Birleşik Arap Emirlikleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Birleşik Arap Emirlikleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Aralık 2020 Cumartesi

Doğu Akdeniz’de ve Arap-İslâm Coğrafyasında “İsrail Hegemonyası” BÖLÜM 2

Doğu Akdeniz’de ve Arap-İslâm  Coğrafyasında “İsrail Hegemonyası”  BÖLÜM 2 




Ahmet DAĞ 

    Osmanlı Devleti’nin sona erişinden istifade ederek yeni kazanımlar elde eden Yunanistan’a İkinci Dünya Savaşı sonrası yapay bir biçimde “çalıntı” usûlle kurulan İsrail ve Kuzey Kıbrıs Rum Kesimi gibi devletler eklenerek Türkiye’nin kuşatılması hareketi ve süreci devam ettirilmiştir. Bu iki yapay devlet  de Osmanlı mirasının üzerine inşa edilmiştir.
ABD ile Rusya arasındaki kutuplaşmanın kurbanı olan Libya ve Suriye meselesi ve iki ülke -Suriye ve Libya- üzerinden sürdürülmeye çalışılan yeni kuşatma teşebbüsü Doğu Akdeniz’i Türkiye için çok önemli bir stratejik mesele hâline getirmiştir.

Mesele yalnızca Oruç Reis’in petrol arama çabası değil, Türkiye’nin Akdeniz’deki sınırlarına hâkim olma ve gemilerini yüzdürebilme gücünü ortaya koyma çabasıdır. Mısır’da devlet başkanı Muhammed Mursi’nin İsrail-ABD-Avrupa (yanında uşak Körfez Ülkeleri -Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan, Bahreyn vs.) eksenli bir darbe ile devrilmesinden sonra Sisi’nin Mısır devlet başkanı olması bölgede ve Akdeniz’de İsrail’in elini güçlendirirken Türkiye’nin elinin zayıflamasına yol açmıştır. Her ne kadar Fransa, sürece dâhil olarak İsrail ve Yunanistan’ın yanında Türkiye’yi zayıflatmak amacında olsa da Türkiye’nin Libya’daki durumu önceden sezip pozisyon alması ve bu ülkede askeri ve siyasî konum elde etmesi bu ülkelerin maksatlarını gerçekleştirmesine engel olmuştur.

    Rusya’nın, Türk-Stream boru hattı üzerinden Türkiye’ye bir doğalgaz bağlantısı açarak Avrupa’ya girmesi ABD-Avrupa yönetimlerinde endişeye yol açmıştır. Yine Türkiye’nin Libya’nın uluslararası meşruluğa sahip olan Sarrac yönetimiyle yapmış olduğu antlaşma, başta İsrail olmak üzere Mısır, Yunanistan, Güney Kıbrıs yönetiminde ve Fransa’da rahatsızlıklara neden oldu. İsrail, Türkiye-Libya antlaşmasından rahatsız olup Yunanistan, Kıbrıs ve Mısır’ın dahil olduğu ittifaka katılma konusunda çekimser kalmıştır. Filistin Devleti’ni yok etmek isteyen İsrail, aynı zamanda
Türkiye’ye karşı Yunanistan ve Kıbrıs’la birlikte hareket edip Akdeniz’de Türkiye’ye üstünlük sağlamak istemektedir. Yunanistan, İsrail’den hem askeri teknoloji satın almış hem de İsrail ile ortak askeri tatbikat yapmıştır. Libya’da Türk politikası karşıtlığı içerisinde bulunan Hafter’i destekleyen Fransa ve Mısır’ın da bu ittifakın içerisinde bulunmasını doğurmuştur.

ABD içinde olan güç mücadelesinde (İsrail-İngiltere) İngiltere’ye karşı 1960 yılından sonra üstünlük sağlayan İsrail, 2013 yılında Mısır’da askeri darbeyi meydana getirerek bölgede hâkim unsur hâline gelmiştir. Son 2-3 yıllık süreç içerisinde Körfez ülkeleri üzerinde de üstünlük sağlamıştır.

Yine İsrail ile Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn vb. Körfez ülkelerinin stratejik birliktelikleri; İran’ın bölgesel isteklerine karşın geliştirilen düşmanlık ve Obama’nın uyguladığı Arap Baharı politikaları neticesinde oluşmuştur.
   Hususiyetle bölgenin iki mihver ülkesi olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin iki veliaht prensi Muhammed bin Selman ve Muhammed
bin Zayed el-Nahayan’ın, İsrail ile kurdukları “sıkı dostluk” bölgenin geleceğinde İsrail’in hakimiyetine vize demektir! Bu dostluğu teşvik eden en önemli unsur; İran ve Suudi Arabistan’ın öncülük ettiği Şii-Sünni çekişmesi ve düşmanlığıdır.
Bu suni gerilim, IŞİD ve Haşdi Şa’bi gibi şiddete dayalı terörist grupları doğurmuştur.

Ekini bozmakla mahir olan semitistler İslâmî hareketleri ya yok ederek ya da marjinalleştirerek sorunlu hâle getirmektedirler. Mısır Akdeniz’de bir enerji gücü hâline gelerek Suud ve Körfez ülkelerinin tahakkümünden kurtulmak yerine daha çok kendine verilen vazifeyi yerine getirme amacındadır. Çünkü Mısır’ın siyasi ve iktisadi yönetiminde etkin olan kendi iradesi değil Körfez ülkeleridir. Zira Sisi’yi iktidara getiren güçle onu iktidarda tutan güç aynı güçtür. Tarihte örneğine daha önce çok da rastlanmayan bir ittifak meydana gelmiştir. İsrail ile ilişkilerini yoğunlaştıran Yunanistan ve Güney Kıbrıs devletlerinin hem Mısır hem de Körfez ülkeleri ile ilişkilerinin yoğunlaşması Grek-Yahudi-Arap üçgeninde ilginç bir
ittifakı doğurmuştur. Bu ittifakı doğuran iktisadi, toplumsal, kültürel ve tarihsel etkiler yanında teolojik nedenleri de iyi anlamak gerekir.

Düzensizlikten / kaos hoşlanmayı tarihsel olarak kültürel kodlarında bulunduran İsrail Yemen, Libya, Suriye, Sudan ve Irak’taki düzensizlikten faydalanarak ya yeni çatışmaları ya da yeni ittifakları doğurmak için sürekli bölgeye müdahale etmektedir. Körfez ülkeleri, Trump yönetiminin desteğini arkasına alan İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesine karşı ciddi itirazda bulunmadıkları gibi Birleşik Arap Emirlikleri hem İsrail’in işgaline hem de bu teşebbüsüne onay vermiştir. Birleşik Arap Emirlikleri İsrail li siyasetçiler ve medya tarafından “övgülerle” etki altına alınarak bölgede koç başı olarak kullanılmaktadır. Nitekim Kudüs Strateji ve Güvenlik Enstitüsü yardımcısı Eran Lerman, Israel Hayom adlı gazetede “BAE Antlaşması Daha Büyük Bir Oyunun Parçası” başlıklı yazısında, İsrail’i Doğu Akdeniz’in anahtar oyuncusu olarak nitelemiştir. Birleşik Arap Emirlikleri
ile yapılan antlaşmanın daha büyük bir oyunun parçası olduğunu yazan Lerman, Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki jeopolitik ilişkileri anlamak için Samarya ve Yahudilikde olan İsrail güvenliğiyle ve İran tehdidiyle doğru anlaşılabileceğini ifade ediyor.
Yalnızca İsrail’i anlamak için değil İsrail ile sıkı bir ilişki kurmaya çok istekli olan Körfez ülkelerinin tarihsel ve dinî kökenlerini iyi anlamak gerekir. Bir yıl önce Umran dergisinde yayımlanan “Körfez Ülkelerı̇ ve İsraı̇l Arasındakı̇ Derin İlişkiler” adlı yazımda, “Suudi Arabistan’ın ve BAE’nin mevcut politikalarını 20. yüzyıl başındaki yeni düzenle ilişkilendirmek yeterli değildir.

Medine dışına sürgün edilenlere dair tarihi vakıayı göz önünde de bulundurarak dinî, etnik ve antropolojik araştırmalar ve incelemeler yapılması gerekir, diye düşünüyorum.” diye bitirmiştim. Bu çalışmaların yapılmasının hâlâ elzem olduğunu düşünmekteyim. Bu meselenin İslâm ve dinler tarihçiliğinin konusu olduğunun farkındayım.
    Bu bölgeye sürülen ve sonrasında Osmanlı’ya karşı kışkırtılan bu kabilelerin Hz. Peygamber döneminde sürülen Yahudi kabilelerden olma olasılığı araştırılması gereken bir durumdur. Bu bağlamda Riyad’ın “Diriye” bölgesi ve onun uzantısı olan Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin tarihsel ve dinî kökenlerinin araştırılmaya değer olduğunu düşünüyorum. Nitekim gazete haberlerine göre Birleşik Arap Emirlikleri’nden aktivist Mazraui, Suudi Arabistan’ın Hayber’den çıkarılan Yahudiler için İsrail’e tazminat ödemesi ve vatandaşlık vermesi gerektiğini söylemiştir.

Velhasıl yönetimleri belirleyerek halkları mahkûm eden ve onların karakterleri üzerinde dönüşüm gerçekleştiren Batılı hegemonya aynı zamanda İslâm coğrafyasının halklarını ve yönetimlerini diğer İslâm ülkelerine düşman kılmaktadır.

Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin başını çektiği kamp kadim Osmanlı düşmanlığını besleyerek Türkiye düşmanlığını körüklemektedir.

İslâm coğrafyasının bir araya gelmemesi için tarihsel, kültürel, mezhebi ve siyasî farklılıklar kışkırtılmaktadır. 

Batılı dünya küreselleşmesini yoğunlaştırırken tarihsel hasmı olarak gördüğü İslâm dünyasının daha da parçalanmasını sağlama amacındadır. Doğu Akdeniz’in güvenliğinin sağlanması konusunda mücadeleye devem edilmeli.

Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti, hem Kuzey Afrika/ Mağrib ülkelerinin kadim tarihsel ve kültürel bağlarını dikkate alarak hem de bu bölgenin bir dönem Endülüs gibi bir medeniyete ev sahipliği yapma tecrübesini göz önünde bulundurarak Akdeniz’in uzak kısımlarında da etkin olmayı sağlayabilir.

Kaynakça

John N. Mearshiner ve Stephen, İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası, çev. Hasan Kösebalaban, Küre Yayınları, İstanbul, 2009, s. 610.
Eran Lerman, UAE treaty part of a much biggergame, 

Umran • Ekim 2020

***

Doğu Akdeniz’de ve Arap-İslâm Coğrafyasında “İsrail Hegemonyası” BÖLÜM 1

Doğu Akdeniz’de ve Arap-İslâm  Coğrafyasında “İsrail Hegemonyası”  BÖLÜM 1 





Ahmet DAĞ 

   Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin başını çektiği kamp kadim 
Osmanlı düşmanlığını besleyerek Türkiye düşmanlığını körüklemektedir. İslâm 
coğrafyasının bir araya gelmemesi için tarihsel, kültürel, mezhebi ve siyasî farklılıklar kışkırtılmaktadır. Batılı dünya küreselleşmesini yoğunlaştırırken tarihsel hasmı olarak gördüğü İslâm dünyasının daha da parçalanmasını sağlama amacındadır. 

Dünyanın jeolojik, İsrail’in varlığının ne tarihî, kültürel, coğ-anlama geldiğini gösterafi ve stratejik bakım-ren en önemli gösterge den en zengin toprakları olan bir  “Ortadoğu” İsrail’in Varlığının olarak isimlendirilerek Teo-Politiği olumsuz “Doğu” ima Dünyanın jeolojik, tarihî, kültürel, coğrafi ve stratejik bakımdan en zengin toprakları olan bir (müslüman) coğrafya, “Ortadoğu” olarak isimlendirilerek olumsuz “Doğu” imajına mahkûm edilerek fikirsiz, tarihsiz, çorak ve kargaşa zemini şeklinde imgeleştirilir. 

  Oysa “Ortadoğu” diye nitelendirilen bu bölge, gerek deniz ve kara ulaşımıyla gerekse tarihi ve kültürel birikimiyle medeniyet tarihinin en önemli unsuru
olmuştur. Bu isimlendirmeye muhatap olan Mısır, Sümer, Mezopotamya, Kuzey Afrika ve Hicaz tarihin yapıldığı bölgeler olmuştur. 19. yüzyılın başında (1801) Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesi bölgenin mahkum olmasının, hem kültürel hem de coğrafi ve siyasal emperyalizmin başlangıcı olmuştur.

Osmanlı Devleti’nin bölgedeki hakimiyetine son verilişi ve 1917 yılında yapılan Balfour Deklarasyonu’yla bir Yahudi Devleti olarak İsrail Devleti’nin kurulma sürecinin başlatılması bölgenin kimyasını bozan iki önemli etken olmuştur.
Chomsky’nin ifadesiyle “bölgeye bir virüs” gibi yerleştirilen İsrail dışındaki Afrika ve Kuzey Afrika Devletleri dahil tüm devletler istikrar sorunu yaşamışlardır. “İslâm Dünyasının Anası ve Afrika’nın Kapısı” olarak sıfatlandırılan Mısır’ın son iki yüzyılda yaşadığı sorunlar bu coğrafyada Osmanlı Devleti’nin bölgedeki hakimiyetine  son verilişi ve 1917 yılında yapılan Balfour  Deklarasyonu’yla bir Yahudi Devleti olarak İsrail  Devleti’nin kurulma sürecinin başlatılması bölgenin  kimyasını bozan iki önemli etken olmuştur. 

Chomsky’nin ifadesiyle “bölgeye bir virüs”  gibi yerleştirilen İsrail dışındaki Afrika ve Kuzey  Afrika Devletleri dahil tüm devletler istikrar sorunu  yaşamışlardır. “İslâm Dünyasının Anası ve  Afrika’nın Kapısı” olarak sıfatlandırılan Mısır’ın  son iki yüzyılda yaşadığı sorunlar bu coğrafyada İsrail’in varlığının ne anlama geldiğini gösteren en önemli göstergelerden biridir.

İsrail’in Varlığının Teo-Politiği

“Geri kalmış ilkeller”in içinde “gelişmiş beyaz bir medeniyet”in timsali olarak görülen İsrail’i korumak ve yaşatmak ABD ve Avrupalı devletlerin en önemli amacı olmuştur. Hatta bu ehrama entelektüeller hatta Derrida gibi filozoflar taş taşımışlardır.
İngilizlerin himayesinde kurulan İsrail Devleti, 1970’lerden sonra kendine İsrail’i korumayı itikat esası olarak alan ABD’nin dış politikasında bu korumacılık önemli bir ilke ve kabul hâline gelmiştir. Her ne kadar Irak’a (Saddam döneminde) ve İran’a, dolayısıyla Basra’daki Körfez petrolüne ulaşmada etken bir devlet olamamış olsa da Evanjelik ve Kabalacı itikada dönüşen Batılı itikat eksenindeki siyaset ve diplomasi, bölgedeki İsrail’i gözü gibi koruma amacı gütmüştür. Her ne kadar de eski bir Pentagonlu yetkili İsrail’i, “Ortadoğu üzerine yapılan hesaplarda % 5 kadar bile etkisi olmayan bir külfet” olarak nitelese de İsrail’in varlığı teo-politik düzlemde zaruret olarak görülmüştür. Nitekim Kissinger, “İsrail’in
gücü İsrail’in hayatta kalması için gereklidir.” sözüyle İsrail’in konumunu özetler. Amerika ile İsrail arasında Yahudi-Hıristiyan geleneğine dayalı kültürel yakınlık bulunmaktadır. “Amerikan Yahudi Muhafazakârlığı” denilebilecek bir kesim, Tanrı tarafından bu toprakların kendilerine verildiğini İsa’nın dönüşü için İsrail devletinin kurulması gerektiği inancını taşımaktadırlar.

   Her iki devletin (ABD-İsrail) fedakârlık ve mücadele sonucunda doğmuş ve temel inançlara sahip olmaları, kapitalist ve demokratik yapıları, iki ülkenin benzeri ahlakî (!) bir zemini paylaşmalarını sağlamıştır. Bu “ahlakilik” üzerinden hareket eden Şaron ve Olmert, İsrail ordusunu “dünyanın en ahlaklı ordusu” olarak görmüştür.

Oysa bu ahlakî (!) ordu;

250 bin Filistinliyi, 80 bin Suriyeliyi sürgüne göndermiş, iki yılda 30 bin çocuğu darp etmiş 8.500 çocuğu öldürmüştür.

Bu çocukların 3/1’i, 10 yaşın altındadır. Yani İsrail’in, düşmanlarına karşı her zaman ölçülü tepki verdiği ve en ahlaklı ordusu iddiası temelsizdir. Bu ahlaksız ordu ve yöneticileri Filistinlileri ne kadar yalnızlaştırıp çaresizleştirdiklerinin bizatihi farkındadır. 

Nitekim bu çaresizleştirmenin ne gibi sonuçlara yol açacağını iyi bilen eski Başbakan Ehud Barak “Eğer Filistinli doğmuş olsaydım, bir terör örgütüne katılırdım.” demiştir. Batı’nın iki yüzlü tutumunu (mazlum olduğunu söyleyen en büyük zalim) edinen İsrail tüm bunlara rağmen, her zaman kendini mazlum, mağdur, zayıf ve kuşatılmış olarak resmetmiştir.

Kendini bu şekilde konumlandırmasına teolojik bir durum ve ifade olan “Arap Calut’un kuşattığı Yahudi bir Davut” söylemini ve duruşunu uygun görmüştür.

İsrail, akrabalığa dayalı etnik bir kökeni önemseyerek insanlara yaşama hakkını verme tutumunu sergilemiştir. Yaşamayı fazlasıyla hak eden unsurları kendi etnik ve akrabalık unsurları olarak görmüştür. Nitekim Yahudi geleneği ve tarihi tecrübesi bağlamında Yahudiler, tikel olarak insan bedeninin gelişmesiyle ilgilenmiş ve öjeniyi bilime sokmuşlardır. Yahudiliğin seküler çeşitlerinde -özellikle Siyonizm’de- öjenikler, bedensel durumu geliştirmek için aletlerin geliştirilmesini desteklemişlerdir. Hem bilimsel hem de teolojik zeminde “öteki”nin “köle” olmasını istemesini bırakın, yok olmasını isteyen itikadi kökleri olan İsrail Devlet yaklaşımı yalnızca Filistinlilerin yok olması gerektiği yaklaşımına sahip olmayıp Arap
kökenli İsraillilerin varlığından bile rahatsız olmaktadır.

Nitekim Netanyahu, Arap İsraillilerinde olan doğum oranının düşüşünü kayda değer bir gelişme ve sevindirici bir istatistik olarak görmüştür. 

  <  Düzensizlikten/kaos hoşlanmayı tarihsel olarak kültürel kodlarında bulunduran İsrail Yemen, Libya, Suriye, Sudan ve Irak’taki düzensizlikten faydalanarak ya yeni çatışmaların ya da yeni ittifakları doğurmak için sürekli bölgeye müdahale etmektedir. Körfez Ülkeleri, Trump yönetiminin desteğini arkasına alan İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesine karşı ciddi itirazda bulunmadıkları gibi Birleşik Arap Emirlikleri hem İsrail’in işgaline hem de bu teşebbüsüne onay vermiştir.  >

Bu mutluluğunu, “Ne kadar az Arap İsrailli doğarsa o kadar iyidir.” cümlesini sarf ederek göstermiştir. Eski Genel Kurmay Başkanı Eitan ise “Filistinlileri şişeye sıkışmış hamam böcekleri” olarak tasvir etmiş ve “en iyi Arap ölü Arap’tır.” ifadesini sarf etmiştir.

İsrail’in kurucu isimlerinden olan Ben Gurion; “Şartları müsait olan bir kadının 4 çocuktan az çocuk edindiğinde kadın, askerden kaçan, vatani görevini yerine getirmemiş bir erkek konumuna düşer.” ifadesiyle Filistin bölgesinde Filistinlilere ve Araplara karşı İsraillilerin-Yahudilerin sayıca artmasının önemli olduğunu beyan etmiştir. “Ben Arap bir lider olsaydım asla İsrail’le anlaşma yapmazdım.

Biz Tanrı’nın vadini yerine getirmiştik. Fakat bundan onlara ne? Bizim Tanrımız onların tanrısı değil. Onlar tek bir şey gördüler, biz buraya geldik ve ülkelerini çaldık.” ifadesiyle de tesis edilen bu devletin, teolojik karakterde kurulduğunu ve çalıntı bir devlet olduğunu itiraf etmiştir.

ABD ile İsrail arasında olan bu ahlaki ve teolojik yakınlık, bölgede mevcut istikrarsızlığı körüklemiş ve yeni istikrarsızlıklar üretmiş, İslâm ülkelerinin ciddi sorunlar yaşamasına sebep olmuştur.

İsrail lobisi bazı ülkeleri “haydut devlet” diye nitelendirip devirerek İsrail’in barış hâlinde yeni yönetimler tesis etmek amacında olmuş ve nükleer silah elde etmelerine engel olmayı kendilerinin en önemli gündemi olarak görmüştür. 
    11 Eylül’den sonra İsrail ve ABD, Arap ve İslâm dünyasıyla baş etmek için güç birliklerini daha artırmışlardır. Nitekim Filistin ve Suriye konusunda farklı düşüncelere sahip olan Bush, zamanla lobinin baskısıyla tavır değiştirmiştir.
    Şeyh Ahmet Yasin ve Rantisi gibi liderler Amerikan yapımı “Cehennem Ateşi” füzeleriyle, Arafat ise İsrail-ABD ortak suikastıyla öldürülmüştür.

İsrail’in bölgede yapmış olduğu fitne ve fesada ve Filistinlilere karşı uyguladığı şiddete karşı gözlerini ve kulaklarını kapatan Batı (Avrupa ve ABD), Hamas konusundaki ön yargısını da hiç değiştirmemiştir.

Türkiye’nin Kuşatılması Hareketi İsrail’in özelde Filistin’de, genelde bölgede yaptığı Avrupa ve ABD merkezli perspektif için “şımarıklık”, İslâm coğrafyası için fitne-fesat politikası sonucunda oluşturmuş olduğu kaos siyaseti, İslâm dünyasının iki yakasının bir araya gelmesini engellemektedir. Birinci Dünya Savaşı sonrası inşa
edilen Türkiye’yi ve İslâm dünyasını kuşatma hareketi, İkinci Dünya Savaşı’nda da devam etmiştir.

***

12 Kasım 2020 Perşembe

BASRA KÖRFEZİ ÜLKELERİNİN TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ ROLÜNE BAKIŞI. BÖLÜM 2

BASRA KÖRFEZİ ÜLKELERİNİN TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ ROLÜNE BAKIŞI.  BÖLÜM 2


Prof. Dr. Tayyar ARI,Basra Körfezi ülkeleri, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri,Katar,Irak, İran,


    Gulf Times gazetesinden Filistin asıllı gazeteci Aiman Abboushi de Türkiye’nin Avrupa ülkeleri ve ABD ile ilişkilerinin Katar’da olumsuz bir şekilde algılanmadığı nı, Katar’ın da içerisinde yer aldığı Körfez ülkelerinin de ABD ile yoğun güvenlik ilişkilerinin bulunduğunu ve bir anlamda  
Türkiye ile ilişkilerde de bu unsurun belli ölçülerde rol oynadığı ifade etmektedir.10 

El Cezire’den Jasim el Azzawi ise Körfez’de Türkiye’nin algılanışına ilişkin farklı algılamaların söz konusu olduğunu ancak Filistin sorunu karşısında izlediği politikalardan sonra inanılmaz olumlu bir atmosferin doğduğunu ve Türkiye’nin son girişimlerinin prestijini en üst seviyeye çıkardığını ifade etmektedir. Körfez ülkelerinde İran’ın bir tehdit unsuru olarak görüldüğünü belirten Azzawi’ye göre söz konusu ülkeler Türkiye’yi bir denge unsuru olarak algılamakta ve önemsenmektedir. 

Güvenlik temelli algıdan hareket eden Körfez ülkeleri ilişkilere stratejik bir derinlik kazandırmak istedikleri ifade edilmektedir. Nitekim, El Cezire Genel Yayın Yönetmeni Wadah Khanfar’da Türkiye’nin bölgede etkin bir güç haline geldiğini ve rolünün bölgede önemsendiğini ifade ederken özellikle Türkiye’nin İran karşısında Körfez ülkelerinde bir denge unsuru olarak görüldüğünü belirtmesi dikkat çekicidir.11 

Katar’ın Türkiye ile ilişkilerini geliştirme isteğinin en önemli nedenlerinden birinin söz konusu ülkenin sahip olduğu tehdit algılaması olduğu görülmektedir. Bununla birlikte kamuoyu bağlamında düşünüldüğünde ise Türkiye’nin Filistin politikasında izlediği dış politikanın olumlu bir Türkiye imajına sahip olunmasında etkili olduğunu ifade etmek gerekir. Ayrıca tüm Arap ülkelerinde olduğu gibi Katar’da da gösterilen dizilerin Türkiye algısının oluşmasında önemli bir role sahip olduğunu belirtmek gerekir. Rejim açısından bakıldığında ise Katarlıların Türkiye ile ilişkileri geliştirmek istediğinin oldukça rasyonel dayanaklara sahip olduğu görülmektedir. Katarlı bir yetkilinin ifade ettiği üzere “Körfez ülkeleri hem nüfus hem de coğrafi olarak oldukça küçük ülkelerdir ve kendilerini savunacak güçten yoksundurlar. Buralara birkaç bombanın düşmesi tüm ekonomik gelişmelerin durmasına ve siyasi istikrarın dağılmasına yol açabilir. Bu yüzden oldukça hassas bir dış politika izlemek gerekir.” 
Tüm bunlara rağmen Katarlı entelektüellerin bir kısmında Türkiye ile ilişkiler konusunda bazı çekincelerin olduğunu ifade etmek gerekir. Söz konusu 
çekinceler “Türkiye’nin AB’ye üye olmasıyla Ortadoğu’dan kopacağı ve bölgeye olan ilgisinin geçici olup olmadığı; Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerini güçlendirmesinin temel nedeninin AB karşısında elini güçlendirmek anlamına gelip gelmediği; Türkiye’nin Hamas’a yakınlığı ile seküler bir Türkiye portresinin nasıl yan yana geldiği; ve son olarak da Türkiye’nin AKP’den sonra Ortadoğu politikasındaki bu değişimin devam edip etmeyeceği” yönündedir. 

BAE’nin Türkiye Algısı Ve Türkiye İle İlişkilere Bakışı Körfez’de İngiliz etki alanı içerisine giren ilk ülkelerden biri olan BAE, kendi
içerisinde 7 ayrı Emirliğin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Federal bir şekilde örgütlenmesine karşın Emirliklerin sahip olduğu yetkiler göz önüne alındığında ülkenin daha ziyade Konfederal bir sistemde örgütlendiği görülmektedir. Bu durum her Emirliğin farklı bir dış politika ile tehdit algısına sahip olmasına yol açtığını belirtmek gerekir. BAE’de uzunca bir dönem siyasal ve ekonomik etkinlik 

< Özellikle Körfez İşbirliği Konseyi ile geliştirilen stratejik işbirliği sürecinde Türkiye İran’ın denetimi altında olan ve statüsü tartışmalı olan üç adanın Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait olduğu tezini dolaylı olarak kabul ettiği görülmektedir. >

Abu Dabi ile Dubai Emirliğinin elinde olmasına karşın son yıllarda Dubai’de yaşanan ekonomik krizler Emirliğin siyasal anlamda yürütücü konumunda 
olan Abu Dabi’nin ekonomik üstünlüğü de ele geçirmesi sürecini hızlandırdığı görülmektedir. Bu durum doğal olarak Türkiye ile ilişkilere de farklı anlamlar yüklenmesini beraberinde getirmektedir. 
Türkiye’nin yaklaşık 10 milyar dolarlık yatırımın bulunduğu BAE ile ilişkiler hem ikili hem de çok taraflı örgütler düzeyinde olumlu yönde ilerleme kaydettiğini belirtmek gerekir. Özellikle Körfez İşbirliği Konseyi(KİK) ile geliştirilen stratejik işbirliği sürecinde Türkiye İran’ın denetimi altında olan ve statüsü tartışmalı olan üç adanın BAE’e ait olduğu tezini dolaylı olarak kabul ettiği görülmektedir. 
2008 yılında yaklaşık 9 milyar dolara ulaşan Türkiye ile BAE arasındaki dış ticaretin yanı sıra 2009 yılı itibariyle 6 milyar dolar inşaat sektöründe yatırım olduğu dile getirilmektedir.12 

Türkiye-BAE arasındaki ilişkiler ekonomiden güvenliğe birçok alanda hızlı bir gelişme göstermektedir. Bu bağlamda BAE’nin Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesine atfettiği önem temel nedenleri arasında Türkiye’nin gelişen bir inşaat sektörüne sahip olmasının da etkisi vardır. Ancak bu noktada ciddi bir ayrıma dikkat çekmek yerinde olacaktır. Yukarı da vurgulandığı üzere Emirliklerin dış politika ve güvenlik tanımlamaları birbirinden farklılık göstermektedir. Emirlik içinde ikinci büyük ekonomik kapasiteye sahip olan Dubai’nin dış politikaya bakışını belirleyen 
olgu ekonomik çıkarlar iken, zengin hammadde kaynaklarının yaklaşık %96’sının bulunduğu Abu Dabi’nin ise güvenlik politikalarıdır. Bu çerçevede Emirliğin yönetim merkezi olan Abu Dabi’nin İran ve nükleer programından kaynaklanan ciddi güvenlik sorunları bulunurken, Dubai ise İran’la ticaretin geliştirilmesine ayrı bir önem verdiği görülmektedir. Dolayısıyla BAE’deki Türkiye algısının oluşmasında iki önemli faktörün rol oynadığı görülmektedir. Birincisi Türkiye’nin sektörel düzeyde gelişen bir ekonomi ve teknolojik alt yapıya sahip olması ikincisi ise güvenlik alanında Körfez’deki istikrarsızlık unsuru olarak görülen aktör ve girişimlere karşı dengeleyici bir ülke olmasıdır. 

Nitekim, Gulf Research Center danışmanlarından Mustafa Alani de Türkiye’nin tüm Körfezde olduğu gibi BAE’de de olumlu bir imaja sahip olduğundan ifade ederken aynı zamanda Türkiye’nin bölgede İran’ın etkisini dengeleyecek önemli bir güç olarak görüldüğüne de dikkat çekmektedir. Alani’ye göre Türkiye, Müslüman bir ülke olarak bölgede etkin bir oyuncu olarak yer almalı ve İran’ın etki alanını sınırlandırmalıdır. 

Alani, bölge ülkelerinin özellikle Irak’ın toprak bütünlüğüne önem verdiğini ve Türkiye’nin bu konudaki girişimlerini desteklediklerini belirtmektedir. Bununla birlikte Körfez ülkeleriyle ilişkilerinin oldukça düşük düzeyde seyretmesinin dikkat çekici olduğunu ifade eden Alani, Türkiye’nin bölgede İran kadar etkili olamamasını bir eksiklik olarak görüldüğünü ifade etmiştir. Bunda uzun yıllar bölgeden uzak kalmasının etkilerinin de önemli olduğuna dikkat çeken Alani’ye Körfez bölgesinde Türk etkisinin İran etkisinden daha fazla kabul görmektedir. 
Bunda Sünni olmasının ve daha ılımlı olmasının önemli olduğunu ayrıca bölge ülkeleriyle Türkiye arasında ideolojik ve sekteryan sorunların olmamasının da bir avantaj olduğu ileri sürülmektedir. Alani Türkiye’nin Filistin sorununda izlediği siyasetin bölgedeki itibarını yükselttiğini ve bunun sürmesinin önemli olduğunu belirtmektedir.

< BAE’deki bir diğer kaygı ise bir gün ABD ile İran uzlaşmasıdır. Söz konusu olası uzlaşmanın hem Körfez’deki Arap rejimleri hem de Türkiye’nin aleyhine olduğunu ileri süren BAE’deki bazı uzmanlara göre iki taraf da bu konuda aynı noktada bulunmaktadırlar. >


Diğer yandan BAE’nin Türkiye algısının toplumsal düzeyde değişmesinde bu ülkelerde gösterilen Türk dizilerinin önemine dikkat çeken MBC’de yazı işleri müdürü Nabeel Al Khatib ise bu yöndeki çalışmaların sürmesinin önemli olduğunu belirtmektedir. Khatip’e göre BAE’nin olumlu Türkiye algısında rol oynayan etmenlerin başında Türk dizileri, Filistin sorununda oynadığı rol ve son olarak İran karşısında dengeleyici bir güç olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. 14 

Bu bağlamda BAE’nin Filistin sorununa bakışının diğer Körfez ülkelerinden kısmı düzeyde farklılaştığını belirtmek gerekir. Bir yandan Türkiye’nin Filistin politikasında oynadığı rol övgü ile karşılanırken diğer yandan bu rolün İran ve Hamas gibi Arap rejimleri üzerinde yıkıcı etkileri olan aktörlerin hareket alanını sınırlandırma olarak görüldüğünü belirtmek gerekir. Zira, BAE’de bazı kanaat önderlerine göre İran Ortadoğu’daki radikal grupları kullanarak Körfez ülkelerindeki istikrarı olumsuz etkilemektedir. Abu Dabi’de Türkiye bu aktörler üzerinde etkisini genişlettikçe Tahran’dan kaynaklanan istikrarsızlık unsurlarının da zayıflayacağına dair bir algı bulunmaktadır. Özellikle Şii İran’a karşı 
Sünni Türkiye’nin bir denge unsuru olarak kabul edildiği ifade edilmektedir. 
Bunda daha ılımlı olmasının ve bölgeyle ilişkilerinde egemenlik kurmaktan ziyade işbirliğini öne çıkarmasının ve daha ılımlı bir politika izlemesinin önemine dikkat çekilmektedir. Abu Dabi Rasul Hayma ile birlikte 3 adalar sorununa oldukça ciddi yaklaşmaktadır. Türkiye’nin bu konudaki söylemleri Abu Dabi’de memnuniyetle karşılanmaktadır. 

< Diğer yandan Dubai ise bölge ülkeleriyle ilişkilere ticari yönden yaklaşmaktadır. Dubai’de yaklaşık 400 bin İranlı ticari faaliyetlerde bulunmaktadır. > 

Dubai limanında her gün yüzlerce küçük tonajlı gemilerle İran’a ticari nitelikle mallar taşınmaktadır. Ancak 2009 yılında meydana gelen uluslararası krizin de etkisiyle Dubai’deki ekonomik durum birden bire ters yüz olmaya başladı. Bu süreç bir süre sonra Abu Dabi’nin Dubai’deki yarım kalan yatırımlar dahil olmak üzere Dubai’deki firmaların önemli bir kısmını satın almasıyla sonuçlandı. Böylelikle Dubai’nin İran’la olan ticari ilişkilerine ciddi bir çekidüzen verilmeye süreci de başlamış oldu. Nitekim, BAE Merkez Bankası, Türkiye’nin veto oyunu kullandığı Güvenlik Konseyi'nin son yaptırım kararının ardından Dubai'li şirketlerin İran'la iş yapması yasaklanması ve karara uyacaklarını ilan etmesi dikkat çekicidir. Ayrıca BAE İran tehdidi dolayısıyla yaklaşık 40 milyar dolarlık bir silah alımı gerçekleştirmek için ABD yönetimiyle son pazarlıklarını sürdürmektedir.15 

BAE’deki bir diğer kaygı ise bir gün ABD ile İran uzlaşmasıdır. Böyle bir olasılık karşısında BAE’nin bedel ödeyen taraf olmak istemediği belirtilmektedir. 
Söz konusu olası uzlaşmanın hem Körfez’deki Arap rejimleri hem de Türkiye’nin aleyhine olduğunu ileri süren BAE’deki bazı uzmanlara göre iki taraf da bu konuda aynı noktada bulunmaktadırlar. Diğer bir deyişle ABD kendi çıkarları gereği İran’ın bölgede güçünü artırmasını kabul ederse bundan hem Körfez’deki Arap ülkeleri hem de Türkiye ciddi şekilde zarar görecektir. Dolayısıyla her iki taraf arasındaki 
ilişkilerin geliştirilmesine dönük çapaların stratejik çıkarlar gereği olduğuna dair bir bakış bulunmaktadır. 

Sonuç 

Çalışmamızda dikkate aldığımız Bahreyn, Katar ve BAE, Körfez bölgesinin Iran ve Irak dışında kalan Körfez ülkelerinin temel sosyal, ekonomik ve politik yapısını yansıtan diğer üç ülkesidir. 
Bu ülkelerdeki Türkiye imajı, aslında Kuveyt ve Umman’dan aşırı ölçülerde farklılık göstermese de yine de kendilerine özgü farklılıklar içermektedir. 
Özellikle tehdit algılamaları bazı açılardan aynı da olsa tehdidin kaynağını oluşturan kaygıların farklı olduğu görülmektedir. 
Örneğin, 
Kuveyt’i endişelendiren birinci derecede Irak’taki gelişmeler, ikinci derecede ise İran’daki gelişmelerdir. Oysa nüfusunun yüzde 60’dan fazlasını Şiilerin oluşturduğu Bahreyn ile ülke toprağının bir kısmı İran tarafından 1972’den beri işgal altında bulunan BAE’nin Tahran’a bakışlarında büyük farklılıklar bulunmakta dır. Söz konusu bu iki ülkeden Bahreyn mezhepsel nedenlerle ve sık sık İran’ın Bahreyn’i kendine ait olduğunu iddia etmesinden kaynaklanan ülkesel nedenlerle İran’ı en önemli dış tehdit olarak değerlendirmektedir. 
BAE ise bir kısım toprakları İran’ın işgali altında bulunsa da İran, BAE’nin birinci ticaret ortağı olma özelliğini korumaktadır. 

Bu ülkelerden Katar’ın dış politikası ise daha çok bölgesel sorunlarda aktif olma, mümkün olduğunca komşu ülkelerle sorun yaşamama ilkesine dayanmakta ve bir takım kaygılarla İran’a yakın olma ama ABD’den de uzak durmama ilkesine dayalı hassas bir denge politikası izlemektedir. 
Her üç ülke de Türkiye’ye İran’ın bölgeye yönelik hegemonik amaçlarına karşı bir dayanak ve bir denge unsuru olarak bakmaktadır. 
İran’dan kaynaklanabilecek bir saldırı karşısında her şeyini kaybedebileceğini düşünen bu üç ülkenin insanları Türkiye’yle yakınlaşma çabasını sürdürmektedir. 
Ayrıca bu ülkelerden Katar dışındaki iki ülkenin Osmanlı egemenliğine girmedikleri için tarihe bakış açıları oldukça olumlu olup Türkiye ile ilişkilerinde herhangi bir olumsuz ön yargıya sahip bulunmuyorlar. Katar’daki El Thani ailesi ise 1916’ya kadar Osmanlı ile iyi münasebetlerini sürdürmüş ender iktidarlardan biridir. Bu bağlamda Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerinin olumlu bir alt yapıya sahip olduğunu ve tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar avantajlı bir konuma sahip olduğunu söyleyebiliriz. 

DİPNOTLAR;

1 Sayed Zahra, Mülakat, 21.01.2009, Manama, Bahreyn. 
2 Walid Noueihed, Mülakat, 22.01.2009, Manama, Bahreyn. 
3 Mansoor Al Jamri, Mülakat, 22.01.2009, Manama, Bahreyn. 
4 Adel bin A. Rahman Al Maawdah, Mülakat, 22.01.2009, Manama, Bahreyn. 
5 Ali El Şerifi, Mülakat, 21.01.2009, Manama, Bahreyn. 
6 Halife bin Ahmed el Dahrani, Mülakat, 25.01.2009, Manama, Bahreyn. 
7 Mansoor Al-Arayedh, Mülakat, 24.01.2009, Manama, Bahreyn. 
8 Liga Mekki, Mülakat, 26.01.2009,Doha, Katar. 
9 Abdulaziz I. Al Mahmud, Mülakat, 27.01.2009, Katar. 
10 Aiman Abboushi, Mülakat, 27.01.2009, Katar. 
11 Jasim el Azzawi, Mülakat, 29.01.2009, Katar; Wadah Khanfar, Mülakat, 29.01.2009, Katar. 
12 Dubai’daki Türk Konsolosluğu verileri. 
13 Mustafa Alani, Mülakat, 03.02.2009, Dubai. 
14 Nabeel Al Khatib, Mülakat, 05.02.2009, Dubai. 
15 İbrahim Karagül, “Bu Deliliğin Sonu Nereye”, 22.09.2010, Yeni Şafak Gazetesi, 
     http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=22.09.2010&y=IbrahimKaragul 

DİPNOTLAR
Ortadoğu Analiz 
Kasım’10 
Cilt 2 -Sayı 23 


***

BASRA KÖRFEZİ ÜLKELERİNİN TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ ROLÜNE BAKIŞI. BÖLÜM 1

BASRA KÖRFEZİ ÜLKELERİNİN TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ ROLÜNE BAKIŞI.  BÖLÜM 1


Prof. Dr. Tayyar ARI,Basra Körfezi ülkeleri, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri,Katar,Irak, İran,

Ortadoğu Analiz
Kasım’10 Cilt 2
Sayı23
Kapak Konusu
Basra Körfezi Ülkeleri ve Türkiye Ortadoğu Analiz Kasım’10 Cilt 2 Sayı23
Türkiye’nin Basra Körfezi ülkelerinin gerek kamuoylarında gerek yönetimleri nezdinde şu an oldukça olumlu bir imajı var. 
Prof. Dr. Tayyar ARI 
Yrd. Doç. Dr. Veysel AYHAN 
Uludağ Üniversitesi U.İ.B. 
ORSAM Basra Körfezi Ülkeleri Danışmanı
Abant İzzet Baysal Üniversitesi U.İ.B. 




BASRA KÖRFEZİ ÜLKELERİNİN TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ ROLÜNE BAKIŞI 

< Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar, Türkiye’ye İran’ın bölgeye yönelik hegemonik amaçlarına karşı bir dayanak ve bir denge unsuru olarak bakmaktadır. Bu ülkeler İran’dan kaynaklanabilecek bir saldırı karşısında her şeyini kaybedebileceğini düşünmektedir. >

Giriş 

Basra Körfezi ülkeleri hakkında Türkiye’de ciddi kurumsal araştırmaların eksikliğine ve bu ülkelere olan ilginin yetersizliğine rağmen söz konusu bölge ülkelerinin Türkiye’deki gelişmeleri yakından takip ettikleri dikkati çekmektedir. 

Türk dış politikasının, Türkiye-AB ve Türkiye Ortadoğu ilişkilerinin yapısını yakından takip eden bölge ülkelerinin Türkiye’ye bakışı ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, temelde ikili ilişkilerin geliştirilmesi yönünde bir beklenti içerisinde oldukları görülmektedir. Bu çalışmada, sayfa sınırlaması nedeniyle Basra Körfezi ülkelerinden yalnızca Bahreyn, Katar ve BAE’nin Türkiye bakışı üzerinde durularak, bir anlamda mikro düzeyden makro sonuçlara ulaşılması amaçlanmaktadır. 



Bahreyn’deki Türkiye Algısı Ve Türk Dış Politikasına Bakış 

1800’lü yılların başından itibaren İngiltere ile Basra Körfezi’nde yaşanan etki mücadelesinin merkez üstlerinden biri olan Bahreyn’in Türkiye’ye ve Türk dış politikasına bakışını birkaç başlık altında irdelemek mümkündür. Körfez ülkeleri içinde Türk vatandaşlarına vize muafiyeti tanıyan ülkelerin başında gelen Bahreyn’deki saha araştırmalarından elde ettiğimiz izlenim doğrultusunda Bahreyn dış politikasının öncelikleri arasında Irak sorunu, İran, Arap ülkeleri ve ABD ile ilişkiler ile Hizbullah ve Hamas’ın politikalarının Bahreyn ve Ortadoğu’daki dengelere etkisinin önemsendiği görülmektedir. Bu çerçevede Türkiye ile ilişkilerde de veya Türk dış politikasına bakışta bu parametrelerin belirleyici bir rol oynadığını belirtmek gerekir. Bahreyn’in öncelikli tehdit algılamalarına bakıldığında ülkedeki Şii nüfusun politizasyonu rejim tarafından ciddi bir istikrarsızlık unsuru olarak görülmektedir. Irak’taki rejim değişikliği ve Şi-ilerin iktidara gelmesi, İran’ın bölgesel güçünü ve etkisini genişletmesi ve son olarak Lübnan ve Yemen’deki Şii hareketlilik rejimin güvenlik kaygılarını derinleştirmiştir. Tüm bu güvenlik 
bakışlı dış politikasına bakışın Türkiye- Bahreyn ilişkilerinin algılanmasında da önemli bir rol oynadığı görülmektedir. 

    Bu kapsamda Al Ahbar al Haliç gazetesi yazarlarından Sayed Zehra Türkiye’nin Bahreyn’de oldukça önemli bir imaja sahip olduğunu belirtirken söz konusu olumlu imajının oluşmasında son dönemde Türkiye’nin Ortadoğu’da izlemiş olduğu politikalardan bağımsız olmadığını belirtmektedir. Körfezdeki güvenlik sorunları içerisinde Şii muhalif hareketlerin varlığına değinen Zehra İran’ın bu gruplarla ilişkisinin de önemsenmesi gerektiğini ifade etmektedir. Irak’ın toprak bütünlüğü nün bölgedeki tüm Arap ülkeleri açısından son derece önemli olduğuna dikkat çeken Zehra, Irak’ın parçalanmasının ciddi bir felaket senaryosu olarak görüldüğü nü belirtmektedir. 
Tüm bu noktalardan hareketle Türkiye’nin hem İran’ın etkisini sınırlama, hem Irak sorunun çözümünde hem de sistem dışı hareketlerde bulunan radikal grupların 
sisteme girmesine katkı sağlamada önemli bir rol oynayabileceği vurgulanmakta dır. Zehra, Türkiye’nin Batı ile de dengeli bir ilişki içinde olmasının bölgesel sorunların çözümünde bir avantaj olduğunu ifade etti.1 

Bahreyn Al Wasat gazetesi genel yayın yönetmeni Welid Noueihed ise Türkiye’nin olumlu bir imaja sahip olmasının nedenlerinin güvenlikten ziyade Türkiye’nin Arap-İsrail sorununda yaşanan krizlerde Arap kamuoyuna verdiği mesajların önemli bir rol oynadığını ifade etmektedir. 

Ayrıca Filistin konusunda yalnızca hükümetin halkında düzenlediği eylemlerle konuya sahip çıkmasının Arap kamuoyunda ciddi bir karşılık bulduğuna dikkat çekilmektedir. Tüm bu gelişmelerin Bahreyn’deki Türkiye algısının oluşmasında önemli bir rol oynadığını belirten Nouihed’e göre Türkiye bölgesel sorunların çözümünde bölge ülkeleriyle birlikte hareket etmesi kamuoyundaki olumlu imajın güçlenmesine yol açmaktadır.2 

Yoğun Şii nüfuslarına sahip Körfez ülkelerinin yönetimleri, Türkiye’yi İran’a karşı denge unsuru olarak görmek istiyor. Resimde, Bahreyn yönetiminin İran’a yakın olmakla suçladığı Şeyh İsa Kasım’a destek veren Bahreynli Şii göstericiler görülüyor. 

Bahreyn Al Wasat gazetesinden Şii muhalefet liderlerinden Mansoor al-Jamri de Türkiye’nin genel anlamda bölge hem de Körfez ülkeleri için çok büyük bir öneme sahip bir ülkedir. Jamri diğer meslektaşlarından farklı olarak İran’ın bölge için bir tehdit olduğu yönündeki iddiaları gerçekçe görmediğini ve bölge ülkelerinin birlikte hareket etmesinin önemli olduğunu ifade etmiştir. Jamri’nin fikirleri Bahreyn’deki Şiilerin Türkiye algısının anlaşılması açısından önemsenmek gerekir. Jamri’nin öncelikleri arasında İran’la ilişkiler ve Bahreyn’deki Şiilerin sosyopolitik durumları olmakla birlikte örneğin Irak sorunu karşısında toprak bütünlüğünü savunması ve bu konuda Türkiye’nin yaklaşımını benimsemesi önemlidir. 

Bununla birlikte Jamri’nin Türkiye’nin İran’a karşı bir denge unsuru olarak gösterilmesinden rahatsızlık hissettiği ve Bahreynli Şiilerin de Türkiye’nin bölgesel girişimlerini desteklediğini ifade etmektedir.3 Öte yandan Bahreyn Temsilciler Meclisi, Dışişleri Komitesi Başkanı Sunni asıllı Adel bin A. Rahman Al Maawdah ise Bahreyn’de Türkiye ile ilişkilere çok önem verildiğini, özellikle Sünni dünyasının ve Bahreynli Sünnilerin Türkiye’yi müttefik olarak gördüğünü ve bu ilişkilere stratejik bir değer atfettiğini belirtmesi dikkat çekicidir.4 



 < Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn vaktiyle Osmanlı egemenliğine girmedikleri için Türkiye’ye ilişkin bir olumsuz ortak tarih algılaması sorunu yoktur. Katar’daki El Thani ailesi ise 1916’ya kadar Osmanlı ile iyi münasebetlerini sürdürmüş ender iktidarlardan biridir. >

Ancak Al Wasat gazetesinden gazeteci Ali el Şerifi ise Türkiye’nin Irak’ın toprak bütünlüğüne ilişkin politikasının oldukça kabul gördüğünü ve gerek Irak içindeki güçler tarafından gerekse Bahreynli entelektüeller tarafından bu politikanın desteklendiğini ifade etmiştir. Bahreyn’in içsel yapısı dolayısıyla İran’ın bu ülkede özellikle Sünni gruplar tarafından tehdit olarak görüldüğünü, Şiiler tarafından ise çok sevildiğini ifade eden Şerifi, bu durumun Bahreyn içindeki kırılganlığı arttırdığını ifade etti. Tüm bunlara rağmen Bahreyn’li Şii ve Sünnilerin de Türkiye 
algısında mezhepsel farklılığın ciddi bir rol oynamadığını belirtmektedir.5 

Bu bağlamda Bahreyn Temsilciler Meclisi Başkanı El Halife bin Ahmed el Dahrani’de Türkiye’nin Bahreyn’de çok sevildiğini ve ilişkilerin her alanda 
geliştirilmesinin oldukça önemsendiğini belirtmektedir. Uzun bir dönem Türkiye’nin bölge ile yeterince ilgilenmediğinden ifade eden Dahrani, son zamanlardaki artan ilgiden Bahreynliler olarak mutlu olduklarını ve Türkiye’ye çok önem verdiklerini ve dış politikasını dikkatle izlediklerini belirtmektedir. Türkiye’nin Batı ile de çok yakın ilişkileri olduğunun farkında olduklarını, Türkiye’nin bu tür ilişkilerinden rahatsız 
olmadıklarını ve kendileriyle ilişkilerini geliştirirken bunlardan vaz geçmesini beklemediklerini ifade eden Dahrani, Bahreyn’le ilişkili olarak var olan diplomatik ve siyasi ilişkilerin çeşitlendirilmesinin, bu bağlamda hem ekonomik alanda hem de diğer alanlarda çok yönlü ilişkilerin geliştirilmesinin yollarının aranması gerektiğini ifade etmiştir.6 
 
< Türkiye-Bahreyn ilişkilerinin son dönemde ciddi bir şekilde gelişme gösterdiğini, Bahreynlilerin Türk dış politikasına bakışlarında önemli bir değişim yaşandığını ve Türkiye’nin bölgesel politikalarda dikkate alınması gereken bir aktör olarak görüldüğünü ifade etmek gerekir.  >

Eski Şura üyesi ve “Gulf Council for Foreign Relations” adlı araştırma merkezinin başkanı olan Şii asıllı Dr. Mansoor Al-Arayedh ise Türkiye-Bahreyn ilişkilerinin olumlu bir şekilde geliştiği, Bahreyn’in dış politikada Türkiye’yi örnek almaya çalıştığını; çünkü Türkiye’nin tüm ülkelerle dengeli bir ilişki içinde olmayı başardığını, bunu yaparken ilişkilerini de geliştirebildiğini belirtmektedir. Türkiye’nin iç politikada da farklı unsurlar arasında dengeli bir ilişki içinde olduğunu özellikle İslami kesimlerin sisteme katılımında başarılı olduğunu, bu konuda Türkiye’nin deneyimlerinden sadece Bahreyn’in değil tüm Arap ülkelerinin faydalanması gereken önemli deneyimler olduğunu ifade etti. Türkiye-İran ilişkilerinin olsun Türkiye-Suriye ilişkilerinin olsun, Türkiye’nin diğer ülkelerle ilişkilerine paralel bir şekilde gelişmeye devam ettiğini ve bunu bir Bahreynli olarak olumlu bulduklarını ifade etmiştir.

Toparlayacak olursak Türkiye-Bahreyn ilişkilerinin son dönemde ciddi bir şekilde gelişme gösterdiğini, Bahreynlilerin Türk dış politikasına bakışlarında geçmiş yıllarla karşılaştırıldığında önemli bir değişim geçirdiğini ve Türkiye’nin bölgesel politikalarda dikkate alınması gereken bir aktör olarak görüldüğünü ifade etmek gerekir. Bahreyn, diğer komşu rejimlerden farklı olarak mezhepsel gerginliğin en üst düzeylerde yaşandığı bir ülke olmasına karşın hem Şii hem de 



Katar’ın Ortadoğu’da izlediği aktif siyasetin Türkiye’nin çizgisiyle paralel olması, ikili ilişkilerin güçlenmesini kolaylaştırıyor. Resimde Katar Emiri’nin Lübnan ziyaretinde kendisine teşekkür eden Şii aileler görülüyor. 

Sünni kesimin Türkiye algısının olumlu olduğu dikkat çekmektedir. Türkiye’nin Filistin sorunu başta olmak üzere, Irak konusundaki politikaları, İran ve Suriye ile ilişkiler ve son olarak Körfez İşbirliği Konseyi ile kurduğu diyaloğun tüm Bahreynlilerin Türk dış politikasını olumlu şekilde desteklemesinde rol oynadığı görülmektedir. 

Katar’daki Türkiye Algısı Ve Türkiye İle İlişkilere Bakış Bölgenin ekonomik olarak en gelişmiş ülkelerinden biri olan Katar Ortadoğu’da izlemiş olduğu denge siyasetiyle dikkatleri üzerine çekmeyi başarmış bir ülkedir. Doğalgaz itibariyle dünyanın üçüncü büyük rezervine sahip olan Katar’da kişi başına düşen milli gelir 20 bin dolarların üzerindedir. 

Türkiye’de de temsilciliği bulunan Al Jezire gibi hem Arap hem de dünya kamuoyunda önemli bir etkiye sahip olan bir kanalın doğrudan yönetim tarafından finanse edilmesi Katar’ın çok yönlü dış politikasına bir örnek teşkil etmektedir. Bir yandan ülkesinde Amerikan askeri üslerine yer verirken diğer yandan da İran ve Hamas gibi aktörlerle iyi diyalog kurma çabası Katar’ın bölgesel dengelerde önemini artırmaktadır. 

1 Milyar Doların üstünde dış ticaretimizin bulunduğu ve yaklaşım 8 milyar dolarlık Türk yatırımcılara iş imkanı sağlayan Katar’daki Türkiye algısının oluşmasında rol oynayan bir diğer unsur ise Katar’ın çok yönlü dış politika anlayışıdır. 
Katar’ın ekonomik gücünün giderek artması ile zaten önemli bir ekonomik merkez haline gelmesi, aynı zamanda Katar’ın Körfez bölgesinde hem bir medya merkezi hem de bir kültür merkezi olarak öne çıkmasına yol açmaktadır. Katar’ın dengeli bir politika izlemesinin hem bu niteliğinden hem de İran’a yakın olması, Arap ülkeleriyle yoğun temasının bulunması ve güvenlik ve benzeri nedenlerle ABD ile de yakın ilişkiler içinde olmasından kaynaklandığını ifade dilmektedir. Türkiye’de söz konusu denklemde önemli bir aktör olarak görülmektedir. 

Bu çerçevede Katar’daki Türkiye algısının oluşmasında farklı bazı unsurların belirleyici bir rol oynadığını belirtmek gerekir. Bunlardan birincisi tarihsel ilişkilerdir. Nitekim 1916 yılına kadar Osmanlı askerlerine ev sahipliği yapan Katar ile tarihten gelen sorunların bulunmayışı Türkiye-Katar ilişkilerinin toplumsal düzeyde geliştirilmesinde olumlu bir katkı sağlamaktadır. İki ülke ilişkilerini etkileyen bir diğer unsur ise son dönemde bölgede yaşanan sorunlar ve Türkiye’nin bu sorunlar karşısında izlediği politikalardır. Bunların başında ise Filistin sorunu ve İran’la ilişkiler gelmektedir. 2009 başındaki Gazze Savaşı sırasında Türkiye’nin izlemiş olduğu dış politika, ardından gene Filistin sorunu bağlamında Davos olayları sonrası Türkiye’nin Katar’daki imajının en üst noktaya ulaştığı ifade edilmektedir. Dolayısıyla Katar’daki Türkiye imajının oluşmasında 
Filistin sorunu karşısında izlenen dış politikanın birincil derecede en azından kamuoyu algısının oluşmasında rol oynadığı ifade edilmektedir. 

Bu bağlamda Dr. Liga Mekki ile yapılan görüşmede Türkiye-Katar ilişkilerinin gelişmesinde öne çıkan vurgu Türkiye’nin dengeleyici rolü olmuştur. Bölgedeki güç boşluğundan söz eden Mekki’ye göre ABD’nin burada uzun süre kalamayacağına göre bölgedeki güç boşluğunun bir şekilde doldurulacağını ancak bunun Türkiye tarafından doldurulmasının Katarlılar tarafından istendiği ifade edilmiştir. 

Türkiye bölgesel politikalarında tarafların hiçbirisini dışlamamaya özen göstermesinin çok ilginç bulunduğunu belirten Dr. Mekki, bunu bölgede bir başka ülkenin yapamadığını zira bölge ülkelerinin mutlaka birbirleriyle bir sorunları olduğunu ve bir çok konuda ortak bir politika ve konuşma zemini bulamadıklarını, bunu en iyi yapanın Türkiye olduğuna ifade etmektedir. Bu olgulardan hareket edildiğinde Katar’ın Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirmek istediğinin doğal bir olgu olduğunu belirtmektedir. Irak’ın toprak bütünlüğünü destekleyen Türkiye’nin bu politikasının Katar’da çok ilgi uyandırdığını ve desteklendiğini ifade eden Mekki, Türkiye’nin zaten Sunni gruplar arasında çok popüler olduğunu dolayısıyla tüm taraflara yönelik çok yönlü ilişkilerini geliştirmesinin çok yararlı olarak görüldüğü nü belirtmektedir.8 
Türkiye-Katar ilişkilerine yönelik olarak sağlıktan, eğitime, siyasetten ekonomiye, kültürel ilişkiden entelektüel ve akademik ilişkiye kadar her alanda işbirliğinin geliştirilebileceğini Türkiye’de bütün tarafların katılımıyla gerçekleştirilecek toplantıların daha sık yapılmasının gerekliliğine değinen Mekki, bunun bölge halkının ve etkili aktörlerin Türkiye’yi daha yakından tanımasına yol açacağını ifade etmektedir. Ayrıca Türkiye’nin bölgede daha etkili rol almasının yalnızca Katar değil tüm bölge halkı tarafından arzu edildiğini ve artık hiç bir aktörün Türkiye’nin bu denli etkili olmaya çalışmasını geçmiş imparatorluk dönemine geri dönme isteği olarak yorumlamadığını ifade etmesi dikkat çekicidir. 

Türkiye’nin Katar’daki imajına yönelik olarak El Arab gazetesinden ve yönetime yakın isimlerden Abdulaziz el Mahmut da Türkiye’nin Körfez ülkeleri açısından kabul edilebilir tek ülke konumunda olduğunu, gelinen noktada Türkiye’nin bölgesel bazı sorunların çözümünde askeri güç dahi kullansa hiçbir ülkenin buna karşı çıkmayacağını, Türkiye’nin iyi niyetli ve samimi politikalarından artık kimsenin kuşku duymadığını ileri sürmektedir. Ancak bu noktada Katar’daki Türkiye algısının oluşmasında Türkiye’nin İran karşısında dengeleyici bir ülke olarak görülmesinin etkili olduğu belirtmek gerekir. 

Dolayısıyla kamuoyundan farklı olarak yönetimde ve yönetime yakın kanaat önderlerinde güvenlik temelli bir Türkiye algısının olduğu görülmektedir.9 


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

3 Nisan 2020 Cuma

ABD-İRAN GERİLİMİ GÖLGESİNDE HÜRMÜZ BOĞAZINDA ENERJİ GÜVENLİĞİ.

ABD-İRAN GERİLİMİ GÖLGESİNDE HÜRMÜZ  BOĞAZINDA ENERJİ GÜVENLİĞİ. 






Gülperi GÜNGÖR
Analiz No : 2020 / 1
15.01.2020

ABD-İRAN GERİLİMİ GÖLGESİNDE HÜRMÜZ BOĞAZI'NDA ENERJİ GÜVENLİĞİ 

Gülperi GÜNGÖR.

Çin, İran ve Rusya 26 -30 Aralık 2019 tarihleri arasında, Hint Okyanusunun kuzeyinde, Umman Körfezinde ortaklaşa bir deniz tatbikatı gerçekleştirdi. İran Ordusu Deniz Kuvvetleri Komutan Yardımcısı tatbikatın 17 bin km karelik bir alanda yapıldığını ve tatbikatın amacının uluslararası ticaretin güvenliğinin arttırılması, deniz korsanlığı ve terörizme karşı mücadele ve deniz arama kurtarmada tecrübe paylaşımı olduğunu ifade etti. Deniz Emniyet Kemeri adıyla gerçekleşen askeri tatbikat, İranın Çin ve Rusya ile bu düzeyde gerçekleştiği ilk üçlü tatbikat olması bakımından dikkat çekmiştir. 

Tatbikatın gerçekleştiği Umman Körfezi, dünyada deniz yoluyla ticareti yapılan petrolün beşte birinin geçtiği Hürmüz Boğazına bağlanmaktadır. BBC nin aktardığı bilgiye göre, günde ortalama 19 milyon varil petrol Hürmüz Boğazından geçmektedir,[1] bu yüzden bu bölge enerji güvenliği açısından önem arz etmektedir. 

Bu bölge 2019 yılında petrol tankerlerinin güvenliği konusunda gerilimlere sahne olmuştur. 12 Mayısta ikisi Suudi Arabistana ait dört ticari gemi, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) açıklarında, kimliği belirsiz bir saldırıya uğramıştır. Haziran ayında Norveç şirketi Frontlinea ait Marşal Adaları bandıralı Front Altair gemisinde patlamalar olmuş ve Japonya ile bağlantılı kimyasal tanker, Panama bandıralı Kokuka Courageousa mermi saldırıları yapılmıştır. 14 Eylülde ise Suudi Arabistanın Aramco Petrol Şirketinin tesislerine füze saldırıları olmuştur. 

ABDnin İran ile yapılan nükleer anlaşmadan çekilmesi ve İrana yönelik yaptırımları sıkılaştırması, Haziran 2019da ABDye ait insansız hava aracının İran tarafından, hava sahasını ihlal ettiği gerekçesiyle, düşürülmesi, Temmuzda İngiltere-İran arasında gerçekleşen tanker krizi gibi olaylar bölgede gerçekleşen saldırılardan İranın sorumlu olduğu şüphelerini güçlendirmiştir. İran bu suçlamaları reddederken, BAE kıyılarındaki saldırılarda kullanılan mayınlarının İranın mayınlarına benzer olduğu iddiası ile, ABD İranı saldırılardan sorumlu tutmuştur. Suudi Arabistan tesislerine yapılan saldırıları Yemendeki Husiler üstlenirken ABD saldırıların kuzeybatıdan, İrandan düzenlendiğini ileri sürmüştür. 
ABD Öncülüğünde Deniz Güvenliği Koalisyonu ve Diğer Ülkelerden Tepkiler 
Hürmüz Boğazında tansiyonu yükselten bir diğer olay, İran-İngiltere arasında olan tanker krizidir. 4 Temmuz 2019 da İngiltereye bağlı Cebelitarık Özerk Yönetimi, Suriye'ye yönelik ambargoyu ihlal ederek petrol taşıdığı gerekçesiyle İranın "Grace 1" adlı tankerini alıkoymuştu. Cebelitarık Yüksek Mahkemesi İran tankerinin alıkoyma süresini 15 Ağustos'a kadar uzatmıştı. İran ise 19 Temmuzda Hürmüz Boğazı'nda Stena Impero adlı İngiltere bandıralı petrol tankerini, bulunduğu konumu gösteren sinyali kapattığı ve denizcilik kurallarına riayet etmediği gerekçesi ile alıkoymuştu. 

Bölgede enerji güvenliğinin riske girdiği ve petrol fiyatlarının yükseldiği bu dönemde ABD kilit su yollarının gözetimi ve güvenliği için girişimler başlattı. Temmuz ayında ABD Merkez Komutanlığı, Orta Doğu'da güvenli geçişi sağlamak ve hayati önem taşıyan nakliye hatlarını korumak için Sentinel (Nöbetçi) Operasyonu'nu geliştirdiğini açıkladı.[2] 
Bu operasyona bölgesel ve uluslararası katkılar için çağrıda bulundu. Bölgedeki nakliyeyi korumak için ABD öncülüğünde kurulan koalisyona Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Bahreyn, Katar, İngiltere, Arnavutluk ve Avustralya katılmıştır. 

Ancak bu süreçte, öncelikle Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupa ülkeleri, ABD nin İran a uyguladığı maksimum baskı politikasına destek vermeye yanaşmadıkları ve İran ile müzakerelerin devam etmesini arzuladıkları için ABD öncülüğünde bir koalisyona katılmak istemediklerini açıkladılar. Deniz trafiğini korumak için bir Avrupa Deniz Misyonu oluşturmak üzere İngiltere, Almanya ve Fransa çalışmalar başlattıklarını açıkladı ancak Londra da hükümet değişikliği ve Boris Johnsonın yeni başbakan olarak göreve başlamasının ertesinde, İngiltere, ABD öncülüğündeki koalisyona dahil olacağını bildirdi. 

24 Kasım'da Fransa Savunma Bakanı Florence Parly, Abu Dabi'deki bir Fransız deniz üssünün Basra Körfezi'ni korumak için Avrupa liderliğindeki bir misyonun merkezi olacağını açıkladı. Almanya, bu girişimi politik olarak desteklese de, bunun bir Avrupa Birliği misyonu olmadığı gerekçesi ile katılmayacağını bildirdi. Alman yasalarına göre, Almanyanın bu tür bir koalisyona katılabilmesi için, misyonun AB, NATO ve BM çerçevesinde kolektif güvenliğe dayalı bir sistem olması gereklidir. Hürmüzde güvenliğin sağlanması için İspanya ve İtalya bir Avrupa Misyonuna sıcak baktıklarını açıkladılar. 

Hürmüz Boğazındaki Avrupa Misyonuna (European-Led Mission Awareness Strait of Hormuz) Hollanda, Ocak 2020'den başlayarak altı aylık bir süre için bir gemi katkıda bulunacağını açıkladı. Danimarka Dışişleri Bakanı Jeppe Kofod ise, Danimarka nın dünyanın beşinci en büyük denizcilik ülkesi olduğunu, Hürmüz Boğazı da dahil olmak üzere deniz güvenliğinin sağlanmasında Danimarkanın özel bir ilgi ve sorumluluğunun olduğunu ifade etti. Danimarka Hürmüz Boğazına helikopter ve yaklaşık 155 askerle bir fırkateyn göndermeyi teklif ettiğini açıkladı. 

Petrol ithalatının yüzde 90'ını Körfez bölgesinden elde eden Japonya ise deniz 
taşımacılığını güvence altına almak için, bir koalisyona katılmayarak, bölgeye kendi Öz Savunma Kuvvetleri güçlerini gönderme kararı aldı. Yaz aylarında saldırıya uğrayan tankerler arasında bir Japon gemisi de vardı. ABDnin koalisyon girişimi sonrasında, İran Dışişleri Bakanı, Japonyaya ABD öncülüğündeki koalisyona katılmaması hususunda çağrıda bulunmuştu. 

Çin ve Rusyanın Rolü., 

Aralık ayında gerçekleşen Çin, İran, Rusya üçlü tatbikatına geri dönersek, İran Ordusu Deniz Kuvvetleri Komutan Yardımcısı bu tatbikatın İranın izole edilemeyeceğini gösterdiğini ifade etmiştir. ABD ve Avrupa Ülkeleri Hürmüzde deniz ve enerji güvenliği için girişimler başlatmışken Çin ve Rusya da bu yönde iradelerini bu girişimle ortaya koymuş olmaktadır. Ancak bu tatbikat, Çin ve Rusyanın, İran'ı da yanlarına alarak, ABD öncülüğündeki koalisyondaki ülkeleri tamamen karşılarına aldıkları anlamına gelmemektedir. 

Nitekim, Çin Savunma Bakanlığı Sözcüsü tatbikatın amacının üç ülkenin donanması arasında eşgüdüm sağlamak ve iyi niyet mesajı göndermek olduğunu söylemiştir. Yaptığı açıklamada tatbikatın uluslararası kurallara uygun olduğunu ve İran-ABD gerilimini kastederek bu tatbikatın uluslararası durumla ilişkilendirilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü de, tatbikatın güvenlik işbirliğini güçlendirme ve terörist tehditlere yanıt verme amaçlı olduğunu ifade etmiştir. 

Çin ve Rusya'nın ABD ve Arap ülkeleri ile ilişkilerini riske atarak İranı tamamen 
destekleyen bir politika içerisine girebileceği düşünülemez. Sonuç olarak, enerji güvenliği için mekanizmalar oluşturulurken, Rusya ve Çinin sorumlu güçler olarak bölgede varlıklarını ortaya koyma isteğini göstermeyi amaçladıkları söylenebilir. 


*Fotoğraf: NTV 


[1] 
Why Does The Strait of Hormuz Matter?, BBC, 11 Haziran 2019, 
https://www.bbc.com/news/av/world-middle-east-48586787/why-does-the-strait-of-hormuzmatter 
[2] 
U.S. Central Command Statement on Operation Sentinel, U.S. Central Command, 19 
Temmuz 2019, https://www.centcom.mil/MEDIA/STATEMENTS/StatementsView/
Article/1911282/us-central-command-statement-on-operationsentinel/
utm_source/hootsuite/ 
AVİMAvrasya İncelemeleri MerkeziCenter for Eurasian Studies3

Yazar Hakkında : 

Atıfta bulunmak için: GÜNGÖR, Gülperi. 2020. "ABD-İRAN GERİLİMİ GÖLGESİNDE HÜRMÜZ BOĞAZI'NDA ENERJİ GÜVENLİĞİ." Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM), Analiz No.2020 / 1. Ocak 15. 
Erişim Nisan 01, 2020. 
https://avim.org.tr/tr/Analiz/ABD-IRAN-GERILIMI-GOLGESINDE-HURMUZ-BOGAZINDA-ENERJI-GUVENLIGI 

Süleyman Nazif Sok. No: 12/B Daire 3-4 06550 Çankaya-ANKARA / TÜRKİYE 

Tel: +90 (312) 438 50 23-24 • Fax: +90 (312) 438 50 26 
@avimorgtr 
https://www.facebook.com/avrasyaincelemelerimerkezi 

E-Posta: info@avim.org.tr 
http://avim.org.tr 

© 2009-2020 Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM) Tüm Hakları Saklıdır 

***

6 Mart 2019 Çarşamba

Ortadoğu Güvenlik Raporu 2017. BÖLÜM 4

Ortadoğu Güvenlik Raporu 2017. BÖLÜM 4



2017 // Middle East Security Report, 2017

Türkiye’nin 2016-17 dönemi savunma ihracatı ise tarihin en üst seviyesine ulaşmış olsa da hala potansiyelin çok altında 1.74 milyar dolar düzeyinde olmuştur. Resim 1’de gösterildiği üzere Türkiye’ni en fazla ihracat yapığı ülke ABD iken Almanya ve Hindistan ilk üç sırayı şekillendirmiştir. Türkiye savunma ihracatında 2016-17 döneminde gerçekleşen anlaşmalar ise şöyledir: 

. Katar’a BMC üretimi Amazon, 1500 adet; Nurol Makine üretimi NMS 100 adet; 
. Nurol Makine üretimi Ejder Yalçın 400 adet 
. BAE’ye Otokar Üretimi Arma 8X8, 400 adet 
. Umman’a FNSS üretimi Pars III 8X8, 172 adet 
. Tunus’a NUROL MAKİNE A.Ş. üretimi Ejder Yalçın, 70 adet 
. Özbekistan’a Nurol Makine üretimi Ejder Yalçın, 1000 adet 


Resim 1: 2017 Yılı Savunma İhracatı ve İhracat Yapılan Ülkeler46 


Sonuç 

Ortadoğu bölgesel güvenlik kompleksini 2016-17 döneminde birden fazla boyutlarda etkileyen stratejik değişim parametreleri Suriye krizi, Suudi Arabistan-İran rekabeti ve Katar Krizi, Yemen iç savaşı, Libya iç savaşı, DEAŞ ve diğer devlet dışı silahlı aktörlerin varlığı, yüksek düzeyli savunma harcamaları oldu. Bölgesel krizlerin hiçbirinde çözüme yönelik kalıcı bir ilerleme sağlanamaması bölgedeki güç boşluğunu besleyerek ülkeleri daha fazla 
savunma yatırımı yapmaya yönlendirdi. Bölge ülkelerinin çoğu savunma sanayilerini yerelleştirme yönünde politikalar izlerken bölgenin geneline bakıldığında bölge-dışı aktörlere olan bağımlılığı azaltmaya yönelik bir çaba gözlemlendi. 

Suudi Arabistan-İran bölgesel liderlik rekabeti, Ortadoğu’nun güvenlik atmosferini negatif anlamda etkileyen başat faktörlerden birisiydi. 

Bu rekabet 2016-17 dönemi içerisinde Katar krizi ile bölgeye yansırken, kriz bölge ülkeleri de taraf seçmek zorunda bıraktı ve Ortadoğu’da dost-düşman ayrımları derinleşti. Bu rekabet savunma sanayilerine de yansırken İran ve İsrail’in başını çektiği savunma sanayileri Suudi Arabistan, BAE ve Türkiye’nin çabaları ile çok kutuplu bir rekabete dönüştü. 2016-17 dönemi, aynı anda Ortadoğu ve bölgedışı aktörlerin daha güvenlikli bir yapı için birçok boyutta gerçekleşen rekabet ve bu rekabetten doğan krizlerle geride kaldı. 

Kaynakça 

1 IISS, Strategic Survey, Middle East, 2017 s. 161. 
2 IISS, Strategic Survey, Middle East, 2017 s. 160. 
3 “Russia’s Use of Hamadan Base is ‘Profitable for Iran’”, Reuters, 26 Temmuz 2016. 
4 Behnam Ben Taleblu, “Understanding Iran’s Deployment of the S-300 System”, 
http://www.defenddemocracy.org/media-hit/behnam-ben-taleblu-understanding-irans-deployment-of-the-s-300-system/. 
5 “Turkey ends 'Euphrates Shield' operation in Syria”, Al-Jazeera, 30 Mart 2017. 
6 “Turkish army sets up second monitoring post in Idlib”, Hurriyet Daily News, Ekim 2017. 
7 Rusya 2016-17 döneminde Suriye’de 2 savaş uçağı ve 5 helikopter kaybederken; Suriye 6 helikopter 24 adet 
uçak kaybetti. Bilgiler açık kaynaklardan edinilmiştir. 
8 IISS, Strategic Survey, Middle East and North Africa, 2017 s. 171. 
9 Balistik füze saldırıları ile ilgili bir grafik 
10 Hûsîlerin elinde bulundurduğu limanlara yönelik başlatılan abluka ve operasyonlar sonucunda Hûsîler 
Yemen’in güneybatısında kontrol ettikleri bazı alanları kaybetti. 
11 Bu ayrıma dair bir yazı. Stasa Salacanin, “Divergent Saudi and Emirati Agendas Drag Yemen Deeper into 
Chaos”, The New Arab, 2 Mart 2018. 
12 IISS, Strategic Survey, Middle East and North Africa, 2017, s. 189. 
13 IISS, Strategic Survey. Middle East and North Africa, 2016, s. 171 . 
14 “Libyan National Army Commander Haftar Visits Russia's Admiral Kuznetsov”, Sputnik News, 11.01.2017. 
15 Bilgay Duman, “A new Controversial Actor in Post-ISIS Iraq: The Popular Mobilization Forces”, ORSAM, Mayıs 2015. 
16 IISS, Strategic…, 2016, s. 167. 
17 “Iraq: Legislating the Status of the Popular Mobilization Forces”, Library of Congress, 7 Aralık 2016 
18 Martin Chulov, “More than 92% of voters in Iraqi Kurdistan back independence”, The Guardian, 28 Eylül 2017. 
19 “Iraq to sell Kirkuk oil to Iran”, Al-Jazeera, Kasım 2017. 
20 IISS, Strategic…, 2017, s. 185. 
21 “Qatar-Gulf crisis: Your Questions Answered”, Al-Jazeera, Aralık 2017. 
22 Heather Murdock, “Turkey Opens First Mideast Military Base in Qatar”, VOA News, Mayıs 2016. 
23 IISS, Strategic Survey, Middle East and North Africa, 2016, s. 173 . 
24 İsrail’e dair de farklı rakamlar çeşitli araştırma kuruluşlarınca rapor edilmiştir. Örneğin 
http://www.jpost.com/Middle-East/2018-Global-defense-spending-to-hit-post-Cold-War-high-of-167-trillion-518440. 
25 Suudi Arabistan savunma bütçesine dair veriler, savunma harcamalarını inceleyen kurumlarca bile güvenilir 
bulunmamaktadır. Bu konuda araştırma yapan üç büyük kuruluşun gösterdiği rakamlar 50.9, 63.673, 81,526 
milyar dolardır. Buradan hareketle bu araştırmada Suudi Arabistan resmi makamlarının bütçede verdiği rakam 
ve destek fonları dikkate alınarak en gerçekçi rakam tercih edilmiştir. 
26 Suudi Arabistan için farklı verilere de bakılabilir. Örn: 
http://www.janes.com/article/76607/saudi-arabia-increases-defence-budget. 
27 Türkiye savunma harcamaları, 2016 sonrasında dolar kurunda yaşanan büyük değişikliklerden dolayı azalmış 
olarak görünebilir. Ancak TL bazında bir artış söz konusudur. Dolar bazındaki azalmanın temel sebebi TL’nin 
Dolar karşısında büyük oranda değer kaybetmesidir. 
28 2017 yılı için belirtilen rakamların bütünü 2017 yılı dolar kuru baz alınarak oluşturulmuş; önceki yıllarda ise 
kendi dönemlerinin dolar kurunu yansıtmaktadır. 
29 IHS Jane’s Defense kuruluşunun 2017 rakamları: Suudi Arabistan: 50.9; BAE: 19.8; İran: 16.3; İsrail: 15; 
Türkiye: 12.1 milyar dolar. Kaynak: 
http://www.janes.com/article/76463/global-defence-spending-to-hit-post-cold-war-high-in-2018-jane-s-by-ihs-markit-says. 
30 IHS Markit Raporunda Suudi Arabistan, İsrail, Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri ve Irak’a dair savunma bütçeleri çok büyük fark içerecek şekilde daha az gösterilmektedir. Örneğin; Suudi Arabistan için SIPRI ve The Military Balance ile IHS Markit verileri arasında 30 milyar dolardan fazla bir fark bulunmaktadır. Ancak IHS Jane’s açıkladığı her veri için gerçek rakamların açıklanan verilerin bir hayli üstünde olduğu vurgusu yapmaktadır. Nitekim yazarın Ortadoğu ülkelerinin 2014’ten bu yana senelik ekipman tedariklerini ve imzalanan antlaşmaları içeren araştırmaları da çalışmada sunulan rakamların gerçeğe en yakın olanlar olduğu savını güçlendirmiştir. 
31 Öz-Savunmacı güvenlik postürü kavramı savunma harcamaları %4’ün üzerinde olup uluslararası askeri operasyonlarda yer almayan ülkeler için kullanılır. 
32 Kaynak: IISS, The Military Balance, Chapter 2, Country Comparisons, 2017. 
33 “Turkish, Saudi Firms Sign Joint Venture”, Defense News, 
https://www.defensenews.com/global/mideast-africa/2016/12/29/turkish-saudi-firms-sign-joint-venture/. 
34 “Turkey, Ukraine and Saudi Arabia to co-operate on maritime patrol variant of AN-132”, IHS Jane’s, 
http://www.janes.com/article/70316/turkey-ukraine-and-saudi-arabia-to-co-operate-on-maritime-patrol-variant-of-an-132. 
35 “Saudis in talks with TAI to buy six Anka turkish drones”, Defense News, 
https://www.defensenews.com/digital-show-dailies/2017/11/17/saudis-in-talks-with-tai-to-buy-six-anka-turkish-drones/. 
36 “Turkey to deploy up to 600 troops at military base in Qatar”, IHS Jane’s, 
http://www.janes.com/article/70199/turkey-to-deploy-up-to-600-troops-at-military-base-in-qatar. 
37 “Turkish Armor Makers in Talks to Produce 1,000 Vehicles for Qatar”, Defense News, 
https://www.defensenews.com/land/2016/12/29/turkish-armor-makers-in-talks-to-produce-1000-vehicles-for-
qatar/. 
38 “Turkey’s Havelsan Builds AW139 Simulator for Qatar”, Defense News, 
https://www.defensenews.com/training-sim/2017/01/04/turkeys-havelsan-builds-aw139-simulator-for-qatar/. 
39 Haberin kaynağı için bkz. “Sikorsky Transfers S-70i-TM Helicopter to Aselsan for Turkish Utility Helicopter 
Program Development”, 
https://news.lockheedmartin.com/2017-03-02-Sikorsky-Transfers-S-70i-TM-Helicopter-to-Aselsan-for-Turkish-Utility-Helicopter-Program-Development. 
40 “Havelsan Becomes Raytheon’s Three-Star Supplier”, Defence Turkey, 
http://www.defenceturkey.com/tr/icerik/havelsan-becomes-raytheon-s-three-star-supplier-2733#.Wo8GkOeYPIW. 
41 “Rolls-Royce forms joint venture with Turkey's Kale Group to produce TF-X engines”, IHS Jane’s, 
http://www.janes.com/article/70204/rolls-royce-forms-joint-venture-with-turkey-s-kale-group-to-produce-tf-x-engines. 
42 Quwa, “Eurosam and Aselsan, Roketsan sign agreement to conduct study for Turkey’s national long-range 
SAM program”, 
https://quwa.org/2018/01/07/eurosam-and-aselsan-havelsan-sign-agreement-to-conduct-study-for-turkeys-national-long-range-sam-program/. 
43 Türkiye’nin Savunma İthalatı ile bilgi için bkz. Export.gov (ABD), https://www.export.gov/article?id=Turkey-
Defense-Technology-and-Equipment. 
44 “Trends In International Arms Transfers: 2016”, SIPRI, 
https://www.sipri.org/sites/default/files/Trends-in-international-arms-transfers-2016.pdf. 
45 “Turkey Buys 4 Russian S-400 Systems, Russian Loans to Cover 55% of Costs”, Sputnik News, 
https://sputniknews.com/military/201712271060341881-turkey-buy-russia-s400-loans/. 
46 “Türkiye Savunma İhracatı”, Anadolu Ajansı, Aralık 2017. 


***

Ortadoğu Güvenlik Raporu 2017. BÖLÜM 3

Ortadoğu Güvenlik Raporu 2017. BÖLÜM 3 



3. Savunma Harcamaları 

Ortadoğu’nun savunma harcamaları, 2016-17 döneminde DEAŞ’e karşı 
yürütülen operasyonlar, Suriye Krizi, Yemen iç savaşı, Suudi Arabistan-İran 
bölgesel rekabeti gibi başat faktörlerin etkisinde artmaya devam etti. 
Tablo 1’de bölgesel savunma harcamaları azalıyor gibi görünse de bu nominal bir azalmadan kaynaklanmamaktadır. 
Gözlemlenen bu azalmanın sebebi, Katar’a dair verilerde olan belirsizlik ve Türkiye’ye dair verilerin dolar bazlı  hesaplanmasıdır. Bu dönemin en dikkat çeken savunma bütçesi, azalan petrol fiyatlarına rağmen yüksek seyrini devam ettiren Irak savunma bütçesidir. Bunun temel sebepleri Ninova eyaletinde DEAŞ’a karşı yürütülen ve Irak’a ciddi bir maliyet oluşturan operasyonlar, Kuzey Irak’la yaşanan bağımsızlık sorunu ve ülkede kapasiteleri giderek artan paramiliter güçlerdir. 

Suudi Arabistan, Ortadoğu bölgesel savunma harcamasında en büyük paya sahiptir. Bölgesel savunma harcamalarının %41’i Suudi Arabistan’a aittir. Arap isyanlarının ortaya çıkışından önce başlayan modernizasyon ve kapasite arttırma planları, Donald Trump’ın ABD başkanlığına gelmesiyle son safhasına geldi. Ancak bu düzeyde harcamaların çok daha uzun süreler devam etmesi konusunda hem Suudi Arabistan yönetiminde hem de uluslararası araştırma kuruluşlarının öne sürdüğü dikkate değer soru işaretleri var. 

Suudi Arabistan’ın 2030 vizyonu içerisinde savunmayı yerlileştirme planları ve ekonomiyi çeşitlendirerek dışa bağımlılığı azaltmayı hedeflediği bilinmektedir. Aynı stratejileri takip eden BAE gibi Suudi Arabistan da 2023 sonrası (110 milyar dolarlık anlaşmalar dâhilinde teslimatın sona ereceği) dönemde savunma harcamaları daha sürdürebilir düzeylere doğru çekmeye çalışacaktır. 

Ortadoğu ülkelerinin GSMH’lerinde savunma harcamalarının oluşturduğu pay incelendiğinde, Umman, Suudi Arabistan, Irak, İsrail, Cezayir ve İran’ın güvenlik postürlerini önceledikleri açıkça görülmektedir. Umman, Suudi Arabistan ve Irak GSMH’lerinin yüzde %10’undan fazlasını savunma harcamalarına ayırarak öz-savunmacı bir güvenlik duruşunu sergilemişlerdir.31 Suudi Arabistan ve Irak’a dair temel sebepler hem önceki hem gelecek bölümde detaylandırılmıştır. Umman ise ordusunu ciddi bir modernizasyon sürecine tabi 2017 Top Defence Security Budgets as % of GDP tuttuğundan ve deniz harbinde ofansif-defansif kapasitesini arttırmaya çalıştığından son dönemlerde GSMH’sinin %10’una yakınını savunma harcamalarına ayırmaktadır. 

Seçilmiş Ortadoğu Ülkelerinin Savunma Bütçelerinin GSMH’deki Payı,


Tablo 2: Ortadoğu Ülkelerinin bazılarının Savunma Bütçelerinin GSMH'deki Payı32 

Tablo 2 detaylı olarak incelendiğine bu üç ülkeyi İsrail, Cezayir, Kuveyt ve İran’ın izlediği görülür. Kaynak verilerinde Birleşik Arap Emirlikleri verileri olmadığından bu tabloda görünmese de BAE, GSMH’sinin %4.68’lik kısmını savunmaya ayırarak öz-savunmacı bölge ülkeleri arasında yer almıştır. Bu tablo Ortadoğu’da sahadan bilgi sahibi olunmadığında dahi, bölgede önemli güvenlik krizlerinin, uzun süredir devam eden düşmanlık desenlerinin ve ülkelerinin bu nedenle kendilerini güvenliksiz hissettiklerinin ampirik olarak ispatıdır. 
Ortadoğu’da bölgesel güvenlik atmosferi böyle gözlemlenirken ülkelere dair güvenlik algıları ve boyutlarına ise ancak ayrık ülke etütleri ile ulaşılabilir. 

5. Türkiye Özelinde Gelişmeler ve Stratejik Ortaklıklar 

Suriye Krizi, Arap Baharı’nın başından günümüze dek Türk dış politikasına etki eden en önemli faktörlerden birisidir. Türkiye, Ayn el-Arab’daki çatışmada sınırında gerçekleşen savaş, Fırat Kalkanı Operasyonu ve Astana süreci sonrasında İdlib’te gözlem noktaları oluşturan ve Suriyeli muhalif unsurlarla birlikte ülkenin kuzeyinde etkili olan bir pozisyona geldi. 2016-17 dönemi içerisinde Ortadoğu’da etkinliği ve nüfuzu Katar Krizi sebebiyle eskisinden farklı bir dengeye oturan Türkiye, bir yandan Suudi Arabistan ile mesafeli ortaklığını sürdürürken; diğer yandan Katar ile stratejik bir ortaklık inşa etti ve Rusya-İran 
ikilisi ile de Suriye’de lehine bir denge kurmaya çalıştı. 

Yerli savunma sanayisini giderek geliştiren ve bu konuda büyük yatırımlar yapan Türkiye, 2016-2017 döneminde birçok yeni savunma unsurunun denemelerini, atış-uçuş testlerini yaparken seri üretimde olan unsurların teslimatları ise devam etti. Örneğin, 280 km. menzilli Kaan balistik füzesi, yakın destek ve gözlem uçağı Hürkuş-C, ilk yerli MALE sınıfı İHA olan ANKA, 140 km. menzilli anti-gemi füzesi Atmaca’nın atış-uçuş testleri yapıldı. Ayrıca öz itişli uçaksavar sistemi Korkut, ANKA İHA, Hürkuş-C, Mini mühimmatlar, SOM-A, SOM-B1 seyir füzeleri ve daha birçok ürün de 2016-17 döneminde seri üretime geçti. 

a) Savunma İşbirlikleri 

Türkiye-Suudi Arabistan askeri işbirliği 2016-2017 yılında pozitif seyrini sürdürdü. Her ne kadar Suudi Arabistan’ın Türkiye savunma ve havacılık ihracatındaki payı oldukça düşük olsa da, ilk 100 savunma şirketi arasında 58. sırada olan ASELSAN ve Tekniyye firmalarının bir araya gelerek %50’şer hisse ve 6 milyon dolar sermaye ile kurdukları Suudi Savunma ve Elektronik Şirketi (SADEC) bu ortaklığın en önemli yansımalarından birisi oldu.33 Suudi 
Arabistan ve Türkiye farklı bir projede Ukrayna ile Antonov AN-132D askeri nakliye uçağı projesinde birlikte çalışmak üzere Tekniyye ve Havelsan A.Ş. üzerinden anlaştı.34 Bu ortaklık Türkiye adına Suudi Arabistan’a güncel durumda çok düşük olan ihracatın arttırılması ve Suudi Arabistan için ise ortak üretim ve teknoloji transferi anlamına gelebilir. Ayrıca Suudi Arabistan’ın ANKA İHA ve ALTAY Ana Muharebe Tankı ve MİLGEM projeleriyle yakından  ilgilendiği ve tedarik için Türkiye ile iletişimde olduğu da iddialar arasında yer aldı.35 

Türkiye-Katar işbirliğinin savunma boyutu Doha’da açılan Tarık bin Ziyad Tabur 
Komutanlığı ve eğitim üssü ile çok önemli bir aşamaya ulaştı. 1000 Türk askerini barındırabilecek kapasitede olan üssün toplam kapasitesinin ise 3000 kişi olduğu bilinmektedir. Türkiye, şimdiye kadar bu üsse çoğunluğu 2016-2017 Katar krizi sonrasında 800’e yakın asker gönderdi.36 Türkiye-Katar savunma ortaklığı BMC tarafından üretilen KİRPİ MRAP (mayına dayanıklı zırhlı personel taşıyıcısından) 1000 adetlik bir paketi kapsayan ortak üretimi için yapılan anlaşma ile daha uzun süreli bir zemine oturdu.37 Havelsan’ın Doha’da inşa ettiği AW139 uçuş simülatörü de Katar ordu mensubu helikopter pilotlarının Türkiye teknolojisi ile eğitim görmesine ve bu anlamda da bir tecrübe transferi olmasına platform hazırladı.38 Bunların yanında Katar, yerli bir savunma üreticisi olan BMC’nin %50’lik hissesini de satın alarak Türkiye ile savunma sanayiinde büyük bir ortaklık kurdu. 

Türkiye’nin-bölge dışı ülkeler ile kurduğu savunma ortaklıklarında ise ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya öne çıkarken, aynı zamanda Rusya ile de bir savunma işbirliği içine girmek için çaba gösterdi. Türkiye havacılık alanında ABD ile olan ortaklığını, yaşanan birçok krize ve türbülansa rağmen şirketler ve kuruluşlar vasıtasıyla devam ettirdi. 2016-17 döneminin en önemli anlaşmalarından birisi, Lockheed Martin’in bir alt kuruluşu olan Sikorsy Havacılık Şirketi ve Türk Havacılık ve Uzay Sanayi A.Ş. arasında 109 Sikorsky T70 nakliye 
helikopterinin Türkiye’de lisanslı olarak üretilmesine dair sözleşmeydi.39 Toplam değeri 3.5 milyar dolar olan bu 10 yıllık anlaşma ile Türk-ABD havacılık sanayi uzun süren bir işbirliği platformu oluşturdu. 

ABD’nin son dönemde en büyük projelerinden birisi olan F-35 bombardıman uçağının gövde kısmını, seyir füzesini ve birçok elektronik aksamını üreten Türkiye projenin önemli bir ortağı haline geldi. Öyle ki Havelsan, ABD’nin en önemli havacılık şirketlerinden birisi olan Raytheon’un 3 yıldızlı tedarikçileri arasına girdi.40 Bunlara ek olarak Türkiye ile İngiltere arasında da milli muharip uçak projesi TF-X için önemli bir teknoloji transferi ve iş birliği platformu oluşturuldu. BAE Systems ve TAI arasındaki işbirliği ve ön çalışma gruplarına, 
yerli bir üretici olan Kale Group (%51) ile Rolls Royce’un (%49) TF-X motoru üretimi adına birleşerek TAEC Uçak Motor Sanayi A.Ş.’yi kurmaları dönemin en büyük gelişmelerinden birisiydi.41 Diğer önemli gelişme ise, Türkiye’nin orta menzilli hava savunma sistemi ihtiyacını gidermek adına Fransa ve İtalya’nın ortak bir teşebbüsü olan Eurosam savunma konsorsiyumu seçilmesi ve bu iki ülke arasında çok önemli bir ortak gelişim sürecine girilmesi oldu. Bu anlaşma kapsamında menzili 100 km’den fazla olan Aster 30 SAMP/T hava savunma füzelerinin ve platformun geliştirilmesi için Eurosam, Aselsan A.Ş. ve 
Roketsan arasında karşılıklı anlaşmalar yapıldı.42 Türkiye gelişen savunma sanayisini ABD, Avrupa ülkeleri ve Rusya ile destekleyerek ithalat ve teknoloji transferleri ile savunmada millileşme politikasını desteklemeye devam etti. 

b) İthalat-İhracat 

Türkiye’nin savunma ithalatının yıllık 2 ile 2.5 milyar dolar civarında olduğu iddia edilirken, 2017 için bu rakamın gelişen projeler ve artan yerli üretim dikkate alınarak yükseldiği iddia edilebilir.43 2012-2016 yılları arasında gerçekleştirilen yaklaşık 9 milyar dolarlık savunma ithalatının %63 gibi çok büyük bir kısmı ABD’ye aittir.44 Senelik bazda ise ABD’den 1 milyar dolar savunma ithalatı yapıldığı istatistik bazlı ampirik veri raporlarından elde edilebilecek 
bir bilgidir. 
Türkiye küresel anlamda 2012-16 döneminde dünyanın en fazla savunma ithalatı yapan 6. ülkesi olarak gözlemlenirken ABD’den sonra en çok ithalat yapılan ülkeler ATAK Taarruz ve Gözlem Helikopteri projesinin ortağı olan İtalya (%12) ve Türkiye’nin birçok deniz gücü projesinde önemli rol oynayan İspanya (%9) olarak gözlemlenmiştir. 

2016-17 döneminin en önemli gelişmelerinden birisi ise Türkiye’nin uzun menzilli hava savunma sistemi ihtiyacını gidermek amacıyla Rusya’dan S-400 Triumph hava savunma sistemlerini sipariş etmesidir. 2.5 milyar dolar değerinde olan sözleşme bedelinin %45’i Türkiye tarafından depozit edilirken kalan %55’lik kısmı da Rusya’dan alınan kredi ile ödenmiştir.45 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***