraber Lenin, Çarlık Rusyası tarafından imzalanan gizli anlaşmaların tanınmayacağını bildirmiştir. İngiltere ve Fransa’yı asıl güç durum da bırakan, Lenin’in savaş sırasında yapılan tüm gizli anlaşmaları açıklamasıydı.

Bunların dışında İngiltere ile Fransa arasında 1916 Mayısında yapılan ve Mark Sykes ve George Picot tarafından yürütülen görüşmelerin sonucunda imzalandığı için Sykes-Picot Anlaşması olarak bilinen anlaşmayla da Osmanlı İmparatorluğu ’nun Orta Doğu’daki toprakları bu iki devlet arasında paylaşılmıştı. k.

k. Sykes-Picot anlaşması üç büyük devletin hükümetleri arasında Osmanlı İmparatorluğu’nunbölüşülmesi için gönderilen diplomatik yazışmalarla yapılmıştır. 

Rusya’nın istediğibölümle ilgili notlar 26 Nisan 1916’da Petrograd’da Rusya Dışişleri Bakanı (M.Sazonoff) ile Fransa elçisi (M. Paleologue) arasında gönderilmiş,  bir kaç hafta sonraLondra’da İngiltere Dışişleri Bakanı (Sir Edward Grey) ile Rusya elçisi (Kont Benckendorff)arasındaki yazışmalarla tamamlanmıştı.


SYKES-PICOT ANLAŞMASI

Osmanlı Topraklarının İngiltere-Rusya-Fransa Arasında Bölüşülmesi
(16 Mayıs 1916’da Londra’da Varılan Anlaşmanın ilk üç maddesi)

1. Fransa ve Büyük Britanya, bir Arap şefin himayesinde, ekli haritada (A) ve (B) olarak işaretlenmiş bölgelerde bağımsız bir Arap devleti veya Arap devletleri konfederasyonunu tanımaya ve savunmaya hazırdırlar. (A) bölgesinde Fransa’nın ve (B) bölgesinde Büyük Britanya’nın girişim hakkı ve yerel borçlar açısından önceliği olacaktır. (A) bölgesinde Fransa ve (B) bölgesinde Büyük Britanya, Arap devletinin veya Arap devletleri konfederasyonunun isteğiyle danışmanlar veya yabancı memurlar sağlayabileceklerdir.

2. Mavi bölgede Fransa (Güney Anadolu’daki Adana, Gaziantep, Maraş bölgesini içine alan tam koyu bölge) ve Kırmızı Bölgede (Anadolu’nun doğusu, Irak’ın kuzeyi ve Basra Körfezi kıyılarını içine alan koyu gri bölge) Büyük Britanya doğrudan veya dolaylı yönetim veya denetimi isteklerine göre kurma hakkına ve Arap devleti veya Arap devletleri konfederasyonu ile ilgili uygun gördükleri düzenlemeleri yapma hakkına sahip olacaklardır.

3. Kahverengi bölgede, (Filistin’de) biçimi daha sonra Rusya’yla ve öteki bağlaşık ülkelerle ve Mekke Şerifi’nin temsilcisiyle danışılarak kararlaştırılacak olan uluslararası bir yönetim kurulacaktır.

Sykes-Picot ve Osmanlı Topraklarının Paylaşılması,

Kaynak: http://www.dartmouth.edu/~gov46/sykes-picot-1916.gif


Açıklandığında oldukça gürültü koparan bu anlaşmayla İngiltere Şerif
Hüseyin’e söz verdiği bölgeleri Fransa ile paylaşmaktaydı. Çünkü söz
konusu belgeye göre, Suriye’yi içine alan ve Lübnan’ın güneyine kadar
uzanan bölge Fransa’nın doğrudan, Suriye’nin iç kesimleri ve Musul ise
dolaylı denetimine bırakılırken, Musul hariç Irak İngiltere’nin doğrudan
veya dolaylı denetimine bırakılmaktaydı. İngiltere ve Fransa’nın dolaylı
denetiminin söz konusu olduğu A ve B bölgesinde ise Şerif Hüseyin’in
beklentisiyle hiç ilgisi olmayan uygun görülecek bağımsız bir Arap devleti
ya da bir Arap konfederasyonu kurulması düşünülürken, Filistin’in kurulacak bir uluslararası yönetimin denetimine bırakılması öngörülmekteydi. 50

I. Dünya Savaşı’nın başlaması Yahudiler için de yeni fırsatlar anlamına
gelmiş ve İngiltere’den sağlanan destek daha somut hale dönüştürülmüştür.
Nitekim İngiltere, Araplardan habersiz olarak 1917 Kasımında İngiliz Yahudi patronlarından Rothschild’e gönderilen ve tarihe Balfour Deklerâsyonu olarak geçen belgeyle Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmasını İngiliz hükümetinin destekleyeceğini ifade etmekteydi.

Araplar, bunu öğrendiklerinde geç de olsa kandırıldıklarını anlamışlardı.
Suriye’de toplanan Suriye Ulusal Kongresi tarafından, 1920 Martında
Faysal’ın Suriye’nin (Lübnan, Suriye, Filistin, Irak ve Ürdün toprakları)
başına getirilmesi kararı alınırken, Balfour Deklerâsyonu’na yönelik
Arapların tepkisi de dile getirilmekte ve Filistin’in bir Yahudi yurdu olmasının
kabul edilemeyeceği açıklanmaktaydı.

Lloyd George’un ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla, Balfour Deklerâsyonu’nun
ortaya çıkmasında, o sırada Almanya’nın benzer bir bildiri için Türkiye nezdinde 
girişimde bulunarak Amerika’yı yanına çekmeçabası içinde olduğu yönündeki 
doğruluğu bugüne kadar kanıtlanmamışdüşünceler ya da duyumların da 
önemli rolü olduğu anlaşılmaktadır.

Sonuçta yine de tam ihtiyaç duyulduğu bir esnada bu bildirinin tüm
dünyadaki Yahudilerin harekete geçerek ABD’nin İngiltere lehine savaşa
girmesinde de etkili olduğu düşünülmektedir.51 Ancak yine de ABD’nin
savaşa girmesinde bunun mu yoksa İngiltere ile stratejik ve güvenlikle
ilgili diğer çıkarlarının mı daha etkili olduğunu belirlemek mümkün değil.

Özetlemek gerekirse, İngiltere savaş sırasında Osmanlı topraklarını
birçok devletle paylaşmış ve birçok devlete bu topraklarla ilgili birbiriyle
çelişen vaatlerde bulunmuştur. Gerçekleşmesi mümkün olmayan bu
vaatlerle özellikle Arap halklarının kandırıldığının sonradan ortaya çıkmış
olması bir tarafa, sanki bütün bunlar savaş sonrasında Orta Doğu’nun
yeni bir kaos ve kargaşa ortamına sürüklenmesi için bilinçli olarak
yapılmıştır.

Nitekim, savaş galibi devletlerin temsilcileri 1919 Ocağında Paris’te
toplanarak, mevcut kazanımlarını kodifiye ederek hukuki bir meşruiyet
kazandırmak, kendi çıkarları doğrultusunda oluşturulacak yeni düzeni
sürdürmek ve bunu tehlikeye düşürecek olası bir savaşı önleyecek bir
düzenleme yapmak için görüşmelere başladılar. Ancak 1919 yılı boyunca
yapılan görüşmeler sırasında Almanya, Avusturya ve Bulgaristan ile
yapılacak antlaşmaların metinleri hazırlanmış olmasına karşılık Osmanlı
İmparatorluğu toprakları üzerinde, özellikle de Orta Doğu konusunda
kolaylıkla bir anlaşmaya varmak söz konusu olmadığından galip devletler
arasında zaman zaman sürtüşmeler yaşanmıştır. Osmanlı topraklarının
paylaşımını öngören bir anlaşma üzerinde anlaşılabilmesi ancak müttefiklerin
bir araya geldiği 1920 Nisanındaki San Remo Konferansı’nda mümkün olabilmiştir. San Remo Kararları Sevr Anlaşması’nın önemli bir parçası olarak 10 Ağustos 1920’de Osmanlı İmparatorluğu’nun temsilcilerine imzalatılmış olmakla beraber hiç bir zaman yürürlüğe girmemiştir.

Bilindiği gibi Sevr Anlaşması ile boğazlar Osmanlı yönetiminden alınarak
uluslararası bir komisyonun idaresine verilirken, Güney Anadolu, Fransa ve İtalya’nın denetimine; İtilaf devletlerinin yanında savaşa 1917’de girmiş olmasına karşılık Trakya ve İzmir ise Yunanistan’a bırakılmaktaydı.

Bu arada self determinasyon ilkesini işlerine geldiği zaman ve istedikleri uluslar için hatırlayan ve özellikle de Osmanlı toprakları üzerinde kendi istekleri doğrultusunda bağımsız devletler kurulması yoluyla parçalamak için kullanan itilaf devletleri, Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermeni devleti ile özerk bir Kürt yönetiminin kurulmasını antlaşmaya koymuşlardı.

Öte yandan Orta Doğu topraklarını Osmanlı’dan ayıran söz konusu
devletler self determinasyon ilkesi bir tarafa, savaş sırasında verdikleri
bağımsızlık sözünü de unutarak manda formülüyle bölgedeki emperyalist
uygulamalarını sürekli kılmanın bir yolunu bulmuşlardı. Önce 30 Ocak 1919’da toplanan Barış Konferansı Yüksek Konseyi Filistin dahil işgal altındaki topraklarda Osmanlı yönetiminin devam etmeyeceğini kararlaştırmış, ardından 28 Haziran 1919’da kabul edilen Versay Antlaşması ve Milletler Cemiyeti Sözleşmesi’ne konulan bir hükümle (12. madde) manda uygulaması hükme bağlanmıştır. İlgili maddede “son savaşın sonucu olarak daha önce kendilerini yöneten devletlerin egemenliğinden çıkmış ve henüz çağdaş dünyanın güç koşullarında kendi kendine ayakta duramayacak halkların yaşadığı sömürge ve topraklarda, bu tür halkların gelişimi için medeniyetin kutsal vasiliğinin oluşturulması ilke olarak
kabul edilmiş ve vasiliğin uygulanmasındaki güvencelerin bu sözleşmeyle
gerçekleştirilmesi öngörülmüştür” denmekteydi. Taraflar böylece daha
önce Sykes-Picot gizli anlaşmasıyla alınan kararları uygulama imkânı
bulmaktaydı. Manda ile ilgili hükmün içeriği 1920 Nisanında San Remo’da
toplanan Müttefikler Yüksek Konseyi tarafından ayrıca belirlenmekteydi.
Buna göre, Suriye ve Lübnan Fransız mandası, Filistin ve Irak (Bağdat, Basra ve Musul) ise İngiliz mandası haline gelmekteydi. İngiltere böylece Hint yolunun güvenliğini sağlarken, bir taraftan da petrol bölgelerini denetimi altına almaktaydı. Bu politikayla onlar emperyalist amaçlarını açığa vurmaktan çekinmezken, Araplara da Osmanlı Devleti’ne ihanetlerinin bedelini ödemek kalıyordu.

 DİPNOTLAR;

1 Samuel Henry Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, çev. Alâeddin Şenel, 3. baskı (Ankara: İmge Kitabevi, 1995), s.121.
2 Aslında Yahudilerin iddia ettikleri gibi bu toprakların boş olmadığı onlardan önce Kenanilerin yerleşik bir toplum halinde bu topraklarda yaşadıkları tarihçiler tarafından kabul edilmektedir. Biraz ileride görüleceği gibi Mısır’dan dönüşte tekrar Filistin’e gelen İsrailoğulları bu topraklarda Filistinlilerle karşılaşırlar. 
M. Lütfullah Karaman, Uluslararası İlişkiler Çıkmazında Filistin Sorunu (İstanbul: İz yayıncılık, 1991), s. 12.
3 Ayrıca bkz. Geoff Simons, Iraq: From Sumer to Saddam. 2nd ed. (London: Macmillan Pres, 1994), ss. 130-133.
4 Ekrem Memiş, Filistin Kime Aittir, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 1, Sayı 1 (Ankara 1985)
5 Fahir Armaoğlu, Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları,1948–1988, (Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1991), ss. 8-9.
6 Simons, op. cit., ss.131-135.
7 Bkz. Günay Tümer ve Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi. 3. Baskı (Ankara: Ocak Yayınları, 1997), ss. 327-355.
8 William L. Cleveland, A History of Modern Middle East (San Francisco: Westview Press, 1994), s. 13.
9 Ibid., ss. 13-14.
10 Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi çev: Yavuz Alogan (İstanbul: İletişim, 1997), s. 49.
11 Hourani, ibid., s. 64; Cleveland, op.cit., ss. 15-16; Ayrıca bkz. Bernard lewis, The Arabs in History (New York: Oxford, 1993), ss. 61-63.
12 Alain Gresh, Dominique Vidal, Ortadoğu: Mezopotamya’dan Körfez Savaşına, çev: Hamdi Türe (İstanbul: Alan Yayıncılık, 1991), ss. 25-26; Şiiliğin ve Kerbela olayının İran’ın toplumsal ve siyasal kültüründe oynadığı kalıcı etki sıkça tartışılmaktadır. Bkz. Graham E. Fuller, The Center the Universe: The Geopolitics of Iran (San Francisco: Westview Pres, 1991), ss.14-15.
13 Ayrıntılı bilgi için bkz. Hourani, op. cit., s. 49; Arthur Goldschmidt Jr. ve Lawrence Davidson, A Concise History of the Middle East ,9th ed. (Boulder, CO: Westview Press, 2010), ss. 67-71.
14 Simons, op. cit., s. 150-153.
15 Ana Britannica, cilt 8, s. 158-159; Büyük Larousse, cilt 7, ss. 3668-3669.
16 Abbasi dönemiyle ilgili ayrıca bkz. Bernard Lewis, The Middle East: A Brief History of the Last 2,000 Years ( New York: Scribner, 1995), ss. 75-84..
17 Cleveland, op. cit., s. 17.
18 Hourani, op. cit., s. 63.
19 Büyük Selçukluların İran’daki varlığına son veren Harzemşahlar bu defa 1230’da Yassıçemen savaşında Anadolu Selçuklularına yenilerek dağıldılar.
20 Bunlardan Tolunoğulları, İhşidiler, Gazneliler, Selçuklular ve Memlükler Türk devletleriydi ve Sünniydiler. Ayrıca bkz. Arthur Goldschmidt Jr. A Brief History of Egypt (New York: Infobase Publishing, 2008), ss. 43-56.
21 Gerçi bunlardan özellikle Fatımilerin dışındaki Şii hanedanlıklar ayrı bir halife iddiasında bulunmadılar.
22 Ana Britannica, 1. cilt, ss. 12-13; Büyük Larousse, cilt 1, s. 13.
23 Hourani, opcit., s. 64.
24 Bilindiği gibi Ortadoğu’nun bir çok ülkesinde dağınık şekilde bulunmalarına karşılık özellikle 1962’de İmamlığın yıkılmasına kadar Kuzey Yemen’de hakim 
mezhebi temsil etmekteydiler.
25 Ibid., s. 67.
26 Bkz. Cleveland, op. cit., s. 36.
27 Ibid., s. 37.
28 Bkz. Ibid., s. 37.
29 Hint limanlarını ele geçiren Portekiz, Arap tüccar gemilerini yakarak onları Hint Denizi’nden çıkarmıştı. Ayrıca Portekiz’in Kızıl Deniz’e girerek Memluk 
donanmasını yakması, kutsal yerleri tahrip etmekle tehdit etmesi Arap dünyasını çaresiz bırakmıştı.
30 David Fromkin, Barışa Son Veren Barış: Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı? 1914-1922, çev. Mehmet Harmancı (İstanbul: Sabah Yay., 1993), s. 22.
31 Kemal H. Karpat, Ortadoğu’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, çev. Recep Boztemur (Ankara: İmge Kitabevi, 2001), ss.88-90.
32 Ayrıntılı bilgi için bkz. Cleveland, op. cit., ss. 74-75.
33 Fromkin, op.cit., 1993, s. 96
34 Ibid., s. 94.
35 Ayrıntılı bilgi için bkz. Cleveland, op. cit., ss. 147-49.
36 Fromkin, op. cit., ss. 103-104.
37 Ribhi Halloum (Abu Firas) Belgelerle Filistin: Dün, Bugün, Yarın, (İstanbul: Alan yayıncılık, 1989), ss. 146-47.
38 Ibid., s. 146-47.
39 Fromkin, op. cit., s. 16.
40 Halloum, op. cit., ss. 149-151.
41 Edward J. Erickson, Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in the First World War (Westport: Greenwood Press, 2001), ss. 94-95.
42 Halloum, op. cit., ss.156-57.
43 Simons, op. cit., ss. 193-194; Cleveland, op. cit., s. 149-51; Efraim Karsh, Rethinking the Middle East (London: Frank Cass, 2003 ) ss. 61-65.
44 Simons, ibid., ss. 195-96.
45 Karpat, op. cit., s. 154.
46 Bu tesbiti doğrulayan bir değerlendirme için Bkz. Efraim Karsh, “Israel, the Hashemites and the Palestinians: The Fateful Triangle”  Efraim Karsh ve P.R.Kumaraswamy (ed), Israel, the Hashemites and the Palestinians: the fateful triangle (Oregon: Frank Cass Puplications, 2003, ss. 1-2.
47 Karpat, op. cit., ss. 154-55.
48 Adel Darwish ve Gregory Alexander, Unholy Babylon: The Secret History of Saddam’s War (London: Victor Golancz ltd, 1991), ss. 6-7.
49 Arnold Wilson’dan sonra 1920’de Irak’taki İngiliz Yüksek Komiseri olan Percy Cox, bu davranışın bedelini Kuveyt’e ödetmiş ve 1922’de sınır çizimi esnasında 
bir kısım topraklarını Suudi Arabistan’a bir kısmını ise Irak’a dahil ederek bu iki devletle Kuveyt arasındaki anlaşmazlıkların da temelini atmıştır.
50 Cleveland, op. cit., s.153; İrfan C. Acar, Lübnan Bunalımı ve Filistin Sorunu, (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1989), ss. 19-23.
51 Halloum, op cit., s. 161.


***


GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 6

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 6




2. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE DOĞU SORUNU ÇERÇEVESİNDE İNGİLİZ POLİTİKASI

İttihat ve Terakki yönetimiyle başlayan Türkçülük akımına bir tepki
olmasının yanı sıra, İttihat ve Terakki’nin Suriye’de uyguladığı baskı
politikasının da etkisiyle gelişen Arap milliyetçiliği, I. Dünya Savaşı’yla
beraber İngiltere’nin girişimleriyle Osmanlı’ya karşı bir harekete dönüştürülmeye
ve böylece Türklerin bölgeden tasfiyesinin bir aracı olarak kullanılmaya başlamıştır. İngilizler bu süreçte hem Yahudilerin hem de Arapların desteğini sağlamak amacıyla yaptıkları girişimleri mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalışmışlardır. Bir taraftan McMahon-Şerif Hüseyin mektupları olarak tarihe geçen gizli yazışmalarda Araplara bu bölgede “bağımsız bir Arap devleti” sözü verirken, rakibi Abdül Aziz’le (İbn-i Suud) de görüşerek bir taraftan da onların da Osmanlı’ya karşı desteğini sağlamaya çalışan İngiltere, ayrıca bir taraftan da bölgenin bir kısmında bir Yahudi yurdu kurulması karşılığında gerek Yahudilerin
gerekse ABD’nin desteğini sağlamaya çalışmaktaydı. Diğer yandan İngiltere,
Fransa ile giriştiği pazarlıkta (Sykes-Picot) bölgeyi aralarında paylaşmaktaydı.
Böylece İngiltere Savaştan sonra bölgeyi doğrudan veya dolaylı ama her halükârda rahatlıkla denetleyebilmesine olanak verecek şekilde paylaştırmayı plânlamaktaydı. Bu, İngiltere’nin amacına o denli uygun bir yapıydı ki, İngiltere’nin bölgeden II. Dünya Savaşı’ndan sonra çekilmiş olmasına rağmen bölge ülkeleri aralarındaki rekabet dolayısıyla Batı tarafından rahatlıkla yönetilebilecek ülkeler olma özelliklerini sürdüreceklerdir.

İngiltere’nin yeni politikası Fromkin’e göre, İngiliz egemenliğine imkân sağlayacak “mümkün olduğu kadar çok parçaya ayrılmış zayıf ve birbirinden kopuk prensliklerden oluşan bir Arabistan’dı”. 33 

İngiltere, ortak hareket edemeyecek olan bu devletlerin o gün için diğer Batılı güçlere karşı bir tampon işlevi görmesini istiyordu. Ancak bunun sağlanabilmesi
bir başka unsuru daha gerektirmekteydi. O da, Osmanlı İmparatorluğu’nun
bölgedeki askerî olmasa bile İngiltere’nin siyasi denetimini zorlaştıran manevi ya da ruhani denetimiydi. İngilizler bunun da bir çaresini bulmuşlar ve Osmanlı halifesinin otoritesini sınırlayarak bölgeyi daha rahat kontrol altında tutabilmenin bir aracı olarak kendi halife adaylarını çıkarmayı düşünmüşler ve bunun için en uygun adayın da Mekke Emiri Şeyh Hüseyin olduğunu düşünmüşlerdi. Plânları arasında Arapları Osmanlı İmparatorluğu aleyhine kışkırtmak da olan İngilizler
“gerçek ırktan bir Arabın Mekke ya da Medine’de halifeliği devralması”
fikrini yaymaya çalışmaktaydılar.34

Bölge idari ve askerî anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nca atanan ancak Hicaz’da (Mekke ve Medine’de) özerk bir konuma sahip olan Emir kutsal yerlerin güvenliğini ve Hac vazifesinin düzenli ve güvenli biçimde yapılmasını sağlamaktaydı. Osmanlı Sultanı adına Hicaz’ı yöneten Hüseyin (İbn-i Ali), Mekke Şerifi ve Emiri’ydi. Şerif olmak için Hz. Peygamber’in soyundan gelmek gerekiyordu. Mekke Emiri rakip şerifler arasından seçilmekteydi ve Hüseyin İttihat ve Terakki’nin adayına karşı 1908’de Abdülhamit tarafından desteklenmiş ve bu göreve seçilmişti.
Hüseyin’in aslında o güne kadar uygunsuz bir davranışı olmamış ve Padişah’a bağlılığını sürekli dile getirmişti. Ancak Hüseyin’in 1909’dan sonra, özellikle de 1913’ten sonra Babıâli’de gerçek iktidarı elinde bulunduran İttihatçılarla arası hiç iyi değildi.Padişah’a bağlı olmakla beraber İttihat ve Terakki’nin merkeziyetçi politikalarıyla sürekli çatışma halinde olan Hüseyin’in emeli, Emir olarak durumunu güçlendirmek ve emirliğin sürekli olarak kendi ailesinde kalmasını sağlamaktı. Dolayısıyla Şerif Hüseyin Abdülhamit’in devrilmesinden sonra İttihat Terakki yönetimine duyduğu güvensizliğin de etkisiyle Arap kabilelerinin bağlılığını kazanarak ve yerel anlamda gücünü arttırarak özerk bir konuma sahip olmaya çalıştı. Bu nedenle, Hüseyin, bağımsızlığını sağlamlaştırmaya ve genişletmeye çalışırken İttihat ve Terakki hükümeti ise sınırlamak istiyordu.
Şerif Hüseyin bu amaçları gerçekleştirme çabası içindeyken I. Dünya Savaşı başladı ve Osmanlı Halifesi cihad çağrısına Emirin de uymasını istedi. 

Söz konusu amaçlarının Osmanlı ile birlikte olarak mı yoksa başka alternatifleri değerlendirerek mi gerçekleştirebileceğinden henüz tam olarak emin olmayan Hüseyin, ilk etapta kesin bir cevap vermekten kaçındı. 

Bu sırada Osmanlı ordusu karşısında zor durumda bulunan İngiltere ile Hüseyin’in işbirliği yapmasını gerektirecek ortam doğmuştu.35
Ancak Hüseyin 1914’e kadar Arap yarımadasındaki milliyetçi hareketlere
destek vermemiş, bu da kendisinin Arap kabileleri tarafından Osmanlı’nın memuru olarak nitelenmesine yol açmıştı. Diğer taraftan Hüseyin’in iki oğlu da Osmanlı meclisinde mebustu ve bunlardan Abdullah Mekke, Faysal ise Cidde temsilcisiydi. Abdullah babasına Osmanlı yöneticilerine karşı direnmesini tavsiye ederken, Faysal temkinlilik tavsiyesinde bulunmaktaydı. 36 
1914’ten itibaren İngiliz telkinlerine kapılan Hüseyin çelişkili bir tavır sergilemeye başlamıştı. Bu hava içerisinde 1914 Şubatında oğlu Abdullah’ı, Osmanlı yetkilileriyle görüşmek ve İngiltere’nin Mısır Genel Valisi Lord Kitchener’in düşüncelerini öğrenmek için görevlendirdi. Abdullah’ın Arapların Türk yönetiminden memnun olmadığını açıklaması üzerine Kitchener tarafsız davranmaya çalışsa da cesaretlendirici olmayı da ihmal etmedi. Ancak Kitchener bu görüşmenin arkasından İngiliz istihbaratının Orta Doğu Sekreteri Storrs’a Abdullah’la temasa geçmesini söyledi. Bu buluşmada Abdullah daha açık konuşarak Arap ayaklanmasından açıkça söz etti.37
Türkiye’de bu sırada İttihat ve Terakki’nin başında ünlü Enver, Talat ve Cemal Paşalar, bakanlar kurulunun başında ise Kâmil Paşa’yı istifaya zorlayan Mahmut Şevket Paşa bulunmaktaydı. Daha iyi bir yönetim vaadiyle işbaşına gelmiş olmalarına rağmen eskiyi aratmayacak bir baskı yönetimi kurmuşlardı.38

I. Dünya Savaşı esnasında İngiliz-Fransız-Rus ittifakının Osmanlı toprakları üzerine yaptıkları gizli pazarlıklar ve anlaşmalar, savaşın taraflar için Doğu Sorunu’nu bir uzlaşmayla sonuca bağlamak için iyi bir fırsat olarak görüldüğünü ortaya koymaktaydı. Hatta bu paylaşımı savaş sonrasına bırakmanın yeni bazı anlaşmazlıkları da beraberinde getirebileceği varsayılarak paylaşımı erteleme menin daha yerinde olacağı kararına varılmıştı. Bilindiği gibi uzun yıllar başbakanlık ve dışişleri bakanlığı yapmış olan “Lord Palmerston ve halefleri Rusların Osmanlı İmparatorluğu’nu yenmesi halinde imparatorluğun parçaları için başlayacak kavganın Avrupalı güçler arasında büyük bir savaşa yol açmasından korkuyorlardı. 

Bu bir kaygı kaynağı olarak varlığını hep sürdürmüştür”.39 

Bu mücadelede İngiltere’nin en önemli rakibi Ruslardı. Ruslar, boğazlara hâkim oldukları takdirde sadece İngiliz donanmasının girmesine engel olmakla yetinmeyerek kendi donanmalarını da Akdeniz’e çıkarabilir ve İngilizleri tehdit edebilirlerdi. Asya kıtasının diğer tarafında bir diğer stratejik öneme sahip olan bölge Afganistan dağlarıydı ve İngilizlerin amacı Rusları bu bölgede barındırmamaktı.

Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerinin bütün girişimlerine rağmen bu devletle bir ittifak ilişkisine girmekten kaçınan ve bilinçli bir şekilde onu Almanya’nın yanına âdeta iten söz konusu devletlerin amaçlarının savaş öncesinden belli olmadığını söylemek mümkün değil. Savaş sayesinde Doğu Sorunu’nu kalıcı bir şekilde çözüme kavuşturmak istiyorlardı.

İttihat ve Terakki yönetiminin ittifak teklifini geri çeviren İngiliz hükümeti, İngiliz tersanelerinde yapılmış ve 1914 Ağustosunda teslim edilmesi gereken parası ödenmiş Reşadiye ve Sultan I. Osman isimli savaş gemilerine Deniz Kuvvetleri Bakanı Churchill’in emriyle 29 Temmuz’da el koyarak Osmanlı yöneticileri için Almanya ile bir ittifakın dışında seçenek bırakmamışlardı. Oysa bu gemilerle Osmanlı donanması güçlenecek ve Ege’de rahatlıkla Yunanlılarla ve Karadeniz’de Ruslarla boy ölçüşebilecekti. Ancak şimdi her ikisi de İngiltere’nin müttefikiydi.
Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran’da
Saraybosna’da öldürülmesiyle I. Dünya Savaşı için düğmeye basılmıştı.

28 Temmuz’da Avusturya Sırbistan’a savaş ilan etmiş, Almanya ise Rusya’ya, 1 Ağustos’ta, Fransa’ya da 3 Ağustos’ta savaş ilan etmişti.

Arkasından Alman birliklerinin 4 Ağustos 1914’te Belçika’ya girerek bu
devletin tarafsızlığını ihlal etmesi üzerine, bu devletin toprak bütünlüğünü
garanti eden devletler arasında yer alan İngiltere, Almanya’ya savaş
ilan etti. Öte yandan 6 Ağustos’ta Avusturya Rusya’ya, 15 Ağustos’ta
ise Japonya Almanya’ya savaş ilan etmişti.

Nitekim Almanya ile 3 Ağustos’ta bir ittifak imzalayan Osmanlı yöneticileri
hemen savaşa girmekten kaçınmışlarsa da Karadeniz’e girmesine
izin verilen ve adı Yavuz ve Midilli olarak değiştirilerek Türk bayrağı
çekilen Goeben ve Breslau isimli savaş gemilerinin Alman komutanı
Amiral Sochon’ın Odesa, Sivastopol ve Novorossisk’i bombalayarak
Türkleri bir oldubittiyle karşı karşıya bırakması üzerine 1 Kasım’da İngiltere
Osmanlı kuvvetlerine karşı harekete geçmiş, 2 Kasım’da ise Rusya’nın
Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmesiyle Osmanlı İmparatorluğu
da kendi sonunu hazırlayan bir savaşın içine çekilmiş oldu.

Bu gelişmeler olurken Mekke Şerifi Hüseyin’in önünde iki seçenek
bulunmaktaydı. Ya Osmanlı’nın yanında yer alarak tanınmayı bekleyecek
ya da bağımsızlığı kazanmak umuduyla Osmanlı’ya ve Halife’ye karşı emperyalist güçleri destekleyecekti. Hüseyin’in oğullarından Emir Faysal bu birinci yolun, Abdullah ise ikinci yolun tercih edilmesinden yanaydı. Faysal, Fransa’nın Suriye’de, İngiltere’nin ise Güney Irak’ta gözü olduğunu biliyor ve bu topraklarda bağımsız bir Arap devletinin kurulmasına izin vermeyeceklerini düşünüyordu. Ayrıca ayaklanmanın yeterince destek bulmayacağından ve bunun Avrupalı güçlerce de desteklenmeye bileceğinden korkuyordu. Hüseyin’in diğer oğlu Abdullah ise Şam ve Bağdat’ın ayaklanmaya hemen katılacağından emin görünüyordu.
Nitekim savaşın başlamasıyla beraber Storrs’a yazılmış bir mektubu
oğlu Abdullah’la göndererek İngiltere’yi Osmanlı’ya tercih ettiğini ifade
eden Hüseyin, karşılığında emirliğinin İngiltere tarafından Osmanlı’ya
karşı sonuna kadar desteklenme garantisini sağlamaya çalışmıştı. Mektubu
alan Storrs bundan hemen Kitchener’i haberdar etti. Eylül ayından
beri İngiliz kabinesinde Savaş Bakanı olan Kitchener 31 Ekim 1914’te
Abdullah’a gönderdiği mektupta “...Eğer Arap ulusu bizi Türklerin zorladığı
bu savaşta İngiltere’ye yardım ederse, İngiltere Arabistan’a hiç bir
müdahalenin olmayacağını garanti eder ve dış saldırılara karşı her türlü
yardımı yapar. Gerçek Arap ırkından bir Halife’nin Mekke ve Medine’de
seçilmesi gerçekleşebilir” denmekteydi. Mektup Abdullah’a Kahire’den
şu ekle ulaştırılmıştı: “Eğer Mekke emiri bu çatışmada İngiltere’ye yardım
etmek istiyorsa, İngiltere Emir Hüseyin’in kutsal ve eşi bulunmayan
görevini tanımayı ve ayrıcalıklarını bütün dış saldırılara özellikle Osmanlıların
saldırılarına karşı garanti eder”. Kitchener’in mektubu gönderdiği gün, 
Osmanlı’dan da cihad çağrısı alan Hüseyin kaçamak cevaplarla cihada katılamayacağını bildirmişti.40

Hüseyin, 1915 Ocağından Martına kadar, Sudan Genel Valisi Reginald
Wingate’den Türk isteklerine karşı direnmesi için kendisine cesaret veren imalı haberler aldı. Bunlar da İngiltere’nin kendisiyle işbirliği yapmak isteğinde samimi olduğuna ilişkin kanısını güçlendirmişti. 1915 Ocağında Mısır’a İngiliz Yüksek Komiseri olarak atanan Sir Henry McMahon da gerek İngiliz Dışişleri Bakanlığından gerekse Kitchener’den Şerif ile ilişkileri geliştirmesi tâlimatını almıştı.
1915 Şubatında Cemal Paşa önderliğindeki 22,000 kişilik Türk birliği
Sina’yı geçerek Süveyş’e ulaştıysa da, Mısır’da çıkacak bir ayaklanmayla
harekâtın destekleneceği üzerine yapılan plânlar, söz konusu ayaklanmanın
çıkmaması üzerine gerçekleşmemiş; Suveyş’i geçecek imkânlara da sahip olmayan Türk birliği Süveyş’te durdurularak geri dönmek zorunda kalmıştır. Ayrıca harekât öncesinde asker gönderme sözü veren Şerif Hüseyin de bu sözünü tutmamıştı. Hatta daha da ileri giderek Türklere karşı ayaklanma imkânını yitirmemek için bu durumdan faydalanmak istemişti.

Bu esnada oğlu Faysal’ı Osmanlı merkezine göndermek için izin isteyen
Şerif Hüseyin’in asıl amacı, Osmanlı yetkilileriyle görüşme bahanesiyle
Suriye’den geçerek Arap milliyetçileriyle görüşmeyi gerçekleştirmekti.
Halen Hüseyin’in cihada katılacağını uman İttihat ve Terakki yönetimi
ise Hüseyin’in teklifini kabul ederek gerekli izni vermişti. Faysal böylece önce 26 Mart 1915’te Şam’a uğrayarak Suriyeli milliyetçi önderlerle buluşmuş; onlara Kitchener’in önerilerini anlatmış; buradan İstanbul’a geçerek Harbiye Nazırı Enver Paşa, İçişleri Bakanı Talat Paşa ve Padişah Sultan Reşat’la (V. Mehmet: 1909-1918) görüşmüştü. Cihada destek vermesi halinde Hicaz’da tüm şikâyetlerinin dikkate alınacağı kendisine söylenerek her biri tarafından Şerif Hüseyin’e hitaben yazılmış birer mektup verilmişti. Enver Paşa’nın mektubu 8 Mayıs tarihini taşıyordu; bu esnada Çanakkale zaferi kazanılmıştı ve Gelibolu’da 25 Nisan’dan beri süren savaş hakkında bilgi veriliyordu. Hatırlanacağı üzere bu savaşta  İngilizler ve müttefikleri 250,000 askerini kaybetmişti.41 

Bu esnada İngilizler, Osmanlı ordusu karşısında Irak’ta Kut Savaşı’nda da
(Nisan 1916) çok ciddi kayıplar vermişlerdi. Sadece Kut Savaşında İngilizlerin
kaybı 30,000 dolayındaydı ve yaklaşık 20,000 dolayında İngiliz askeri de Osmanlı ordusuna teslim olmuştu. Esir alınanlar arasında Generel
Townshend de bulunmaktaydı ve diğer esirlerle beraber İstanbul’a gönderilmiş ti. Çanakkale ve Gelibolu (Mart 1915-Aralık 1915) yenilgisinden sonra sözkonusu bu hezimet İngilizler için gerçekten yüz kızartıcıydı.

İngiliz tarihi bu anı en aşağılık savaş olarak yazacaktı. Sonuçta iki buçuk yıl süren çatışmanın ardından Bağdat’a Osmanlı ordusunun geri çekilmesiyle ancak 1917 Martında girebilmişlerdi; fakat bu, İngilizlerin toplamda 98,000 askerine mal olmuştu. Her şeye rağmen Osmanlı ordusu Musul’dan ancak savaşın kaybedildiğinin belli olması üzerine 1918 Ekiminden sonra çekilmiştir. Nitekim, dönüşte tekrar Suriye’ye uğrayan Faysal, başarısız Mısır seferinden sonra karargâhına çekilen Cemal Paşa ile görüşmüştü. Faysal, Şam’da 23 Mayıs 1915’te Arap Milliyetçileri Komitesi’ni oluşturan önderlerle Türkiye karşısında İngiltere ile hangi koşullarda işbirliği yapabileceklerini belirleyen bir protokolü birlikte tartışmışlar; ayrıca altı önde gelen önder, antlaşma yeminiyle Şerif’i Arap
ulusunun sözcüsü olarak tanıdıklarını kabul etmişti. 

Şam protokolüne göre, Şerif, İngiltere ile anlaşabilirse Suriye’deki Araplar ayaklanacaklardı.
Müttefiklerin kendi aralarında yapılan gizli görüşmelerde de Arap yarımadasının ve halifeliğin Osmanlının elinden çıkarılması ve bölgenin kendi denetimlerinde bağımsız olması doğrultusunda alınan kararlar çerçevesinde İngiltere tarafından -ki bu esnada Gelibolu çıkarmasının da başarısız olmasıyla Arap ayaklanmasına iyice gereksinim duyulmuş olmasının da etkisiyle- McMahon 1915 Haziranında bağımsız Arabistan’ın destekleneceğinin ve Arap halifeliğinin istenilir bir durum olduğunun ipuçlarını veren bir bildiri yayınlamakla görevlendirilmişti. Bu mesajı
taşıyan broşürler İngiliz uçakları tarafından Mısır, Sudan, Suriye ve Suudi
Arabistan’da dağıtılarak Arapları açıkça destekleyeceklerine ilişkin
İngiliz görüşleri tüm bölgede yayılmıştı.42

Bu çerçevede yine de ilk teklif Şerif Hüseyin’den geldi ve 1915
Temmuzunda İngiltere’nin Mısır Yüksek Komiseri Henry McMahon’a
yazdığı mektupla istekleri kabul edilirse Osmanlı karşısında İngiltere’yi
destekleme önerisinde bulundu. Böylece yukarıda ifade edilen ve 1915
Temmuzundan 1916 Martına kadar süren ve toplam on mektuptan oluşan
ünlü Hüseyin-McMahon yazışmaları başladı. McMahon aslında Osmanlı’ya
karşı ayaklanma teklifini gayet olumlu bulmakta ve bunu değerlendirmek
istemekte, fakat Hüseyin’in teklif ettiği bağımsız bir Arap devleti ile sınırlar konusuna sıcak bakmamaktaydı. Hüseyin, kuzeyde Mersin ve Adana’dan İran sınırına, doğuda Basra Körfezi’ne, güneyde Aden’e batıda ise Kızıl Deniz ve Mısır’a kadar olan topraklarda tek başına kendisinin halife ve devlet başkanı olarak getirileceği bağımsız bir Arap devletinin kurulmasını istemekteydi. Diğer bir deyişle, Hüseyin kendisini bütün Arapların temsilcisi gibi sunarak Irak, Arap Yarımadası ve Suriye (Lübnan ve Filistin de dahil) topraklarında tek ve bağımsız bir Arap devletinin kurulmasını desteklemesi halinde bütün Arapların Osmanlıya
karşı ayaklanabileceklerini söylemekteydi. Her ne kadar İngiltere bu desteği almak istemekle beraber hem kendi çıkarlarını hem de müttefiki Fransa’nın çıkarlarını dikkate almaktaydı. Bağdat ve Basra’nın kuzeyinde kalan topraklarla, Halep, Hama, Humus ve Şam’ın batısında kalan toprakların tamamını Araplar oluşturmadığı için istenilen Arabistan’a dahil edilemeyeceğini ifade eden İngiltere ’nin aslında asıl amacı Bağdat ve Basra’daki kendi çıkarları ile Suriye ve Lübnan üzerinde iddiaları olan Fransa’nın çıkarlarını güvence altına almaktı. Şerif Hüseyin’in bu bölgeleri dahil etmeye çalışması ve İngiltere’nin kabul etmemesi yüzünden uzayan görüşmelerden bir sonuç alınamaması üzerine görüşmelerin
savaş sonrasına ertelenmesine karar verildi. Ancak McMahon’un oldukça muğlâk ifadeleri arasından sınırı pek açık olmayan bir bölgede bağımsız Arap devletinin kurulması konusunda destek sözü verdiği anlaşılmaktaydı.

Ayrıca ayaklanma için gerekli askerî teçhizatın verileceği sözü de verilmişti. McMahon’un ifadelerinden Suriye’nin iç bölgeleri, Bağdat ve Basra’nın dışındaki Irak toprakları, Arabistan ve Filistin’in dahil olduğu topraklarda bağımsız bir Arap devletinin kurulacağına razı olduğu çıkarılabilirse de Filistin’in dahil edilip edilmediği daha sonraki yıllarda hep tartışma konusu olmuştur.43

Dolayısıyla, ilk etapta kapsamlı bir taahhüde girmekten kaçınan McMahon’un 1915 Ekiminde verdiği cevap, her ne kadar Şerif Hüseyin’i tatmin etmemişse de, 1916 Haziranında Mekke’de ayaklanan Şerif Hüseyin güçleri İngiltere’nin yanında yer alarak Osmanlı ordusuna karşı harekete geçmişlerdir. Gilbert Clayton, McMahon’un çabalarını yorumlarken, hiçbir şey vermeden ve herhangi bir ciddi taahhüt altına girmeden Arapların desteğini aldığı için onu başarılı bulmaktaydı. Dışişleri Bakanı Edward Grey de asla inşa edilmeyecek bir hayali saray vaat edildiğini ifade etmekteydi.44

7.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***