KATAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KATAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2020 Pazartesi

ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ

ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ




Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
Öncelikle Kobani sonrasında 6-7 Ekim olaylarıyla "çözüm sürecinin" kırılmaya uğradığını Öcalan da kabul ediliyor. Öcalan'ın "Çözüm süreci açısından gelmiş olduğumuz nokta bir kırılmaya maruz kalmıştır.

Bunun en önemli sebebi; bu süreçlerde hükümetin benimle geliştirmeye çalıştığı ilişki biçimini bir araçsallaştırma mekaniğine oturtmaya çalışmasıdır." demiş olması bunu ortaya koyuyor. Öcalan'ın mesajındaki hükümetin kendisini araçsallaştırma mekaniğine oturtmaya çalışmasındaki çabası da bir değişiklik olup olmayacağı da belirsizdir. Hatta, Öcalan'a "elindeki kart" gözüyle bakılmaya devam edildiğinin sayısız örnekleri bulunmaktadır. Bu nedenle Öcalan'ın "15 Ekim itibarıyla yeni bir aşamaya geçtik" demesi "ihtiyatlı bir iyimserlikten" öte bir anlama gelmez. Bunun bu şekilde olmasının en önemli nedeni hükümetin en azından bir buçuk yıl önce atması gereken somut adımları atmayışı ve bu adım atmayışına rağmen Kürt tarafının diyalogların bu şekilde devam etmesini onaylayan tarzı devam ettirmiş olmasıdır. Yani bunun sorumluluğunu sadece hükümete atmak da yanlıştır. Öcalan açısından bakıldığında onun durumunda olan birinin iyimserlik ve umutlu olmaktan başka çaresi de yoktur.6-7 Ekim'de görüldüğü gibi bu olayı etkileme şansı da yoktur. Çünkü Kobani'ye karşı Devlet'in tavrı o kadar kötü idi ki, bunun karşısında o tepkiyi göstermemek mümkün olmazdı. Tersine tepkiler olmamış olsaydı, Kobani düşmüş olacak bu da Kürt halkını devlete karşı silahlı bir ayaklama mecburiyetinde bırakabilirdi.

Ortadoğu'nun yangını bir anda Türkiye'nin her yanına yayılabilirdi. Durum böyle iken, tepkilerden ve olaylardan Kürtleri ve onun demokratik sivil temsilcisi olan HDP'yi sorumlu tutmak büyük bir haksızlıktır. Büyük bir karalama ve psikolojik savaş yürüterek, her şeyi sorumluluğunu HDP'ye yüklemek büyük bir haksızlıktır. Hele hele bu olumsuz propagandalara HDP içinde sorumluluk düzeyinde yer alan birinin kendisini buna alet ederek, sorumluluğu Kürt Siyasal Hareketine çıkarması doğru değildir. HDP, çözüm sürecinin olmazsa olmazı olmasına rağmen HDP ve Selahattin Demirtaş'a yönelik olarak hükümetin karalama/dezenformasyon faaliyeti çözüme hizmet etmez. Öcalan'ı çözümden yana, HDP'yi ise çözüme karşıt göstermenin bir geçerliliği yoktur.

Çözüm süreci devam edecek mi devam etmeyecek mi? Hükümetin açıklamaları ve İmralı'ya giden HDP heyetinin getireceği mesajlar sürecin devamını sağlayabilir mi?Bu saatten sonra ne Tayyip Erdoğan'ın ne de Öcalan'ın süreci kendi yerel/yerli çabalarla sürdürme gücü kalmamıştır. Kobani ile birlikte Kürt sorununun uluslararasılaşmasının zirve yapmasından sonra, küresel güçlerin içinde olmadığı bir çözümün mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır. AKP hükümeti ve Erdoğan, küresel ve bölgesel güçlerle ilişkilerini iyileştirmesi bir yana daha kötüleştirdikçe Kürt sorununun çözüm yeteneğini yok ediyor. Daha fazla güvenlik ve kamu düzeni diyerek istikrarsız/kararsız otoriterliğe doğru tam gaz yol alıyor. Hukuku ve Anayasa'yı askıya alacak şekilde fiili başkanlık rejimini uyguladıkça, devletin temel dinamikleri yetkisiz ve sorumsuz birinin iki dudağı arasında kalıyor. Sadece kendi partisi üzerinde etkin kalmakla yetinmiyor, yargıyı ve her türlü idareyi kendi ekseninde hareket ettirmekle de yetinmiyor, KSH ve Öcalan'ı da kendisine bağlı bir araç olarak kullanmak istiyor. Bunu yapmaya gücü yetmediğinde baskı, tehdit ve manipülasyonu devreye sokuyor.
Bu şartlarda ve bu aktörlerle sürecin yürümesi mümkün değildir. Öcalan da bunu fark etmiş durumdadır. Bana göre Öcalan'ın süreçten çekilerek, HDP, KCK ve Kürt halkının sürekli ertelenen umutlarının sömürülmesi/sönümlenmesine son verilmelidir. HDP tarafından dile getirilen "hükümetin bir kanadında Demirtaş'ı istemeyenler var" denilmesi hem gerçeklik hem de siyasi ahlaka uygun değildir. Çünkü, hükümette iki kanat diye bir durum yoktur. Varsa yoksa Erdoğan vardır. Erdoğan ne derse o olmaktadır. Demirtaş'ı istemeyen birisi varsa o da Erdoğan'dan başkası değildir. Daha önce Öcalan 'la görüşme heyetinden onu çıkarma emrini veren de Erdoğan'dır. Demirtaş, sürecin devamı hatırına bu konuda sesini çıkarmamıştır. Kaldı ki, karşılıklı siyaset yapan iki partiden birinin diğer partinin süreci kiminle yürütüleceği belirlemeye kalkışması ahlaki ve hukuki de değildir. Dayatmalar, KSH'nin kurumsal ve toplumsal bütünlüğünü tehdit etmeye başlamıştır. Buna daha fazla katlanma, KSH'ni dayandığı toplumsal dinamiklerle karşı karşıya getirme potansiyeli taşımaktadır. Belki de hükümet bu şekilde olmasını arzulamıştır. Kamu Düzeni ve Güvenliğinden Kasıt Erdoğan ve Arkadaşlarının Güvenliği ve Geleceğidir.
Öcalan'ın 21 Ekim tarihli mesajında "kendi yerelliğimizden yola çıkarak evrensel çözüme ulaşma şansımız varken, bu hamleyi yapmasak bölgemiz başka güçlerin salt kendilerini merkeze alan dayatmaların ve uygulamaların girdabında telef olacaktır." demiş olması bu tehlikenin somut ifadesidir. Başka güçten anlaşılması gereken ABD'den başkası değildir. Ne yazık ki, AKP'nin "değerli yalnızlık" siyaseti bu sonucu doğurmuştur. AKP, bununla sadece "çözüm sürecini" elinden kaçırmakla kalmamış, kendi ülkesindeki "kamu düzenin bozulmasına" neden olmuştur. Bundan sonraki sürecin temel dinamiğini özgürlüklerin sınırlandırılması ile devam edecek güvenlik eksenli politikalar oluşturacaktır. Polisin yetkilerinin artırılması, yargının yürütmeye bağlı hale gelişindeki örnekler bunun habercisidir. AKP'nin güvenlikten anladığı Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının geleceğidir. Bunu iliklerine kadar yaşadıkları için, çözüm süreci devam edecek görüntüsü altında altı ay sonra yapılacak seçimlerde iktidarını sürdürmek amaçlanmaktadır. Bu kaygıları olan AKP'nin önceliği "çözüm sürecini" sonuca ulaştırmak olamaz. Kaldı ki, Güney Kürdistan'dan sonra Rojava'da da Türkiye'nin etkinliği kalmamıştır. Bu giderek Kuzey Kürdistan’ı da etkisi altına alacaktır. Bunu önlemeye Öcalan'ın gücü de yetmeyecektir. Öcalan'ın 21 Mart 2013 tarihinde çağrısını yaptığı "Misak-ı Milli" ve Türk/Kürt işbirliğinin maddi temelleri de kalmamıştır.
6-7 Ekim’den HDP’yi Sorumlu Tutmak HDP’ye Haksızlıktır. KSH’nin Üçlü Dinamiği: Öcalan-Qandil ve Demokratik Kürt Siyaseti Öcalan, Qandil ve Demokratik Kürt Siyasetinin kendi arasındaki ilişkisi kendisine özgü dinamikler le yürümektedir. Üçlünün birbiriyle karşıtlığı olmadığı gibi aynılığı da söz konusu değildir. Kendisine özgü bir görev bölüşümü vardır. Zaman zaman bazı karışıklık lar görülse de bunu aşacak tedbirleri almakta esnektir. Burada önemli olan husus, devletin "Öcalan iyidir" derken, onun neyi amaçladığıdır. Bu amacı da KSH'ni bir arada tutan Öcalan'ın bu özelliğini yok ederek KSH'ni birbirine düşürmek/bölmek amaçlıdır. Öcalan da bunun farkındadır. Sırf bu bakış açısı bile çözüm sürecinin devamına engeldir. Sizden somut adım atmanız beklenirken, siz somut adım atmak yerine güvenlik/özgürlük karşıtlığı temelinde düzenleme yapmak ve KSH'ni kendi içinde karşıtlıklar oluşturmak için kara propagandaya başvurduğunuz takdirde bundan sonuç almanız mümkün değildir. KSH, ideolojik, örgütsel ve liderliği açısından bu düzeyi yakalayışı tarihsel bir süreç ve bilinç üzerinden oluşmuştur. Bu üçlünün halkla ilişki ve iletişimi canlı bir organizmanın işleyişi gibidir. Halk düzeyindeki lidere bağlılık ve halkın siyasi yapının devamındaki hassasiyeti bu bölünmeyi imkansız kılar. Durum böyle iken, hareketi bölmeye yönelik faaliyetler olsa olsa bunu içinde taşıyanların niyetlerini ortaya koyar. Düzen içi İlerlemeyi Esas Alan AKP’nin duruşu, soruna köklü çözüm getiremez.
KSH'nin etkinlik, yaygınlık, ideolojik bütünlük ve örgütlülüğünün en büyük ihtiyacı dünya tarafından "tanınırlığının"olmayışıdır.
Kısaca diplomasi alanının darlığıdır. Kobani'de ABD'nin PYD üzerinden ilişki geliştirmesi, bunun üzerinden koalisyon güçlerinin IŞİD'e havadan müdahalelerde bulunuşu, Kürdistan bölgesel yönetimiyle olan sorunların aşılarak Kürt ulusal birliğinin siyaseten sağlanmış olması küçümsenecek bir husus değildir. Bazı sosyalistlerin teorisyenliğe soyunarak, Kobani "ruh" ve "beden" şeklinde ayrımlara tabi tutarak, Dohuk anlaşmasını "kötü kokular"olarak nitelemesi, Kobani'nin beden olarak kurtulduğunu, ruh olarak düştüğünü söylemiş olmaları iyi niyetten yoksundur. Kürt birbiriyle savaşsın, didişsin demektir. Bir kez KSH ile ABD ilişkisi tek taraflı bir ilişki değildir.Kürtlerin IŞİD ve benzeri örgütlerle çatışması ABD ile ilişkilerle birlikte başlamadı. Bu önceki dönemlere dayanmaktadır.

Suriye Kürdistan'ındaki Kürtlerin "radikal" İslamistlerle çatışması olduğu dönemlerde Irak Kürdistan'ı kendisini güvenli bir vaha olarak görüyordu. Zaman zaman Irak Kürdistan'ında radikal İslamistlerin canlı bombaları patlasa da hiç kimse bunu Irak Kürdistan'ının temel güvenliğini sarsmayacağına inanırlarken, Kobani'de Serekaniye'de, Qamişlo'da Kürtler radikal İslamistlerle göğüs göğüse çarpışıyordu. Ne zaman Musul düştü, tehlike Hewler kapısına dayandı o zaman ABD, tehlikeyi görmüş oldu. O zamana kadar Irak'ta ve Suriye'de olanlar onu hiç ilgilendirmiyordu. Küresel gücün bıraktığı bu boşluğu doldurmak için Türkiye, Katar ve Suudilere fırsat doğmuştu. Binlerce TIR'dan oluşan silah teslimi/yığılması da bu dönemde olmuştu. Musul'un bu şekilde kolay ve kısa sürede düşmüş olması önceden yapılan hazırlıkların sonucudur. Tüm bunlar olurken, radikal islamistlerle savaşmayı göze alabilenler Rojava Kürtlerinden başkası değildi. ABD-Rojava ilişkilerinin gelişimi konusunda değerlendirme yapılırken bu hususun akıldan çıkarılmaması gerekiyor. ABD bu konuda girişimde bulunmadan önce Suudi Arabistan, Qatar, BAE ve Mısır'la gerekli anlaşmaları yapmıştır.

Böylece Suudi-Qatar-Türkiye üçlüsü çerçevesinde Musul üzerinde yapılan anlaşmalar geçersiz hale gelmiştir. Suudi, Qatar'ın yokluğunda Türkiye olursa KBY'ni yanına alarak tek başına Musul'u idare edebileceğini düşünmüş ise da ABD'nin baskısı sonucu KBY'nin Türkiye ile birlikte hareket etmekten vazgeçmiş olması, Türkiye'nin IŞİD'le ilişkili olduğunu gün yüzüne çıkarmıştır. Türkiye'nin bunu sürdürmesi mümkün değildir. Türkiye her iki taraftan da(IŞİD-ABD) daha az zarar görmemeye çalışacaktır. Buna rağmen pratiği ile Kürtler ile IŞİD arasındaki tercihini Kürtlerden yana kullanmamıştır. Bırakalım IŞİD'e karşı Kürtlere yardım etmesini, başkalarının yardıma gelmesini engellemeye çalışmıştır.

Irak Kürdistan'ından yapılacak yardımlar için koridor isteklerini yerine getirmediği için yardımlar uçaklarla yapılmak zorunda kalınmıştır. Sol ve sosyalistlerin PYD/ABD ilişkisini emperyalistlerle işbirliği olarak değerlendirmek yerine Türkiye'nin tavrına karşı etkili bir muhalefet yürütmeyişinin üzerinde durulmalıdır.
Temel olarak bakıldığında AKP'nin gerek küresel gerekse yerel olarak sistemin bir parçası olduğu açıktır. Her ne kadar ulusalcı/laik tarafla çekişme içinde olduğu görülse de bu çekişme bir kavgadan öte bir anlama sahip değildir.Kaygısı ve çabası "mevcut devlette hiçbir değişiklik yapmadan" içine yerleşmektir. İdeolojinin İslami veya milliyetçi olmasının önemi yoktur. Yapmak istediği değişiklikler devleti yeni şartlara uydurup, yaşatmaktan ibarettir.
AKP'nin tıpkı diğer olaylarda olduğu düzen içinde ilerlemeyi esas aldığı için ondan radikal çözüm beklemek kolay değildir. AKP'nin önceliği kendi geleceği ve güvenliğini sağlamak olduğu için kamu düzeni ve kamu yararına kendi penceresinden bakmaktadır. Bunun önceliği seçimlerde başarıyı sürdürmektir. Belirli olay ve kişiler üzerinden geliştirilen ilişkiler AKP için araçsallaşmaktan öte anlama gelmez.

İlk iktidara geldiğinde AKP'nin liberal ve demokrat kesimlerle ilişkisinin günümüzde geldiği nokta açısından bakıldığında bu açıkça görülmektedir.

Bu kesimlerin varlığı, AKP'nin varlığı için gereksiz hale geldiğinde AKP'nin bunları bir tarafa bıraktığını gördük. Aynı şekilde yargı ve güvenlik alanında AKP ile iç içe olanların "paralel yapı" adı altında görevden alınmaları olayı da bu araçsallaştır manın görünen yönlerinden biriydi. Kendisine çok yakın olanları araçsallaştırıp işine gelmediği anda onları bir tarafa bırakan bir anlayışın Kürtlerin kazanç hanesine bir şey verebileceğine inanmak için çok saf olmak gerekiyor. Öcalan'ın 21 Ekim'deki açıklamasında görüleceği gibi hükümetin kendisini araçsal bir mekanizma olarak gördüğünü fark etmiştir. Uyarısını da bunun üzerinden yapmıştır. Çözüm süreci ipinin kaçmakta olduğunun farkındadır. AKP Hükümetiyle ilişkilerin canlı tutarak ipin ucunu kaçırmak istememektedir. Öcalan ve KSH'nin temel açmazlarından biri de budur. AKP Hükümetinden ve Erdoğan'dan neler olacağını tahmin etmek dahi istememektedir. Oysa yanlış yapıldığının anlaşıldığı anda o yanlıştan hemen geri dönülmelidir. Aksi durumda bilinçli bir yanlışlık söz konusu olacaktır. Tarihsel olarak telafisi mümkün olmayacak sonuçlara neden olabilir. Hele hele bizzat CB ve Başbakanın ağzından Kürt karşıtlığı söylem ve pratiğinin bu kadar zirve yaptığı bir durumda bu yapılanları görmezlikten gelmenin korkunç sonuçları toplumsal Kürt yaralamasını ileriki aşamalarda Türklerle eşit temelli ilişkilerin yolunu da kapatabilir. Burada söylemek istediğim, KSH'nin AKP'ye mecbur olmadığını belirtmektir. Türkiye toplumu bu ilişkiyi sürdürme kapasitesine sahiptir. Daha fazla AKP'ye mecbur kalmak, Türkiye toplumunun Kürtlerle ilişkiyi sürdürme kapasitesini daraltır, yetenek ve üretkenliğini yok eder.Söylediklerinden PKK'nin ateşkesi bozup, silahlı mücadeleye başlaması değildir. Tersine, dayatmalar üzerinde kurulu ilişkilerde üzerinde baskı kurulan tarafın uçlarının daha da gerileceği bir gerçektir. Bu şekilde devam ettiği müddetçe gerilim birike birike büyük bir şiddet patlamasına neden olabilir. Kobani, Türkiye IŞİD İlişkisi, ABD/PYD diyalogu, Kobani’ye Yardım ve Yardım Nedeniyle PYD’ye Bazı Sol / Sosyalistlerin Eleştirileri Kobani'ye saldırı ve düşürmeyi amaçlayan IŞİD işgali kesintisiz bir şekilde kırk gününü doldurmuş durumdadır. Koalisyon güçlerinin havadan müdahalesi ve havadan silah yardımına rağmen bu saldırıların devam ediyor olması durumunu iç açıcı olmadığını göstermektedir. Bunda Türkiye'nin oynadığı olumsuz rol çok önemlidir. Ne yazık ki, Türkiye'deki muhalif ve demokratik çevreler eleştiri oklarını kendi hükümetlerine yöneltme yerine KSH'ne yöneltmektedirler. Bir kaç küçük sosyalist grubun KSH'ni bu konuda yalnız bırakmayışı, sonuna kadar destek vermiş olması önemli ise de bunun yeterli olmadığı açıktır. Bu desteğin giderek yoğunlaşması zorunludur. Olaylar üzerinde proaktif ve reaktif olarak etkili olan Türkiye'dir. Türkiye, Rojava karşıtı politikaları belirlerken kendi toplumunun sessiz desteğini almadan bunu yürütmesi mümkün değildir. Türkiye'deki demokratik kazanımlara büyük katkı sunan Kürt hareketinin bu katkısının devamı, Kürt hareketinin mücadelesinin sahiplenilmesi ile mümkün olacaktır. Kendisini sol ve sosyalist olarak niteleyenler dahi koalisyon güçlerinin Kobani'ye havadan desteğini dahi"Kürtlerin emperyalizmle işbirliği yaptığı" şeklinde suçlama ve karalamalara kadar gitmektedirler. Zamanı gelince IŞİD ve benzer örgütleri de "Emperyalizmin sevgili evlatları" olarak gösteren bu anlayışın tutarlı bir yanı yoktur. O zaman onlara sormak gerekiyor: Kürtler, Kobani'de kendi toprağını ve onuru için IŞİD'e karşı savaşması da emperyalizmle iş birliğidir ya da IŞİD, ABD ile savaşıyor diye IŞİD de mi anti emperyalisttir? ***

12 Kasım 2020 Perşembe

BASRA KÖRFEZİ ÜLKELERİNİN TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ ROLÜNE BAKIŞI. BÖLÜM 2

BASRA KÖRFEZİ ÜLKELERİNİN TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ ROLÜNE BAKIŞI.  BÖLÜM 2


Prof. Dr. Tayyar ARI,Basra Körfezi ülkeleri, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri,Katar,Irak, İran,


    Gulf Times gazetesinden Filistin asıllı gazeteci Aiman Abboushi de Türkiye’nin Avrupa ülkeleri ve ABD ile ilişkilerinin Katar’da olumsuz bir şekilde algılanmadığı nı, Katar’ın da içerisinde yer aldığı Körfez ülkelerinin de ABD ile yoğun güvenlik ilişkilerinin bulunduğunu ve bir anlamda  
Türkiye ile ilişkilerde de bu unsurun belli ölçülerde rol oynadığı ifade etmektedir.10 

El Cezire’den Jasim el Azzawi ise Körfez’de Türkiye’nin algılanışına ilişkin farklı algılamaların söz konusu olduğunu ancak Filistin sorunu karşısında izlediği politikalardan sonra inanılmaz olumlu bir atmosferin doğduğunu ve Türkiye’nin son girişimlerinin prestijini en üst seviyeye çıkardığını ifade etmektedir. Körfez ülkelerinde İran’ın bir tehdit unsuru olarak görüldüğünü belirten Azzawi’ye göre söz konusu ülkeler Türkiye’yi bir denge unsuru olarak algılamakta ve önemsenmektedir. 

Güvenlik temelli algıdan hareket eden Körfez ülkeleri ilişkilere stratejik bir derinlik kazandırmak istedikleri ifade edilmektedir. Nitekim, El Cezire Genel Yayın Yönetmeni Wadah Khanfar’da Türkiye’nin bölgede etkin bir güç haline geldiğini ve rolünün bölgede önemsendiğini ifade ederken özellikle Türkiye’nin İran karşısında Körfez ülkelerinde bir denge unsuru olarak görüldüğünü belirtmesi dikkat çekicidir.11 

Katar’ın Türkiye ile ilişkilerini geliştirme isteğinin en önemli nedenlerinden birinin söz konusu ülkenin sahip olduğu tehdit algılaması olduğu görülmektedir. Bununla birlikte kamuoyu bağlamında düşünüldüğünde ise Türkiye’nin Filistin politikasında izlediği dış politikanın olumlu bir Türkiye imajına sahip olunmasında etkili olduğunu ifade etmek gerekir. Ayrıca tüm Arap ülkelerinde olduğu gibi Katar’da da gösterilen dizilerin Türkiye algısının oluşmasında önemli bir role sahip olduğunu belirtmek gerekir. Rejim açısından bakıldığında ise Katarlıların Türkiye ile ilişkileri geliştirmek istediğinin oldukça rasyonel dayanaklara sahip olduğu görülmektedir. Katarlı bir yetkilinin ifade ettiği üzere “Körfez ülkeleri hem nüfus hem de coğrafi olarak oldukça küçük ülkelerdir ve kendilerini savunacak güçten yoksundurlar. Buralara birkaç bombanın düşmesi tüm ekonomik gelişmelerin durmasına ve siyasi istikrarın dağılmasına yol açabilir. Bu yüzden oldukça hassas bir dış politika izlemek gerekir.” 
Tüm bunlara rağmen Katarlı entelektüellerin bir kısmında Türkiye ile ilişkiler konusunda bazı çekincelerin olduğunu ifade etmek gerekir. Söz konusu 
çekinceler “Türkiye’nin AB’ye üye olmasıyla Ortadoğu’dan kopacağı ve bölgeye olan ilgisinin geçici olup olmadığı; Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerini güçlendirmesinin temel nedeninin AB karşısında elini güçlendirmek anlamına gelip gelmediği; Türkiye’nin Hamas’a yakınlığı ile seküler bir Türkiye portresinin nasıl yan yana geldiği; ve son olarak da Türkiye’nin AKP’den sonra Ortadoğu politikasındaki bu değişimin devam edip etmeyeceği” yönündedir. 

BAE’nin Türkiye Algısı Ve Türkiye İle İlişkilere Bakışı Körfez’de İngiliz etki alanı içerisine giren ilk ülkelerden biri olan BAE, kendi
içerisinde 7 ayrı Emirliğin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Federal bir şekilde örgütlenmesine karşın Emirliklerin sahip olduğu yetkiler göz önüne alındığında ülkenin daha ziyade Konfederal bir sistemde örgütlendiği görülmektedir. Bu durum her Emirliğin farklı bir dış politika ile tehdit algısına sahip olmasına yol açtığını belirtmek gerekir. BAE’de uzunca bir dönem siyasal ve ekonomik etkinlik 

< Özellikle Körfez İşbirliği Konseyi ile geliştirilen stratejik işbirliği sürecinde Türkiye İran’ın denetimi altında olan ve statüsü tartışmalı olan üç adanın Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait olduğu tezini dolaylı olarak kabul ettiği görülmektedir. >

Abu Dabi ile Dubai Emirliğinin elinde olmasına karşın son yıllarda Dubai’de yaşanan ekonomik krizler Emirliğin siyasal anlamda yürütücü konumunda 
olan Abu Dabi’nin ekonomik üstünlüğü de ele geçirmesi sürecini hızlandırdığı görülmektedir. Bu durum doğal olarak Türkiye ile ilişkilere de farklı anlamlar yüklenmesini beraberinde getirmektedir. 
Türkiye’nin yaklaşık 10 milyar dolarlık yatırımın bulunduğu BAE ile ilişkiler hem ikili hem de çok taraflı örgütler düzeyinde olumlu yönde ilerleme kaydettiğini belirtmek gerekir. Özellikle Körfez İşbirliği Konseyi(KİK) ile geliştirilen stratejik işbirliği sürecinde Türkiye İran’ın denetimi altında olan ve statüsü tartışmalı olan üç adanın BAE’e ait olduğu tezini dolaylı olarak kabul ettiği görülmektedir. 
2008 yılında yaklaşık 9 milyar dolara ulaşan Türkiye ile BAE arasındaki dış ticaretin yanı sıra 2009 yılı itibariyle 6 milyar dolar inşaat sektöründe yatırım olduğu dile getirilmektedir.12 

Türkiye-BAE arasındaki ilişkiler ekonomiden güvenliğe birçok alanda hızlı bir gelişme göstermektedir. Bu bağlamda BAE’nin Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesine atfettiği önem temel nedenleri arasında Türkiye’nin gelişen bir inşaat sektörüne sahip olmasının da etkisi vardır. Ancak bu noktada ciddi bir ayrıma dikkat çekmek yerinde olacaktır. Yukarı da vurgulandığı üzere Emirliklerin dış politika ve güvenlik tanımlamaları birbirinden farklılık göstermektedir. Emirlik içinde ikinci büyük ekonomik kapasiteye sahip olan Dubai’nin dış politikaya bakışını belirleyen 
olgu ekonomik çıkarlar iken, zengin hammadde kaynaklarının yaklaşık %96’sının bulunduğu Abu Dabi’nin ise güvenlik politikalarıdır. Bu çerçevede Emirliğin yönetim merkezi olan Abu Dabi’nin İran ve nükleer programından kaynaklanan ciddi güvenlik sorunları bulunurken, Dubai ise İran’la ticaretin geliştirilmesine ayrı bir önem verdiği görülmektedir. Dolayısıyla BAE’deki Türkiye algısının oluşmasında iki önemli faktörün rol oynadığı görülmektedir. Birincisi Türkiye’nin sektörel düzeyde gelişen bir ekonomi ve teknolojik alt yapıya sahip olması ikincisi ise güvenlik alanında Körfez’deki istikrarsızlık unsuru olarak görülen aktör ve girişimlere karşı dengeleyici bir ülke olmasıdır. 

Nitekim, Gulf Research Center danışmanlarından Mustafa Alani de Türkiye’nin tüm Körfezde olduğu gibi BAE’de de olumlu bir imaja sahip olduğundan ifade ederken aynı zamanda Türkiye’nin bölgede İran’ın etkisini dengeleyecek önemli bir güç olarak görüldüğüne de dikkat çekmektedir. Alani’ye göre Türkiye, Müslüman bir ülke olarak bölgede etkin bir oyuncu olarak yer almalı ve İran’ın etki alanını sınırlandırmalıdır. 

Alani, bölge ülkelerinin özellikle Irak’ın toprak bütünlüğüne önem verdiğini ve Türkiye’nin bu konudaki girişimlerini desteklediklerini belirtmektedir. Bununla birlikte Körfez ülkeleriyle ilişkilerinin oldukça düşük düzeyde seyretmesinin dikkat çekici olduğunu ifade eden Alani, Türkiye’nin bölgede İran kadar etkili olamamasını bir eksiklik olarak görüldüğünü ifade etmiştir. Bunda uzun yıllar bölgeden uzak kalmasının etkilerinin de önemli olduğuna dikkat çeken Alani’ye Körfez bölgesinde Türk etkisinin İran etkisinden daha fazla kabul görmektedir. 
Bunda Sünni olmasının ve daha ılımlı olmasının önemli olduğunu ayrıca bölge ülkeleriyle Türkiye arasında ideolojik ve sekteryan sorunların olmamasının da bir avantaj olduğu ileri sürülmektedir. Alani Türkiye’nin Filistin sorununda izlediği siyasetin bölgedeki itibarını yükselttiğini ve bunun sürmesinin önemli olduğunu belirtmektedir.

< BAE’deki bir diğer kaygı ise bir gün ABD ile İran uzlaşmasıdır. Söz konusu olası uzlaşmanın hem Körfez’deki Arap rejimleri hem de Türkiye’nin aleyhine olduğunu ileri süren BAE’deki bazı uzmanlara göre iki taraf da bu konuda aynı noktada bulunmaktadırlar. >


Diğer yandan BAE’nin Türkiye algısının toplumsal düzeyde değişmesinde bu ülkelerde gösterilen Türk dizilerinin önemine dikkat çeken MBC’de yazı işleri müdürü Nabeel Al Khatib ise bu yöndeki çalışmaların sürmesinin önemli olduğunu belirtmektedir. Khatip’e göre BAE’nin olumlu Türkiye algısında rol oynayan etmenlerin başında Türk dizileri, Filistin sorununda oynadığı rol ve son olarak İran karşısında dengeleyici bir güç olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. 14 

Bu bağlamda BAE’nin Filistin sorununa bakışının diğer Körfez ülkelerinden kısmı düzeyde farklılaştığını belirtmek gerekir. Bir yandan Türkiye’nin Filistin politikasında oynadığı rol övgü ile karşılanırken diğer yandan bu rolün İran ve Hamas gibi Arap rejimleri üzerinde yıkıcı etkileri olan aktörlerin hareket alanını sınırlandırma olarak görüldüğünü belirtmek gerekir. Zira, BAE’de bazı kanaat önderlerine göre İran Ortadoğu’daki radikal grupları kullanarak Körfez ülkelerindeki istikrarı olumsuz etkilemektedir. Abu Dabi’de Türkiye bu aktörler üzerinde etkisini genişlettikçe Tahran’dan kaynaklanan istikrarsızlık unsurlarının da zayıflayacağına dair bir algı bulunmaktadır. Özellikle Şii İran’a karşı 
Sünni Türkiye’nin bir denge unsuru olarak kabul edildiği ifade edilmektedir. 
Bunda daha ılımlı olmasının ve bölgeyle ilişkilerinde egemenlik kurmaktan ziyade işbirliğini öne çıkarmasının ve daha ılımlı bir politika izlemesinin önemine dikkat çekilmektedir. Abu Dabi Rasul Hayma ile birlikte 3 adalar sorununa oldukça ciddi yaklaşmaktadır. Türkiye’nin bu konudaki söylemleri Abu Dabi’de memnuniyetle karşılanmaktadır. 

< Diğer yandan Dubai ise bölge ülkeleriyle ilişkilere ticari yönden yaklaşmaktadır. Dubai’de yaklaşık 400 bin İranlı ticari faaliyetlerde bulunmaktadır. > 

Dubai limanında her gün yüzlerce küçük tonajlı gemilerle İran’a ticari nitelikle mallar taşınmaktadır. Ancak 2009 yılında meydana gelen uluslararası krizin de etkisiyle Dubai’deki ekonomik durum birden bire ters yüz olmaya başladı. Bu süreç bir süre sonra Abu Dabi’nin Dubai’deki yarım kalan yatırımlar dahil olmak üzere Dubai’deki firmaların önemli bir kısmını satın almasıyla sonuçlandı. Böylelikle Dubai’nin İran’la olan ticari ilişkilerine ciddi bir çekidüzen verilmeye süreci de başlamış oldu. Nitekim, BAE Merkez Bankası, Türkiye’nin veto oyunu kullandığı Güvenlik Konseyi'nin son yaptırım kararının ardından Dubai'li şirketlerin İran'la iş yapması yasaklanması ve karara uyacaklarını ilan etmesi dikkat çekicidir. Ayrıca BAE İran tehdidi dolayısıyla yaklaşık 40 milyar dolarlık bir silah alımı gerçekleştirmek için ABD yönetimiyle son pazarlıklarını sürdürmektedir.15 

BAE’deki bir diğer kaygı ise bir gün ABD ile İran uzlaşmasıdır. Böyle bir olasılık karşısında BAE’nin bedel ödeyen taraf olmak istemediği belirtilmektedir. 
Söz konusu olası uzlaşmanın hem Körfez’deki Arap rejimleri hem de Türkiye’nin aleyhine olduğunu ileri süren BAE’deki bazı uzmanlara göre iki taraf da bu konuda aynı noktada bulunmaktadırlar. Diğer bir deyişle ABD kendi çıkarları gereği İran’ın bölgede güçünü artırmasını kabul ederse bundan hem Körfez’deki Arap ülkeleri hem de Türkiye ciddi şekilde zarar görecektir. Dolayısıyla her iki taraf arasındaki 
ilişkilerin geliştirilmesine dönük çapaların stratejik çıkarlar gereği olduğuna dair bir bakış bulunmaktadır. 

Sonuç 

Çalışmamızda dikkate aldığımız Bahreyn, Katar ve BAE, Körfez bölgesinin Iran ve Irak dışında kalan Körfez ülkelerinin temel sosyal, ekonomik ve politik yapısını yansıtan diğer üç ülkesidir. 
Bu ülkelerdeki Türkiye imajı, aslında Kuveyt ve Umman’dan aşırı ölçülerde farklılık göstermese de yine de kendilerine özgü farklılıklar içermektedir. 
Özellikle tehdit algılamaları bazı açılardan aynı da olsa tehdidin kaynağını oluşturan kaygıların farklı olduğu görülmektedir. 
Örneğin, 
Kuveyt’i endişelendiren birinci derecede Irak’taki gelişmeler, ikinci derecede ise İran’daki gelişmelerdir. Oysa nüfusunun yüzde 60’dan fazlasını Şiilerin oluşturduğu Bahreyn ile ülke toprağının bir kısmı İran tarafından 1972’den beri işgal altında bulunan BAE’nin Tahran’a bakışlarında büyük farklılıklar bulunmakta dır. Söz konusu bu iki ülkeden Bahreyn mezhepsel nedenlerle ve sık sık İran’ın Bahreyn’i kendine ait olduğunu iddia etmesinden kaynaklanan ülkesel nedenlerle İran’ı en önemli dış tehdit olarak değerlendirmektedir. 
BAE ise bir kısım toprakları İran’ın işgali altında bulunsa da İran, BAE’nin birinci ticaret ortağı olma özelliğini korumaktadır. 

Bu ülkelerden Katar’ın dış politikası ise daha çok bölgesel sorunlarda aktif olma, mümkün olduğunca komşu ülkelerle sorun yaşamama ilkesine dayanmakta ve bir takım kaygılarla İran’a yakın olma ama ABD’den de uzak durmama ilkesine dayalı hassas bir denge politikası izlemektedir. 
Her üç ülke de Türkiye’ye İran’ın bölgeye yönelik hegemonik amaçlarına karşı bir dayanak ve bir denge unsuru olarak bakmaktadır. 
İran’dan kaynaklanabilecek bir saldırı karşısında her şeyini kaybedebileceğini düşünen bu üç ülkenin insanları Türkiye’yle yakınlaşma çabasını sürdürmektedir. 
Ayrıca bu ülkelerden Katar dışındaki iki ülkenin Osmanlı egemenliğine girmedikleri için tarihe bakış açıları oldukça olumlu olup Türkiye ile ilişkilerinde herhangi bir olumsuz ön yargıya sahip bulunmuyorlar. Katar’daki El Thani ailesi ise 1916’ya kadar Osmanlı ile iyi münasebetlerini sürdürmüş ender iktidarlardan biridir. Bu bağlamda Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerinin olumlu bir alt yapıya sahip olduğunu ve tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar avantajlı bir konuma sahip olduğunu söyleyebiliriz. 

DİPNOTLAR;

1 Sayed Zahra, Mülakat, 21.01.2009, Manama, Bahreyn. 
2 Walid Noueihed, Mülakat, 22.01.2009, Manama, Bahreyn. 
3 Mansoor Al Jamri, Mülakat, 22.01.2009, Manama, Bahreyn. 
4 Adel bin A. Rahman Al Maawdah, Mülakat, 22.01.2009, Manama, Bahreyn. 
5 Ali El Şerifi, Mülakat, 21.01.2009, Manama, Bahreyn. 
6 Halife bin Ahmed el Dahrani, Mülakat, 25.01.2009, Manama, Bahreyn. 
7 Mansoor Al-Arayedh, Mülakat, 24.01.2009, Manama, Bahreyn. 
8 Liga Mekki, Mülakat, 26.01.2009,Doha, Katar. 
9 Abdulaziz I. Al Mahmud, Mülakat, 27.01.2009, Katar. 
10 Aiman Abboushi, Mülakat, 27.01.2009, Katar. 
11 Jasim el Azzawi, Mülakat, 29.01.2009, Katar; Wadah Khanfar, Mülakat, 29.01.2009, Katar. 
12 Dubai’daki Türk Konsolosluğu verileri. 
13 Mustafa Alani, Mülakat, 03.02.2009, Dubai. 
14 Nabeel Al Khatib, Mülakat, 05.02.2009, Dubai. 
15 İbrahim Karagül, “Bu Deliliğin Sonu Nereye”, 22.09.2010, Yeni Şafak Gazetesi, 
     http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=22.09.2010&y=IbrahimKaragul 

DİPNOTLAR
Ortadoğu Analiz 
Kasım’10 
Cilt 2 -Sayı 23 


***

BASRA KÖRFEZİ ÜLKELERİNİN TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ ROLÜNE BAKIŞI. BÖLÜM 1

BASRA KÖRFEZİ ÜLKELERİNİN TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ ROLÜNE BAKIŞI.  BÖLÜM 1


Prof. Dr. Tayyar ARI,Basra Körfezi ülkeleri, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri,Katar,Irak, İran,

Ortadoğu Analiz
Kasım’10 Cilt 2
Sayı23
Kapak Konusu
Basra Körfezi Ülkeleri ve Türkiye Ortadoğu Analiz Kasım’10 Cilt 2 Sayı23
Türkiye’nin Basra Körfezi ülkelerinin gerek kamuoylarında gerek yönetimleri nezdinde şu an oldukça olumlu bir imajı var. 
Prof. Dr. Tayyar ARI 
Yrd. Doç. Dr. Veysel AYHAN 
Uludağ Üniversitesi U.İ.B. 
ORSAM Basra Körfezi Ülkeleri Danışmanı
Abant İzzet Baysal Üniversitesi U.İ.B. 




BASRA KÖRFEZİ ÜLKELERİNİN TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ ROLÜNE BAKIŞI 

< Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar, Türkiye’ye İran’ın bölgeye yönelik hegemonik amaçlarına karşı bir dayanak ve bir denge unsuru olarak bakmaktadır. Bu ülkeler İran’dan kaynaklanabilecek bir saldırı karşısında her şeyini kaybedebileceğini düşünmektedir. >

Giriş 

Basra Körfezi ülkeleri hakkında Türkiye’de ciddi kurumsal araştırmaların eksikliğine ve bu ülkelere olan ilginin yetersizliğine rağmen söz konusu bölge ülkelerinin Türkiye’deki gelişmeleri yakından takip ettikleri dikkati çekmektedir. 

Türk dış politikasının, Türkiye-AB ve Türkiye Ortadoğu ilişkilerinin yapısını yakından takip eden bölge ülkelerinin Türkiye’ye bakışı ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, temelde ikili ilişkilerin geliştirilmesi yönünde bir beklenti içerisinde oldukları görülmektedir. Bu çalışmada, sayfa sınırlaması nedeniyle Basra Körfezi ülkelerinden yalnızca Bahreyn, Katar ve BAE’nin Türkiye bakışı üzerinde durularak, bir anlamda mikro düzeyden makro sonuçlara ulaşılması amaçlanmaktadır. 



Bahreyn’deki Türkiye Algısı Ve Türk Dış Politikasına Bakış 

1800’lü yılların başından itibaren İngiltere ile Basra Körfezi’nde yaşanan etki mücadelesinin merkez üstlerinden biri olan Bahreyn’in Türkiye’ye ve Türk dış politikasına bakışını birkaç başlık altında irdelemek mümkündür. Körfez ülkeleri içinde Türk vatandaşlarına vize muafiyeti tanıyan ülkelerin başında gelen Bahreyn’deki saha araştırmalarından elde ettiğimiz izlenim doğrultusunda Bahreyn dış politikasının öncelikleri arasında Irak sorunu, İran, Arap ülkeleri ve ABD ile ilişkiler ile Hizbullah ve Hamas’ın politikalarının Bahreyn ve Ortadoğu’daki dengelere etkisinin önemsendiği görülmektedir. Bu çerçevede Türkiye ile ilişkilerde de veya Türk dış politikasına bakışta bu parametrelerin belirleyici bir rol oynadığını belirtmek gerekir. Bahreyn’in öncelikli tehdit algılamalarına bakıldığında ülkedeki Şii nüfusun politizasyonu rejim tarafından ciddi bir istikrarsızlık unsuru olarak görülmektedir. Irak’taki rejim değişikliği ve Şi-ilerin iktidara gelmesi, İran’ın bölgesel güçünü ve etkisini genişletmesi ve son olarak Lübnan ve Yemen’deki Şii hareketlilik rejimin güvenlik kaygılarını derinleştirmiştir. Tüm bu güvenlik 
bakışlı dış politikasına bakışın Türkiye- Bahreyn ilişkilerinin algılanmasında da önemli bir rol oynadığı görülmektedir. 

    Bu kapsamda Al Ahbar al Haliç gazetesi yazarlarından Sayed Zehra Türkiye’nin Bahreyn’de oldukça önemli bir imaja sahip olduğunu belirtirken söz konusu olumlu imajının oluşmasında son dönemde Türkiye’nin Ortadoğu’da izlemiş olduğu politikalardan bağımsız olmadığını belirtmektedir. Körfezdeki güvenlik sorunları içerisinde Şii muhalif hareketlerin varlığına değinen Zehra İran’ın bu gruplarla ilişkisinin de önemsenmesi gerektiğini ifade etmektedir. Irak’ın toprak bütünlüğü nün bölgedeki tüm Arap ülkeleri açısından son derece önemli olduğuna dikkat çeken Zehra, Irak’ın parçalanmasının ciddi bir felaket senaryosu olarak görüldüğü nü belirtmektedir. 
Tüm bu noktalardan hareketle Türkiye’nin hem İran’ın etkisini sınırlama, hem Irak sorunun çözümünde hem de sistem dışı hareketlerde bulunan radikal grupların 
sisteme girmesine katkı sağlamada önemli bir rol oynayabileceği vurgulanmakta dır. Zehra, Türkiye’nin Batı ile de dengeli bir ilişki içinde olmasının bölgesel sorunların çözümünde bir avantaj olduğunu ifade etti.1 

Bahreyn Al Wasat gazetesi genel yayın yönetmeni Welid Noueihed ise Türkiye’nin olumlu bir imaja sahip olmasının nedenlerinin güvenlikten ziyade Türkiye’nin Arap-İsrail sorununda yaşanan krizlerde Arap kamuoyuna verdiği mesajların önemli bir rol oynadığını ifade etmektedir. 

Ayrıca Filistin konusunda yalnızca hükümetin halkında düzenlediği eylemlerle konuya sahip çıkmasının Arap kamuoyunda ciddi bir karşılık bulduğuna dikkat çekilmektedir. Tüm bu gelişmelerin Bahreyn’deki Türkiye algısının oluşmasında önemli bir rol oynadığını belirten Nouihed’e göre Türkiye bölgesel sorunların çözümünde bölge ülkeleriyle birlikte hareket etmesi kamuoyundaki olumlu imajın güçlenmesine yol açmaktadır.2 

Yoğun Şii nüfuslarına sahip Körfez ülkelerinin yönetimleri, Türkiye’yi İran’a karşı denge unsuru olarak görmek istiyor. Resimde, Bahreyn yönetiminin İran’a yakın olmakla suçladığı Şeyh İsa Kasım’a destek veren Bahreynli Şii göstericiler görülüyor. 

Bahreyn Al Wasat gazetesinden Şii muhalefet liderlerinden Mansoor al-Jamri de Türkiye’nin genel anlamda bölge hem de Körfez ülkeleri için çok büyük bir öneme sahip bir ülkedir. Jamri diğer meslektaşlarından farklı olarak İran’ın bölge için bir tehdit olduğu yönündeki iddiaları gerçekçe görmediğini ve bölge ülkelerinin birlikte hareket etmesinin önemli olduğunu ifade etmiştir. Jamri’nin fikirleri Bahreyn’deki Şiilerin Türkiye algısının anlaşılması açısından önemsenmek gerekir. Jamri’nin öncelikleri arasında İran’la ilişkiler ve Bahreyn’deki Şiilerin sosyopolitik durumları olmakla birlikte örneğin Irak sorunu karşısında toprak bütünlüğünü savunması ve bu konuda Türkiye’nin yaklaşımını benimsemesi önemlidir. 

Bununla birlikte Jamri’nin Türkiye’nin İran’a karşı bir denge unsuru olarak gösterilmesinden rahatsızlık hissettiği ve Bahreynli Şiilerin de Türkiye’nin bölgesel girişimlerini desteklediğini ifade etmektedir.3 Öte yandan Bahreyn Temsilciler Meclisi, Dışişleri Komitesi Başkanı Sunni asıllı Adel bin A. Rahman Al Maawdah ise Bahreyn’de Türkiye ile ilişkilere çok önem verildiğini, özellikle Sünni dünyasının ve Bahreynli Sünnilerin Türkiye’yi müttefik olarak gördüğünü ve bu ilişkilere stratejik bir değer atfettiğini belirtmesi dikkat çekicidir.4 



 < Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn vaktiyle Osmanlı egemenliğine girmedikleri için Türkiye’ye ilişkin bir olumsuz ortak tarih algılaması sorunu yoktur. Katar’daki El Thani ailesi ise 1916’ya kadar Osmanlı ile iyi münasebetlerini sürdürmüş ender iktidarlardan biridir. >

Ancak Al Wasat gazetesinden gazeteci Ali el Şerifi ise Türkiye’nin Irak’ın toprak bütünlüğüne ilişkin politikasının oldukça kabul gördüğünü ve gerek Irak içindeki güçler tarafından gerekse Bahreynli entelektüeller tarafından bu politikanın desteklendiğini ifade etmiştir. Bahreyn’in içsel yapısı dolayısıyla İran’ın bu ülkede özellikle Sünni gruplar tarafından tehdit olarak görüldüğünü, Şiiler tarafından ise çok sevildiğini ifade eden Şerifi, bu durumun Bahreyn içindeki kırılganlığı arttırdığını ifade etti. Tüm bunlara rağmen Bahreyn’li Şii ve Sünnilerin de Türkiye 
algısında mezhepsel farklılığın ciddi bir rol oynamadığını belirtmektedir.5 

Bu bağlamda Bahreyn Temsilciler Meclisi Başkanı El Halife bin Ahmed el Dahrani’de Türkiye’nin Bahreyn’de çok sevildiğini ve ilişkilerin her alanda 
geliştirilmesinin oldukça önemsendiğini belirtmektedir. Uzun bir dönem Türkiye’nin bölge ile yeterince ilgilenmediğinden ifade eden Dahrani, son zamanlardaki artan ilgiden Bahreynliler olarak mutlu olduklarını ve Türkiye’ye çok önem verdiklerini ve dış politikasını dikkatle izlediklerini belirtmektedir. Türkiye’nin Batı ile de çok yakın ilişkileri olduğunun farkında olduklarını, Türkiye’nin bu tür ilişkilerinden rahatsız 
olmadıklarını ve kendileriyle ilişkilerini geliştirirken bunlardan vaz geçmesini beklemediklerini ifade eden Dahrani, Bahreyn’le ilişkili olarak var olan diplomatik ve siyasi ilişkilerin çeşitlendirilmesinin, bu bağlamda hem ekonomik alanda hem de diğer alanlarda çok yönlü ilişkilerin geliştirilmesinin yollarının aranması gerektiğini ifade etmiştir.6 
 
< Türkiye-Bahreyn ilişkilerinin son dönemde ciddi bir şekilde gelişme gösterdiğini, Bahreynlilerin Türk dış politikasına bakışlarında önemli bir değişim yaşandığını ve Türkiye’nin bölgesel politikalarda dikkate alınması gereken bir aktör olarak görüldüğünü ifade etmek gerekir.  >

Eski Şura üyesi ve “Gulf Council for Foreign Relations” adlı araştırma merkezinin başkanı olan Şii asıllı Dr. Mansoor Al-Arayedh ise Türkiye-Bahreyn ilişkilerinin olumlu bir şekilde geliştiği, Bahreyn’in dış politikada Türkiye’yi örnek almaya çalıştığını; çünkü Türkiye’nin tüm ülkelerle dengeli bir ilişki içinde olmayı başardığını, bunu yaparken ilişkilerini de geliştirebildiğini belirtmektedir. Türkiye’nin iç politikada da farklı unsurlar arasında dengeli bir ilişki içinde olduğunu özellikle İslami kesimlerin sisteme katılımında başarılı olduğunu, bu konuda Türkiye’nin deneyimlerinden sadece Bahreyn’in değil tüm Arap ülkelerinin faydalanması gereken önemli deneyimler olduğunu ifade etti. Türkiye-İran ilişkilerinin olsun Türkiye-Suriye ilişkilerinin olsun, Türkiye’nin diğer ülkelerle ilişkilerine paralel bir şekilde gelişmeye devam ettiğini ve bunu bir Bahreynli olarak olumlu bulduklarını ifade etmiştir.

Toparlayacak olursak Türkiye-Bahreyn ilişkilerinin son dönemde ciddi bir şekilde gelişme gösterdiğini, Bahreynlilerin Türk dış politikasına bakışlarında geçmiş yıllarla karşılaştırıldığında önemli bir değişim geçirdiğini ve Türkiye’nin bölgesel politikalarda dikkate alınması gereken bir aktör olarak görüldüğünü ifade etmek gerekir. Bahreyn, diğer komşu rejimlerden farklı olarak mezhepsel gerginliğin en üst düzeylerde yaşandığı bir ülke olmasına karşın hem Şii hem de 



Katar’ın Ortadoğu’da izlediği aktif siyasetin Türkiye’nin çizgisiyle paralel olması, ikili ilişkilerin güçlenmesini kolaylaştırıyor. Resimde Katar Emiri’nin Lübnan ziyaretinde kendisine teşekkür eden Şii aileler görülüyor. 

Sünni kesimin Türkiye algısının olumlu olduğu dikkat çekmektedir. Türkiye’nin Filistin sorunu başta olmak üzere, Irak konusundaki politikaları, İran ve Suriye ile ilişkiler ve son olarak Körfez İşbirliği Konseyi ile kurduğu diyaloğun tüm Bahreynlilerin Türk dış politikasını olumlu şekilde desteklemesinde rol oynadığı görülmektedir. 

Katar’daki Türkiye Algısı Ve Türkiye İle İlişkilere Bakış Bölgenin ekonomik olarak en gelişmiş ülkelerinden biri olan Katar Ortadoğu’da izlemiş olduğu denge siyasetiyle dikkatleri üzerine çekmeyi başarmış bir ülkedir. Doğalgaz itibariyle dünyanın üçüncü büyük rezervine sahip olan Katar’da kişi başına düşen milli gelir 20 bin dolarların üzerindedir. 

Türkiye’de de temsilciliği bulunan Al Jezire gibi hem Arap hem de dünya kamuoyunda önemli bir etkiye sahip olan bir kanalın doğrudan yönetim tarafından finanse edilmesi Katar’ın çok yönlü dış politikasına bir örnek teşkil etmektedir. Bir yandan ülkesinde Amerikan askeri üslerine yer verirken diğer yandan da İran ve Hamas gibi aktörlerle iyi diyalog kurma çabası Katar’ın bölgesel dengelerde önemini artırmaktadır. 

1 Milyar Doların üstünde dış ticaretimizin bulunduğu ve yaklaşım 8 milyar dolarlık Türk yatırımcılara iş imkanı sağlayan Katar’daki Türkiye algısının oluşmasında rol oynayan bir diğer unsur ise Katar’ın çok yönlü dış politika anlayışıdır. 
Katar’ın ekonomik gücünün giderek artması ile zaten önemli bir ekonomik merkez haline gelmesi, aynı zamanda Katar’ın Körfez bölgesinde hem bir medya merkezi hem de bir kültür merkezi olarak öne çıkmasına yol açmaktadır. Katar’ın dengeli bir politika izlemesinin hem bu niteliğinden hem de İran’a yakın olması, Arap ülkeleriyle yoğun temasının bulunması ve güvenlik ve benzeri nedenlerle ABD ile de yakın ilişkiler içinde olmasından kaynaklandığını ifade dilmektedir. Türkiye’de söz konusu denklemde önemli bir aktör olarak görülmektedir. 

Bu çerçevede Katar’daki Türkiye algısının oluşmasında farklı bazı unsurların belirleyici bir rol oynadığını belirtmek gerekir. Bunlardan birincisi tarihsel ilişkilerdir. Nitekim 1916 yılına kadar Osmanlı askerlerine ev sahipliği yapan Katar ile tarihten gelen sorunların bulunmayışı Türkiye-Katar ilişkilerinin toplumsal düzeyde geliştirilmesinde olumlu bir katkı sağlamaktadır. İki ülke ilişkilerini etkileyen bir diğer unsur ise son dönemde bölgede yaşanan sorunlar ve Türkiye’nin bu sorunlar karşısında izlediği politikalardır. Bunların başında ise Filistin sorunu ve İran’la ilişkiler gelmektedir. 2009 başındaki Gazze Savaşı sırasında Türkiye’nin izlemiş olduğu dış politika, ardından gene Filistin sorunu bağlamında Davos olayları sonrası Türkiye’nin Katar’daki imajının en üst noktaya ulaştığı ifade edilmektedir. Dolayısıyla Katar’daki Türkiye imajının oluşmasında 
Filistin sorunu karşısında izlenen dış politikanın birincil derecede en azından kamuoyu algısının oluşmasında rol oynadığı ifade edilmektedir. 

Bu bağlamda Dr. Liga Mekki ile yapılan görüşmede Türkiye-Katar ilişkilerinin gelişmesinde öne çıkan vurgu Türkiye’nin dengeleyici rolü olmuştur. Bölgedeki güç boşluğundan söz eden Mekki’ye göre ABD’nin burada uzun süre kalamayacağına göre bölgedeki güç boşluğunun bir şekilde doldurulacağını ancak bunun Türkiye tarafından doldurulmasının Katarlılar tarafından istendiği ifade edilmiştir. 

Türkiye bölgesel politikalarında tarafların hiçbirisini dışlamamaya özen göstermesinin çok ilginç bulunduğunu belirten Dr. Mekki, bunu bölgede bir başka ülkenin yapamadığını zira bölge ülkelerinin mutlaka birbirleriyle bir sorunları olduğunu ve bir çok konuda ortak bir politika ve konuşma zemini bulamadıklarını, bunu en iyi yapanın Türkiye olduğuna ifade etmektedir. Bu olgulardan hareket edildiğinde Katar’ın Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirmek istediğinin doğal bir olgu olduğunu belirtmektedir. Irak’ın toprak bütünlüğünü destekleyen Türkiye’nin bu politikasının Katar’da çok ilgi uyandırdığını ve desteklendiğini ifade eden Mekki, Türkiye’nin zaten Sunni gruplar arasında çok popüler olduğunu dolayısıyla tüm taraflara yönelik çok yönlü ilişkilerini geliştirmesinin çok yararlı olarak görüldüğü nü belirtmektedir.8 
Türkiye-Katar ilişkilerine yönelik olarak sağlıktan, eğitime, siyasetten ekonomiye, kültürel ilişkiden entelektüel ve akademik ilişkiye kadar her alanda işbirliğinin geliştirilebileceğini Türkiye’de bütün tarafların katılımıyla gerçekleştirilecek toplantıların daha sık yapılmasının gerekliliğine değinen Mekki, bunun bölge halkının ve etkili aktörlerin Türkiye’yi daha yakından tanımasına yol açacağını ifade etmektedir. Ayrıca Türkiye’nin bölgede daha etkili rol almasının yalnızca Katar değil tüm bölge halkı tarafından arzu edildiğini ve artık hiç bir aktörün Türkiye’nin bu denli etkili olmaya çalışmasını geçmiş imparatorluk dönemine geri dönme isteği olarak yorumlamadığını ifade etmesi dikkat çekicidir. 

Türkiye’nin Katar’daki imajına yönelik olarak El Arab gazetesinden ve yönetime yakın isimlerden Abdulaziz el Mahmut da Türkiye’nin Körfez ülkeleri açısından kabul edilebilir tek ülke konumunda olduğunu, gelinen noktada Türkiye’nin bölgesel bazı sorunların çözümünde askeri güç dahi kullansa hiçbir ülkenin buna karşı çıkmayacağını, Türkiye’nin iyi niyetli ve samimi politikalarından artık kimsenin kuşku duymadığını ileri sürmektedir. Ancak bu noktada Katar’daki Türkiye algısının oluşmasında Türkiye’nin İran karşısında dengeleyici bir ülke olarak görülmesinin etkili olduğu belirtmek gerekir. 

Dolayısıyla kamuoyundan farklı olarak yönetimde ve yönetime yakın kanaat önderlerinde güvenlik temelli bir Türkiye algısının olduğu görülmektedir.9 


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

15 Mayıs 2020 Cuma

KÖRFEZ ÜLKELERİNDE NÜFUS DENGESİZLİĞİ VE GÜVENLİK SORUNU BÖLÜM 2

KÖRFEZ ÜLKELERİNDE NÜFUS DENGESİZLİĞİ VE GÜVENLİK SORUNU  BÖLÜM 2



Bu rakamlar aracılığıyla yabancı işçi veya ikamet sahipleri ile nasıl başa çıkılacağı konusunda net bir vizyon olmadığını görülür. Körfez bölgesindeki vatandaş olmayanların ülke nüfusuna oranı %35 ile %90 arasında değişmektedir. Yabancılar ve vatandaş olmayanlar Körfez bölgesinde aşırı bir yabancılık durumunda yaşıyor olması, çok etnikli ve kimliksiz bir toplum oluşmasına neden olmuştur. Onları bir araya getiren tek şey, yerli üreticinin gelişmesi, belirsiz
tüketim ve İngiliz dilidir (Al-Ĥarif, 2012, 5-14).

Körfez ülkelerinde sürekli ikamet karşılığında gayrimenkul projesinin temel amacı, bölgedeki ekonomik kârları ve sermayeleri harekete geçirmek olmasına rağmen, gerçek toprak üzerindeki fiziksel gelişmeler bu gayrimenkul projelerinin bir yan ürünü olarak yeni bir toplum oluşturma yönünde hareket etmektedir. 

Bu durum; çalışma, eğitim ve yönetimde anadilin değiştirilmesine kadar ulaşmıştır. Daimi ikamet karşılığında mülkiyet politikasını izleyen dört Körfez ülkesinde İngilizce dili Arapçadan daha fazla kullanılmaktadır (yani Arapça ikinci dil durumuna düştü). Birleşik Arap Emirlikleri’nde Hintliler nüfusun %42,5’ini
oluştururken, Araplar (vatandaşlar ve vatandaş olmayan beraber) sadece %28’ini oluşturmaktadır (Al-Ĥarif, 2012, 3-11).

Yabancılar, Konsey Ülkelerinin nüfusu büyük bir bölümünü oluşturmaktadır. Ancak medyada onlara pek değinilmez. Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerinde son yıllarda Yabancıların sayısı büyük artış göstermiştir. Onların yıllık nüfus artı oranı, vatandaşların yıllık nüfus artış oranından en az iki kat daha fazladır. 2000 yılında vatandaş olmayan nüfus yaklaşık 10 milyon iken, 2010 yılında ise 22 milyona ulaşmıştır. Dört konsey ülkesinde (Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Katar ve Kuveyt) nüfusun çoğunluğunu vatandaş olmayanlar oluşturur oldu.

Öte yandan Yabancılar, işgücünün büyük bölümünü oluştururken iş gücündeki payları gittikçe artmaktadır. Örneğin Birleşik Arap Emirlikleri’nde işgücü toplamındaki oranları 2010 yılında %95’e ulaşmıştır. Bunlar özel sektördeki çalışanların %99,5’ini oluştururlar. Bunlar özel sektörde yoğunlaşmış olmakla birlikte kamu sektöründeki oranları %50’ye hatta daha fazlaya ulaşmaktadır (UAE, 2012, medya).

Yabancı işçiler, vasıfsız ve düşük ücretli olarak nitelenmektedir. Vasıfları sınırlı olan veya vasıfsız olanların oranı üçte ikiye ulaşmaktadır. Çok vasıflı ve vasıflı olanların oranı ise üçte birdir. Özel sektörde ise vasıfları sınırlı olan veya vasıfsız olanların oranı %70’ten fazladır.

Meslek açısından proje yürütücüleri, uzman ve profesyonel gibi yönetici pozisyonunda olanların oranı 2009 yılı için %15-16’yı geçmez idi. Oysa normal meslekte çalışanlar ve satış işleriyle uğraşanların oranı, çalışanların yarısından fazlasına ulaşmaktadır. Ekonomik faaliyet açısından iş gücü kullanımı, inşaat sektöründe yoğunlaşmıştır (%55). Bunu %13-14 oranla imalat, %10-11 oranla da perakendecilik takip etmektedir. İş gücü piyasasında karşılaşılan sorunlardan biri “Yetenekli gurbetçilerin iş bırakma oranlarının yüksek oluşu, bir diğer ifadeyle toplam işçi oranından vasıflı işçi oranlarının eksilmesi dir. Yukarıdakilere ek olarak, kefil yasası iş gücü piyasasının etkinliğini ve vasıflı iş gücünün Körfez bölgesinde kalmasını olumsuz olarak etkileyen başlıca engellerden
sayılmaktadır.
Kısacası emekçi vatandaşlar öncelikle kamu sektöründe yoğunlaşmaktadır ve bunlardan iş gücü piyasasında kadınların katılımı zayıftır. Erkekler ise erken yaşta işten ayrılmakta ve üretim genellikle düşük olmaktadır.

Körfez emekçileri için örnek olarak Katar’daki yerel emekçilere bakıldığında iş gücünün niteliği ve boyutunda meydana gelen değişiklikler dolayısıyla iki önemli noktaya değinmek gerekir:

Denizcilik mesleğinde çalışan ulusal iş gücünün büyük bir bölümü petrol şirketinde çalışmaya yöneldi.

Petrol şirketinde çalışmaya yönelen ulusal işgücü, nitelik ve nicelik bakımında iki özelliği ile ayrıldı. Sayı bakımından az olması yönünden petrol sektöründeki işgücü talebine denktir. Öte yandan ise bu sektörde çalışmak için yeterli bilgi ve tecrübeye sahip değildir. Bu yüzden teknik olmayan düşük ücretli işlere odaklandı.

Ulusal petrol sektöründeki işgücü paylaşım hacminde meydana gelen değişikliğin üzerinde bu iki özelliğin etkisi görülmektedir. İmtiyazlı aşamasında (yirminci yüzyılın otuzlu yıllarının ikinci yarısı) oranları %80’i aşmış olmasına rağmen, arama ve çıkarma aşamasında (kırklı yılların ikinci yarısı) düşüş kaydetti. 1947 yılında %66’ya, sonra 1950 yılında %60’a ve nihayet 1960 yılında %51’e düştü. Bu aslında, bir taraftan petrol şirketindeki genişleme sonucunda iş için gelenlerin artmasından, öte yandan ise ulusal çalışanların karşılamaya yeterli olmadığı teknik ihtiyaçtan kaynaklanan bir düşüştür (Al-Raşid, Al-Anizan, 2012, 15).
Körfez Ülkeleri az nüfusa sahiptir, yüksek büyüme oranlarına rağmen, ancak, kalkınma planları ve refah politikaları çalışanlar için artan bir talep oluşturmuş tur. Bunun kısa ve orta vadede yerel olarak karşılanması mümkün değildi. Şüphesiz Körfez ülkelerinin her birsinin nüfus orunları ile ilgili politikaları ve yerel organları vardır. Geçen yüzyılın yetmişli yıllarının ortalarından itibaren bu politika, vatandaş olmayanların nüfusun siyasi, güvenlik, ekonomik ve sosyal risk oluşturması korkusuna rağmen, kalkınma planları ve sosyal refah tarafından
oluşturulan işgücü talebini karşılamak için yabancı işgücü getirerek esnek davrandı.

Körfez ekonomilerinin doğası, kalkınmanın hızlandırılması ve deneyimler diğer gelişimine göre kısa sürede yaşam ve refah standardı yükseltmek amaçlı kalkınma planlarının olmaları nedeniyle ve nüfusun az sayıda, ekonomilerinin geri kalanına kıyasla ve işgücü sıkıntısı sebebiyle Körfez İşgücü piyasaları bazı özellikler kazandı.

-Geçmiş yıllarda, yabancı iş gücü talebi artışı.
-Ulusal ekonomilerin hazmetme kapasitesinin genişlemesi, yabancı işgücünün sayısını azaltmak için tarihi direnci ve sürekli yüksek oranlarda "bağımlılığı" ekonominin birçok sektördeki varlığının artması.
-Vatandaşların çoğunluğunun genel refah düzeyinin yükselmesi ve bu nedenle kişisel ve ev hizmetlerindeki emek için başka türden bir isteğin ortaya çıkması.
-Büyük bir emeğin arz ve talep arasındaki uçurum ancak kısa ve orta vadede, yabancı iş gücü getirerek giderilebilir.
-Çoğunlukla kamu sektörü lehine kamu sektörü ve özel sektör arasında bir ücret uçurumun varlığı.
- Çoğunlukla vatandaşların yararına vatandaşlar ve vatandaş olmayanlar arasında bir ücret boşluğunun varlığı.
- Çoğunlukla vatandaş olmayanların lehine, vatandaşlar ile vatandaş olmayanlar arasındaki becerilerde bir boşluğun varlığı.
- Çoğunlukla vatandaş olmayanların lehine vatandaşlar ile vatandaş olmayanlar arasındaki iş etiği ve değerlerinde bir boşluğun varlığı.

Nüfus dengesizliği göstergelerinden bazıları:

Ortalama yaş ve nüfusun cinsiyeti de dâhil olmak üzere Yabancı vatandaşlardan kaynaklanan demografik dengesizlik, işgücü ve işsizlik oranlarıdır. Körfez ülkelerinde demografik dengesizliği vurgulayan göstergeler:

1. Milliyete göre nüfus dağılımındaki eşitsizlik (vatandaşlar/ vatandaş olmayanlar).
2. Diğer yaş gruplarına göre bazı yaş gruplarında nüfus piramidi şişkinliği.
3. Gelen işçilerin bir sonucu olarak, kadın nüfusuna oranla erkek nüfusunun kalitatif bileşim içinde büyük artış göstermesi.
4. İşgücünün büyük bir kısmı üzerinde olmayan vatandaşların, toplam nüfusun oranını aşması.
5. Vatandaş olmayanlara kıyasla vatandaşlar arasındaki yüksek işsizlik oranları (gençler).

1-Milliyet(vatandaşlık) esasına göre nüfus dağılımında eşitsizlik:
1994 yılında vatandaş ve yabancıların istatistiksel nüfusuna göre Bahreyn'de yabancıların nüfusu % 32 artarak yaklaşık 180 bine ulaşmıştır. Katar devleti,690 bin kişilik toplam nüfusunun yaklaşık 540 bin yabancı ile oranı % 78'e çıkmıştır. 2010 yılında ise bu oran % 87’ye yükseldi. BAE’de ise %76 oranla (1.750.000 kişilik nüfus) yaklaşık 2.310.000 kişiye yükselip 2010 yılında ise % 90’a ulaşmıştır (Al-Raşid, Al-Anizan, 2012, 23). Kuveyt'te 2.273.000 kişilik toplam nüfusun %65’ten fazla oranla 1.475.000 kişiyi yabancılar oluşturmaktadır. Suudi Arabistan yaklaşık 4.600.000 kişi ile %31’e ulaştı; Umman Saltanatında 2010 yılında %30’u geçip İşbirliği Konseyi ülkeleri arasında oranı en azı olan ülkedir. (Tablo 5’e bakınız)

Tablo 5: Konsey Ülkelerinde Yıllara Göre Vatandaş Olmayanların Oranı (%)

2- Yaş yapısındaki dengesizlik

Belirli yaş gruplarında yaş yapısındaki doğal olmayan dengesizlik kastedilmektedir. Özellikle çalışma çağındaki20-55 yaşlarında bulunan gruplar ve özel olarak 25-45 kategorisinde olanlar sayısal bir çoğunluk gösterir. Bu da nüfus piramidinde genişlemeye yol açmaktadır.

Konseyi ülkelerinde yabancıların genç erkek oranında bir artışa yol açmıştır. Yaş yapısında belirgin şekil bozukluğu meydana gelmiştir ve bu bozulma ülkeler arasında farklılık göstererek Katar ve BAE gibi bazı ülkelerde artmakta, Umman ve Suudi Arabistan gibi bazı ülkelerde ise daha az belirgin olarak görülmektedir.(Grafik 1’e bakınız)


Grafik 1: Katar’ın Nüfus piramidi (2010).
Kaynak: Katar Nüfus Sayımı Sonuçları.

3. Cinsiyet yapısındaki dengesizlik:

Nüfusun cinsiyet bileşimindeki dengesizlik ile ilgili demografik dengesizlik, Körfez İşbirliği Konseyinde yabancı işçilerin varlığı nedeniyle yüksek oranda ortaya çıkmıştır. Ayrıca erkeklerin sayısının kadınların sayısının üç katı olduğu İşbirliği Konseyi ülkelerinin çoğunda orta yaş grubunda özel bir şekilde görülmektedir. Bu durum, cinsiyet yapısında dengesizlik oluşturmaktadır.

BAE ve Katar’da erkek sayısının ortalaması her 100 kadına karşı 200 erkekten daha fazladır. Hatta bu sayı bazen 312’ye bile ulaşmaktadır. Bu da bazı ülkelerde, en azından bu iki ülkede, erkekler kadınların iki katı olduğu anlamına gelmektedir. Kuveyt devleti bir alt düzeyde olsa da bu durumdan pek farklı değildir. Ama durum Bahreyn, Umman ve Suudi Arabistan Krallığı’nda daha az şiddettedir. S. Arabistan’da cinsiyet oranının düşük olması, belki de Arap
çalışan oranının yüksek olmasına dayalıdır. Bunların çoğu kendi aileleriyle birlikte
geldiklerinden, buradaki cinsiyet dengesizliğini azaltmaktadır. Oysa İşbirliği Konseyinin diğer ülkeleri, Asya’dan gelen ve çoğunluğunu bekâr erkeklerin oluşturduğu işçilere dayanmaktadır (Grafik 2’ye bakınız).


Grafik 2: Dünya ve Konsey Ülkelerinde Cinsiyet Oranı 2010.

4. İş gücünün Bileşimindeki Dengesizlik:

İş gücünün bileşimindeki dengesizlik, vatandaş olmayanların, iş gücünün çoğunun kontrolünü ellerinde bulundurmasından kaynaklanmaktadır. Bunların toplam nüfus içindeki oranı ağır basmaktadır; bu da toplam iş gücün vatandaşların oranında bir düşüşe yol açmıştır. Bu bağlamda bazı çalışmalar Körfezdeki iş gücünün oluşumunu göstermektedir.

Örneğin, Kuveyt Devletinde 1998 yılında 252 bin kişi işçi oranındaki toplam iş gücünün sadece % 17’sini Kuveytliler oluşturmaktadır. Bu da yabancıların genel olarak toplam iş gücünün % 82’den daha azını temsil etmediği anlamına gelmektedir. Son yıllarda Kuveyt’te yabancı işçilerin oranı artış gösterdi. 2007 sayımına göre Kuveyt Devleti iş gücünün hacminde Kuveytli olmayanların oranı %85’e ulaştı (Al-Raşid, M. Al-Anizan, Abd. 2012 s. 17, 18. 22).

Konseyi Ülkelerindeki en önemli demografik benzerlik, toplam işgücü oranında vatandaşlık istihdamının küçük bir bölümü oluşturmasıdır. Böylece, yabancı işçilerin, işgücünün büyük bir kısmını temsil etmektedir. Suudi Arabistan ve Umman gibi İşbirliği Konseyinin altı ülkesinde, ekonomik faaliyetlerin bütün sektörlerinde işgücünün %50den daha fazla bir oranına ulaşmaktadır. Katar, BAE ve Kuveyt12 ise bu oran %85’in üzerindir13.

Konsey ülkelerine olan göç, genel olarak yarım ada dışından genel olarak da Asya’dan gelmektedir. Örneğin Katar devletinde Hindistan’dan gelenlerin oranı yıllar boyunca yaklaşık % 40’ın altına düşmemiştir. Toplam iş gücünde egemen olan Asyalı iş gücü %70’i oluştururken, onun hemen akabinde Arap iş gücü de yaklaşık %22’sini oluşturmaktadır 14.

Ülkeler bazında ise Umman Sultanlığı toplam iş gücünde çalışanların %92-93’ünü Asya’dan karşılamaktadır. Birleşik Arap Emirlikleri %87, Bahreyn Krallığı %80, Kuveyt %65, Suudi Arabistan %60 ve en son olarak da Katar devleti %45 oranla onu takip etmektedir.

Çalışmaların büyük çoğunluğu, geçen yüzyılın yetmişli yıllarından günümüze kadar Asya işgücü karşısında Arap işgücünün düşüşe geçtiğini işaret etmektedir. Konseyi ülkelerinde, Asya işgücü istihdamının Arap işgücüne tercih edilmesinin en önemli nedenleri:

Asyalı işçilerinin ücretlerinin düşük düzeyde olması; ayrıca Asyalı işçilerin itaatkâr olması, çalışma koşullarına daha fazla tahammül etmesi ve çeşitli iş hizmetlerinin performansında üstün olmasıdır.

Yurt dışından gelen işçilerin çalıştırılması Çalışma Bakanlığı tarafından denetlenen bir plan ile gerçekleşmektedir. Ancak burada ücret ve işçi akını içeren piyasa mekanizmasının hızlı olması açısından, özel sektöre bırakılmıştır.
Bunun yanı sıra Asya ülkelerinde faaliyet gösteren kurumların varlığı, binlerce Asyalı işçinin istihdamına yardımcı olmuştur. Konsey ülkelerindeki bazı büyük inşaat projelerinin uygulanmasına, on binlerce Asyalı işçinin getirilmesine ve kampların kurulmasına neden olmuştur.

On dokuzuncu yüzyıldan beri Hindistan ve diğer Asya ülkelerinden Konsey ülkelerine bir işçi göçü vardı. Bu yüzyılın başında İran'dan da göç oldu. Körfez devletleri, belirli bir milletin siyasi ağırlığını hafifletmek amacıyla gelen işçilerin çeşitli oluşunu arzuluyordu.

Konsey ülkelerinde endüstriyel işletmelerde, uluslararası otel işletmelerinde, bankacılık ve ekonomik faaliyetlerin diğer türlerinde istihdam yayılmaktadır.

5 -vatandaşlar arasında işsizlik oranları

Ucuz işgücünün artmasıyla birlikte, Körfez ülkelerinde işgücü piyasasında yabancı işçilerin payı da artmıştır. Hatta konu bu durumu da aşarak bazı ülkelerdeki vatandaşlar arasında işsizlik oranlarının yüksek oluşunun sebebi olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle gençler ve üniversite mezunları da işsizlik listesine katılarak işgücü piyasasına giren gençler arasında zirve yapmaktadır.
Konsey ülkelerinin çoğunda işgücü piyasasında işsizlik derinleşmekte ve sürekli büyüyerek artış göstermektedir. Konsey ülkelerindeki nüfus dengesizliğinin aslı, petrol çıkarma ve ihracat sonucunda, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel etkilerinin bir kombinasyonunun sonucu olarak işgücünün niteliği ve boyutundaki değişikliklere dayanmaktadır.

Konsey ülkelerinin nüfus stratejisinin genel çerçevesi:

-Nüfus ve kalkınma arasındaki ilişkinin önemi, gelişme hâlâ yabancı işgücüne dayanmakta, nüfus yapısındaki dengesizlik uzun vadede, kalkınma planları ve hedeflerini engelleyen tüm nüfus dengesizlikleri ortadan kaldırması, sosyal ve ekonomik hızlı değişimlerle birlikte nüfusun konusunu zorlaştırmaktadır ve gerçekliği anlatan nüfus politikalarının geliştirilmesini gerektirmektedir.
Bu çalışmada bazı hedefler saptandı. 
Bunlar :
- Bir yandan demografi ile işgücü arasında denge sağlamak; öte yandan nüfus ile mevcut kaynaklar arasında denge sağlamak; dengeli kalkınmayı gerçekleştirmek ve şehirlere göçü azaltmak.
- Beşeri sermaye ve eğitim sisteminin geliştirilmesi, en uygun kullanımın geliştirilmesi, ulusal iş gücünün ve iş gücü piyasasının tam istihdamı, vatandaşların ekonomik katılım oranlarında artış sağlamak ve kadınlar için yeni iş alanları açmaktır.
- Yabancıların yerine vatandaşların getirilmek, üretken istihdam olanakları ve ulusal iş gücü için cazip ve uygun ücretleri oluşturulmak; Konsey ülkeleri arasında Körfez iş gücü hareketini kolaylaştırmak.
-Nüfus istatistikleri ve iş gücü piyasası verilerin geliştirilmek, bu verileri sürekli olarak belgelenmek, geliştirmek ve güncellemek; ilgili müfredat ve terminolojiyi standart hale getirilmelidir.
- Nüfus ve demografi, kentsel büyüme ve iç göç, insan kaynakları gelişimi, annelik, çocukluk ve aile stratejisi hedeflerini belirlenmesi. 

Uygulama mekanizmalarını konsey ülkelere bırakıldı. Her devlet, kendi nüfus siyasetine uygun olanı alır, izlenebilir ve değerlendirilebilir hedefler için programlar geliştirir; her üç yılda bir defa Konsey ülkelerinin temsilcileri için toplantı düzenlenir; bu toplantıda nüfus politikaları ve sorunlar ile ilgili alanlarda değişim ve koordinasyon başarıları ve deneyimleri araştırılır.
Strateji, (Stratejik eksene ulaştıran diğer stratejik hedefler içinde) "nüfus ve iş gücünün meseleleri" temel konularının hedefini belirledi. "Nüfus ve insan kaynakları konularında kapsamlı bir tedaviye ulaşmak; konsey işgücünün nüfus yapısı ve kompozisyon dengesizliğini onarmak; nüfusun homojenliği ve konsey ülkelerinde verimliliğin artışı için, Aşağıdaki stratejileri belirlemiştir:

- İnsan gücünü geliştirmek ve verimliliği yükseltmesi gerekir.
- Yabancı iş gücü yerine ulusal iş gücü kullanılması.
- İş gücü piyasasında kadınların olanaklarının artırılma politikalar izlenmeli.
- Özel sektörde çalışmak için ulusal iş gücünün çalışma ve ücretine teşvik politikalarının uygulanması.
- Eğitim ve öğretim sistemlerinin geliştirilmesi.
- Üreten iş gücünde iş ve ahlak değerlerinin aşılanması gerekir.
- Ulusal insan gücü çalıştırmak için özel sektörün teşvik edilmesi ve ulusal iş gücüne kariyer fırsatları verilmesi.
- Yabancı iş gücü ve nüfus ortak komisyonunun kurulması gibi politikaların geliştirilmesi gerekir.

Nüfus ve Güvenlik sorunları:

Nüfus yapısı ve özellikleri, ülkeden ülkeye ve toplumdan topluma farklılık gösterir. Sadece yaş ve cinsiyeti yapıları ya da vatandaş ve vatandaş olmayanlar değil. Ancak bir toplumun, faaliyetleri, sayıları, oranları, inançları ve değerler ile politik, sosyal, kültürel, ekonomik ve güvenlik özellikleri ülkeden ülkeye göre değişir. Bu açıdan bakıldığında, toplam nüfus içinde vatandaş olmayanların sayısındaki artış, özellikle nüfus oranının ulusal güvenlik üzerindeki
etkilerinin araştırılması gerekir.

Demografik ve Ulusal Kimliklerdeki Dengesizlik:

Çağdaş ulusal kimliklerin tarihi, medeniyet, kültürel, etnik ve dini boyutları ve özellikleri vardır. Yine çağdaş siyasi, toplumsal ve ekonomik boyutları ve özellikleri de vardır. Ulusal kimlik, yapı kooperatifleri ve modern devletlerin önemli bir konusu, varoluş duygusu, kültürel ve ahlaki mükemmelliği sayılmaktadır. Birey, toplum, sosyal sınıflar ve gruplar, devlet ve toplum kurumları, ulusal kimliği koruyucusu sayılırlar.

"Körfez" kimliği, Arap ve İslam kimliğine dayanır. Arap Yarımadası’nda coğrafi, tarihsel ve kültürel olarak antik ve modern toplumlarla bağlantısı olan bir arka planı vardır. Karakteristik bazı kentsel ve kırsal tarım alanlarında ve kıyılarda istikrara dayalı geleneksel medeniyet ile göçebelik özelliği dengelidir. Akrabalık ve kabileye dayalı güçlü bir sosyal uyum ile karakterize edilmiştir.

Bu nedenle, Konsey ülkeleri, bu demografik dengesizliği gidermek için uzun vadeli bir planın geliştirilmesi ihtiyacını kavramıştır. Buna göre yabancıların yerine Körfez vatandaşları yavaş yavaş getirilecektir. Böylece başarının sağlanması için özel işlerde yabancıların çalışmaları sınırlanacaktır.
Bunun yanı sıra kadınların iş gücüne katılımının artmasının sağlanması; vatandaşların üretken sektörlere ve profesyonel iş yapmaya teşvik edilmesi; konsey ülkeleri arasında daha fazla ekonomik ve sanayi entegrasyonun oluşturulması; Körfez işgücü arasındaki hareketliliğe yönelik kısıtlamaların kaldırılması ve özellikle son yıllarda ailelerin ve hükümetlerin endişe
verici sorunlarından olan genç işsizliğe (erkek ve kadın) daha fazla çözümler üretmek amaçlanmalı.

Yüksek bir ekonomik büyüme oranını oluşturmak için fırsat sağlamak ve halkın yaşam standardını artırmak amacıyla Konsey ülkelerinin bu yıllarda demografik penceresinden yararlanması gerekir.
Bu fırsattan yararlanmak için iş gücünü geliştirme çalışmaları ve alansal yönlendirme planları olursa bu durum gerçekleşir. Konsey ülkelerdeki nüfus sorununa dikkat edilmezse, son yıllarda nüfus artışının çalışma çağındaki yaş gruplarının lehine yayılmaya başlayacağı görülecektir.
Bu devletlerin hesaba katması gereken örneklerden birisi de Haiti devleti örneğidir. On sekizinci yüzyılın sonunda, başta Haiti olmak üzere Karayip adaları, şekeri ihraç etmesi nedeniyle dünyanın en zengin bölgelerinden biri idi. O günlerde şeker, günümüzdeki petrol rolünü oynuyordu. Böylece Haiti, sömürgeciler ile yatırımcıların odak noktası oldu ve mal üretimi ile büyük kâr sağladığı için küresel bir merkez haline geldi.

Ama aşırı zenginlik ve yerli üretimin yüksek oranına rağmen, Haiti, ekonomik bileşiminde gelişmiş değildi. Küresel pazarın ihtiyaçlarını karşılayan ana maddelerden birine tamamen bağımlı idi. Küresel ekonominin gelişmesi, yeni ve çeşitli ürünlerin ortaya çıkması ve şekerin ekonomik temel olma rolünü kaybetmesiyle birlikte, Haiti ve Karayipler bölgesinde şartlar kötüleşti ve üretim ortadan kalktı. Haiti günümüzde dünyanın en fakir ve en sefil ülkelerinden
biridir.

Sonuç olarak;

Bütün bu nedenlerden dolayı, Körfez ülkelerinde, ekonomi kaynaklarını genişletilmesi, tarımı çeşitlendirerek, enerji ve su gibi kaynakların israfını azaltması, çeşitli sanayi kuruluşları kurup mevcut ucuz enerjiden yararlanarak, küresel ortaklıklara girip büyük kurumlardan hisse alarak, ucuz enerjiye dayalı imalat sanayisini geliştirilmesi gerekmektedir.

Ayrıca turizm ve turizm kaynaklarını geliştirip insana dayalı bir kalkınma modelinin oluşturulmasıyla tek bir ürün olan petrol bağımlılığından kurtulmak için çalışmaların yapılması gerekir.

Buna ek olarak ekonomik yapılarda bir dengesizliğe yol açmadan ulusal istihdama güvenme ve şirketlerin ucuz işgücü sağlama girişimlerine zarar vermeden ve mümkün olduğunca yerli emekçi istihdam etmeye yönelik adımlar atılmalıdır.
Bunun karşılığında, teşvikler ve ayrıcalıklar sunularak vatandaşların çalışması özendirilmeli, bunun yanı sıra gerekli eğitim sağlanmalı ve kendi kendine hizmet eden bir toplum oluşturmak için serbest meslek kültürü tanıtılmalıdır. Kamu ve yüksek öğretim sisteminin iyileştirilmesi ve kayırmalardan uzak kalmak için iş adamları, eğitimciler ve medyanın çabalarından yararlanılması gerekir.

Nüfusun yaş yapısındaki bu değişim, ekonomik büyüme için bir fırsat yaratabilir. Yeni bir şekilde ele alınmazsa nüfus sorununun sonuçları olumsuz etki yapabilir. Bu durum işsizliğin artmasına, emek, göç ve dolayısıyla sosyal ve ekonomik sorunların artmasına yol açabilir.

Bu ülkelerde gelir kaynaklarını çeşitlendirmek için başka alanlarda yatırımların
yapılması, sorunlara pratik çözümler bulunması, gençler arasında işsizliğin önlenmesi, petrol gelirlerine alternatif gelir bulunması, ülke içinde petrol tüketiminin ve israfının azaltılması ve bunun gibi bir dizi zayıf noktalara çözüm yolu bulunması gerekmektedir.


KAYNAKÇA

Abbas BelKasem, Albetale fi Duvel AlĤalij, (Körfez Ülkelerinde İşsizlik) 2012.
Al-A’skeri, Suliman, İktila’ Al-Cuzur ve Tenmit Al-Daya, Ala’rabi Dergisi, Ekim ayı, sayı
647, Kuveyt, 2012.
Al-Ĥarif, Reşuud, Al-tagayurat Al-Demografiye ve Al-Ĥalel Fi Al-Terkibe Al-Sukkaniye
Fi Duvel Meclis Al-Teavin Al-Ĥalici, (Körfez Ekonomik İşbirliği Konsey Ülkelerinde Nüfus
Değişimi ve Nüfus Bozuklukları), Bildiri, Umman, 2012.
Al-Raşid, M. Al-Anizan, Abd, S. A. K. Hakaik ve Arkam, 1. Baskı, Cidde, 2012.
Al-şehabi, Ömer, Siyasat Al-Tevessua Al-Akari Min Menzur Alĥalel Al-Sukkani, (Nüfus
Dengesizliği Açısında Akari Politikasının Genişletilmesi), Katar, Devha, 2012.
Al-şehabi, Ömer ve Diğerleri, Al-Halic 2013: Al-Sabit ve Al-Mutehavil, (Körfez 2013:
Sabit ve Değişkanı), Kuveyt, Kuveyt Şehri, 2013.
Avad, Mohamad ve diğerleri, Al-Tenmiye Al-Şamile ve Alakatuha Bilamen, (Kalkınma ile
Güvenlik İlişkisi) ), S.A.K, Riyad, Naif Arap Üniversitesi yayınları, I. Baskı, 1988.
Bin-İsa, Muhsin, Alamen ve Altenmiye, (Güvenlik ve Kalkınma), S.A.K, Riyad, Naif Arap
Üniv yayınları, I. Baskı, 2011.
Demographic Yearbook 2011, New York, 2012.
Dito, Mohammed, Sukan Al-Bahreyn 2010 (2010’da Bahreyn Nüfusu), Kuveyt, 2013.
El-ektisadiye gazetesi,
Kanbolat, H. Doğan, S. Ortadoğu Ülkelerine Dair İstatistikler, ORSAM Raporu No: 72, 1.
Baskı, Ankara, 2011.
Najar, Ahmed, Suuk Al-A’mel ve Al-Tahavelat Al-Dimografiye, (İş Pazarı ve Nüfus
Değişimi), Umman, Maskat, 2012.
United ArabEmirates, Abu Dhabi 2010
World PopulationProspects: The 2012 Revision, New York 2012.
http://qatar.sfs.georgetown.edu/ 2012

DİPNOTLAR;

1 Yrd. Doç. Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Coğrafya Bölümü Öğretim Üyesi
2 Körfez Arap Ülkelerinin İşbirliği Konseyi ( Ülkeleri ise; Bahreyn, Birleşik Arap Emirliği, Katar, Kuveyt,
   Umman ve Suudi Arabistan Krallığı). bazında Körfez Ülkeleri, Konsey Ülkeleri veya Körfez Arap Ülkeleri de
   kullanılmaktadır. Ancak biz bu araştırmamızda daha çok (Konsey Ülkeleri) kullanacağız.
   toplumun ve üyelerinin refahını amaçlayan hızlı ve sürekli kalkınma, bu ülkeler için tek
   seçenek olmuştur.
3 Körfez Arap Ülkelerinin İşbirliği Konseyi (Körfez Ülkeleri veya Konseyi Ülkeleri).
4 Daha önceki zamanlarda; bölge nüfusu ise bu bölgeden (Bereketli Hilal) Mezopotamya ve özellikle Levant’a
   (Bilâdü'ş-Şâm) doğru hareket edilirdiler.
5 Gurbetçi, işçi, emek gücü, yabancı ve vatandaş olmayanlar için değişik sözcükler kullanılmaktadır.
6 Oysa 1975 yılında bölgede 10,2 milyon kişi yaşıyordu ve %74 yerli idi.
7 Birleşmiş Milletler kaynaklarına göre.
8 Katar için resmi olmayan rakamlar 90’ının üstünde, BAE için daha da yüksektir.
9 Vatandaş olmayanlar için kullanılmaktadır.
10 Yıllık nüfus artış oranının vatandaşlar arasında %3,2’den %15’e yükselmesine neden olmuştur.
11 Suudi A. K.’lığı için 2010 yılında resmi rakam 27.14 milyon kişi, ancak 1 milyona yakın kaçak işçi bulunduğu tahmin edilmektedir.
12 BAE %95, Katar'da %93 ve Bahreyn ve Kuveyt’te %85’e ulaşmaktadır.
13 2006 yılında Konsey ülkeleri içinde yabancıların sayısı 14,5 milyon işçi teşkil ettiğini (bunlar işçilerin%70’in
    üstünde temsil etmektedir. Üç yıl sonra bu oran %5 artıp 2009 yılında bu oran % 75 ulaşmıştır).
14 1975 yılında Konsey ülkelerinde bulunan ve Arap ülkelerinden gelenlerin oranı %75 civarında idi.

***

KÖRFEZ ÜLKELERİNDE NÜFUS DENGESİZLİĞİ VE GÜVENLİK SORUNU BÖLÜM 1

KÖRFEZ ÜLKELERİNDE NÜFUS DENGESİZLİĞİ VE GÜVENLİK SORUNU  BÖLÜM 1





Salem Khalaf 1* 
* Yrd. Doç. Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Coğrafya Bölümü Öğretim Üyesi


Özet: 


Dünyanın çeşitli bölgelerinde birçok ülkede olduğu gibi Körfez ülkelerinde de yıllar içinde nüfus dengesizliği sorunundan dolayı sıkıntılar çekilmiştir. Körfez konsey ülkeleri adıyla anılan bu ülkelerin nüfus dengesizliği, gerek devletin siyasi sınırları içinde, gerekse o ülkenin çevresindeki ülkelere göre farklılaşmıştır.

19. yüzyılda yaşanan nüfus azlığı yanında, cinsiyet, yaş, kültür, etnik köken ve hedef (siyasi, iktisadi, stratejik, sosyal ve kültürel) dengesizliğine kadar, zamana göre sürekli devam ede gelmektedir. Örneğin Bahreyn çoğunluk itibariyle Şii iken, günümüzde Şii-Sünni oranı %50 düzeylerindedir.

Körfez ülkelerinin nüfuslanması doğal nüfus artışıyla izah edilemeyecek düzeydedir. 20. yüzyıl başında 1,5 milyon nüfusa sahip iken, günümüzde 46 milyonu aşmıştır.

Bu ülkelere, sayıları ve uyruklarına göre çok farklı işçi niteliğinde nüfus akışı olmaktadır.

Örneğin 1950’li yıllarda körfez ülkelerindeki yabancı işçi sayısı 16 bin iken bu sayı 1975 yılında 1 milyona, 2013’te ise 22 milyona ulaşmıştır. Beraberinde bölgenin karşı karşıya kaldığı siyasi kriz ve sorunların ortaya çıkma ihtimali de artmıştır. Şöyle ki eski yıllarda gelen yabancıların büyük çoğunluğunu (%75) Arap kökenli işçiler oluştururken, günümüzde bu oran gittikçe Arap işçi aleyhinde azalarak (%22) sosyal bir değişime uğramıştır. Burada doğmuş yabancıların vatandaşlık hakkından yoksun bırakılması beraberinde bazı sorunları getirmektedir. Aynı zamanda bu tarz nüfuslanma stratejisi kendi ülke vatandaşlarını yabancılar karşısında azınlık durumuna düşürmüştür. 

   Örneğin Katar nüfusunun % 87’si, BAE’nin % 90’ını, Kuveyt’in %69’unu, Bahreyn’in ise %54’ ünü yabancılar oluşturmaktadır.

Körfez ülkelerinden emeğin karşılığı olan sermayenin yurtdışına legal ve illegal yollardan çıkışı bir risk faktörüdür. Aynı zamanda bu yabancı oranındaki artışlar yıllara göre suç oranlarında da bir artışa neden olmuştur. Ancak bu durum dezavantaj gibi gözükse de beraberinde bir takım avantajlar da getirmektedir. Ülkeye yabancı sermaye akışı sağlamayı teşvik amaçlı oturma izni verilmesi ülkelere ihracat dışındaki sermaye akışını hızlandırmıştır.

Şöyle ki ülkelerin GSMH’lerini artırarak kişi başına düşen milli gelir düzeyinin oldukça yükselmesine yol açmıştır.

Konsey ülkeleri geçmişte ve günümüzde yaşanan nüfus sorunları karşısında gelecek açısından bir çözüm arayışı içindedirler. Bu politikaların hedefi her ne kadar Körfez insanının hak ve refahını koruma eğilimi olsa da aslında yakın gelecek için kuşkusuz onlara zarar verecek şeklide bir sonucu da doğurabilir.

GİRİŞ

İnsanoğlu, dünya ülkelerinin ve özellikle de son yıllarda kalkınma ve ilerlemenin insan eksenli olduğunu, kalkınmayı ise bir araç olarak kullanıldığı ifade edilebilir. Arap Körfez ülkeleri, ekonomik yapısındaki değişiklikler nedeniyle “Körfez insanı” hayvancılık ve istikrarsızlığa dayalı ilkel tarım, balıkçılık, deniz ticareti, deniz korsanlığı ve göçebelik durumundan, geniş ekonomik seçeneklerin bulunduğu, yaşam standartlarının yüksek olduğu ve gelişmiş dünyaya ayak uyduran bir gelişim düzeyi oluşturmak için tarihi bir fırsat elde etti.

Bu fırsat petrol piyasasındaki fiyat, üretim ve gelir açısından iyileşmeyle elde edildi. Elde edilen bu gelir Konsey ülkelerinin rekor bir sürede kalkınmasını en üst düzeye çıkmasını sağladı.

Konsey ülkeleri 2, yavaş kalkınma modeli (başarılı olmayabilirdi) yerine hızlı kalkınmayı ve hız çağına katılmayı tercih ettiği için sorunun burada başladığını söyleyebiliriz. Bu araştırmanın konusu, hemen hemen bu ülkelerdeki gelişmenin ömrü olan yarım yüzyıl boyunca iş gücüne olan talebin önemli ölçüde artması ve gelişim hızına uygun olarak hızlanmasıdır.

Ulusal iş gücü, bu talebi karşılamak için ne hazır ne de yeterliydi. Göç kapıları açıldı ve yabancı işgücü istihdam edildi. Bu durum, körfez ülkelerindeki demografiyi ve özelliklerini büyük ölçüde etkiledi. Nüfus içinde, vatandaş olmayanların oranında artış görülmesinin olumsuz etkisi ve sonuçları olacağı hakkında başından beri bir bilinçlenme vardı. Ancak, Son yıllarda birçok ülkenin farklı nedenlerden dolayı bu gelişme seçeneğine başvurduğu görünüyor. Bunlardan bazılarının, birden fazla olumsuz etkileri nedeniyle (toplam ülke nüfus
içinde vatandaş olmayanların sayısının yüksek oluşu) bu ülkelerin siyasi, jeopolitik, ekonomik, sosyal, kültürel ve askeri güvenlik ile ilgili kaygıları vardı. Bunun yanı sıra, vatandaşların doğal iş gücünün yoğun yükselişi, iş piyasasına giren gençlerin sayısındaki artış, kadının iş gücünde aktif olarak rol alma beklentisi ve bu ülkelerin yaşadığı iç sorunlardan dolayıdır.

Bu çalışmanın amacı, Körfez Arap ülkelerinde demografik yapıyı ve özelliklerini tanıtmak, ulusal güvenlik ve bileşenleri üzerindeki etkilerini belirlemek, mevcut politikaların faaliyet boyutunu öğrenmek ve durumun daha vahim sonuçlara yol açmadan önce bu sorun için demografik dengesizlikle ilgili çözüm yolları aranmaktadır.

Basra Körfezi ülkelerinde nüfus

Basra Körfezi 3 bölgesindeki doğal koşullar, genel olarak nüfus için çekici olmaktan çok itici olmuştur (nüfus hizmet sektöründe iş ve denizcilik sanayisine dayalı kutuplaşma regülatör evriminde eski bir etken olarak yarım adanın bazı bölgelerindeki köle ticaretini bir yana bırakırsak). Bu sebeple bu alanlardan göçler yaşanmış ve bu göçler petrol keşfedilinceye kadar (Bereketli Hilal’e) Mezopotamya (Irak) ve Levant’a (Bilâdü'ş-Şâm’a) doğru özel bir şekilde gerçekleşmiştir.

On dokuzuncu yüzyılda bölgedeki İngiliz varlığı döneminde düzenli bir şekilde yabancı işgücü çekmeye başlamıştır. Kapsam ve amaçları sınırlı olan bu olgu, idari sınıfın kadrolarına ek olarak güvenlik güçlerinin tanıtımında yoğunlaştırılmış tır4.

1931 yılında bölgede petrolün keşfedilmesi ile birlikte işlerin ekseni tamamen değişti.
Bölgedeki petrolün keşfedilmesiyle ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bütün dünyayı saran sanayi devriminde petrol en önemli meta haline gelince, Arap Yarımadası da küresel ekonomide önemli bir halkaya dönüşmüştür.

Bu dönemde ağırlıklı olarak petrol sektörüne giren vatandaş olmayanların sayısı 1940 yılında 2000’i geçmez iken, petrol sektörüne giren ve çoğunluğu Hindistan ve Batı ülkelerinden gelen vatandaş olmayanların sayısı 1950 yılında 16 bine yükseldi. Bölgedeki nüfus akışının ikinci aşamasının başladığı 1950 ila 1975 yılları arasındaki dönemde ise bu sayıda artış görüldü (Alşehabi, 2012, 16).

Petrolün ticari miktarlarda çıkarılmaya başlanması ile birlikte bu ülkelere tahsis edilen petrol gelirleri oranı da arttı. Bunun karşılığında birikmiş sermaye yatırımı için kamu ve özel sektörde cazip fırsatlar oluşmuştur. 1950 yılında sayısı on binleri aşmayan gurbetçiler5, 1975 yılında yaklaşık bir milyona ulaştı. Gelenlerin yaklaşık %75-80’i kültürel ve coğrafi yakınlıklarından dolayı Araplardan oluşuyordu (Dito, 2013, 42). Konsey Ülkelerinde çağdaş ve siyasi uyanışın başlaması ve petrol sanayiinde ulusal işçi tabanı ile bölgede yayılan milliyetçi ve solcu uzantısına dayalı Arap gurbetçilerin gelmesi aynı döneme denk gelir. 1971 yılı sonunda Konsey Ülkeleri resmen bağımsızlığa kavuşmuştu ve petrol gelirinin büyük bir bölümü iktidardaki rejimlerin kontrolündeydi.

Bağımsızlığın hemen akabinde, Araplar ile İsrail arasındaki Ekim 1973 savaşı sırasında petrolde fiyat patlaması yaşanmıştır. Bu patlama, küresel petrol fiyatlarındaki sürekli artışın olmasına ve bölgeye daha önce görülmemiş miktarda petrol gelirlerinin pompalanmasına yol açtı. Bölgedeki nüfus evriminin bu üçüncü aşamasında, bir önceki dönemde doğan ve toplumun temel özelliklerinden biri haline gelen nüfus dengesizliği ve rantiyeci (getirimci)
devletin temeli atıldı.

Geçen yüzyılın seksenli ve doksanlı yıllarında bölge, petrol fiyatlarının düşmesi, İran-Irak savaşı, 1990 yılında Kuveyt’in işgal edilmesi ve 1991 yılında 2. Körfez savaşı gibi bazı değişikliklere tanık oldu. Bu değişiklikler, gelişmenin dizginlenmesine neden olurken Basra Körfezi bölgesine olan göçü de olumsuz yönde etkiledi (El-iktisadiye gazetesi, 2005, 4).

Krizin üzerinden birkaç yıl geçmiş olmasına ve 1990-1991 krizi sırasında ve sonrasında nüfusun önemli bir bölümünü kaybetmiş olmasına rağmen, Kuveyt’te 1975 yılında yaklaşık %8 olan nüfus artış hızı 1995 yılında %1'e düştü. Aynı şekilde bu kriz bütün bölge ülkelerinin, özellikle de Birleşik Arap Emirlikleri’nin ekonomisini etkiledi. Böylece Körfez ülkeleri doksanlı yılların ikinci yarısında ekonomik koşullar bakımından iyileşme gördü ve bu iyileşme göç artışına neden oldu.

2001 yılında Körfez bölgesinin nüfusu 35 milyona ulaşmış ve bunların içindeki yerli nüfus oranı % 65 olmuştur 6. Körfez ülkelerindeki nüfus miktarı 2010 yılında (resmi nüfus sayımlarına göre), yaklaşık 43-44 milyona ulaşmıştır. Bugün ise nüfusun 46 milyonu geçtiğini tahmin edilirken, bazı resmi olmayan rakamlara göre bunlardan ancak %45’inin vatandaşlardan oluşmaktadır (World Population Prospects, 2012). (Tablo 1’e bakınız)




Tablo 1: Konsey Ülkeleri Nüfus ( Bin - 1000)7

Böylece; 1950 yılında 4 milyonluk nüfusun, günümüz ile karşılaştırıldığında gecen 60 yıllık sürede nüfusun 11 kat artığı görülür. (Örneğin Türkiye’de 3,5 kat, Suriye’de 6 kat, Mısır’da ise 4 kat). Bu da nüfus oranının anormal artışına işaret etmektedir (DYB, 1950-2011).

Suudi Arabistan Krallığı 2010 yılında 27-28 milyon kişi ile nüfus bakımından ilk sırada yer aldı. 7,5 milyondan fazla kişi ile Birleşik Arap emirlikleri onu izledi. 1,235 milyon kişi ile (resmi olarak) Bahreyn son sırada yer aldı (2010 sayımlar).
Körfez ülkelerinde vatandaş olmayan nüfusun (resmi) oranı Katar’da maksimum düzeye yani %87’ye ulaşmıştır8. Onu %84 oranla (yarı resmi %90-91) Birleşik Arap Emirlikleri, daha sonra sırasıyla %69 ve %54 oranlarla Kuveyt ve Bahreyn izlemektedir (Abbas BelKasem, 2012, 8). 

  Bu oranlar, Konsey ülkelerinden gelen işçiler, göçmenler ve onların ailelerini
kapsamaktadır ki bu oranlar gelecekte Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerindeki demografi için büyük bir tehlike oluşturabilmektedir (Tablo 2).

Bu durum, Konsey ülkelerinin sahip olduğu erkek ve kadın işgücünden yararlanmak için yetersiz olduğunun önemli bir göstergesidir. Yüksek büyüme oranları ile şu anda var olan nüfusun iş gücüne tam katılımıyla büyüme daha da artacaktır. Özellikle de nüfus artış oranı yüksek olan ve gelecekte ondan faydalanılması gereken bu nüfus penceresinin kapsamı, 30-40 yıllık bir süre için uzayacaktır.
Tablo 2: Konsey Ülkeleri Nüfus Projeksiyonu (bin- 1000)


Veriler, Konsey ülkelerinde nüfusun büyüme oranlarının yükseldiğini göstermektedir. En yüksek nüfus büyüme oranı Birleşik Arap Emirlikleri’nde % 8-15ile gerçekleşmiş (yıla göre değişiklik arz etmektedir); en düşük büyüme ise ise Umman’da sürekli değişiklik arz eden %3-6 düzeyinde olmuştur. Gelişmiş ya da gelişmekte olan diğer birçok ülkeye kıyasla bu oranlar yüksek sayılmaktadır. Bu durumun yıllar boyunca sürmesi nedeniyle, bunlardan en iyi şekilde yararlanmak için Konsey ülkelerinin kültürel, eğitim, ekonomik ve sosyal politikalar geliştirmeleri gerekti. (bakınız Tablo 3)




Tablo 3: Körfez Ülkelerinde İş Gücü Gelişimi 1980-2007 ve 2000-2007.


   2001 yılında, vatandaş olmayanların 9 oranı Körfez ülkelerindeki toplam iş gücünün %65’ine ulaşmıştır. Ayrıca 2008 yılındaki durum, Körfez ülkelerinde nüfus dengesizliği gurbetçi istihdamı ile karşılaştırıldığında yeni bir gerçekliği ortaya çıkardı. Birleşik Arap Emirlikleri’nde 2001 yılındaki 3,5 milyon olan nüfus miktarı 2010’da 8 milyon kişiye ulaştı.

Vatandaşların nüfus içindeki oranı 2001 yılında %20 iken 2010 yılında %10’a düştü. B.A.E. vatandaşlarının iş gücündeki oranı ise %5’e düştü (Abbas BelKasem, 2012, 12).

Katar’da nüfus sayısı 2004 yılında 700 bin iken, 2010’da 1,75 milyon ve 2012 yılında 1,9 milyon kişiye ulaştı. Bu süre içinde vatandaşların nüfus içindeki oranı %29’dan %13’e geriledi. Aynı şekilde Bahreyn’de nüfus miktarı 2006 yılında 742 bin kişi iken, 2007 yılında 1.05 milyona yükseldi. Ancak, bir yıl içinde vatandaşların nüfus içindeki oranı, üçte ikiden %50’nin altına düşmüştür. Üstelik vatandaşların sayısı 2006 yılında 459 bin iken 2007 yılında % 15 artışla 529 bine yükselmiştir (Al-Raşid ve Al-Anizan, 2012. 28). 

Bu da genellikle Bahreyn hükümetinin izlediği politikalardan kaynaklanmaktadır (siyasi ve ideolojik nedenlerden dolayı demografik yapıyı değiştirmeği izlemektedir)10 ( bakınız Tablo 4).




Tablo 4: Konsey Ülkelerinde Nüfus Artış Hızı 1960-2007 ve 2000-2007.

Körfez ülkelerindeki demografik dengesizlik bütün Konsey ülkeleri için söz konusudur.
Nüfus artısı vatandaşların arasında yıllık %2-3 arasında artış gerçekleşirken vatandaş olmayan nüfusta yıllık %6-8 arasında değişen oranından kaynaklamaktadır. Dünyada bu ortalama %1,1 civarındayken, bu oran konsey ülkelerinde dünya ortalamalarından altı kat fazla idi. Bu yöneliş, vatandaşların oranının kendi ülkelerinde sürekli olarak küçük bir azınlığa dönüşmeleri tehdidini getirmektedir (DYB, 1950-2011).

Öngörülebilir yakın gelecekte bu ülkelerin yabancı işçi bağımlılığından kurtulma umudu yoktur. Ancak bir dizi önemli politik tedbirler alınarak bu durum hafifletilebilir. 

Örneğin; iş gücü rehabilitasyonu, yoğun iş gücü istihdamı için çok sayıda yatırım yapmak, yurt içi tasarrufların harekete geçirilmesi, bu ülkelerde uygun konumlara ulaşabilmeleri için kadınların önünü açmak gibi politikalar izlenebilir. Günümüzde ise bu durum, Körfez halkı arasında işsizlik oranını artırmıştır (özellikle de kadınlar arasında).

Bu nüfus dengesizliğinin devam etmesi, işçilerin hakları ile ilgili emek örgütleri ya da uluslararası kuruluşlar tarafından Konsey ülkeleri üzerindeki uluslararası baskıyı artırmaktadır. İşçi haklarının ihlali ve ayrımcılıkla ilgili suçlamalar, durumlarının iyileştirilmesinin zorunluluğu, vatandaş olmalarına olanak tanınması gibi vb. baskıların olmasına neden olmaktadır. Bunlarla başa çıkmak ve vatandaşlar arasındaki ekonomik, işsizlik, siyasi ve sosyal sonuçlara cevap vermek için Konsey ülkeleri tarafından zor seçeneklere imza atılmasına neden olacaktır.

Körfez nüfusunun en önemli bölümünü Suudi Arabistan nüfusu oluşturmakta olup sayıları 27- 28 milyon kişiye ulaşmaktadır11. Bunların da yaklaşık 19-20 milyonu vatandaştır ve oranları %66’dır. Birleşik Arap Emirlikleri’nin nüfusu 2010 yılında yaklaşık 8 milyonu geçmiştir.

Bunların sadece %10 kadarını vatandaştırlar. Umman’da 2010 yılında nüfus miktarı 2,8 milyona ulaştı. Bunlardan yaklaşık bir milyonu, yani toplam nüfusun %67’sini Ummanlılar oluşturmaktadır. Bahreyn’de ise nüfusu 1,25 milyon olup bunlardan yaklaşık %45’ini Bahreynliler oluşturmaktadır. Katar nüfusu 2,3 milyona ulaşmakta olup bunlardan 250 bin kişiyi yani nüfusun %13’ünü Katarlılar oluşturmaktadır. Kuveyt’te ise 3,8 milyonluk bir nüfus vardır ve bunların 1,2 milyonunu yani %31,5’ini Kuveytliler oluşturmaktadır (2010 nüfus
sayımına göre).

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşıldığına göre Körfez İşbirliği Konseyi vatandaşları nın kendi ülkelerinde toplam nüfusa göre oranları yaklaşık %53’e civarındadır. Bu da Suudilerin ve Ummanlıların kendi ülkelerinde oranları yüksek olmasından kaynaklanır. Bu nüfus dengesizliği, petrol geliri temel kaynak olduğundan beri göçmen işçilere duyulan güvenden dolayıdır. Bu ülkelerin hükümetleri, vatandaşların bakım sigortası ve refahına dayalı bir ekonomi felsefesi kabul ettiler. Bu felsefe, iş gücü piyasasında yerli işçilerin katkısının azalmasına, kamu harcamaları mekanizmaları ve araçlarına güvenin artmasını sağlayan bir
verim ekonomisinin kurulmasına yol açtı.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***