İsrail Hegemonyası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İsrail Hegemonyası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Aralık 2020 Cumartesi

Doğu Akdeniz’de ve Arap-İslâm Coğrafyasında “İsrail Hegemonyası” BÖLÜM 2

Doğu Akdeniz’de ve Arap-İslâm  Coğrafyasında “İsrail Hegemonyası”  BÖLÜM 2 




Ahmet DAĞ 

    Osmanlı Devleti’nin sona erişinden istifade ederek yeni kazanımlar elde eden Yunanistan’a İkinci Dünya Savaşı sonrası yapay bir biçimde “çalıntı” usûlle kurulan İsrail ve Kuzey Kıbrıs Rum Kesimi gibi devletler eklenerek Türkiye’nin kuşatılması hareketi ve süreci devam ettirilmiştir. Bu iki yapay devlet  de Osmanlı mirasının üzerine inşa edilmiştir.
ABD ile Rusya arasındaki kutuplaşmanın kurbanı olan Libya ve Suriye meselesi ve iki ülke -Suriye ve Libya- üzerinden sürdürülmeye çalışılan yeni kuşatma teşebbüsü Doğu Akdeniz’i Türkiye için çok önemli bir stratejik mesele hâline getirmiştir.

Mesele yalnızca Oruç Reis’in petrol arama çabası değil, Türkiye’nin Akdeniz’deki sınırlarına hâkim olma ve gemilerini yüzdürebilme gücünü ortaya koyma çabasıdır. Mısır’da devlet başkanı Muhammed Mursi’nin İsrail-ABD-Avrupa (yanında uşak Körfez Ülkeleri -Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan, Bahreyn vs.) eksenli bir darbe ile devrilmesinden sonra Sisi’nin Mısır devlet başkanı olması bölgede ve Akdeniz’de İsrail’in elini güçlendirirken Türkiye’nin elinin zayıflamasına yol açmıştır. Her ne kadar Fransa, sürece dâhil olarak İsrail ve Yunanistan’ın yanında Türkiye’yi zayıflatmak amacında olsa da Türkiye’nin Libya’daki durumu önceden sezip pozisyon alması ve bu ülkede askeri ve siyasî konum elde etmesi bu ülkelerin maksatlarını gerçekleştirmesine engel olmuştur.

    Rusya’nın, Türk-Stream boru hattı üzerinden Türkiye’ye bir doğalgaz bağlantısı açarak Avrupa’ya girmesi ABD-Avrupa yönetimlerinde endişeye yol açmıştır. Yine Türkiye’nin Libya’nın uluslararası meşruluğa sahip olan Sarrac yönetimiyle yapmış olduğu antlaşma, başta İsrail olmak üzere Mısır, Yunanistan, Güney Kıbrıs yönetiminde ve Fransa’da rahatsızlıklara neden oldu. İsrail, Türkiye-Libya antlaşmasından rahatsız olup Yunanistan, Kıbrıs ve Mısır’ın dahil olduğu ittifaka katılma konusunda çekimser kalmıştır. Filistin Devleti’ni yok etmek isteyen İsrail, aynı zamanda
Türkiye’ye karşı Yunanistan ve Kıbrıs’la birlikte hareket edip Akdeniz’de Türkiye’ye üstünlük sağlamak istemektedir. Yunanistan, İsrail’den hem askeri teknoloji satın almış hem de İsrail ile ortak askeri tatbikat yapmıştır. Libya’da Türk politikası karşıtlığı içerisinde bulunan Hafter’i destekleyen Fransa ve Mısır’ın da bu ittifakın içerisinde bulunmasını doğurmuştur.

ABD içinde olan güç mücadelesinde (İsrail-İngiltere) İngiltere’ye karşı 1960 yılından sonra üstünlük sağlayan İsrail, 2013 yılında Mısır’da askeri darbeyi meydana getirerek bölgede hâkim unsur hâline gelmiştir. Son 2-3 yıllık süreç içerisinde Körfez ülkeleri üzerinde de üstünlük sağlamıştır.

Yine İsrail ile Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn vb. Körfez ülkelerinin stratejik birliktelikleri; İran’ın bölgesel isteklerine karşın geliştirilen düşmanlık ve Obama’nın uyguladığı Arap Baharı politikaları neticesinde oluşmuştur.
   Hususiyetle bölgenin iki mihver ülkesi olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin iki veliaht prensi Muhammed bin Selman ve Muhammed
bin Zayed el-Nahayan’ın, İsrail ile kurdukları “sıkı dostluk” bölgenin geleceğinde İsrail’in hakimiyetine vize demektir! Bu dostluğu teşvik eden en önemli unsur; İran ve Suudi Arabistan’ın öncülük ettiği Şii-Sünni çekişmesi ve düşmanlığıdır.
Bu suni gerilim, IŞİD ve Haşdi Şa’bi gibi şiddete dayalı terörist grupları doğurmuştur.

Ekini bozmakla mahir olan semitistler İslâmî hareketleri ya yok ederek ya da marjinalleştirerek sorunlu hâle getirmektedirler. Mısır Akdeniz’de bir enerji gücü hâline gelerek Suud ve Körfez ülkelerinin tahakkümünden kurtulmak yerine daha çok kendine verilen vazifeyi yerine getirme amacındadır. Çünkü Mısır’ın siyasi ve iktisadi yönetiminde etkin olan kendi iradesi değil Körfez ülkeleridir. Zira Sisi’yi iktidara getiren güçle onu iktidarda tutan güç aynı güçtür. Tarihte örneğine daha önce çok da rastlanmayan bir ittifak meydana gelmiştir. İsrail ile ilişkilerini yoğunlaştıran Yunanistan ve Güney Kıbrıs devletlerinin hem Mısır hem de Körfez ülkeleri ile ilişkilerinin yoğunlaşması Grek-Yahudi-Arap üçgeninde ilginç bir
ittifakı doğurmuştur. Bu ittifakı doğuran iktisadi, toplumsal, kültürel ve tarihsel etkiler yanında teolojik nedenleri de iyi anlamak gerekir.

Düzensizlikten / kaos hoşlanmayı tarihsel olarak kültürel kodlarında bulunduran İsrail Yemen, Libya, Suriye, Sudan ve Irak’taki düzensizlikten faydalanarak ya yeni çatışmaları ya da yeni ittifakları doğurmak için sürekli bölgeye müdahale etmektedir. Körfez ülkeleri, Trump yönetiminin desteğini arkasına alan İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesine karşı ciddi itirazda bulunmadıkları gibi Birleşik Arap Emirlikleri hem İsrail’in işgaline hem de bu teşebbüsüne onay vermiştir. Birleşik Arap Emirlikleri İsrail li siyasetçiler ve medya tarafından “övgülerle” etki altına alınarak bölgede koç başı olarak kullanılmaktadır. Nitekim Kudüs Strateji ve Güvenlik Enstitüsü yardımcısı Eran Lerman, Israel Hayom adlı gazetede “BAE Antlaşması Daha Büyük Bir Oyunun Parçası” başlıklı yazısında, İsrail’i Doğu Akdeniz’in anahtar oyuncusu olarak nitelemiştir. Birleşik Arap Emirlikleri
ile yapılan antlaşmanın daha büyük bir oyunun parçası olduğunu yazan Lerman, Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki jeopolitik ilişkileri anlamak için Samarya ve Yahudilikde olan İsrail güvenliğiyle ve İran tehdidiyle doğru anlaşılabileceğini ifade ediyor.
Yalnızca İsrail’i anlamak için değil İsrail ile sıkı bir ilişki kurmaya çok istekli olan Körfez ülkelerinin tarihsel ve dinî kökenlerini iyi anlamak gerekir. Bir yıl önce Umran dergisinde yayımlanan “Körfez Ülkelerı̇ ve İsraı̇l Arasındakı̇ Derin İlişkiler” adlı yazımda, “Suudi Arabistan’ın ve BAE’nin mevcut politikalarını 20. yüzyıl başındaki yeni düzenle ilişkilendirmek yeterli değildir.

Medine dışına sürgün edilenlere dair tarihi vakıayı göz önünde de bulundurarak dinî, etnik ve antropolojik araştırmalar ve incelemeler yapılması gerekir, diye düşünüyorum.” diye bitirmiştim. Bu çalışmaların yapılmasının hâlâ elzem olduğunu düşünmekteyim. Bu meselenin İslâm ve dinler tarihçiliğinin konusu olduğunun farkındayım.
    Bu bölgeye sürülen ve sonrasında Osmanlı’ya karşı kışkırtılan bu kabilelerin Hz. Peygamber döneminde sürülen Yahudi kabilelerden olma olasılığı araştırılması gereken bir durumdur. Bu bağlamda Riyad’ın “Diriye” bölgesi ve onun uzantısı olan Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin tarihsel ve dinî kökenlerinin araştırılmaya değer olduğunu düşünüyorum. Nitekim gazete haberlerine göre Birleşik Arap Emirlikleri’nden aktivist Mazraui, Suudi Arabistan’ın Hayber’den çıkarılan Yahudiler için İsrail’e tazminat ödemesi ve vatandaşlık vermesi gerektiğini söylemiştir.

Velhasıl yönetimleri belirleyerek halkları mahkûm eden ve onların karakterleri üzerinde dönüşüm gerçekleştiren Batılı hegemonya aynı zamanda İslâm coğrafyasının halklarını ve yönetimlerini diğer İslâm ülkelerine düşman kılmaktadır.

Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin başını çektiği kamp kadim Osmanlı düşmanlığını besleyerek Türkiye düşmanlığını körüklemektedir.

İslâm coğrafyasının bir araya gelmemesi için tarihsel, kültürel, mezhebi ve siyasî farklılıklar kışkırtılmaktadır. 

Batılı dünya küreselleşmesini yoğunlaştırırken tarihsel hasmı olarak gördüğü İslâm dünyasının daha da parçalanmasını sağlama amacındadır. Doğu Akdeniz’in güvenliğinin sağlanması konusunda mücadeleye devem edilmeli.

Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti, hem Kuzey Afrika/ Mağrib ülkelerinin kadim tarihsel ve kültürel bağlarını dikkate alarak hem de bu bölgenin bir dönem Endülüs gibi bir medeniyete ev sahipliği yapma tecrübesini göz önünde bulundurarak Akdeniz’in uzak kısımlarında da etkin olmayı sağlayabilir.

Kaynakça

John N. Mearshiner ve Stephen, İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası, çev. Hasan Kösebalaban, Küre Yayınları, İstanbul, 2009, s. 610.
Eran Lerman, UAE treaty part of a much biggergame, 

Umran • Ekim 2020

***

Doğu Akdeniz’de ve Arap-İslâm Coğrafyasında “İsrail Hegemonyası” BÖLÜM 1

Doğu Akdeniz’de ve Arap-İslâm  Coğrafyasında “İsrail Hegemonyası”  BÖLÜM 1 





Ahmet DAĞ 

   Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin başını çektiği kamp kadim 
Osmanlı düşmanlığını besleyerek Türkiye düşmanlığını körüklemektedir. İslâm 
coğrafyasının bir araya gelmemesi için tarihsel, kültürel, mezhebi ve siyasî farklılıklar kışkırtılmaktadır. Batılı dünya küreselleşmesini yoğunlaştırırken tarihsel hasmı olarak gördüğü İslâm dünyasının daha da parçalanmasını sağlama amacındadır. 

Dünyanın jeolojik, İsrail’in varlığının ne tarihî, kültürel, coğ-anlama geldiğini gösterafi ve stratejik bakım-ren en önemli gösterge den en zengin toprakları olan bir  “Ortadoğu” İsrail’in Varlığının olarak isimlendirilerek Teo-Politiği olumsuz “Doğu” ima Dünyanın jeolojik, tarihî, kültürel, coğrafi ve stratejik bakımdan en zengin toprakları olan bir (müslüman) coğrafya, “Ortadoğu” olarak isimlendirilerek olumsuz “Doğu” imajına mahkûm edilerek fikirsiz, tarihsiz, çorak ve kargaşa zemini şeklinde imgeleştirilir. 

  Oysa “Ortadoğu” diye nitelendirilen bu bölge, gerek deniz ve kara ulaşımıyla gerekse tarihi ve kültürel birikimiyle medeniyet tarihinin en önemli unsuru
olmuştur. Bu isimlendirmeye muhatap olan Mısır, Sümer, Mezopotamya, Kuzey Afrika ve Hicaz tarihin yapıldığı bölgeler olmuştur. 19. yüzyılın başında (1801) Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesi bölgenin mahkum olmasının, hem kültürel hem de coğrafi ve siyasal emperyalizmin başlangıcı olmuştur.

Osmanlı Devleti’nin bölgedeki hakimiyetine son verilişi ve 1917 yılında yapılan Balfour Deklarasyonu’yla bir Yahudi Devleti olarak İsrail Devleti’nin kurulma sürecinin başlatılması bölgenin kimyasını bozan iki önemli etken olmuştur.
Chomsky’nin ifadesiyle “bölgeye bir virüs” gibi yerleştirilen İsrail dışındaki Afrika ve Kuzey Afrika Devletleri dahil tüm devletler istikrar sorunu yaşamışlardır. “İslâm Dünyasının Anası ve Afrika’nın Kapısı” olarak sıfatlandırılan Mısır’ın son iki yüzyılda yaşadığı sorunlar bu coğrafyada Osmanlı Devleti’nin bölgedeki hakimiyetine  son verilişi ve 1917 yılında yapılan Balfour  Deklarasyonu’yla bir Yahudi Devleti olarak İsrail  Devleti’nin kurulma sürecinin başlatılması bölgenin  kimyasını bozan iki önemli etken olmuştur. 

Chomsky’nin ifadesiyle “bölgeye bir virüs”  gibi yerleştirilen İsrail dışındaki Afrika ve Kuzey  Afrika Devletleri dahil tüm devletler istikrar sorunu  yaşamışlardır. “İslâm Dünyasının Anası ve  Afrika’nın Kapısı” olarak sıfatlandırılan Mısır’ın  son iki yüzyılda yaşadığı sorunlar bu coğrafyada İsrail’in varlığının ne anlama geldiğini gösteren en önemli göstergelerden biridir.

İsrail’in Varlığının Teo-Politiği

“Geri kalmış ilkeller”in içinde “gelişmiş beyaz bir medeniyet”in timsali olarak görülen İsrail’i korumak ve yaşatmak ABD ve Avrupalı devletlerin en önemli amacı olmuştur. Hatta bu ehrama entelektüeller hatta Derrida gibi filozoflar taş taşımışlardır.
İngilizlerin himayesinde kurulan İsrail Devleti, 1970’lerden sonra kendine İsrail’i korumayı itikat esası olarak alan ABD’nin dış politikasında bu korumacılık önemli bir ilke ve kabul hâline gelmiştir. Her ne kadar Irak’a (Saddam döneminde) ve İran’a, dolayısıyla Basra’daki Körfez petrolüne ulaşmada etken bir devlet olamamış olsa da Evanjelik ve Kabalacı itikada dönüşen Batılı itikat eksenindeki siyaset ve diplomasi, bölgedeki İsrail’i gözü gibi koruma amacı gütmüştür. Her ne kadar de eski bir Pentagonlu yetkili İsrail’i, “Ortadoğu üzerine yapılan hesaplarda % 5 kadar bile etkisi olmayan bir külfet” olarak nitelese de İsrail’in varlığı teo-politik düzlemde zaruret olarak görülmüştür. Nitekim Kissinger, “İsrail’in
gücü İsrail’in hayatta kalması için gereklidir.” sözüyle İsrail’in konumunu özetler. Amerika ile İsrail arasında Yahudi-Hıristiyan geleneğine dayalı kültürel yakınlık bulunmaktadır. “Amerikan Yahudi Muhafazakârlığı” denilebilecek bir kesim, Tanrı tarafından bu toprakların kendilerine verildiğini İsa’nın dönüşü için İsrail devletinin kurulması gerektiği inancını taşımaktadırlar.

   Her iki devletin (ABD-İsrail) fedakârlık ve mücadele sonucunda doğmuş ve temel inançlara sahip olmaları, kapitalist ve demokratik yapıları, iki ülkenin benzeri ahlakî (!) bir zemini paylaşmalarını sağlamıştır. Bu “ahlakilik” üzerinden hareket eden Şaron ve Olmert, İsrail ordusunu “dünyanın en ahlaklı ordusu” olarak görmüştür.

Oysa bu ahlakî (!) ordu;

250 bin Filistinliyi, 80 bin Suriyeliyi sürgüne göndermiş, iki yılda 30 bin çocuğu darp etmiş 8.500 çocuğu öldürmüştür.

Bu çocukların 3/1’i, 10 yaşın altındadır. Yani İsrail’in, düşmanlarına karşı her zaman ölçülü tepki verdiği ve en ahlaklı ordusu iddiası temelsizdir. Bu ahlaksız ordu ve yöneticileri Filistinlileri ne kadar yalnızlaştırıp çaresizleştirdiklerinin bizatihi farkındadır. 

Nitekim bu çaresizleştirmenin ne gibi sonuçlara yol açacağını iyi bilen eski Başbakan Ehud Barak “Eğer Filistinli doğmuş olsaydım, bir terör örgütüne katılırdım.” demiştir. Batı’nın iki yüzlü tutumunu (mazlum olduğunu söyleyen en büyük zalim) edinen İsrail tüm bunlara rağmen, her zaman kendini mazlum, mağdur, zayıf ve kuşatılmış olarak resmetmiştir.

Kendini bu şekilde konumlandırmasına teolojik bir durum ve ifade olan “Arap Calut’un kuşattığı Yahudi bir Davut” söylemini ve duruşunu uygun görmüştür.

İsrail, akrabalığa dayalı etnik bir kökeni önemseyerek insanlara yaşama hakkını verme tutumunu sergilemiştir. Yaşamayı fazlasıyla hak eden unsurları kendi etnik ve akrabalık unsurları olarak görmüştür. Nitekim Yahudi geleneği ve tarihi tecrübesi bağlamında Yahudiler, tikel olarak insan bedeninin gelişmesiyle ilgilenmiş ve öjeniyi bilime sokmuşlardır. Yahudiliğin seküler çeşitlerinde -özellikle Siyonizm’de- öjenikler, bedensel durumu geliştirmek için aletlerin geliştirilmesini desteklemişlerdir. Hem bilimsel hem de teolojik zeminde “öteki”nin “köle” olmasını istemesini bırakın, yok olmasını isteyen itikadi kökleri olan İsrail Devlet yaklaşımı yalnızca Filistinlilerin yok olması gerektiği yaklaşımına sahip olmayıp Arap
kökenli İsraillilerin varlığından bile rahatsız olmaktadır.

Nitekim Netanyahu, Arap İsraillilerinde olan doğum oranının düşüşünü kayda değer bir gelişme ve sevindirici bir istatistik olarak görmüştür. 

  <  Düzensizlikten/kaos hoşlanmayı tarihsel olarak kültürel kodlarında bulunduran İsrail Yemen, Libya, Suriye, Sudan ve Irak’taki düzensizlikten faydalanarak ya yeni çatışmaların ya da yeni ittifakları doğurmak için sürekli bölgeye müdahale etmektedir. Körfez Ülkeleri, Trump yönetiminin desteğini arkasına alan İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesine karşı ciddi itirazda bulunmadıkları gibi Birleşik Arap Emirlikleri hem İsrail’in işgaline hem de bu teşebbüsüne onay vermiştir.  >

Bu mutluluğunu, “Ne kadar az Arap İsrailli doğarsa o kadar iyidir.” cümlesini sarf ederek göstermiştir. Eski Genel Kurmay Başkanı Eitan ise “Filistinlileri şişeye sıkışmış hamam böcekleri” olarak tasvir etmiş ve “en iyi Arap ölü Arap’tır.” ifadesini sarf etmiştir.

İsrail’in kurucu isimlerinden olan Ben Gurion; “Şartları müsait olan bir kadının 4 çocuktan az çocuk edindiğinde kadın, askerden kaçan, vatani görevini yerine getirmemiş bir erkek konumuna düşer.” ifadesiyle Filistin bölgesinde Filistinlilere ve Araplara karşı İsraillilerin-Yahudilerin sayıca artmasının önemli olduğunu beyan etmiştir. “Ben Arap bir lider olsaydım asla İsrail’le anlaşma yapmazdım.

Biz Tanrı’nın vadini yerine getirmiştik. Fakat bundan onlara ne? Bizim Tanrımız onların tanrısı değil. Onlar tek bir şey gördüler, biz buraya geldik ve ülkelerini çaldık.” ifadesiyle de tesis edilen bu devletin, teolojik karakterde kurulduğunu ve çalıntı bir devlet olduğunu itiraf etmiştir.

ABD ile İsrail arasında olan bu ahlaki ve teolojik yakınlık, bölgede mevcut istikrarsızlığı körüklemiş ve yeni istikrarsızlıklar üretmiş, İslâm ülkelerinin ciddi sorunlar yaşamasına sebep olmuştur.

İsrail lobisi bazı ülkeleri “haydut devlet” diye nitelendirip devirerek İsrail’in barış hâlinde yeni yönetimler tesis etmek amacında olmuş ve nükleer silah elde etmelerine engel olmayı kendilerinin en önemli gündemi olarak görmüştür. 
    11 Eylül’den sonra İsrail ve ABD, Arap ve İslâm dünyasıyla baş etmek için güç birliklerini daha artırmışlardır. Nitekim Filistin ve Suriye konusunda farklı düşüncelere sahip olan Bush, zamanla lobinin baskısıyla tavır değiştirmiştir.
    Şeyh Ahmet Yasin ve Rantisi gibi liderler Amerikan yapımı “Cehennem Ateşi” füzeleriyle, Arafat ise İsrail-ABD ortak suikastıyla öldürülmüştür.

İsrail’in bölgede yapmış olduğu fitne ve fesada ve Filistinlilere karşı uyguladığı şiddete karşı gözlerini ve kulaklarını kapatan Batı (Avrupa ve ABD), Hamas konusundaki ön yargısını da hiç değiştirmemiştir.

Türkiye’nin Kuşatılması Hareketi İsrail’in özelde Filistin’de, genelde bölgede yaptığı Avrupa ve ABD merkezli perspektif için “şımarıklık”, İslâm coğrafyası için fitne-fesat politikası sonucunda oluşturmuş olduğu kaos siyaseti, İslâm dünyasının iki yakasının bir araya gelmesini engellemektedir. Birinci Dünya Savaşı sonrası inşa
edilen Türkiye’yi ve İslâm dünyasını kuşatma hareketi, İkinci Dünya Savaşı’nda da devam etmiştir.

***