Geçmişten Günümüze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Geçmişten Günümüze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ekim 2019 Salı

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 7

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 7




Henry McMahon’un Şerif Hüseyin’e yazdığı mektup (24 Ekim 1915)

Yazışmaların tam metni ilk defa George Antonius, The Arab Awakening (London, 1938), adlı eserde İngilizce olarak yayınlanmıştır.

...Mersin ve İskenderun bölgeleri ile Şam’ın batısında uzanan Suriye limanları, Hama, Humus ve Halep Arap bölgelerine dahil edilemez ve talep dışında tutulmalıdır. Yukarıdaki düzeltmelerin dikkate alınması ve Arap şefleriyle yapılan mevcut antlaşmalara zarar vermemesi koşuluyla diğer sınırları kabul ederiz.
Büyük Britanya’nın müttefiklerinin (Fransa’nın) çıkarlarına zarar vermeden serbestçe hareket edeceği sınırlar boyunca uzanan bölgede senin mektubuna cevap olarak hükümetim adına aşağıdaki teminatlarda bulunabilirim.

(1) Yukarıdaki değişiklikler çerçevesinde Büyük Britanya, Mekke Şerif’i Hüseyin’in talepleriyle sınırlanan bölgelerde Arapların bağımsızlığını desteklemeye ve tanımaya hazırdır.
(2) Büyük Britanya Kutsal Yerleri her türlü dış müdahaleye karşı korumayı garanti edecektir ve bu bölgelerin dokunulmazlığını tanıyacaktır.
(3) Durum gerektirdiğinde Büyük Britanya Araplara tavsiyelerde bulunacak ve bu topraklarda uygun hükümetlerin kurulmasına yardımcı olacaktır.
(4) Diğer taraftan, Araplar da sadece Büyük Britanya’nın tavsiyelerine başvurmayı kabul etmişlerdir. Bu idari yapılanmalar söz konusu olurken Avrupalı danışman ve resmi görevliler gerekirse İngiliz uyruklu olacaktır.
(5) Bağdat ve Basra vilayetleriyle ilgili olarak Arapları her türlü yabancı müdahalesinden korumak, yerel halkın refahını sağlamak ve karşılıklı ekonomik çıkarları güvenceye almak için Büyük Britanya’nın bu topraklarda çıkarlarına uygun idari düzenlemeleri yapmasını Araplar tanıyacaktır.

Hüseyin’e bağlı kabilelerin 10 Haziran 1916’da Mekke’deki Osmanlı
garnizonuna saldırısı ile Arap ayaklanması başlamış oldu. Eylül ayına
gelindiğinde Medine hariç (savaş sonuna kadar kuşatma sürdü) Hicaz
bölgesindeki yerleşim yerlerinin önemli bir kısmı Hüseyin’e bağlı güçlerin
eline geçmiş bulunuyordu. Hüseyin, Osmanlıya karşı hareketine meşruluk
kazandırmak ve Müslümanların desteğini sağlamak için bunu kutsal
bir amaç için yaptığını söylemesi gerekmekteydi. Bu nedenle İttihat ve
Terakki yönetiminin dinsiz ve uygulamalarının Kuran’a ve Şeriat’a aykırı
olduğunu iddia ederek, Müslümanların kendisini desteklemesi ve İttihat
Terakki’nin elinde “tutsak” durumda olan halifenin kurtarılması için
çağrıda bulundu. Buna karşılık Müslümanlar tarafından ciddiye alınmayan
Hüseyin’in çağrısı Araplar içinde de fazla bir yankı bulmadı ve büyük
çoğunluğu tam birliğe ihtiyaç duyulduğu bir sırada Osmanlı İmparatorluğu’nu
bölmeye çalıştığından Hüseyin’i kınayarak hainlikle suçladılar.

Dolayısıyla uzunca bir süre Arap ayaklanması tüm bölgeye yayılmak
yerine Hüseyin’e bağlı kabilelerin bir hareketi olarak dar çerçevede kaldı.

“...İngilizlere karşı savaşan Osmanlı ordularına karşı yapılmış 1916
Arap ayaklanması çok isteksizce başlamış ve İngilizler tarafından örgütlenmiş
ve desteklenmiş olmasına rağmen etkili olmaktan çok uzak kalmıştı.
Üstelik 1916 ayaklanması, büyük ölçüde ganimete düşkünlükleri ulusal
isteklerini kat kat aşan bedevi aşiretleri tarafından yapılmıştı”.45
Bu durum, hem Orta Doğu halklarınca hem de Müslüman dünyasında
tasvip edilmemiş, hatta o günkü koşullarda hilafete karşı bir başkaldırı
olarak nitelenerek ihanetle eşdeğer tutulmuştur.46 Türk ordusuna
özellikle de yaralı askerlere (gazilere) karşı yapılan saldırı, kendilerini
Araplar da dahil olmak üzere bütün Müslümanların koruyucusu olarak
gören Türk subayları tarafından, Filistin cephesindeki Osmanlı-Türk
direnişini zayıflatan ve sonunda Türkiye’nin güneyinin Fransızlar tarafından
işgaline yol açan bir arkadan hançerleme olarak değerlendirilmiştir.
Buna karşılık 1919-1922 arasındaki Kurtuluş Savaşı, Orta Doğu ve
Müslüman halkları arasında büyük bir beğeni ve hayranlıkla izlenmiş,
özellikle  Batı cephesinde Yunanlılara ve İngilizlere karşı kazanılan zaferler
Müslümanların Batılılara karşı galibiyeti gibi algılanmıştır.47

Ayrıca İbn-i Suud’un Hicaz’da Şerif Hüseyin’in en büyük rakibi olarak
onun öncülüğünde oluşturulan bir hareketin içinde yer alması imkansızdı.
Yemen’de İmam Yahya da Osmanlıya bağlılığını sürdürmüştü.
Mezopotamya halkının bu harekete fazla itibar etmediği dikkati çekmiştir.
1899’da İngiltere ile imzaladığı anlaşmayla Osmanlıya karşı bu devletin
protektorası olmayı kabul eden Kuveyt Şeyhi Mübarek savaşın başında
İngiltere’nin yanında yer almış olmasına rağmen 1917’de işbaşına
geçen oğlu Şeyh Sâlim babasından farklı bir tavır sergileyerek Osmanlı’yı
desteklemeye dönük bir politika izlemiştir.48 Aslında Kuveyt’in bu yöndeki
politikası Mübarek’in 1915’te ölümünden sonra iktidara gelen büyük
oğlu Cabir döneminde başlamıştır. Zira Sâlim’in Osmanlıya ilişkin
görüşleri Kuveyt’in İngiltere’ye vereceği destek konusundaki politikasında
etkili olmuştur.49 Körfezdeki diğer emirlikler ise zaten 1880’li yılların
ortalarından itibaren İngiltere’nin denetiminde bulunmaktaydı. Aynı
şekilde Mısır da 1840’dan sonra Mehmet Ali Paşa ile beraber Osmanlı
İmparatorluğu ile arasındaki bağları önemli ölçüde gevşetmiş, 1882’de de
fiilen İngiliz denetimine geçmişti. Suriye ise Cemal Paşa’nın sıkı denetimi
altındaydı. Şerif Hüseyin 250,000 Arap askeri toplayabileceğini iddia
etmiş olmasına rağmen etrafına toplananlar birkaç bini geçmemişti. Şerif
Hüseyin’in gücünün zayıf olduğu çok geçmeden fark edilmiş; 2 Kasım
1916’da kendisini “Arap Ülkelerinin Kralı” olarak ilan etmesi ise öncelikle
İngiltere ve Fransa’nın tepkisine yol açmıştı.

Savaşın başlamasıyla beraber Osmanlı karşıtı güçler (İngiltere, Fransa ve Rusya) arasında savaş sonrasına ilişkin paylaşım anlaşmaları da yapılmaya başlamıştır. Bu doğrultuda Rusya ile 4 Marttan 10 Nisan 1915’e kadar süren görüşmeler sonucunda imzalanan İstanbul Anlaşması’yla, İstanbul ve Boğazlar bölgesi Rusya’ya terk edilerek bu devletin geleneksel amaçlarını gerçekleştirmesi sağlanmıştı. Ancak İstanbul Anlaşması hiç bir zaman yürürlüğe girmemiştir. 
Zira 1917 Bolşevik Devrimi’yle beraber Lenin, Çarlık Rusyası tarafından imzalanan gizli anlaşmaların tanınmayacağını bildirmiştir. İngiltere ve Fransa’yı asıl güç durum da bırakan, Lenin’in savaş sırasında yapılan tüm gizli anlaşmaları açıklamasıydı.

Bunların dışında İngiltere ile Fransa arasında 1916 Mayısında yapılan ve Mark Sykes ve George Picot tarafından yürütülen görüşmelerin sonucunda imzalandığı için Sykes-Picot Anlaşması olarak bilinen anlaşmayla da Osmanlı İmparatorluğu ’nun Orta Doğu’daki toprakları bu iki devlet arasında paylaşılmıştı. k.

k. Sykes-Picot anlaşması üç büyük devletin hükümetleri arasında Osmanlı İmparatorluğu’nunbölüşülmesi için gönderilen diplomatik yazışmalarla yapılmıştır. 

Rusya’nın istediğibölümle ilgili notlar 26 Nisan 1916’da Petrograd’da Rusya Dışişleri Bakanı (M.Sazonoff) ile Fransa elçisi (M. Paleologue) arasında gönderilmiş,  bir kaç hafta sonraLondra’da İngiltere Dışişleri Bakanı (Sir Edward Grey) ile Rusya elçisi (Kont Benckendorff)arasındaki yazışmalarla tamamlanmıştı.


SYKES-PICOT ANLAŞMASI

Osmanlı Topraklarının İngiltere-Rusya-Fransa Arasında Bölüşülmesi
(16 Mayıs 1916’da Londra’da Varılan Anlaşmanın ilk üç maddesi)

1. Fransa ve Büyük Britanya, bir Arap şefin himayesinde, ekli haritada (A) ve (B) olarak işaretlenmiş bölgelerde bağımsız bir Arap devleti veya Arap devletleri konfederasyonunu tanımaya ve savunmaya hazırdırlar. (A) bölgesinde Fransa’nın ve (B) bölgesinde Büyük Britanya’nın girişim hakkı ve yerel borçlar açısından önceliği olacaktır. (A) bölgesinde Fransa ve (B) bölgesinde Büyük Britanya, Arap devletinin veya Arap devletleri konfederasyonunun isteğiyle danışmanlar veya yabancı memurlar sağlayabileceklerdir.

2. Mavi bölgede Fransa (Güney Anadolu’daki Adana, Gaziantep, Maraş bölgesini içine alan tam koyu bölge) ve Kırmızı Bölgede (Anadolu’nun doğusu, Irak’ın kuzeyi ve Basra Körfezi kıyılarını içine alan koyu gri bölge) Büyük Britanya doğrudan veya dolaylı yönetim veya denetimi isteklerine göre kurma hakkına ve Arap devleti veya Arap devletleri konfederasyonu ile ilgili uygun gördükleri düzenlemeleri yapma hakkına sahip olacaklardır.

3. Kahverengi bölgede, (Filistin’de) biçimi daha sonra Rusya’yla ve öteki bağlaşık ülkelerle ve Mekke Şerifi’nin temsilcisiyle danışılarak kararlaştırılacak olan uluslararası bir yönetim kurulacaktır.

Sykes-Picot ve Osmanlı Topraklarının Paylaşılması,

Kaynak: http://www.dartmouth.edu/~gov46/sykes-picot-1916.gif


Açıklandığında oldukça gürültü koparan bu anlaşmayla İngiltere Şerif
Hüseyin’e söz verdiği bölgeleri Fransa ile paylaşmaktaydı. Çünkü söz
konusu belgeye göre, Suriye’yi içine alan ve Lübnan’ın güneyine kadar
uzanan bölge Fransa’nın doğrudan, Suriye’nin iç kesimleri ve Musul ise
dolaylı denetimine bırakılırken, Musul hariç Irak İngiltere’nin doğrudan
veya dolaylı denetimine bırakılmaktaydı. İngiltere ve Fransa’nın dolaylı
denetiminin söz konusu olduğu A ve B bölgesinde ise Şerif Hüseyin’in
beklentisiyle hiç ilgisi olmayan uygun görülecek bağımsız bir Arap devleti
ya da bir Arap konfederasyonu kurulması düşünülürken, Filistin’in kurulacak bir uluslararası yönetimin denetimine bırakılması öngörülmekteydi. 50

I. Dünya Savaşı’nın başlaması Yahudiler için de yeni fırsatlar anlamına
gelmiş ve İngiltere’den sağlanan destek daha somut hale dönüştürülmüştür.
Nitekim İngiltere, Araplardan habersiz olarak 1917 Kasımında İngiliz Yahudi patronlarından Rothschild’e gönderilen ve tarihe Balfour Deklerâsyonu olarak geçen belgeyle Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmasını İngiliz hükümetinin destekleyeceğini ifade etmekteydi.

Araplar, bunu öğrendiklerinde geç de olsa kandırıldıklarını anlamışlardı.
Suriye’de toplanan Suriye Ulusal Kongresi tarafından, 1920 Martında
Faysal’ın Suriye’nin (Lübnan, Suriye, Filistin, Irak ve Ürdün toprakları)
başına getirilmesi kararı alınırken, Balfour Deklerâsyonu’na yönelik
Arapların tepkisi de dile getirilmekte ve Filistin’in bir Yahudi yurdu olmasının
kabul edilemeyeceği açıklanmaktaydı.

Lloyd George’un ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla, Balfour Deklerâsyonu’nun
ortaya çıkmasında, o sırada Almanya’nın benzer bir bildiri için Türkiye nezdinde 
girişimde bulunarak Amerika’yı yanına çekmeçabası içinde olduğu yönündeki 
doğruluğu bugüne kadar kanıtlanmamışdüşünceler ya da duyumların da 
önemli rolü olduğu anlaşılmaktadır.

Sonuçta yine de tam ihtiyaç duyulduğu bir esnada bu bildirinin tüm
dünyadaki Yahudilerin harekete geçerek ABD’nin İngiltere lehine savaşa
girmesinde de etkili olduğu düşünülmektedir.51 Ancak yine de ABD’nin
savaşa girmesinde bunun mu yoksa İngiltere ile stratejik ve güvenlikle
ilgili diğer çıkarlarının mı daha etkili olduğunu belirlemek mümkün değil.

Özetlemek gerekirse, İngiltere savaş sırasında Osmanlı topraklarını
birçok devletle paylaşmış ve birçok devlete bu topraklarla ilgili birbiriyle
çelişen vaatlerde bulunmuştur. Gerçekleşmesi mümkün olmayan bu
vaatlerle özellikle Arap halklarının kandırıldığının sonradan ortaya çıkmış
olması bir tarafa, sanki bütün bunlar savaş sonrasında Orta Doğu’nun
yeni bir kaos ve kargaşa ortamına sürüklenmesi için bilinçli olarak
yapılmıştır.

Nitekim, savaş galibi devletlerin temsilcileri 1919 Ocağında Paris’te
toplanarak, mevcut kazanımlarını kodifiye ederek hukuki bir meşruiyet
kazandırmak, kendi çıkarları doğrultusunda oluşturulacak yeni düzeni
sürdürmek ve bunu tehlikeye düşürecek olası bir savaşı önleyecek bir
düzenleme yapmak için görüşmelere başladılar. Ancak 1919 yılı boyunca
yapılan görüşmeler sırasında Almanya, Avusturya ve Bulgaristan ile
yapılacak antlaşmaların metinleri hazırlanmış olmasına karşılık Osmanlı
İmparatorluğu toprakları üzerinde, özellikle de Orta Doğu konusunda
kolaylıkla bir anlaşmaya varmak söz konusu olmadığından galip devletler
arasında zaman zaman sürtüşmeler yaşanmıştır. Osmanlı topraklarının
paylaşımını öngören bir anlaşma üzerinde anlaşılabilmesi ancak müttefiklerin
bir araya geldiği 1920 Nisanındaki San Remo Konferansı’nda mümkün olabilmiştir. San Remo Kararları Sevr Anlaşması’nın önemli bir parçası olarak 10 Ağustos 1920’de Osmanlı İmparatorluğu’nun temsilcilerine imzalatılmış olmakla beraber hiç bir zaman yürürlüğe girmemiştir.

Bilindiği gibi Sevr Anlaşması ile boğazlar Osmanlı yönetiminden alınarak
uluslararası bir komisyonun idaresine verilirken, Güney Anadolu, Fransa ve İtalya’nın denetimine; İtilaf devletlerinin yanında savaşa 1917’de girmiş olmasına karşılık Trakya ve İzmir ise Yunanistan’a bırakılmaktaydı.

Bu arada self determinasyon ilkesini işlerine geldiği zaman ve istedikleri uluslar için hatırlayan ve özellikle de Osmanlı toprakları üzerinde kendi istekleri doğrultusunda bağımsız devletler kurulması yoluyla parçalamak için kullanan itilaf devletleri, Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermeni devleti ile özerk bir Kürt yönetiminin kurulmasını antlaşmaya koymuşlardı.

Öte yandan Orta Doğu topraklarını Osmanlı’dan ayıran söz konusu
devletler self determinasyon ilkesi bir tarafa, savaş sırasında verdikleri
bağımsızlık sözünü de unutarak manda formülüyle bölgedeki emperyalist
uygulamalarını sürekli kılmanın bir yolunu bulmuşlardı. Önce 30 Ocak 1919’da toplanan Barış Konferansı Yüksek Konseyi Filistin dahil işgal altındaki topraklarda Osmanlı yönetiminin devam etmeyeceğini kararlaştırmış, ardından 28 Haziran 1919’da kabul edilen Versay Antlaşması ve Milletler Cemiyeti Sözleşmesi’ne konulan bir hükümle (12. madde) manda uygulaması hükme bağlanmıştır. İlgili maddede “son savaşın sonucu olarak daha önce kendilerini yöneten devletlerin egemenliğinden çıkmış ve henüz çağdaş dünyanın güç koşullarında kendi kendine ayakta duramayacak halkların yaşadığı sömürge ve topraklarda, bu tür halkların gelişimi için medeniyetin kutsal vasiliğinin oluşturulması ilke olarak
kabul edilmiş ve vasiliğin uygulanmasındaki güvencelerin bu sözleşmeyle
gerçekleştirilmesi öngörülmüştür” denmekteydi. Taraflar böylece daha
önce Sykes-Picot gizli anlaşmasıyla alınan kararları uygulama imkânı
bulmaktaydı. Manda ile ilgili hükmün içeriği 1920 Nisanında San Remo’da
toplanan Müttefikler Yüksek Konseyi tarafından ayrıca belirlenmekteydi.
Buna göre, Suriye ve Lübnan Fransız mandası, Filistin ve Irak (Bağdat, Basra ve Musul) ise İngiliz mandası haline gelmekteydi. İngiltere böylece Hint yolunun güvenliğini sağlarken, bir taraftan da petrol bölgelerini denetimi altına almaktaydı. Bu politikayla onlar emperyalist amaçlarını açığa vurmaktan çekinmezken, Araplara da Osmanlı Devleti’ne ihanetlerinin bedelini ödemek kalıyordu.

 DİPNOTLAR;

1 Samuel Henry Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, çev. Alâeddin Şenel, 3. baskı (Ankara: İmge Kitabevi, 1995), s.121.
2 Aslında Yahudilerin iddia ettikleri gibi bu toprakların boş olmadığı onlardan önce Kenanilerin yerleşik bir toplum halinde bu topraklarda yaşadıkları tarihçiler tarafından kabul edilmektedir. Biraz ileride görüleceği gibi Mısır’dan dönüşte tekrar Filistin’e gelen İsrailoğulları bu topraklarda Filistinlilerle karşılaşırlar. 
M. Lütfullah Karaman, Uluslararası İlişkiler Çıkmazında Filistin Sorunu (İstanbul: İz yayıncılık, 1991), s. 12.
3 Ayrıca bkz. Geoff Simons, Iraq: From Sumer to Saddam. 2nd ed. (London: Macmillan Pres, 1994), ss. 130-133.
4 Ekrem Memiş, Filistin Kime Aittir, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 1, Sayı 1 (Ankara 1985)
5 Fahir Armaoğlu, Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları,1948–1988, (Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1991), ss. 8-9.
6 Simons, op. cit., ss.131-135.
7 Bkz. Günay Tümer ve Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi. 3. Baskı (Ankara: Ocak Yayınları, 1997), ss. 327-355.
8 William L. Cleveland, A History of Modern Middle East (San Francisco: Westview Press, 1994), s. 13.
9 Ibid., ss. 13-14.
10 Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi çev: Yavuz Alogan (İstanbul: İletişim, 1997), s. 49.
11 Hourani, ibid., s. 64; Cleveland, op.cit., ss. 15-16; Ayrıca bkz. Bernard lewis, The Arabs in History (New York: Oxford, 1993), ss. 61-63.
12 Alain Gresh, Dominique Vidal, Ortadoğu: Mezopotamya’dan Körfez Savaşına, çev: Hamdi Türe (İstanbul: Alan Yayıncılık, 1991), ss. 25-26; Şiiliğin ve Kerbela olayının İran’ın toplumsal ve siyasal kültüründe oynadığı kalıcı etki sıkça tartışılmaktadır. Bkz. Graham E. Fuller, The Center the Universe: The Geopolitics of Iran (San Francisco: Westview Pres, 1991), ss.14-15.
13 Ayrıntılı bilgi için bkz. Hourani, op. cit., s. 49; Arthur Goldschmidt Jr. ve Lawrence Davidson, A Concise History of the Middle East ,9th ed. (Boulder, CO: Westview Press, 2010), ss. 67-71.
14 Simons, op. cit., s. 150-153.
15 Ana Britannica, cilt 8, s. 158-159; Büyük Larousse, cilt 7, ss. 3668-3669.
16 Abbasi dönemiyle ilgili ayrıca bkz. Bernard Lewis, The Middle East: A Brief History of the Last 2,000 Years ( New York: Scribner, 1995), ss. 75-84..
17 Cleveland, op. cit., s. 17.
18 Hourani, op. cit., s. 63.
19 Büyük Selçukluların İran’daki varlığına son veren Harzemşahlar bu defa 1230’da Yassıçemen savaşında Anadolu Selçuklularına yenilerek dağıldılar.
20 Bunlardan Tolunoğulları, İhşidiler, Gazneliler, Selçuklular ve Memlükler Türk devletleriydi ve Sünniydiler. Ayrıca bkz. Arthur Goldschmidt Jr. A Brief History of Egypt (New York: Infobase Publishing, 2008), ss. 43-56.
21 Gerçi bunlardan özellikle Fatımilerin dışındaki Şii hanedanlıklar ayrı bir halife iddiasında bulunmadılar.
22 Ana Britannica, 1. cilt, ss. 12-13; Büyük Larousse, cilt 1, s. 13.
23 Hourani, opcit., s. 64.
24 Bilindiği gibi Ortadoğu’nun bir çok ülkesinde dağınık şekilde bulunmalarına karşılık özellikle 1962’de İmamlığın yıkılmasına kadar Kuzey Yemen’de hakim 
mezhebi temsil etmekteydiler.
25 Ibid., s. 67.
26 Bkz. Cleveland, op. cit., s. 36.
27 Ibid., s. 37.
28 Bkz. Ibid., s. 37.
29 Hint limanlarını ele geçiren Portekiz, Arap tüccar gemilerini yakarak onları Hint Denizi’nden çıkarmıştı. Ayrıca Portekiz’in Kızıl Deniz’e girerek Memluk 
donanmasını yakması, kutsal yerleri tahrip etmekle tehdit etmesi Arap dünyasını çaresiz bırakmıştı.
30 David Fromkin, Barışa Son Veren Barış: Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı? 1914-1922, çev. Mehmet Harmancı (İstanbul: Sabah Yay., 1993), s. 22.
31 Kemal H. Karpat, Ortadoğu’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, çev. Recep Boztemur (Ankara: İmge Kitabevi, 2001), ss.88-90.
32 Ayrıntılı bilgi için bkz. Cleveland, op. cit., ss. 74-75.
33 Fromkin, op.cit., 1993, s. 96
34 Ibid., s. 94.
35 Ayrıntılı bilgi için bkz. Cleveland, op. cit., ss. 147-49.
36 Fromkin, op. cit., ss. 103-104.
37 Ribhi Halloum (Abu Firas) Belgelerle Filistin: Dün, Bugün, Yarın, (İstanbul: Alan yayıncılık, 1989), ss. 146-47.
38 Ibid., s. 146-47.
39 Fromkin, op. cit., s. 16.
40 Halloum, op. cit., ss. 149-151.
41 Edward J. Erickson, Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in the First World War (Westport: Greenwood Press, 2001), ss. 94-95.
42 Halloum, op. cit., ss.156-57.
43 Simons, op. cit., ss. 193-194; Cleveland, op. cit., s. 149-51; Efraim Karsh, Rethinking the Middle East (London: Frank Cass, 2003 ) ss. 61-65.
44 Simons, ibid., ss. 195-96.
45 Karpat, op. cit., s. 154.
46 Bu tesbiti doğrulayan bir değerlendirme için Bkz. Efraim Karsh, “Israel, the Hashemites and the Palestinians: The Fateful Triangle”  Efraim Karsh ve P.R.Kumaraswamy (ed), Israel, the Hashemites and the Palestinians: the fateful triangle (Oregon: Frank Cass Puplications, 2003, ss. 1-2.
47 Karpat, op. cit., ss. 154-55.
48 Adel Darwish ve Gregory Alexander, Unholy Babylon: The Secret History of Saddam’s War (London: Victor Golancz ltd, 1991), ss. 6-7.
49 Arnold Wilson’dan sonra 1920’de Irak’taki İngiliz Yüksek Komiseri olan Percy Cox, bu davranışın bedelini Kuveyt’e ödetmiş ve 1922’de sınır çizimi esnasında 
bir kısım topraklarını Suudi Arabistan’a bir kısmını ise Irak’a dahil ederek bu iki devletle Kuveyt arasındaki anlaşmazlıkların da temelini atmıştır.
50 Cleveland, op. cit., s.153; İrfan C. Acar, Lübnan Bunalımı ve Filistin Sorunu, (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1989), ss. 19-23.
51 Halloum, op cit., s. 161.


***


GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 6

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 6




2. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE DOĞU SORUNU ÇERÇEVESİNDE İNGİLİZ POLİTİKASI

İttihat ve Terakki yönetimiyle başlayan Türkçülük akımına bir tepki
olmasının yanı sıra, İttihat ve Terakki’nin Suriye’de uyguladığı baskı
politikasının da etkisiyle gelişen Arap milliyetçiliği, I. Dünya Savaşı’yla
beraber İngiltere’nin girişimleriyle Osmanlı’ya karşı bir harekete dönüştürülmeye
ve böylece Türklerin bölgeden tasfiyesinin bir aracı olarak kullanılmaya başlamıştır. İngilizler bu süreçte hem Yahudilerin hem de Arapların desteğini sağlamak amacıyla yaptıkları girişimleri mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalışmışlardır. Bir taraftan McMahon-Şerif Hüseyin mektupları olarak tarihe geçen gizli yazışmalarda Araplara bu bölgede “bağımsız bir Arap devleti” sözü verirken, rakibi Abdül Aziz’le (İbn-i Suud) de görüşerek bir taraftan da onların da Osmanlı’ya karşı desteğini sağlamaya çalışan İngiltere, ayrıca bir taraftan da bölgenin bir kısmında bir Yahudi yurdu kurulması karşılığında gerek Yahudilerin
gerekse ABD’nin desteğini sağlamaya çalışmaktaydı. Diğer yandan İngiltere,
Fransa ile giriştiği pazarlıkta (Sykes-Picot) bölgeyi aralarında paylaşmaktaydı.
Böylece İngiltere Savaştan sonra bölgeyi doğrudan veya dolaylı ama her halükârda rahatlıkla denetleyebilmesine olanak verecek şekilde paylaştırmayı plânlamaktaydı. Bu, İngiltere’nin amacına o denli uygun bir yapıydı ki, İngiltere’nin bölgeden II. Dünya Savaşı’ndan sonra çekilmiş olmasına rağmen bölge ülkeleri aralarındaki rekabet dolayısıyla Batı tarafından rahatlıkla yönetilebilecek ülkeler olma özelliklerini sürdüreceklerdir.

İngiltere’nin yeni politikası Fromkin’e göre, İngiliz egemenliğine imkân sağlayacak “mümkün olduğu kadar çok parçaya ayrılmış zayıf ve birbirinden kopuk prensliklerden oluşan bir Arabistan’dı”. 33 

İngiltere, ortak hareket edemeyecek olan bu devletlerin o gün için diğer Batılı güçlere karşı bir tampon işlevi görmesini istiyordu. Ancak bunun sağlanabilmesi
bir başka unsuru daha gerektirmekteydi. O da, Osmanlı İmparatorluğu’nun
bölgedeki askerî olmasa bile İngiltere’nin siyasi denetimini zorlaştıran manevi ya da ruhani denetimiydi. İngilizler bunun da bir çaresini bulmuşlar ve Osmanlı halifesinin otoritesini sınırlayarak bölgeyi daha rahat kontrol altında tutabilmenin bir aracı olarak kendi halife adaylarını çıkarmayı düşünmüşler ve bunun için en uygun adayın da Mekke Emiri Şeyh Hüseyin olduğunu düşünmüşlerdi. Plânları arasında Arapları Osmanlı İmparatorluğu aleyhine kışkırtmak da olan İngilizler
“gerçek ırktan bir Arabın Mekke ya da Medine’de halifeliği devralması”
fikrini yaymaya çalışmaktaydılar.34

Bölge idari ve askerî anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nca atanan ancak Hicaz’da (Mekke ve Medine’de) özerk bir konuma sahip olan Emir kutsal yerlerin güvenliğini ve Hac vazifesinin düzenli ve güvenli biçimde yapılmasını sağlamaktaydı. Osmanlı Sultanı adına Hicaz’ı yöneten Hüseyin (İbn-i Ali), Mekke Şerifi ve Emiri’ydi. Şerif olmak için Hz. Peygamber’in soyundan gelmek gerekiyordu. Mekke Emiri rakip şerifler arasından seçilmekteydi ve Hüseyin İttihat ve Terakki’nin adayına karşı 1908’de Abdülhamit tarafından desteklenmiş ve bu göreve seçilmişti.
Hüseyin’in aslında o güne kadar uygunsuz bir davranışı olmamış ve Padişah’a bağlılığını sürekli dile getirmişti. Ancak Hüseyin’in 1909’dan sonra, özellikle de 1913’ten sonra Babıâli’de gerçek iktidarı elinde bulunduran İttihatçılarla arası hiç iyi değildi.Padişah’a bağlı olmakla beraber İttihat ve Terakki’nin merkeziyetçi politikalarıyla sürekli çatışma halinde olan Hüseyin’in emeli, Emir olarak durumunu güçlendirmek ve emirliğin sürekli olarak kendi ailesinde kalmasını sağlamaktı. Dolayısıyla Şerif Hüseyin Abdülhamit’in devrilmesinden sonra İttihat Terakki yönetimine duyduğu güvensizliğin de etkisiyle Arap kabilelerinin bağlılığını kazanarak ve yerel anlamda gücünü arttırarak özerk bir konuma sahip olmaya çalıştı. Bu nedenle, Hüseyin, bağımsızlığını sağlamlaştırmaya ve genişletmeye çalışırken İttihat ve Terakki hükümeti ise sınırlamak istiyordu.
Şerif Hüseyin bu amaçları gerçekleştirme çabası içindeyken I. Dünya Savaşı başladı ve Osmanlı Halifesi cihad çağrısına Emirin de uymasını istedi. 

Söz konusu amaçlarının Osmanlı ile birlikte olarak mı yoksa başka alternatifleri değerlendirerek mi gerçekleştirebileceğinden henüz tam olarak emin olmayan Hüseyin, ilk etapta kesin bir cevap vermekten kaçındı. 

Bu sırada Osmanlı ordusu karşısında zor durumda bulunan İngiltere ile Hüseyin’in işbirliği yapmasını gerektirecek ortam doğmuştu.35
Ancak Hüseyin 1914’e kadar Arap yarımadasındaki milliyetçi hareketlere
destek vermemiş, bu da kendisinin Arap kabileleri tarafından Osmanlı’nın memuru olarak nitelenmesine yol açmıştı. Diğer taraftan Hüseyin’in iki oğlu da Osmanlı meclisinde mebustu ve bunlardan Abdullah Mekke, Faysal ise Cidde temsilcisiydi. Abdullah babasına Osmanlı yöneticilerine karşı direnmesini tavsiye ederken, Faysal temkinlilik tavsiyesinde bulunmaktaydı. 36 
1914’ten itibaren İngiliz telkinlerine kapılan Hüseyin çelişkili bir tavır sergilemeye başlamıştı. Bu hava içerisinde 1914 Şubatında oğlu Abdullah’ı, Osmanlı yetkilileriyle görüşmek ve İngiltere’nin Mısır Genel Valisi Lord Kitchener’in düşüncelerini öğrenmek için görevlendirdi. Abdullah’ın Arapların Türk yönetiminden memnun olmadığını açıklaması üzerine Kitchener tarafsız davranmaya çalışsa da cesaretlendirici olmayı da ihmal etmedi. Ancak Kitchener bu görüşmenin arkasından İngiliz istihbaratının Orta Doğu Sekreteri Storrs’a Abdullah’la temasa geçmesini söyledi. Bu buluşmada Abdullah daha açık konuşarak Arap ayaklanmasından açıkça söz etti.37
Türkiye’de bu sırada İttihat ve Terakki’nin başında ünlü Enver, Talat ve Cemal Paşalar, bakanlar kurulunun başında ise Kâmil Paşa’yı istifaya zorlayan Mahmut Şevket Paşa bulunmaktaydı. Daha iyi bir yönetim vaadiyle işbaşına gelmiş olmalarına rağmen eskiyi aratmayacak bir baskı yönetimi kurmuşlardı.38

I. Dünya Savaşı esnasında İngiliz-Fransız-Rus ittifakının Osmanlı toprakları üzerine yaptıkları gizli pazarlıklar ve anlaşmalar, savaşın taraflar için Doğu Sorunu’nu bir uzlaşmayla sonuca bağlamak için iyi bir fırsat olarak görüldüğünü ortaya koymaktaydı. Hatta bu paylaşımı savaş sonrasına bırakmanın yeni bazı anlaşmazlıkları da beraberinde getirebileceği varsayılarak paylaşımı erteleme menin daha yerinde olacağı kararına varılmıştı. Bilindiği gibi uzun yıllar başbakanlık ve dışişleri bakanlığı yapmış olan “Lord Palmerston ve halefleri Rusların Osmanlı İmparatorluğu’nu yenmesi halinde imparatorluğun parçaları için başlayacak kavganın Avrupalı güçler arasında büyük bir savaşa yol açmasından korkuyorlardı. 

Bu bir kaygı kaynağı olarak varlığını hep sürdürmüştür”.39 

Bu mücadelede İngiltere’nin en önemli rakibi Ruslardı. Ruslar, boğazlara hâkim oldukları takdirde sadece İngiliz donanmasının girmesine engel olmakla yetinmeyerek kendi donanmalarını da Akdeniz’e çıkarabilir ve İngilizleri tehdit edebilirlerdi. Asya kıtasının diğer tarafında bir diğer stratejik öneme sahip olan bölge Afganistan dağlarıydı ve İngilizlerin amacı Rusları bu bölgede barındırmamaktı.

Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerinin bütün girişimlerine rağmen bu devletle bir ittifak ilişkisine girmekten kaçınan ve bilinçli bir şekilde onu Almanya’nın yanına âdeta iten söz konusu devletlerin amaçlarının savaş öncesinden belli olmadığını söylemek mümkün değil. Savaş sayesinde Doğu Sorunu’nu kalıcı bir şekilde çözüme kavuşturmak istiyorlardı.

İttihat ve Terakki yönetiminin ittifak teklifini geri çeviren İngiliz hükümeti, İngiliz tersanelerinde yapılmış ve 1914 Ağustosunda teslim edilmesi gereken parası ödenmiş Reşadiye ve Sultan I. Osman isimli savaş gemilerine Deniz Kuvvetleri Bakanı Churchill’in emriyle 29 Temmuz’da el koyarak Osmanlı yöneticileri için Almanya ile bir ittifakın dışında seçenek bırakmamışlardı. Oysa bu gemilerle Osmanlı donanması güçlenecek ve Ege’de rahatlıkla Yunanlılarla ve Karadeniz’de Ruslarla boy ölçüşebilecekti. Ancak şimdi her ikisi de İngiltere’nin müttefikiydi.
Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran’da
Saraybosna’da öldürülmesiyle I. Dünya Savaşı için düğmeye basılmıştı.

28 Temmuz’da Avusturya Sırbistan’a savaş ilan etmiş, Almanya ise Rusya’ya, 1 Ağustos’ta, Fransa’ya da 3 Ağustos’ta savaş ilan etmişti.

Arkasından Alman birliklerinin 4 Ağustos 1914’te Belçika’ya girerek bu
devletin tarafsızlığını ihlal etmesi üzerine, bu devletin toprak bütünlüğünü
garanti eden devletler arasında yer alan İngiltere, Almanya’ya savaş
ilan etti. Öte yandan 6 Ağustos’ta Avusturya Rusya’ya, 15 Ağustos’ta
ise Japonya Almanya’ya savaş ilan etmişti.

Nitekim Almanya ile 3 Ağustos’ta bir ittifak imzalayan Osmanlı yöneticileri
hemen savaşa girmekten kaçınmışlarsa da Karadeniz’e girmesine
izin verilen ve adı Yavuz ve Midilli olarak değiştirilerek Türk bayrağı
çekilen Goeben ve Breslau isimli savaş gemilerinin Alman komutanı
Amiral Sochon’ın Odesa, Sivastopol ve Novorossisk’i bombalayarak
Türkleri bir oldubittiyle karşı karşıya bırakması üzerine 1 Kasım’da İngiltere
Osmanlı kuvvetlerine karşı harekete geçmiş, 2 Kasım’da ise Rusya’nın
Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmesiyle Osmanlı İmparatorluğu
da kendi sonunu hazırlayan bir savaşın içine çekilmiş oldu.

Bu gelişmeler olurken Mekke Şerifi Hüseyin’in önünde iki seçenek
bulunmaktaydı. Ya Osmanlı’nın yanında yer alarak tanınmayı bekleyecek
ya da bağımsızlığı kazanmak umuduyla Osmanlı’ya ve Halife’ye karşı emperyalist güçleri destekleyecekti. Hüseyin’in oğullarından Emir Faysal bu birinci yolun, Abdullah ise ikinci yolun tercih edilmesinden yanaydı. Faysal, Fransa’nın Suriye’de, İngiltere’nin ise Güney Irak’ta gözü olduğunu biliyor ve bu topraklarda bağımsız bir Arap devletinin kurulmasına izin vermeyeceklerini düşünüyordu. Ayrıca ayaklanmanın yeterince destek bulmayacağından ve bunun Avrupalı güçlerce de desteklenmeye bileceğinden korkuyordu. Hüseyin’in diğer oğlu Abdullah ise Şam ve Bağdat’ın ayaklanmaya hemen katılacağından emin görünüyordu.
Nitekim savaşın başlamasıyla beraber Storrs’a yazılmış bir mektubu
oğlu Abdullah’la göndererek İngiltere’yi Osmanlı’ya tercih ettiğini ifade
eden Hüseyin, karşılığında emirliğinin İngiltere tarafından Osmanlı’ya
karşı sonuna kadar desteklenme garantisini sağlamaya çalışmıştı. Mektubu
alan Storrs bundan hemen Kitchener’i haberdar etti. Eylül ayından
beri İngiliz kabinesinde Savaş Bakanı olan Kitchener 31 Ekim 1914’te
Abdullah’a gönderdiği mektupta “...Eğer Arap ulusu bizi Türklerin zorladığı
bu savaşta İngiltere’ye yardım ederse, İngiltere Arabistan’a hiç bir
müdahalenin olmayacağını garanti eder ve dış saldırılara karşı her türlü
yardımı yapar. Gerçek Arap ırkından bir Halife’nin Mekke ve Medine’de
seçilmesi gerçekleşebilir” denmekteydi. Mektup Abdullah’a Kahire’den
şu ekle ulaştırılmıştı: “Eğer Mekke emiri bu çatışmada İngiltere’ye yardım
etmek istiyorsa, İngiltere Emir Hüseyin’in kutsal ve eşi bulunmayan
görevini tanımayı ve ayrıcalıklarını bütün dış saldırılara özellikle Osmanlıların
saldırılarına karşı garanti eder”. Kitchener’in mektubu gönderdiği gün, 
Osmanlı’dan da cihad çağrısı alan Hüseyin kaçamak cevaplarla cihada katılamayacağını bildirmişti.40

Hüseyin, 1915 Ocağından Martına kadar, Sudan Genel Valisi Reginald
Wingate’den Türk isteklerine karşı direnmesi için kendisine cesaret veren imalı haberler aldı. Bunlar da İngiltere’nin kendisiyle işbirliği yapmak isteğinde samimi olduğuna ilişkin kanısını güçlendirmişti. 1915 Ocağında Mısır’a İngiliz Yüksek Komiseri olarak atanan Sir Henry McMahon da gerek İngiliz Dışişleri Bakanlığından gerekse Kitchener’den Şerif ile ilişkileri geliştirmesi tâlimatını almıştı.
1915 Şubatında Cemal Paşa önderliğindeki 22,000 kişilik Türk birliği
Sina’yı geçerek Süveyş’e ulaştıysa da, Mısır’da çıkacak bir ayaklanmayla
harekâtın destekleneceği üzerine yapılan plânlar, söz konusu ayaklanmanın
çıkmaması üzerine gerçekleşmemiş; Suveyş’i geçecek imkânlara da sahip olmayan Türk birliği Süveyş’te durdurularak geri dönmek zorunda kalmıştır. Ayrıca harekât öncesinde asker gönderme sözü veren Şerif Hüseyin de bu sözünü tutmamıştı. Hatta daha da ileri giderek Türklere karşı ayaklanma imkânını yitirmemek için bu durumdan faydalanmak istemişti.

Bu esnada oğlu Faysal’ı Osmanlı merkezine göndermek için izin isteyen
Şerif Hüseyin’in asıl amacı, Osmanlı yetkilileriyle görüşme bahanesiyle
Suriye’den geçerek Arap milliyetçileriyle görüşmeyi gerçekleştirmekti.
Halen Hüseyin’in cihada katılacağını uman İttihat ve Terakki yönetimi
ise Hüseyin’in teklifini kabul ederek gerekli izni vermişti. Faysal böylece önce 26 Mart 1915’te Şam’a uğrayarak Suriyeli milliyetçi önderlerle buluşmuş; onlara Kitchener’in önerilerini anlatmış; buradan İstanbul’a geçerek Harbiye Nazırı Enver Paşa, İçişleri Bakanı Talat Paşa ve Padişah Sultan Reşat’la (V. Mehmet: 1909-1918) görüşmüştü. Cihada destek vermesi halinde Hicaz’da tüm şikâyetlerinin dikkate alınacağı kendisine söylenerek her biri tarafından Şerif Hüseyin’e hitaben yazılmış birer mektup verilmişti. Enver Paşa’nın mektubu 8 Mayıs tarihini taşıyordu; bu esnada Çanakkale zaferi kazanılmıştı ve Gelibolu’da 25 Nisan’dan beri süren savaş hakkında bilgi veriliyordu. Hatırlanacağı üzere bu savaşta  İngilizler ve müttefikleri 250,000 askerini kaybetmişti.41 

Bu esnada İngilizler, Osmanlı ordusu karşısında Irak’ta Kut Savaşı’nda da
(Nisan 1916) çok ciddi kayıplar vermişlerdi. Sadece Kut Savaşında İngilizlerin
kaybı 30,000 dolayındaydı ve yaklaşık 20,000 dolayında İngiliz askeri de Osmanlı ordusuna teslim olmuştu. Esir alınanlar arasında Generel
Townshend de bulunmaktaydı ve diğer esirlerle beraber İstanbul’a gönderilmiş ti. Çanakkale ve Gelibolu (Mart 1915-Aralık 1915) yenilgisinden sonra sözkonusu bu hezimet İngilizler için gerçekten yüz kızartıcıydı.

İngiliz tarihi bu anı en aşağılık savaş olarak yazacaktı. Sonuçta iki buçuk yıl süren çatışmanın ardından Bağdat’a Osmanlı ordusunun geri çekilmesiyle ancak 1917 Martında girebilmişlerdi; fakat bu, İngilizlerin toplamda 98,000 askerine mal olmuştu. Her şeye rağmen Osmanlı ordusu Musul’dan ancak savaşın kaybedildiğinin belli olması üzerine 1918 Ekiminden sonra çekilmiştir. Nitekim, dönüşte tekrar Suriye’ye uğrayan Faysal, başarısız Mısır seferinden sonra karargâhına çekilen Cemal Paşa ile görüşmüştü. Faysal, Şam’da 23 Mayıs 1915’te Arap Milliyetçileri Komitesi’ni oluşturan önderlerle Türkiye karşısında İngiltere ile hangi koşullarda işbirliği yapabileceklerini belirleyen bir protokolü birlikte tartışmışlar; ayrıca altı önde gelen önder, antlaşma yeminiyle Şerif’i Arap
ulusunun sözcüsü olarak tanıdıklarını kabul etmişti. 

Şam protokolüne göre, Şerif, İngiltere ile anlaşabilirse Suriye’deki Araplar ayaklanacaklardı.
Müttefiklerin kendi aralarında yapılan gizli görüşmelerde de Arap yarımadasının ve halifeliğin Osmanlının elinden çıkarılması ve bölgenin kendi denetimlerinde bağımsız olması doğrultusunda alınan kararlar çerçevesinde İngiltere tarafından -ki bu esnada Gelibolu çıkarmasının da başarısız olmasıyla Arap ayaklanmasına iyice gereksinim duyulmuş olmasının da etkisiyle- McMahon 1915 Haziranında bağımsız Arabistan’ın destekleneceğinin ve Arap halifeliğinin istenilir bir durum olduğunun ipuçlarını veren bir bildiri yayınlamakla görevlendirilmişti. Bu mesajı
taşıyan broşürler İngiliz uçakları tarafından Mısır, Sudan, Suriye ve Suudi
Arabistan’da dağıtılarak Arapları açıkça destekleyeceklerine ilişkin
İngiliz görüşleri tüm bölgede yayılmıştı.42

Bu çerçevede yine de ilk teklif Şerif Hüseyin’den geldi ve 1915
Temmuzunda İngiltere’nin Mısır Yüksek Komiseri Henry McMahon’a
yazdığı mektupla istekleri kabul edilirse Osmanlı karşısında İngiltere’yi
destekleme önerisinde bulundu. Böylece yukarıda ifade edilen ve 1915
Temmuzundan 1916 Martına kadar süren ve toplam on mektuptan oluşan
ünlü Hüseyin-McMahon yazışmaları başladı. McMahon aslında Osmanlı’ya
karşı ayaklanma teklifini gayet olumlu bulmakta ve bunu değerlendirmek
istemekte, fakat Hüseyin’in teklif ettiği bağımsız bir Arap devleti ile sınırlar konusuna sıcak bakmamaktaydı. Hüseyin, kuzeyde Mersin ve Adana’dan İran sınırına, doğuda Basra Körfezi’ne, güneyde Aden’e batıda ise Kızıl Deniz ve Mısır’a kadar olan topraklarda tek başına kendisinin halife ve devlet başkanı olarak getirileceği bağımsız bir Arap devletinin kurulmasını istemekteydi. Diğer bir deyişle, Hüseyin kendisini bütün Arapların temsilcisi gibi sunarak Irak, Arap Yarımadası ve Suriye (Lübnan ve Filistin de dahil) topraklarında tek ve bağımsız bir Arap devletinin kurulmasını desteklemesi halinde bütün Arapların Osmanlıya
karşı ayaklanabileceklerini söylemekteydi. Her ne kadar İngiltere bu desteği almak istemekle beraber hem kendi çıkarlarını hem de müttefiki Fransa’nın çıkarlarını dikkate almaktaydı. Bağdat ve Basra’nın kuzeyinde kalan topraklarla, Halep, Hama, Humus ve Şam’ın batısında kalan toprakların tamamını Araplar oluşturmadığı için istenilen Arabistan’a dahil edilemeyeceğini ifade eden İngiltere ’nin aslında asıl amacı Bağdat ve Basra’daki kendi çıkarları ile Suriye ve Lübnan üzerinde iddiaları olan Fransa’nın çıkarlarını güvence altına almaktı. Şerif Hüseyin’in bu bölgeleri dahil etmeye çalışması ve İngiltere’nin kabul etmemesi yüzünden uzayan görüşmelerden bir sonuç alınamaması üzerine görüşmelerin
savaş sonrasına ertelenmesine karar verildi. Ancak McMahon’un oldukça muğlâk ifadeleri arasından sınırı pek açık olmayan bir bölgede bağımsız Arap devletinin kurulması konusunda destek sözü verdiği anlaşılmaktaydı.

Ayrıca ayaklanma için gerekli askerî teçhizatın verileceği sözü de verilmişti. McMahon’un ifadelerinden Suriye’nin iç bölgeleri, Bağdat ve Basra’nın dışındaki Irak toprakları, Arabistan ve Filistin’in dahil olduğu topraklarda bağımsız bir Arap devletinin kurulacağına razı olduğu çıkarılabilirse de Filistin’in dahil edilip edilmediği daha sonraki yıllarda hep tartışma konusu olmuştur.43

Dolayısıyla, ilk etapta kapsamlı bir taahhüde girmekten kaçınan McMahon’un 1915 Ekiminde verdiği cevap, her ne kadar Şerif Hüseyin’i tatmin etmemişse de, 1916 Haziranında Mekke’de ayaklanan Şerif Hüseyin güçleri İngiltere’nin yanında yer alarak Osmanlı ordusuna karşı harekete geçmişlerdir. Gilbert Clayton, McMahon’un çabalarını yorumlarken, hiçbir şey vermeden ve herhangi bir ciddi taahhüt altına girmeden Arapların desteğini aldığı için onu başarılı bulmaktaydı. Dışişleri Bakanı Edward Grey de asla inşa edilmeyecek bir hayali saray vaat edildiğini ifade etmekteydi.44

7.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 5

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 5




II. OSMANLI ORTA DOĞUSU VE SON DÖNEMDE MEYDAN OKUMALAR 


1. OSMANLI İMPARATORLUĞU VE ORTA DOĞU 




OSMANLI İMPARATORLUĞU (1299-1699) 


    Osmanlı Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti’nin 1243 yılında yapılan Kösedağ Savaşı’nda Moğollara yenilmesinden bir süre sonra 1308’de yıkılmasının arkasından yerine kurulan bağımsız beylikler arasından Osmanlı Beyliği’nin diğer beylikleri de denetimi altına alarak genişlemesi sürecinde ortaya çıkmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması sonrasında kurulan bağımsız beyliklerden biri olan Osmanlı Beyliği aslında Oğuzların Kayı boyundan olup önce Doğu Anadolu’da Ahlat dolaylarına yerleşmişlerdi. Moğol saldırıları üzerine Ankara dolaylarındaki Karacadağ bölgesine, arkasından da bir grup Ertuğrul Bey idaresinde batıya ilerleyerek Söğüt’e yerleşmişler ve burada Anadolu Selçuklu Devleti’ne bağlı bir uç beyliği kurmuşlardı. 1281 yılında Ertuğrul Bey’in ölümü üzerine yerine geçen oğlu Osman Bey 1299’da bağımsızlığını ilan ederek 
Söğüt’ü başkent yapmıştır. Osman Bey’in oğlu Orhan Bey tarafından 1326’da Bursa’nın alınmasıyla başkent buraya taşınmıştır. Orhan Bey zamanında Osmanlılar bir devlet teşkilatı kurulması konusunda önemli ilerlemeler sağlamış ve ilk divan ve ilk düzenli ordu bu dönemde oluşturulmuştur. 

I. Murat zamanında ise ilk yeniçeri ocağının kurulmasının yanında önce Ankara arkasından da Edirne’nin alınmasıyla (1361) 

Edirne İkinci başkent olmuştur. Haçlı ordusunun 1389’da Kosova’da yenilmesi Osmanlıların Balkanlardaki ilerlemesini hızlandırmıştır. Yıldırım Beyazıt zamanında 1396’da Haçlılar Niğbolu’da yenilmesine rağmen 1402’de Moğol hükümdarı ile yapılan Ankara Savaşı’nın kaybedilmesinin ardından bir fetret dönemi başlamışsa da bu ara dönem 1413’te Çelebi Mehmet’le birlikte sona ermiş, II. Murat (1421-1451)’dan sonra yerine geçen oğlu Fatih Sultan Mehmet zamanında ise devlet yeni başkent İstanbul’da bir dünya imparatoru (cihanşümul) olma sürecine girmiştir. 



İstanbul’un 1453’te alınarak başkent yapılması ve Doğu Roma (Bi-zans) İmparatorluğu’nun yıkılmasının yanı sıra, 1473’te Akkoyunlu Devleti yenilerek bu devlete de son verilmiş, Ege’deki Enez, Gökçeada, Semadirek, Limni, Taşoz ve Midilli Osmanlı topraklarına katılmış, Kırım Hanlığı Osmanlı İmparatorluğu’na 
bağlanmış, Arnavutluk, Sırbistan, Mora, Bosna, Hersek, Eflak ve Boğdan beyliklerine son verilmiş ve böylece Osmanlı Devleti bir imparatorluk haline gelmiştir. 

Yavuz Sultan Selim (1512-1520) zamanında bir tehlike haline gelen Safevi Devleti’nin ve Şah İsmail’in özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü bozmaya yönelik girişimleri ve Şiiliğin Osmanlı topraklarında yayılması 1514’te bu devletin Çaldıran’da yenilgiye uğratılmasıyla büyük 
ölçüde önlenmiştir. 

Yavuz Sultan Selim zamanının diğer önemli olayı, Orta Doğu’da Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğinin başlaması anlamına gelen 1516’da Mercidabık Savaşı’yla Memluk ordusunun yenilerek Suriye ve Filistin’in, 1517’deki Ridaniye Savaşı’nın arkasından da Mısır, Mekke ve Medine’nin Osmanlıların denetimine girmesidir. Memluk Devleti’nin yıkılarak bu devletin bölgedeki egemenliğine son verilmesi aslında Portekiz’in Orta Doğu’yu baskı altına almasıyla da ilgiliydi.29 Bu gelişme sonrasında Abbasi halifeliğinden halifeliğin Osmanlılara geçmesine Arap kaynaklarında yer verilmez. Bu makamın Osmanlılar tarafından siyasal bir güç olarak kullanılması ise 19. yüzyıla doğru söz konusu olmuştur. 

Öte yandan Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) döneminde 1520’de Cezayir’in, 1521’de Belgrat’ın, 1541’de Macaristan’ın, 1534’de Tebriz, Azerbaycan ve Bağdat’ın, 1551’de Libya’nın, Kanuni’den sonra oğlu II. Selim zamanında ise 1571’de Kıbrıs’ın, Fas’ın ve Tunus’un alınmasıyla Akdeniz bir Türk denizi haline gelmiş ve İmparatorluk en geniş sınırlarına ulaşmıştır. 16. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde İmparatorluk yaklaşık 50 milyon insanın yaşadığı yirmi ulus üzerinde egemenlik kurmuş bulunmaktaydı. Ancak İmparatorluk 1570’lerin sonlarından itibaren önce duraklama arkasından da gerileme dönemine girmiştir. 

Özetlemek gerekirse, Fatih’in Bizans İmparatorluğu’na son vermesiyle başlayan genişleme sonucunda, Osmanlı İmparatorluğu Kuzey’de Kırım’a, doğuda Bağdat ve Basra’ya, güneyde Arabistan kıyılarına ve Basra Körfezi’ne, batıda Mısır’a, Kuzey Afrika’ya ve Avrupa’ya kadar uzanmıştır. 16. yüzyıldaki doruk noktasında Osmanlı İmparatorluğu Orta Doğu’nun çoğunu, Kuzey Afrika’yı, Yunanistan, eski Yugoslavya, Arnavutluk, Romanya (Eflak), Moldavya (Boğdan ve Besarabya) ve Bulgaristan’ı ve Macaristan’ın büyük bir kısmını kapsamaktaydı. Sınırları Basra Körfezi’nden Tuna Nehri’ne kadar uzanıyordu; orduları ancak Viyana kapılarında durdurulabilmişti. Nüfusu İngiltere nüfusunun ancak dört milyon olduğu bir sırada elli milyon olarak hesaplanıyordu ve egemenliğinde yirmi ayrı milliyete mensup insan yaşıyordu.30 

İdari yapıya gelince, Osmanlılarda padişahtan sonra en geniş yetkiye sahip olan kişi Vezir-i Azam yani sadrazamdı (günümüzdeki karşılığı başbakan) ve onun altında diğer vezirler bulunmaktaydı. Osmanlılarda devlet işlerinin görüşüldüğü ve bir anlamda bakanlar kurulu anlamına gelen Divan’ın üyeleri, Vezir-i Azam, Kazaskerler, Defterdarlar ve Nişancı. Bunların dışında Şeyhülislam ve Kaptan-ı Derya da Divana ara sıra katılan diğer devlet görevlileriydi. Kazaskerler (Anadolu ve Rumeli Kazaskerleri olarak) devletin adalet mekanizmasının düzgün işletilmesinden, Defterdarlar (Anadolu ve Rumeli Defterdarları) devletin bütçesi nin hazırlanmasından ve mali işlerinden sorumluydu. Nişancı ise yasaları 
çok iyi bilen biri olarak divanda yasalarla ilgili açıklamalarda bulunmakta ve padişahın tuğrasını taşımaktaydı. Divana ara sıra katılan Şeyhülislam divanda alınan kararların İslâm dinine uygunluğu konusunda fetva vermekte, Kaptan-ı Derya’nın ise bir anlamda deniz kuvvetleri komutanı olarak görüşleri alınmaktaydı. Osmanlı toprakları başlangıçta iki yönetim birimine ayrılmıştı ve bunların başında Anadolu ve Rumeli Beylerbeyleri bulunmaktaydı. Bunların her biri ayrıca sancaklara bölünmüştü. Bunların dışında içişlerinde serbest dışişlerinde Osmanlı Devleti’ne bağlı eyaletler vardı. 

Osmanlı toprak yapısı ise “dirlik” ve “vakıf” olmak üzere iki grupta ele alınmaktaydı. Dirlik sahipleri elde ettikleri gelirlerin bir kısmını geçimleri için 
ayırır, geri kalanıyla eyalet askerlerini beslerlerdi. Dirlikler kendi içinde has, zeamet ve tımar j olmak üzere alt kategorilere ayrılmaktaydı.31 

Vakıf arazilerini işleyen halk ise yıllık vergisini medrese, hastane, cami, kervansaray gibi tesisleri finanse eden Vakıf mütevellilerine verirlerdi. 
Halktan alınan vergiler temelde ikiye ayrılmakta, bunlardan Müslümanlardan alınan vergiye öşür, gayrimüslimlerden alınana ise haraç denmekteydi. 

j Tımar, çıplak mülkiyeti devlete ait olmak üzere, idaresi bir Sipahiye (süvariye) verilen ve kendisi öldüğünde mirasçılarına bu hakkın geçtiği bir toprak parçasıydı. Tasarruf sahibi, ikna edici bir gerekçe olmadan üç yıl üst üste ekilmeyen bir arazi üzerindeki hakkını kaybeder ve tımar bir başkasına verilirdi. 
Bütün ekilebilir toprakların nerdeyse yarısı demek olan ve asıl amacı savaş zamanında Sultan’a asker ve malzeme temin etmek olan bu toprak sisteminin bir diğer amacı da kentli nüfusa ve loncalara ürünlerin sabit fiyattan verilmesini sağlamaktı. Ancak tımar sistemi 17. yüzyılın başlarında, büyük ölçüde sipahinin 
ortadan kalkmasıyla sona erdi. (Karpat, ss. 88-90) 

OSMANLI SULTANLARI 




Osmanlı ordusunda biri yeniçeri ya da kapıkulu diğeri eyalet askerleri olmak üzere iki tip asker bulunmaktaydı. Bunlardan yeniçeri askerleri, savaşlarda esir 
alınan gençlerle, Hıristiyan ailelerden alınan (devşirme) çocukların ön bir eğitimden geçirilmesiyle oluşur ve kendilerine üç ayda bir maaş (ulûfe) verilirdi. 
Kendilerine bırakılan toprağın yönetimi karşılığında belli bir askeri yetiştiren eyalet yöneticilerinin sağladığı askerler (tımarlı sipahileri) ise maaş almazlar 
ve dolayısıyla devlete yük olmazlardı. 

Osmanlı mali yapısındaki bozulma, Avrupa’da feodalitenin çözülmesi ile yerlerine merkezi devletlerin kurulması, Rönesans’ın etkisiyle bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerin ekonomik sonuçlarının bu ülkeleri zenginleştirmesi, Avrupa’daki genişlemenin durması ile devletin dış mali kaynağının ortadan kalkması, 1535’te Fransa’ya tanınan kapitülasyonlar bağlamında sağlanan ticari ayrıcalıkların zamanla diğer tüm Avrupa ülkelerine de tanınması, imparatorluk topraklarının aşırı genişlemesine karşılık merkezî yönetimin bunları yönetecek teknik imkânlar a sahip olmaması gibi nedenlere devleti idare edenlerin gösterdikleri yönetme eksiklikleri de eklenince, Osmanlı İmparatorluğu 16. yüzyılın son çeyreğinden (1579) itibaren önce duraklama, 17. yüzyılın sonundan (1699) itibaren gerileme ve 19. yüzyılın başından itibaren de yıkılma ve dağılma dönemine girmiştir. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nun genişleme dönemlerinde büyük bir sorun oluşturmayan ve bir mozaik görüntüsü veren farklı ulusların oluşturduğu heterojen yapısı, imparatorluk duraklama ve gerileme dönemine girdiğinde süreci hızlandıran bir başka olumsuz faktör olarak devreye girmiş ve imparatorluğun bunlar üzerindeki denetimini kaybetmesiyle de çöküşü hızlandıran unsurlar arasında yerini almıştır. 

Osmanlı İmparatorluğu 1699’da imzalanan Karlofça Antlaşması ile beraber toprak kaybetmeye başlamıştır. Söz konusu Antlaşmayla Macaristan, Erdel (Transilvanya) ve Hırvatistan’ın bir bölümü Avusturya’ya, Mora ve Dalmaçya kıyıları ise Venediklilere bırakılmıştır. 1774’te Ruslarla yapılan Küçük Kaynarca Antlaşması’yla ise Ruslar Karadeniz’de donanma bulundurma hakkını elde ediyorlar, Rus ticaret gemilerinin boğazlardan Akdeniz’e geçmesi söz konusu oluyor ve Kırım Hanlığı’na bağımsızlık veriliyordu. Antlaşmayla Eflak, Boğdan ve Besarabya (bu topraklar daha sonra Romanya ve Moldavya adını alacak) Osmanlılara geri verilmekle beraber Rusya bu antlaşmayla Osmanlı toprakların daki Ortodoksların koruyuculuğunu elde ediyordu. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ’nın ayaklanması esnasında yapılan 1833 Hünkâr İskelesi Antlaşması ile de Ruslar Osmanlılara yardım yapma amacıyla boğazlardan savaş gemisi geçirme hakkını örtülü de olsa elde ediyorlar; fakat Rusların bu antlaşmadan sağladığı asıl kazanç bir savaşa girmesi halinde Osmanlı İmparatorluğu’nun boğazları Rusya yararına yabancı savaş gemilerine kapatmasının öngörülmüş olmasıydı. 

Buna karşılık 1841 Londra Boğazlar Sözleşmesi’yle boğazların barış zamanında yabancı savaş gemilerine kapalılığı ilkesi tekrar teyid edilirken, boğazların 
Osmanlıların yönetiminde kalması söz konusu oluyordu. Böylece Rusya’nın Babıâli’den sağladığı tek taraflı imtiyaz da sona ermekteydi. 

1814’te Yunanlıların bağımsızlığı için mücadele vermek amacıyla kurulan Filiki Eterya ve lideri Aleksandır İpsilanti’nin önderliğinde 1821’de Yunan kara parçasında ve Mora’daki ayaklanma bastırılırken her iki taraftan da çok sayıda insanın hayatını kaybettiği kanlı çarpışmaların olması ve Rumların Avrupa’dan önemli ölçüde destek alması, çatışmanın İstanbul’a da yansımasına ve Rum Ortodoks Patriği V. Grigorios’un II. Mahmut tarafından idam ettirilmesine yol açmıştı. 

Ayaklanma bastırılmış olmasına rağmen Avrupa ülkelerinin Rumlara verdikleri destek devam etmiştir. Zira, 1815 Viyana Konferansı’nda alınan kararlar doğrultusunda Avrupa’daki (İtalya, Fransa, İspanya ve Polonya’daki ayaklanmaları) tüm bağımsızlık girişimlerini sert biçimde bastıran Avrupalı güçler burada farklı davranarak Osmanlı İmparatorluğu’na karşı girişilen bir bağımsızlık hareketine inanılmaz bir destek sağlamışlar ve ayaklanmanın Osmanlılar tarafından bastırılmış olmasına rağmen Rusya ve İngiltere, her ikisi de diğerinin tek başına Yunanlıları kullanarak bölgede egemenlik kurmasından kaygı duyduğu için, bir anlamda “Doğu Sorunu” dolayısıyla 20 Ekim 1827’de Fransa’yı da yanlarına alarak oluşturdukları 19. yüzyılın en büyük haçlı ordusuyla yüzyılın en büyük deniz savaşında Navarin’de içinde Mısır donanmasının da yer aldığı Osmanlı donanmasını neredeyse tamamen yok etmişlerdir. 

Bu olay aslında sonradan Avrupa’daki dengeleri kısmen de olsa sarmıştır. Metternich bu olayı, Viyana sisteminin bitişi olarak yorumlarken, Doğu Akdeniz’deolası Rus yayılmasına karşı denge oluşturacak bir büyük gücünortadan kaldırılmış olması İngiltere’yi karıştırmıştı. 
Osmanlı yönetimi tüm bu gelişmelerden Rusya’yı sorumlu tutmaktaydı.

Nitekim, Osmanlı hükümdarı II. Mahmut’un Yunanistan’dan çekilmek istememesi üzerine 1828’de başlayan Osmanlı-Rus Savaşı, özelliklesavaşa Avrupalı güçlerin müdahale etme olasılığı Rusya’nın savaşı durdurmasına yol açmıştır. İki devlet arasında imzalanan 1829 EylülündekiEdirne Antlaşması’yla Yunanistan’a (İngiltere, Fransa ve Rusya arasında yapılan 1829 Martındaki Londra Protokolü’ne uygun olarak) bağımsızlıkverilmekteydi. Ayrıca Sırbistan ve Eflak-Boğdan’a özerklik verilerek, Rus ticaret gemilerine Karadeniz’de serbest ticaret yapma ve Türk limanlarındanyararlanma imkânı tanınıyordu. 

Yine de bu gelişmeler Rusya’nın tek başına hem Balkanlarda hem de Kafkas cephesinde Osmanlı İmparatorluğu’nakarşı açık bir üstünlük sağlamasını istemeyen Avusturya ve İngiltere’yi rahatsız etmişti. Nitekim İngiltere, Fransa ve Rusya arasındayapılan 1830 ve 1832 Londra antlaşmalarıyla Yunanistan, bu devletlerin koruması altında bağımsız bir krallık haline gelirken, sorun Avrupa’nın
“büyük devletleri” arasında Doğu Sorunu’na uygun olarak, güç dengesini bozmayacak şekilde çözümleniyordu. 32 

Ancak bu gelişme II. Mahmut’a Avrupa diplomasisinin kırılgan özelliklerinden faydalanabileceğini göstermişti ve bu daha sonraki süreçte Osmanlı 
yönetiminin Avrupalı güçlere karşı izlediği diplomasinin ana ekseni haline gelecektir.

Öte yandan Mora ve Yunanistan’daki ayaklanmanın bastırılması sırasında Mora ve Girit valiliklerinin kendisine verileceği belirtilerek desteğisağlanan Mısır Valisi Mehmet Ali’nin 1830’da ayaklanması üzerine Osmanlı Devleti bir valisinin karşısında oldukça zor duruma düşmüş,Osmanlı ordusunu Konya’da yenen Mehmet Ali Paşa ile yapılan 1833 Mayısındaki Kütahya Antlaşması’yla Mısır ve Suriye valiliğinin yanı sıraoğlu İbrahim Paşa’ya da Cidde valiliği ve Adana’nın vergi toplama hakkı verilmiştir. II. Mahmut’un bir vali karşısında Osmanlı İmparatorluğu’nundüştüğü bu durumu telafi etmek istemesi, gönderdiği Osmanlı ordusunun 1839’da Nizip yakınlarında tekrar yenilmesiyle (Nizip savaşı
sırasında II. Mahmut ölmüş, yerine oğlu Abdulmecid geçmiştir) sonuçlanmıştır.

Yukarıda belirtildiği gibi, 1830’daki ayaklanmanın doğurduğu tehlikenin ortadan kaldırılması için Ruslara 1833 Temmuzunda Hünkârİskelesi Antlaşması ile bazı ayrıcalıklar sağlanmış olmasını da dikkate alan İngiltere’nin girişimleriyle gerçekleşen Londra Konferansı (1840) süreci sonunda 1841’e gelindiğinde Mehmet Ali Paşa, Suriye, Akka ve Hicaz başta olmak üzere Sudan dışındaki işgal ettiği yerlerden çekilirken,Mısır valiliği babadan oğula geçecek şekilde Mehmet Ali’nin soyuna bırakılmakta, 1841 Temmuzunda yapılan Londra Boğazlar Sözleşmesi’yle de boğazların yabancı savaş gemilerine kapalılığı ilkesi benimsenirken, Ruslar Hünkâr İskelesi’yle ele geçirdikleri ayrıcalıkları kaybetmekteydi.
Bu sorunların etkisiyle iyice Batı’nın etkisi altına giren Osmanlı İmparatorluğu, II. Mahmut’un 1839’da ölümü üzerine yerine geçen Padişah Abdulmecid’in işbaşına gelişinden dört ay sonra, Mehmet Ali sorununu görüşmek için İngiltere öncülüğünde bir konferans düzenlenmesi hazırlığı sürdüğü bir sırada, Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa tarafından 3 Kasım 1839’da Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) ilan edilerek, özellikle Osmanlı topraklarındaki azınlıklara önemli ayrıcalıklar anlamına gelen ve daha sonraki aşamada Batılı güçleri Osmanlı İmparatorluğu’nun içişlerine müdahale etmelerinin yolunu açacak bir ödün veriliyordu. Siyasi tarihimize bir yenilikçi ve Batılılaşma hareketi olarak geçecek olan ve bu  konuda söz konusu sürece ne ölçüde bir katkı sağladığı belli olmayan Tanzimat Fermanı’nın asıl etkisi devletin parçalanma sürecini hızlandırmasıyla ortaya çıkacaktır.

Ruslarla Osmanlı İmparatorluğu arasındaki Kırım Savaşı (1853-1856)
sonunda Avrupa devletlerinin de katıldığı 1856’daki Paris Antlaşması’yla
Osmanlı Devleti’nin bir Avrupalı devlet sayılması ve toprak bütünlüğünün
bu devletler tarafından garanti edilmesi söz konusu olurken, Karadeniz’in
tarafsız hale getirilerek hem savaş hem de ticaret gemilerine açık hale gelmesi, boğazların ise savaş gemilerine daha önce olduğu gibi kapalı tutulması  kararlaştırılıyor du. Batılı güçler İmparatorluğu Kırım Savaşı’nda desteklemenin bir karşılığı olarak da 1856’da Islahat Fermanı’nın ilanıyla azınlıklara sağlanan ayrıcalıkların kapsamının genişletilmesini sağlamışlardır. Osmanlı’nın zayıflamasıyla artan dış müdahale, 1876’da Birinci Meşrutiyet’in ilanıyla sonuçlanmıştır. Her ne kadar Birinci Meşrutiyet’in ilanında artan batılılaşma çabalarının da etkisi olmuşsa da burada dış etkiler daha fazla öne çıkmıştır. Bununla beraber, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rusların İstanbul yakınlarına kadar gelmesiyle imzalanan Ayestefanos (Yeşilköy) Antlaşması’yla Sırbistan, Karadağve Romanya’ya bağımsızlık verilmekte, bir Bulgaristan prensliğikurulmakta, Kars, Ardahan ve Batum Ruslara, Bosna ve Hersek ise Avusturya’yabırakılmaktaydı. Ağır koşullar içeren bu antlaşmanın kısmen
hafifletilmesi aynı yıl toplanan Berlin Konferansı’nda mümkün olduysa da İngilizler bu desteğin karşılığı olarak 1878’de Kıbrıs’ın idaresini ele geçirmişler dir. Bu, bir anlamda Avrupa siyasi gelişmelerinin de etkisiyle İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik politikasında ciddi bir değişikliği ifade etmekteydi. İngiltere, Kırım Savaşı öncesinde başlayan, Rusya’yı Osmanlı İmparatorluğu ile dengelemeye dönük politikasını terk etmiştir. Hint Okyanusu’na giden yolda bölgenin güvenliğini Rusya’ya karşı savunması nedeniyle o güne kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün korunmasına dönük bir politika izleyen İngiltere, özellikle 1877-78 Rus Savaşı’yla bu devletin söz konusu amacı gerçekleştirmede yetersiz kaldığının ortaya çıkmasıyla en büyük rakibi olan Rusya’nın Orta Doğu ve Balkanlar üzerinde oluşturduğu tehdidi önlemekte yetersiz kalmaya başlayan Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını doğrudan veya dolaylı olarak denetimine almıştır. İngiliz çıkarlarını ve Hint yolunun güvenliğini bu şekilde sağlamaya dönük olarak da önce Kıbrıs (1878) arkasından da Mısır (1882) işgal edilmiştir. Bu arada 1830’da Cezayir’i işgal eden Fransa’nın da 1881’de Tunus’u işgal etmesiyle Kuzey Afrika’daki Türk egemenliği ciddi ölçüde zayıflamış; ancak, bir süre daha
devam edecek bu etki 1911’de İtalya’nın Libya’yı (Trablusgarp ve Bingazi)
işgal etmesiyle I. Dünya Savaşı öncesinde, özellikle Kuzey Afrika açısından
büyük ölçüde sona ermiş olacaktır.

19. yüzyılda Osmanlı sultanları kapsamlı reform programları uygulamaya
çalıştılar. Yönetimin gündeminde hükümetin merkezîleşmesi, sadrazamın kontrolünde bir yürütme gücünün kurulması, vergilendirmenin ve askere almanın modernleştirilmesi, anayasal güvencelerin sağlanması, teknik, meslekî ve diğer eğitimleri sağlayan okulların açılması gibi hedefleri vardı, fakat bu hedeflerin çok azı gerçekleştirilebildi.

Diğer yandan, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gelişmelerde Fransız Devrimi’nin izlerini görmek mümkün. Avrupa’da başlayan reform çabalarını yakalamaya çalışan Türk padişahları içeride bazı reformlar yapma gereği duymuşlar ve bu yönde tam bir başarı sağlanamasa da önemli gelişmeler söz konusu olmuştur. Bu tür çabalar, iktidar dönemi Fransız Devrimi’yle aynı yıllara rastlayan III. Selim (1789-1807) zamanında başlamış ve ilk sürekli elçilik kurumunun kurulması yanında, Nizam-ı Cedid adında yeni bir ordunun kurulması ve maliyenin disipline sokulmaya çalışılması bu girişimler arasında en göze çarpanlar olmuştur. Ancak bu gelişmelerden rahatsız olan yeniçerilerin ayaklanması sonucu III. Selim’in öldürülmesiyle yerine geçen II. Mahmut (1808-1839) bu çabaları daha da ileriye götürmüştür. II. Mahmut zamanında önce Sekban-ı Cedid adıyla yeni bir ordu kurulduysa da bunu yaşatmak mümkün olmamış ve kaldırılmıştır. Bu konudaki asıl başarı, 1826’da yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra sağlandı ve bunun yerine Asakir-i Mansure-i Muhammedi ye adında yeni bir ordu kuruldu. Harp okulunun açılması, Divan’ın kaldırılarak yerine Nazırlıkların (bakanlıklar) getirilmesi, hükümete önerilerde bulunmak üzere meclis ve komisyonların kurulması, posta teşkilatının kurulması ve Takvim-i Vakayi adıyla ilk resmi gazetenin çıkarılması onun döneminde gerçekleştirildi.

Bu alanda 1839’da II. Mahmut’un ölümünden sonra II. Abdülhamit’e
kadar tahta geçen padişahlarla (Abdulmecid 1839-1861; Abdülaziz 1861-
1876; II. Abdülhamit 1876-1909) beraber ülkede padişahlardan çok sadrazamların daha etkili olduğu bir dönem başlamıştır. 1839’da işbaşına
geçen Abdulmecid’in tahta çıkışından hemen sonra yayınlanan Gülhane
Hatt-ı Hümayunu ya da diğer adıyla Tanzimat Fermanı’nda Sadrazam
Mustafa Reşit Paşa’nın önemli rol oynadığı görülmektedir. Tanzimat
Fermanı, Osmanlı’daki Batıcılık yönündeki gelişmelerde önemli bir dönüm
noktası olarak dikkate alınmaktadır. Tanzimat’la imparatorluk sınırları
içinde yaşayan Müslüman ve gayrimüslimlerin can ve mal güvenliğinin
sağlanması, herkesin kanun önünde eşit sayılması, vergilerin kişilerin
kazancına göre alınması ve askerlik işlerinin belli kurallara göre yapılması
öngörülmüştü. Bunun bir ileri aşaması sayılan Kırım Savaşı’nın Avrupa devletlerinin yardımıyla kazanılmasının sonucunda bu devletlerin baskısı ve bir anlamda bir taviz olarak gündeme gelen ve gayrimüslimlere yeni haklar öngören Islahat Fermanı’yla (1856) Müslüman ve Hıristiyanların kanun önünde eşit haklara sahip olması ve askerî ve sivil bürokrasiye girişte ve eğitim kurumlarından yararlanmada fark gözetilmemesi söz konusu oluyordu.

1861’de işbaşına gelen Abdülaziz’in Jön Türkler’in (Mithat Paşa, Ziya Paşa ve Namık Kemal) öngördüğü meşrutiyeti kabul etmemesi üzerine 1876’da tahttan indirilmesiyle başa geçen II. Abdülhamit (1876-1909), Mithat Paşa’yı sadrazamlığa getirerek Meşrutiyeti ilan etti (1876) ve bir anayasa (Kanun-i Esasiye) hazırlanarak Meclis-i Mebusan denilen ilk meclisin oluşturulmasına izin verdi. Ancak 1877’de Osmanlı-Rus savaşının başlamasıyla Abdülhamit, Meşrutiyet’i kaldırarak Mithat Paşa’yı Taif’e sürgüne gönderdi. Bunun arkasından özellikle İngiltere’den destek gören Jön Türkler, İttihat ve Terakki örgütünü kurarak Abdülhamit’e karşı mücadele vermeye başladılar. Ancak İttihat ve Terakki’nin yanı sıra 1900’lerin başına doğru Abdülhamit’in politikalarından rahatsız olan askerî ve sivil bürokrasinin de baskısıyla 1908’de II. Meşrutiyet Abdülhamit tarafından ilan edildi ve meclis yeniden açıldıysa da 1909’da çıkan ayaklanmanın İttihat ve Terakki’nin Selânik’te kurduğu Harekât Ordusu ile bastırılmasının ardından Padişah tahttan indirildi. Abdülhamit’in 33 yıllık iktidarı döneminde Kıbrıs ve Mısır İngiltere tarafından, Tunus ise Fransa tarafından işgal edilmişti. Bunun dışında, Rusya’nın yardımıyla 1878’de özerk olan Bulgaristan’ın bağımsızlığı (1908) ve 1898’de özerkliğini elde eden Girit’in Yunanistan’a bağlanması (1908) söz konusu oldu.
Osmanlı İmparatorluğu, Abdülhamit sonrasında birkaç yıl içinde Edirne’ye kadar Balkanlardaki tüm topraklarını, I. Dünya Savaşı’na girilmesiyle  de tüm Orta Doğu’yu kaybetmiş, elinde sadece Anadolu toprakları kaldığı halde o da savaştan sonra işgal girişimleriyle karşı karşıya kalmıştı.

Diğer bir ifadeyle, 1911’de Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’ın birleşerek Osmanlı’ya saldırısıyla başlayan I. Balkan Savaşı sonunda Libya ve Ege’deki 12 ada İtalya’ya (Uşi Antlaşması’yla), Ege’deki adalar, bazıları (İmroz ve Bozcaada) dışındakiler Yunanistan’a bırakılmış ve yapılan Londra Antlaşması’yla (1913) Osmanlı İmparatorluğu Edirne dahil Balkanlardaki tüm topraklarını kaybetmiştir. Ancak Balkan devletlerinin ele geçirdikleri yerleri aralarında paylaşma konusunda anlaşmazlığa düşmeleri ile başlayan II. Balkan Savaşı’yla Edirne geri alındıysa da Makedonya ve Batı Trakya ile Ege adalarının Yunanistan’a bırakıldığı
1913 Atina Antlaşması’yla kabul edilmiştir. Nitekim, kökeninde Bosna- Hersek üzerindeki mücadelenin yattığı Sırbistan ve Avusturya- Macaristan gerginliğinin ardından başlayan I. Dünya Savaşı’nda Almanya yanında savaşa giren Osmanlı İmparatorluğu, 1918’de Orta Doğu ve Arap yarımadasındaki topraklarını da kaybetmiştir.


6.CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***