ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2020 Pazartesi

ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ

ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ




Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
Öncelikle Kobani sonrasında 6-7 Ekim olaylarıyla "çözüm sürecinin" kırılmaya uğradığını Öcalan da kabul ediliyor. Öcalan'ın "Çözüm süreci açısından gelmiş olduğumuz nokta bir kırılmaya maruz kalmıştır.

Bunun en önemli sebebi; bu süreçlerde hükümetin benimle geliştirmeye çalıştığı ilişki biçimini bir araçsallaştırma mekaniğine oturtmaya çalışmasıdır." demiş olması bunu ortaya koyuyor. Öcalan'ın mesajındaki hükümetin kendisini araçsallaştırma mekaniğine oturtmaya çalışmasındaki çabası da bir değişiklik olup olmayacağı da belirsizdir. Hatta, Öcalan'a "elindeki kart" gözüyle bakılmaya devam edildiğinin sayısız örnekleri bulunmaktadır. Bu nedenle Öcalan'ın "15 Ekim itibarıyla yeni bir aşamaya geçtik" demesi "ihtiyatlı bir iyimserlikten" öte bir anlama gelmez. Bunun bu şekilde olmasının en önemli nedeni hükümetin en azından bir buçuk yıl önce atması gereken somut adımları atmayışı ve bu adım atmayışına rağmen Kürt tarafının diyalogların bu şekilde devam etmesini onaylayan tarzı devam ettirmiş olmasıdır. Yani bunun sorumluluğunu sadece hükümete atmak da yanlıştır. Öcalan açısından bakıldığında onun durumunda olan birinin iyimserlik ve umutlu olmaktan başka çaresi de yoktur.6-7 Ekim'de görüldüğü gibi bu olayı etkileme şansı da yoktur. Çünkü Kobani'ye karşı Devlet'in tavrı o kadar kötü idi ki, bunun karşısında o tepkiyi göstermemek mümkün olmazdı. Tersine tepkiler olmamış olsaydı, Kobani düşmüş olacak bu da Kürt halkını devlete karşı silahlı bir ayaklama mecburiyetinde bırakabilirdi.

Ortadoğu'nun yangını bir anda Türkiye'nin her yanına yayılabilirdi. Durum böyle iken, tepkilerden ve olaylardan Kürtleri ve onun demokratik sivil temsilcisi olan HDP'yi sorumlu tutmak büyük bir haksızlıktır. Büyük bir karalama ve psikolojik savaş yürüterek, her şeyi sorumluluğunu HDP'ye yüklemek büyük bir haksızlıktır. Hele hele bu olumsuz propagandalara HDP içinde sorumluluk düzeyinde yer alan birinin kendisini buna alet ederek, sorumluluğu Kürt Siyasal Hareketine çıkarması doğru değildir. HDP, çözüm sürecinin olmazsa olmazı olmasına rağmen HDP ve Selahattin Demirtaş'a yönelik olarak hükümetin karalama/dezenformasyon faaliyeti çözüme hizmet etmez. Öcalan'ı çözümden yana, HDP'yi ise çözüme karşıt göstermenin bir geçerliliği yoktur.

Çözüm süreci devam edecek mi devam etmeyecek mi? Hükümetin açıklamaları ve İmralı'ya giden HDP heyetinin getireceği mesajlar sürecin devamını sağlayabilir mi?Bu saatten sonra ne Tayyip Erdoğan'ın ne de Öcalan'ın süreci kendi yerel/yerli çabalarla sürdürme gücü kalmamıştır. Kobani ile birlikte Kürt sorununun uluslararasılaşmasının zirve yapmasından sonra, küresel güçlerin içinde olmadığı bir çözümün mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır. AKP hükümeti ve Erdoğan, küresel ve bölgesel güçlerle ilişkilerini iyileştirmesi bir yana daha kötüleştirdikçe Kürt sorununun çözüm yeteneğini yok ediyor. Daha fazla güvenlik ve kamu düzeni diyerek istikrarsız/kararsız otoriterliğe doğru tam gaz yol alıyor. Hukuku ve Anayasa'yı askıya alacak şekilde fiili başkanlık rejimini uyguladıkça, devletin temel dinamikleri yetkisiz ve sorumsuz birinin iki dudağı arasında kalıyor. Sadece kendi partisi üzerinde etkin kalmakla yetinmiyor, yargıyı ve her türlü idareyi kendi ekseninde hareket ettirmekle de yetinmiyor, KSH ve Öcalan'ı da kendisine bağlı bir araç olarak kullanmak istiyor. Bunu yapmaya gücü yetmediğinde baskı, tehdit ve manipülasyonu devreye sokuyor.
Bu şartlarda ve bu aktörlerle sürecin yürümesi mümkün değildir. Öcalan da bunu fark etmiş durumdadır. Bana göre Öcalan'ın süreçten çekilerek, HDP, KCK ve Kürt halkının sürekli ertelenen umutlarının sömürülmesi/sönümlenmesine son verilmelidir. HDP tarafından dile getirilen "hükümetin bir kanadında Demirtaş'ı istemeyenler var" denilmesi hem gerçeklik hem de siyasi ahlaka uygun değildir. Çünkü, hükümette iki kanat diye bir durum yoktur. Varsa yoksa Erdoğan vardır. Erdoğan ne derse o olmaktadır. Demirtaş'ı istemeyen birisi varsa o da Erdoğan'dan başkası değildir. Daha önce Öcalan 'la görüşme heyetinden onu çıkarma emrini veren de Erdoğan'dır. Demirtaş, sürecin devamı hatırına bu konuda sesini çıkarmamıştır. Kaldı ki, karşılıklı siyaset yapan iki partiden birinin diğer partinin süreci kiminle yürütüleceği belirlemeye kalkışması ahlaki ve hukuki de değildir. Dayatmalar, KSH'nin kurumsal ve toplumsal bütünlüğünü tehdit etmeye başlamıştır. Buna daha fazla katlanma, KSH'ni dayandığı toplumsal dinamiklerle karşı karşıya getirme potansiyeli taşımaktadır. Belki de hükümet bu şekilde olmasını arzulamıştır. Kamu Düzeni ve Güvenliğinden Kasıt Erdoğan ve Arkadaşlarının Güvenliği ve Geleceğidir.
Öcalan'ın 21 Ekim tarihli mesajında "kendi yerelliğimizden yola çıkarak evrensel çözüme ulaşma şansımız varken, bu hamleyi yapmasak bölgemiz başka güçlerin salt kendilerini merkeze alan dayatmaların ve uygulamaların girdabında telef olacaktır." demiş olması bu tehlikenin somut ifadesidir. Başka güçten anlaşılması gereken ABD'den başkası değildir. Ne yazık ki, AKP'nin "değerli yalnızlık" siyaseti bu sonucu doğurmuştur. AKP, bununla sadece "çözüm sürecini" elinden kaçırmakla kalmamış, kendi ülkesindeki "kamu düzenin bozulmasına" neden olmuştur. Bundan sonraki sürecin temel dinamiğini özgürlüklerin sınırlandırılması ile devam edecek güvenlik eksenli politikalar oluşturacaktır. Polisin yetkilerinin artırılması, yargının yürütmeye bağlı hale gelişindeki örnekler bunun habercisidir. AKP'nin güvenlikten anladığı Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının geleceğidir. Bunu iliklerine kadar yaşadıkları için, çözüm süreci devam edecek görüntüsü altında altı ay sonra yapılacak seçimlerde iktidarını sürdürmek amaçlanmaktadır. Bu kaygıları olan AKP'nin önceliği "çözüm sürecini" sonuca ulaştırmak olamaz. Kaldı ki, Güney Kürdistan'dan sonra Rojava'da da Türkiye'nin etkinliği kalmamıştır. Bu giderek Kuzey Kürdistan’ı da etkisi altına alacaktır. Bunu önlemeye Öcalan'ın gücü de yetmeyecektir. Öcalan'ın 21 Mart 2013 tarihinde çağrısını yaptığı "Misak-ı Milli" ve Türk/Kürt işbirliğinin maddi temelleri de kalmamıştır.
6-7 Ekim’den HDP’yi Sorumlu Tutmak HDP’ye Haksızlıktır. KSH’nin Üçlü Dinamiği: Öcalan-Qandil ve Demokratik Kürt Siyaseti Öcalan, Qandil ve Demokratik Kürt Siyasetinin kendi arasındaki ilişkisi kendisine özgü dinamikler le yürümektedir. Üçlünün birbiriyle karşıtlığı olmadığı gibi aynılığı da söz konusu değildir. Kendisine özgü bir görev bölüşümü vardır. Zaman zaman bazı karışıklık lar görülse de bunu aşacak tedbirleri almakta esnektir. Burada önemli olan husus, devletin "Öcalan iyidir" derken, onun neyi amaçladığıdır. Bu amacı da KSH'ni bir arada tutan Öcalan'ın bu özelliğini yok ederek KSH'ni birbirine düşürmek/bölmek amaçlıdır. Öcalan da bunun farkındadır. Sırf bu bakış açısı bile çözüm sürecinin devamına engeldir. Sizden somut adım atmanız beklenirken, siz somut adım atmak yerine güvenlik/özgürlük karşıtlığı temelinde düzenleme yapmak ve KSH'ni kendi içinde karşıtlıklar oluşturmak için kara propagandaya başvurduğunuz takdirde bundan sonuç almanız mümkün değildir. KSH, ideolojik, örgütsel ve liderliği açısından bu düzeyi yakalayışı tarihsel bir süreç ve bilinç üzerinden oluşmuştur. Bu üçlünün halkla ilişki ve iletişimi canlı bir organizmanın işleyişi gibidir. Halk düzeyindeki lidere bağlılık ve halkın siyasi yapının devamındaki hassasiyeti bu bölünmeyi imkansız kılar. Durum böyle iken, hareketi bölmeye yönelik faaliyetler olsa olsa bunu içinde taşıyanların niyetlerini ortaya koyar. Düzen içi İlerlemeyi Esas Alan AKP’nin duruşu, soruna köklü çözüm getiremez.
KSH'nin etkinlik, yaygınlık, ideolojik bütünlük ve örgütlülüğünün en büyük ihtiyacı dünya tarafından "tanınırlığının"olmayışıdır.
Kısaca diplomasi alanının darlığıdır. Kobani'de ABD'nin PYD üzerinden ilişki geliştirmesi, bunun üzerinden koalisyon güçlerinin IŞİD'e havadan müdahalelerde bulunuşu, Kürdistan bölgesel yönetimiyle olan sorunların aşılarak Kürt ulusal birliğinin siyaseten sağlanmış olması küçümsenecek bir husus değildir. Bazı sosyalistlerin teorisyenliğe soyunarak, Kobani "ruh" ve "beden" şeklinde ayrımlara tabi tutarak, Dohuk anlaşmasını "kötü kokular"olarak nitelemesi, Kobani'nin beden olarak kurtulduğunu, ruh olarak düştüğünü söylemiş olmaları iyi niyetten yoksundur. Kürt birbiriyle savaşsın, didişsin demektir. Bir kez KSH ile ABD ilişkisi tek taraflı bir ilişki değildir.Kürtlerin IŞİD ve benzeri örgütlerle çatışması ABD ile ilişkilerle birlikte başlamadı. Bu önceki dönemlere dayanmaktadır.

Suriye Kürdistan'ındaki Kürtlerin "radikal" İslamistlerle çatışması olduğu dönemlerde Irak Kürdistan'ı kendisini güvenli bir vaha olarak görüyordu. Zaman zaman Irak Kürdistan'ında radikal İslamistlerin canlı bombaları patlasa da hiç kimse bunu Irak Kürdistan'ının temel güvenliğini sarsmayacağına inanırlarken, Kobani'de Serekaniye'de, Qamişlo'da Kürtler radikal İslamistlerle göğüs göğüse çarpışıyordu. Ne zaman Musul düştü, tehlike Hewler kapısına dayandı o zaman ABD, tehlikeyi görmüş oldu. O zamana kadar Irak'ta ve Suriye'de olanlar onu hiç ilgilendirmiyordu. Küresel gücün bıraktığı bu boşluğu doldurmak için Türkiye, Katar ve Suudilere fırsat doğmuştu. Binlerce TIR'dan oluşan silah teslimi/yığılması da bu dönemde olmuştu. Musul'un bu şekilde kolay ve kısa sürede düşmüş olması önceden yapılan hazırlıkların sonucudur. Tüm bunlar olurken, radikal islamistlerle savaşmayı göze alabilenler Rojava Kürtlerinden başkası değildi. ABD-Rojava ilişkilerinin gelişimi konusunda değerlendirme yapılırken bu hususun akıldan çıkarılmaması gerekiyor. ABD bu konuda girişimde bulunmadan önce Suudi Arabistan, Qatar, BAE ve Mısır'la gerekli anlaşmaları yapmıştır.

Böylece Suudi-Qatar-Türkiye üçlüsü çerçevesinde Musul üzerinde yapılan anlaşmalar geçersiz hale gelmiştir. Suudi, Qatar'ın yokluğunda Türkiye olursa KBY'ni yanına alarak tek başına Musul'u idare edebileceğini düşünmüş ise da ABD'nin baskısı sonucu KBY'nin Türkiye ile birlikte hareket etmekten vazgeçmiş olması, Türkiye'nin IŞİD'le ilişkili olduğunu gün yüzüne çıkarmıştır. Türkiye'nin bunu sürdürmesi mümkün değildir. Türkiye her iki taraftan da(IŞİD-ABD) daha az zarar görmemeye çalışacaktır. Buna rağmen pratiği ile Kürtler ile IŞİD arasındaki tercihini Kürtlerden yana kullanmamıştır. Bırakalım IŞİD'e karşı Kürtlere yardım etmesini, başkalarının yardıma gelmesini engellemeye çalışmıştır.

Irak Kürdistan'ından yapılacak yardımlar için koridor isteklerini yerine getirmediği için yardımlar uçaklarla yapılmak zorunda kalınmıştır. Sol ve sosyalistlerin PYD/ABD ilişkisini emperyalistlerle işbirliği olarak değerlendirmek yerine Türkiye'nin tavrına karşı etkili bir muhalefet yürütmeyişinin üzerinde durulmalıdır.
Temel olarak bakıldığında AKP'nin gerek küresel gerekse yerel olarak sistemin bir parçası olduğu açıktır. Her ne kadar ulusalcı/laik tarafla çekişme içinde olduğu görülse de bu çekişme bir kavgadan öte bir anlama sahip değildir.Kaygısı ve çabası "mevcut devlette hiçbir değişiklik yapmadan" içine yerleşmektir. İdeolojinin İslami veya milliyetçi olmasının önemi yoktur. Yapmak istediği değişiklikler devleti yeni şartlara uydurup, yaşatmaktan ibarettir.
AKP'nin tıpkı diğer olaylarda olduğu düzen içinde ilerlemeyi esas aldığı için ondan radikal çözüm beklemek kolay değildir. AKP'nin önceliği kendi geleceği ve güvenliğini sağlamak olduğu için kamu düzeni ve kamu yararına kendi penceresinden bakmaktadır. Bunun önceliği seçimlerde başarıyı sürdürmektir. Belirli olay ve kişiler üzerinden geliştirilen ilişkiler AKP için araçsallaşmaktan öte anlama gelmez.

İlk iktidara geldiğinde AKP'nin liberal ve demokrat kesimlerle ilişkisinin günümüzde geldiği nokta açısından bakıldığında bu açıkça görülmektedir.

Bu kesimlerin varlığı, AKP'nin varlığı için gereksiz hale geldiğinde AKP'nin bunları bir tarafa bıraktığını gördük. Aynı şekilde yargı ve güvenlik alanında AKP ile iç içe olanların "paralel yapı" adı altında görevden alınmaları olayı da bu araçsallaştır manın görünen yönlerinden biriydi. Kendisine çok yakın olanları araçsallaştırıp işine gelmediği anda onları bir tarafa bırakan bir anlayışın Kürtlerin kazanç hanesine bir şey verebileceğine inanmak için çok saf olmak gerekiyor. Öcalan'ın 21 Ekim'deki açıklamasında görüleceği gibi hükümetin kendisini araçsal bir mekanizma olarak gördüğünü fark etmiştir. Uyarısını da bunun üzerinden yapmıştır. Çözüm süreci ipinin kaçmakta olduğunun farkındadır. AKP Hükümetiyle ilişkilerin canlı tutarak ipin ucunu kaçırmak istememektedir. Öcalan ve KSH'nin temel açmazlarından biri de budur. AKP Hükümetinden ve Erdoğan'dan neler olacağını tahmin etmek dahi istememektedir. Oysa yanlış yapıldığının anlaşıldığı anda o yanlıştan hemen geri dönülmelidir. Aksi durumda bilinçli bir yanlışlık söz konusu olacaktır. Tarihsel olarak telafisi mümkün olmayacak sonuçlara neden olabilir. Hele hele bizzat CB ve Başbakanın ağzından Kürt karşıtlığı söylem ve pratiğinin bu kadar zirve yaptığı bir durumda bu yapılanları görmezlikten gelmenin korkunç sonuçları toplumsal Kürt yaralamasını ileriki aşamalarda Türklerle eşit temelli ilişkilerin yolunu da kapatabilir. Burada söylemek istediğim, KSH'nin AKP'ye mecbur olmadığını belirtmektir. Türkiye toplumu bu ilişkiyi sürdürme kapasitesine sahiptir. Daha fazla AKP'ye mecbur kalmak, Türkiye toplumunun Kürtlerle ilişkiyi sürdürme kapasitesini daraltır, yetenek ve üretkenliğini yok eder.Söylediklerinden PKK'nin ateşkesi bozup, silahlı mücadeleye başlaması değildir. Tersine, dayatmalar üzerinde kurulu ilişkilerde üzerinde baskı kurulan tarafın uçlarının daha da gerileceği bir gerçektir. Bu şekilde devam ettiği müddetçe gerilim birike birike büyük bir şiddet patlamasına neden olabilir. Kobani, Türkiye IŞİD İlişkisi, ABD/PYD diyalogu, Kobani’ye Yardım ve Yardım Nedeniyle PYD’ye Bazı Sol / Sosyalistlerin Eleştirileri Kobani'ye saldırı ve düşürmeyi amaçlayan IŞİD işgali kesintisiz bir şekilde kırk gününü doldurmuş durumdadır. Koalisyon güçlerinin havadan müdahalesi ve havadan silah yardımına rağmen bu saldırıların devam ediyor olması durumunu iç açıcı olmadığını göstermektedir. Bunda Türkiye'nin oynadığı olumsuz rol çok önemlidir. Ne yazık ki, Türkiye'deki muhalif ve demokratik çevreler eleştiri oklarını kendi hükümetlerine yöneltme yerine KSH'ne yöneltmektedirler. Bir kaç küçük sosyalist grubun KSH'ni bu konuda yalnız bırakmayışı, sonuna kadar destek vermiş olması önemli ise de bunun yeterli olmadığı açıktır. Bu desteğin giderek yoğunlaşması zorunludur. Olaylar üzerinde proaktif ve reaktif olarak etkili olan Türkiye'dir. Türkiye, Rojava karşıtı politikaları belirlerken kendi toplumunun sessiz desteğini almadan bunu yürütmesi mümkün değildir. Türkiye'deki demokratik kazanımlara büyük katkı sunan Kürt hareketinin bu katkısının devamı, Kürt hareketinin mücadelesinin sahiplenilmesi ile mümkün olacaktır. Kendisini sol ve sosyalist olarak niteleyenler dahi koalisyon güçlerinin Kobani'ye havadan desteğini dahi"Kürtlerin emperyalizmle işbirliği yaptığı" şeklinde suçlama ve karalamalara kadar gitmektedirler. Zamanı gelince IŞİD ve benzer örgütleri de "Emperyalizmin sevgili evlatları" olarak gösteren bu anlayışın tutarlı bir yanı yoktur. O zaman onlara sormak gerekiyor: Kürtler, Kobani'de kendi toprağını ve onuru için IŞİD'e karşı savaşması da emperyalizmle iş birliğidir ya da IŞİD, ABD ile savaşıyor diye IŞİD de mi anti emperyalisttir? ***

IŞİD'E KARŞI İTTİFAK VE ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ

IŞİD'E KARŞI İTTİFAK VE ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ



Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 15.09.2014 21:25:06
IŞİD'in Kobani'yi işgal/istila girişimi, olup da görünmeyen gerçekleri ortaya çıkardı. Türkiye'nin "Suriye muhalefeti" adı altında IŞİD'e yardım ettiği, organizasyonunu sağladığı gizlenemez bir duruma geldi. Türkiye'nin bunu geleneksel Kürt karşıtlığından çok, Suriye'de Esad'ı düşürmek için yaptı. Kürtleri de sürekli olarak muhaliflerin çatısı altında görmek istedi. Bu konuda başlangıcından bu yana Rojava Kürtlerine karşı her türlü yöntemi kullandı. PYD Eş Genel Başkanı Salih Müslim'e kapılarını açtı, Suriye muhalefetinin başına İsveç'te yaşayan bir Kürdü getirdi. Barzani ile ortaklığına dayanarak, Barzani üzerinden PYD’ye etki etmeye çalıştı. PYD'yi bölmek için elinden geleni yaptı. PYD'nin kurucularından İsa Hüso'nun ve Salih Müslim'in oğlunun öldürülmesinde Türkiye'nin rolü üzerinde hiç durulmadı. O dönemde Salih Müslim'in Rojava'ya gidiş/gelişinin engellenmesinde KDP'nin rolü olduğu görüldü. Bunların hiçbiri Rojava Kürtlerini, sönük Suriye muhalefetinin basit bir alt bileşeni haline getirmeye yetmedi. Giderek Suriye muhalefeti erimeye başladı. El Nusra ve IŞİD gibi “terörde sınır tanımayan” Radikal İslamist örgütler ön plana çıktı. Bunlardan IŞİD, örgüt olgusunu aşarak, devlet gibi hareket etmeye başladı. Ancak devletlerin elinde olabilecek silahlarla Musul gibi bir şehri işgal etmeyi başarmakla kalmadı. Helen elinde tutmaya devam ediyor. Güney Kürdistan’a saldırıyor, Rojava’nın Kobani Kantonunu işgal etmeye çalışıyor. Kobani’nin çevresini tank, top ve havan gibi ağır silahlarla doldurarak, kantonu boğmak ve büyük bir Kürt katliamı yapmanın hazırlıklarını yapıyor. Hiç kimse İŞİD’in Musul’da Irak Ordusunun bıraktığı silahlarla yaptığını söylemesin. Eğer, bir örgüt bir gecede Musul gibi bir şehri ele geçirebiliyorsa, o şehri ele geçirmek için gerekli silahlara sahip olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Evet, IŞİD Musul’daki silahları ele geçirdi bu şekilde kendisini daha da güçlendirdi. Ancak bunu yapabilecek gücünü önceden oluşturmuştu. Bu gücün de TIR’larla Türkiye’den taşınan silahlarla oluşturduğu konusunda sayısız deliller bulunmaktadır. Türkiye Cumhurbaşkanının, “IŞİD’in elinde ABD silahları var” demiş olması bir manipülasyondan ibarettir. Türkiye dahil olmak üzere Ortadoğu’da kullanılan silahların ABD menşeli olduğu bilinen bir gerçektir. Hatta TIR’larla taşınan silahların tamamı ABD yapımıdır.
Davutoğlu, ABD silahlarının IŞİD'in eline geçtiğini söylemiş. Sanki, IŞİD'i örgütleyip, silahlandırdıktan sonra Musul'u ele geçirenlere yardım edenler kendileri değilmiş gibi konuşuyor. Davutoğlu, halen Esad'a karşı savaş veren, IŞİD veya El Nusra dışında muhalif güçler olduğunu sanıyor. IŞİD'in Kürtlere, Hıristiyanlara, Ezidilere, Türkmenlere katliam yaptığını görmüyor. Hatta IŞİD'in giderek Ahrar El İslam ve ÖSO'ya karşı savaş veriyor. Bunu da görmüyor. Bir kere, Irak'taki silahların IŞİD'in eline geçmesi olayı ile IŞİD'in Musul'u ele geçirebilecek bir güç haline gelişi olayını birbirinden ayırmak gerekir. Eğer IŞİD, Irak'taki ABD'nin Irak Ordusuna bıraktığı silahları ele geçirebiliyorsa, bunun basit bir gerilla savaşı başarısı olduğunu hiç kimse söylemesin. IŞİD, bunu, arkasına büyük bir güç alarak bunu yapmıştır. Bu gücün de Türkiye olduğunun sayısız örnekleri vardır. THY'nın dahi sivil personelini tahliye ettiği gerçeği dikkate alındığında konsolosluk görevlilerinin oradan çıkarmak için hiçbir şey yapmayışı, IŞİD'le Türkiye arasındaki ilişki boyutunu öylesine ortaya çıkarıyor ki, Türkiye orada IŞİD'le beraber muharip güç de mi bulunduruyor mu? Denilse yanlış olmaz. MİT tırlarının sayısı, gidiş yönü dikkate alındığında Türkiye'nin bu silahların taşınmasında sadece yol izni vermediği, bu silahları bizzat kullanan veya kullanmayı öğreten personeli eğitimi için oraya gidebileceği de göz önünde bulundurulmalıdır. Konsolosluk görevlilerinin içinde çok sayıda özel timin bulunuşu da böyle olabileceği konusunda işaretler taşımaktadır. AKP döneminde, Türkiye Irak Kürdistan'ına diğer dönemlerden farklı bir yaklaşım gösterip onları tanıma yönünde adım atmış gibi görünse dahi Türkiye'nin "dünyanın neresinde olursa olsun Kürdistan'a karşı olma" stratejisinde hiçbir değişiklik olmamıştır. Türkiye'nin KBY ile ilişkisi, eşit güçler arası ilişkiden çok, Türkiye'nin KBY'ni egemenliği altına alma amaçlıdır. KBY'nin toprağını işgal, ekonomik vs ambargolara uygulayıp tecrit etme, Irak hükümetiyle ilişkilerine müdahale etmek gibi tehditvari yöntemlerle kendisine bağımlı hale getirmektir. Talabani'nin yokluğunda, PKK ile de çözüm süreci oyalanması ile birlikte Barzani'nin bu tehditlere boyun eğişi bu süreci hızlandırmıştır. ABD'nin Irak'tan çekilişi, Suriye'de yeni bir maceraya girmek istemeyişi Ortadoğu'da ABD'nin geride bıraktığı boşluğun dolduruşunda Türkiye'yi cesaretlendirmiştir. Türkiye, Barzani'yi kendisine bağlayıp, Barzani üzerinden Rojava'da kontrolü ele geçirmiş olsaydı Türkiye'nin bölgesel güç olmasının yolu açılacaktı. Türkiye açısından bu planın gerçekleşmeyişinin en önemli nedeni Müslüman Kardeşlerin(MK) Mısır'daki başarısızlığıdır. MK, Mısır'da iktidarda kalmış olsaydı, bu Filistin, Suriye ve Irak'taki MK'nin önününde açılması demek olacaktı(Irak MK temsilcisi Tarık El Haşimi hakkında Irak'ta idam cezası verildiği halde Türkiye'nin koruması altındaydı. Musul'un IŞİD'in eline geçmesinin sorumlularından biri olduğu konusunda haberler çıktı). Anlaşılan odur ki, Katar'ın örtülü, diğer Körfez ülkelerin doğrudan katılımı(Batı'nın onayı) ile Mısır'da MK'nin askeri darbe ile devrilmesi dengeleri değiştirdi. Böylece, Türkiye'nin yüzyıla yakın Batı ile oluşturduğu politika tam bir eksen kaymasıyla sonuçlanacakken, Mısır'daki büyük yenilgi Türkiye'nin bu konudaki beklentilerini tuzla buz etti. Göründüğü kadarıyla KBY, IŞİD'e karşı oluşturulan "çekirdek gücün" temel savaşçısı olacaktır. PKK/KCK/YPG de buna destek verecektir. Türkiye'nin Barzani ve Kürtlerle ilişkisi artık eskisi gibi olmayacaktır. Çözüm sürecinin sürdürülmesinde garantör güç olan Barzani'nin çözüm sürecindeki rolü de kalmayacaktır. Bu da "oyalama süreci" haline gelen "çözüm sürecini" her an bitirebilir. Türkiye'nin onca Arap devletinin onayına rağmen, IŞİD'e karşı yapılan toplantının sonuç bildirgesine imza atmayışı, IŞİD'le mücadelede yer almak için "Ortadoğu'daki tüm terör örgütleriyle mücadeleye hazır olduğunu" söylemiş olması, IŞİD'in Kürdistan'da ilerleyişinin önlenmesinde büyük rol oynayan PKK'yle mücadele şartına bağlamış olması, TC'nin Kürtlere bakış açısını ortaya koymaktadır. Bu da çözüm sürecinin yürümeyeceğini gösteren en önemli belirtilerin başında gelmektedir. Kaldı ki, Türkiye'nin IŞİD'e karşı, böyle bir söylemde bulunuşu oyalayıcı ve IŞİD'e zaman kazandırıcı bir taktik olduğunun da bilinmesi gerekiyor. Zanedersem ABD de bunu anlamıştır. IŞİD'e karşı, hava saldırılarının İncirlik'ten değil de Erbil'den yapılmasının kararlaştırılması bu nedenledir. Davutoğlu, eski rüyalarını gerçekmiş gibi görmeye devam ediyor. Böyle olmasın diye "Esad'a yalvardık" diyor. Onun Esad'a "yalvardık" deyişi Esad'a tehdit olduğunu bir türlü kabul etmiyor. Çünkü o, bütün söyleminde konuya "mezhep" bakış açısıyla bakarak Esad'ı Suriye'de % 12'lik Sünni olmayanların temsilcisi olarak görüyor ve gitmesini istiyor. Sünnilerin de Esad'a destek verebileceğini aklının köşesinden geçirmiyor. Türkiye ve Davutoğlu böyle yaparak Suriye'deki Sünnileri ortadan ikiye bölüp bir kısmının Esad'a bir kısmının da IŞİD'e sıkı bağlanmasına neden olarak, Suriye'deki savaşın palazlanmasıyla birlikte Suriye dışına da sıçramasına da neden olmuştur. Bu tehlikenin Türkiye'ye yakınlaştığının onlarca işaretleri vardır. Türkiye'nin, ikircikli, iki yüzlü politikaları gören IŞİD'in Türkiye'de eylem/örgütleme kapasitesi gözönünde bulundurulduğunda ve "çözüm süreci" ortadan kalktığında bunun nasıl sonuçlanacağını insan düşünmek istemiyor bile. Gerek uluslararası ilişkiler, gerekse iç siyasi ilişkiler bağlamında bakıldığında, AKP'nin bir yıl içinde iki önemli seçimi kazanmış olması, AKP'yi rahatlatacağı yerde daha fazla gerilim içine sokmuştur. Bu gerilimin en önemli nedeni iktidarda kalma süresi uzakdıkça, AKP'nin iktidardan düşüşü konusunda yaşadığı korkudan ileri gelmektedir. Oy oranının yüzde 34, bürokratik vesayetin kendisini en yüksek düzeyde kendisini hissettirdiği dönemde dahi bu denli iktidardan düşme korkusu yoktu. Gezi olayı ve 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonlarının yaşattığı korku, AKP ve liderini o kadar korkutmuşki, bu korkusunu berteraf edebilecek yargısal dizaynı yapamamanın verdiği tedirginlik CB olsa da eksilmek yerine artmaktadır. Özellikle Ekim ayında yapılacak HSYK seçimlerinde "paralel yapı/cemaatin" başarılı olmaması için elinden gelen herşeyi yapmaktadır. AKP, 2014 yılında kendisine uygun yargısal düzenlemeler yapsa da, AKP'nin işlediği suçlar ve yolsuzlukları örtbas etmeyeceğine inanmaktadır. Dış politikayı, iç politikanın manivelası haline getirmek üzerine kurulu bu politikanın sürdürülebilirliği, dış politikadaki sorunlar içe yansımaya başladıkça, AKP dış politikada açılım yapma yerine daha fazla içe sığınma ile karşı karşıyadır. Kırılgan, sıcak paraya dayalı bir ekonomiye sahip olan Türkiye'nin IŞİD nedeniyle, Suudi Arabistan ve Katar'ın içinde bulunduğu IŞİD karşıtı ittifaka imza atmayışı, mevcut durumda Türkiye'yi daha fazla açmazla karşı karşıya bırakacaktır. Görünürde, Türkiye sanki ABD'nin politikasına karşı duruyormuş gibi görünse de Türkiye'nin Küresel ekonomiyle oluşturduğu bağın bir sonucu olarak bu karşı çıkışı sürdürmesi mümkün değildir. İster istemez, Türkiye, Batı ile 200 yıllık serüvenini bir çırpıda bir tarafa atamaz. Kaldı ki, bu serüveni daha fazla bağlılık ilişkisi şeklinde sürdürmek isteyen bürokratik, muhalif ve sermaya çevreleri de her zaman olduğu gibi yedekte durmaktadır. O yüzden, pragmatizmi yaşamının en önemli ilkesi yapan AKP, manevra yaparak, tıpkı 2003'te teskerenin reddinde olduğu gibi, ABD'ye fiili destek vermek yolunu seçecektir. ***