TALAT PAŞA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TALAT PAŞA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ekim 2019 Salı

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 6

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 6




2. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE DOĞU SORUNU ÇERÇEVESİNDE İNGİLİZ POLİTİKASI

İttihat ve Terakki yönetimiyle başlayan Türkçülük akımına bir tepki
olmasının yanı sıra, İttihat ve Terakki’nin Suriye’de uyguladığı baskı
politikasının da etkisiyle gelişen Arap milliyetçiliği, I. Dünya Savaşı’yla
beraber İngiltere’nin girişimleriyle Osmanlı’ya karşı bir harekete dönüştürülmeye
ve böylece Türklerin bölgeden tasfiyesinin bir aracı olarak kullanılmaya başlamıştır. İngilizler bu süreçte hem Yahudilerin hem de Arapların desteğini sağlamak amacıyla yaptıkları girişimleri mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalışmışlardır. Bir taraftan McMahon-Şerif Hüseyin mektupları olarak tarihe geçen gizli yazışmalarda Araplara bu bölgede “bağımsız bir Arap devleti” sözü verirken, rakibi Abdül Aziz’le (İbn-i Suud) de görüşerek bir taraftan da onların da Osmanlı’ya karşı desteğini sağlamaya çalışan İngiltere, ayrıca bir taraftan da bölgenin bir kısmında bir Yahudi yurdu kurulması karşılığında gerek Yahudilerin
gerekse ABD’nin desteğini sağlamaya çalışmaktaydı. Diğer yandan İngiltere,
Fransa ile giriştiği pazarlıkta (Sykes-Picot) bölgeyi aralarında paylaşmaktaydı.
Böylece İngiltere Savaştan sonra bölgeyi doğrudan veya dolaylı ama her halükârda rahatlıkla denetleyebilmesine olanak verecek şekilde paylaştırmayı plânlamaktaydı. Bu, İngiltere’nin amacına o denli uygun bir yapıydı ki, İngiltere’nin bölgeden II. Dünya Savaşı’ndan sonra çekilmiş olmasına rağmen bölge ülkeleri aralarındaki rekabet dolayısıyla Batı tarafından rahatlıkla yönetilebilecek ülkeler olma özelliklerini sürdüreceklerdir.

İngiltere’nin yeni politikası Fromkin’e göre, İngiliz egemenliğine imkân sağlayacak “mümkün olduğu kadar çok parçaya ayrılmış zayıf ve birbirinden kopuk prensliklerden oluşan bir Arabistan’dı”. 33 

İngiltere, ortak hareket edemeyecek olan bu devletlerin o gün için diğer Batılı güçlere karşı bir tampon işlevi görmesini istiyordu. Ancak bunun sağlanabilmesi
bir başka unsuru daha gerektirmekteydi. O da, Osmanlı İmparatorluğu’nun
bölgedeki askerî olmasa bile İngiltere’nin siyasi denetimini zorlaştıran manevi ya da ruhani denetimiydi. İngilizler bunun da bir çaresini bulmuşlar ve Osmanlı halifesinin otoritesini sınırlayarak bölgeyi daha rahat kontrol altında tutabilmenin bir aracı olarak kendi halife adaylarını çıkarmayı düşünmüşler ve bunun için en uygun adayın da Mekke Emiri Şeyh Hüseyin olduğunu düşünmüşlerdi. Plânları arasında Arapları Osmanlı İmparatorluğu aleyhine kışkırtmak da olan İngilizler
“gerçek ırktan bir Arabın Mekke ya da Medine’de halifeliği devralması”
fikrini yaymaya çalışmaktaydılar.34

Bölge idari ve askerî anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nca atanan ancak Hicaz’da (Mekke ve Medine’de) özerk bir konuma sahip olan Emir kutsal yerlerin güvenliğini ve Hac vazifesinin düzenli ve güvenli biçimde yapılmasını sağlamaktaydı. Osmanlı Sultanı adına Hicaz’ı yöneten Hüseyin (İbn-i Ali), Mekke Şerifi ve Emiri’ydi. Şerif olmak için Hz. Peygamber’in soyundan gelmek gerekiyordu. Mekke Emiri rakip şerifler arasından seçilmekteydi ve Hüseyin İttihat ve Terakki’nin adayına karşı 1908’de Abdülhamit tarafından desteklenmiş ve bu göreve seçilmişti.
Hüseyin’in aslında o güne kadar uygunsuz bir davranışı olmamış ve Padişah’a bağlılığını sürekli dile getirmişti. Ancak Hüseyin’in 1909’dan sonra, özellikle de 1913’ten sonra Babıâli’de gerçek iktidarı elinde bulunduran İttihatçılarla arası hiç iyi değildi.Padişah’a bağlı olmakla beraber İttihat ve Terakki’nin merkeziyetçi politikalarıyla sürekli çatışma halinde olan Hüseyin’in emeli, Emir olarak durumunu güçlendirmek ve emirliğin sürekli olarak kendi ailesinde kalmasını sağlamaktı. Dolayısıyla Şerif Hüseyin Abdülhamit’in devrilmesinden sonra İttihat Terakki yönetimine duyduğu güvensizliğin de etkisiyle Arap kabilelerinin bağlılığını kazanarak ve yerel anlamda gücünü arttırarak özerk bir konuma sahip olmaya çalıştı. Bu nedenle, Hüseyin, bağımsızlığını sağlamlaştırmaya ve genişletmeye çalışırken İttihat ve Terakki hükümeti ise sınırlamak istiyordu.
Şerif Hüseyin bu amaçları gerçekleştirme çabası içindeyken I. Dünya Savaşı başladı ve Osmanlı Halifesi cihad çağrısına Emirin de uymasını istedi. 

Söz konusu amaçlarının Osmanlı ile birlikte olarak mı yoksa başka alternatifleri değerlendirerek mi gerçekleştirebileceğinden henüz tam olarak emin olmayan Hüseyin, ilk etapta kesin bir cevap vermekten kaçındı. 

Bu sırada Osmanlı ordusu karşısında zor durumda bulunan İngiltere ile Hüseyin’in işbirliği yapmasını gerektirecek ortam doğmuştu.35
Ancak Hüseyin 1914’e kadar Arap yarımadasındaki milliyetçi hareketlere
destek vermemiş, bu da kendisinin Arap kabileleri tarafından Osmanlı’nın memuru olarak nitelenmesine yol açmıştı. Diğer taraftan Hüseyin’in iki oğlu da Osmanlı meclisinde mebustu ve bunlardan Abdullah Mekke, Faysal ise Cidde temsilcisiydi. Abdullah babasına Osmanlı yöneticilerine karşı direnmesini tavsiye ederken, Faysal temkinlilik tavsiyesinde bulunmaktaydı. 36 
1914’ten itibaren İngiliz telkinlerine kapılan Hüseyin çelişkili bir tavır sergilemeye başlamıştı. Bu hava içerisinde 1914 Şubatında oğlu Abdullah’ı, Osmanlı yetkilileriyle görüşmek ve İngiltere’nin Mısır Genel Valisi Lord Kitchener’in düşüncelerini öğrenmek için görevlendirdi. Abdullah’ın Arapların Türk yönetiminden memnun olmadığını açıklaması üzerine Kitchener tarafsız davranmaya çalışsa da cesaretlendirici olmayı da ihmal etmedi. Ancak Kitchener bu görüşmenin arkasından İngiliz istihbaratının Orta Doğu Sekreteri Storrs’a Abdullah’la temasa geçmesini söyledi. Bu buluşmada Abdullah daha açık konuşarak Arap ayaklanmasından açıkça söz etti.37
Türkiye’de bu sırada İttihat ve Terakki’nin başında ünlü Enver, Talat ve Cemal Paşalar, bakanlar kurulunun başında ise Kâmil Paşa’yı istifaya zorlayan Mahmut Şevket Paşa bulunmaktaydı. Daha iyi bir yönetim vaadiyle işbaşına gelmiş olmalarına rağmen eskiyi aratmayacak bir baskı yönetimi kurmuşlardı.38

I. Dünya Savaşı esnasında İngiliz-Fransız-Rus ittifakının Osmanlı toprakları üzerine yaptıkları gizli pazarlıklar ve anlaşmalar, savaşın taraflar için Doğu Sorunu’nu bir uzlaşmayla sonuca bağlamak için iyi bir fırsat olarak görüldüğünü ortaya koymaktaydı. Hatta bu paylaşımı savaş sonrasına bırakmanın yeni bazı anlaşmazlıkları da beraberinde getirebileceği varsayılarak paylaşımı erteleme menin daha yerinde olacağı kararına varılmıştı. Bilindiği gibi uzun yıllar başbakanlık ve dışişleri bakanlığı yapmış olan “Lord Palmerston ve halefleri Rusların Osmanlı İmparatorluğu’nu yenmesi halinde imparatorluğun parçaları için başlayacak kavganın Avrupalı güçler arasında büyük bir savaşa yol açmasından korkuyorlardı. 

Bu bir kaygı kaynağı olarak varlığını hep sürdürmüştür”.39 

Bu mücadelede İngiltere’nin en önemli rakibi Ruslardı. Ruslar, boğazlara hâkim oldukları takdirde sadece İngiliz donanmasının girmesine engel olmakla yetinmeyerek kendi donanmalarını da Akdeniz’e çıkarabilir ve İngilizleri tehdit edebilirlerdi. Asya kıtasının diğer tarafında bir diğer stratejik öneme sahip olan bölge Afganistan dağlarıydı ve İngilizlerin amacı Rusları bu bölgede barındırmamaktı.

Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerinin bütün girişimlerine rağmen bu devletle bir ittifak ilişkisine girmekten kaçınan ve bilinçli bir şekilde onu Almanya’nın yanına âdeta iten söz konusu devletlerin amaçlarının savaş öncesinden belli olmadığını söylemek mümkün değil. Savaş sayesinde Doğu Sorunu’nu kalıcı bir şekilde çözüme kavuşturmak istiyorlardı.

İttihat ve Terakki yönetiminin ittifak teklifini geri çeviren İngiliz hükümeti, İngiliz tersanelerinde yapılmış ve 1914 Ağustosunda teslim edilmesi gereken parası ödenmiş Reşadiye ve Sultan I. Osman isimli savaş gemilerine Deniz Kuvvetleri Bakanı Churchill’in emriyle 29 Temmuz’da el koyarak Osmanlı yöneticileri için Almanya ile bir ittifakın dışında seçenek bırakmamışlardı. Oysa bu gemilerle Osmanlı donanması güçlenecek ve Ege’de rahatlıkla Yunanlılarla ve Karadeniz’de Ruslarla boy ölçüşebilecekti. Ancak şimdi her ikisi de İngiltere’nin müttefikiydi.
Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran’da
Saraybosna’da öldürülmesiyle I. Dünya Savaşı için düğmeye basılmıştı.

28 Temmuz’da Avusturya Sırbistan’a savaş ilan etmiş, Almanya ise Rusya’ya, 1 Ağustos’ta, Fransa’ya da 3 Ağustos’ta savaş ilan etmişti.

Arkasından Alman birliklerinin 4 Ağustos 1914’te Belçika’ya girerek bu
devletin tarafsızlığını ihlal etmesi üzerine, bu devletin toprak bütünlüğünü
garanti eden devletler arasında yer alan İngiltere, Almanya’ya savaş
ilan etti. Öte yandan 6 Ağustos’ta Avusturya Rusya’ya, 15 Ağustos’ta
ise Japonya Almanya’ya savaş ilan etmişti.

Nitekim Almanya ile 3 Ağustos’ta bir ittifak imzalayan Osmanlı yöneticileri
hemen savaşa girmekten kaçınmışlarsa da Karadeniz’e girmesine
izin verilen ve adı Yavuz ve Midilli olarak değiştirilerek Türk bayrağı
çekilen Goeben ve Breslau isimli savaş gemilerinin Alman komutanı
Amiral Sochon’ın Odesa, Sivastopol ve Novorossisk’i bombalayarak
Türkleri bir oldubittiyle karşı karşıya bırakması üzerine 1 Kasım’da İngiltere
Osmanlı kuvvetlerine karşı harekete geçmiş, 2 Kasım’da ise Rusya’nın
Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmesiyle Osmanlı İmparatorluğu
da kendi sonunu hazırlayan bir savaşın içine çekilmiş oldu.

Bu gelişmeler olurken Mekke Şerifi Hüseyin’in önünde iki seçenek
bulunmaktaydı. Ya Osmanlı’nın yanında yer alarak tanınmayı bekleyecek
ya da bağımsızlığı kazanmak umuduyla Osmanlı’ya ve Halife’ye karşı emperyalist güçleri destekleyecekti. Hüseyin’in oğullarından Emir Faysal bu birinci yolun, Abdullah ise ikinci yolun tercih edilmesinden yanaydı. Faysal, Fransa’nın Suriye’de, İngiltere’nin ise Güney Irak’ta gözü olduğunu biliyor ve bu topraklarda bağımsız bir Arap devletinin kurulmasına izin vermeyeceklerini düşünüyordu. Ayrıca ayaklanmanın yeterince destek bulmayacağından ve bunun Avrupalı güçlerce de desteklenmeye bileceğinden korkuyordu. Hüseyin’in diğer oğlu Abdullah ise Şam ve Bağdat’ın ayaklanmaya hemen katılacağından emin görünüyordu.
Nitekim savaşın başlamasıyla beraber Storrs’a yazılmış bir mektubu
oğlu Abdullah’la göndererek İngiltere’yi Osmanlı’ya tercih ettiğini ifade
eden Hüseyin, karşılığında emirliğinin İngiltere tarafından Osmanlı’ya
karşı sonuna kadar desteklenme garantisini sağlamaya çalışmıştı. Mektubu
alan Storrs bundan hemen Kitchener’i haberdar etti. Eylül ayından
beri İngiliz kabinesinde Savaş Bakanı olan Kitchener 31 Ekim 1914’te
Abdullah’a gönderdiği mektupta “...Eğer Arap ulusu bizi Türklerin zorladığı
bu savaşta İngiltere’ye yardım ederse, İngiltere Arabistan’a hiç bir
müdahalenin olmayacağını garanti eder ve dış saldırılara karşı her türlü
yardımı yapar. Gerçek Arap ırkından bir Halife’nin Mekke ve Medine’de
seçilmesi gerçekleşebilir” denmekteydi. Mektup Abdullah’a Kahire’den
şu ekle ulaştırılmıştı: “Eğer Mekke emiri bu çatışmada İngiltere’ye yardım
etmek istiyorsa, İngiltere Emir Hüseyin’in kutsal ve eşi bulunmayan
görevini tanımayı ve ayrıcalıklarını bütün dış saldırılara özellikle Osmanlıların
saldırılarına karşı garanti eder”. Kitchener’in mektubu gönderdiği gün, 
Osmanlı’dan da cihad çağrısı alan Hüseyin kaçamak cevaplarla cihada katılamayacağını bildirmişti.40

Hüseyin, 1915 Ocağından Martına kadar, Sudan Genel Valisi Reginald
Wingate’den Türk isteklerine karşı direnmesi için kendisine cesaret veren imalı haberler aldı. Bunlar da İngiltere’nin kendisiyle işbirliği yapmak isteğinde samimi olduğuna ilişkin kanısını güçlendirmişti. 1915 Ocağında Mısır’a İngiliz Yüksek Komiseri olarak atanan Sir Henry McMahon da gerek İngiliz Dışişleri Bakanlığından gerekse Kitchener’den Şerif ile ilişkileri geliştirmesi tâlimatını almıştı.
1915 Şubatında Cemal Paşa önderliğindeki 22,000 kişilik Türk birliği
Sina’yı geçerek Süveyş’e ulaştıysa da, Mısır’da çıkacak bir ayaklanmayla
harekâtın destekleneceği üzerine yapılan plânlar, söz konusu ayaklanmanın
çıkmaması üzerine gerçekleşmemiş; Suveyş’i geçecek imkânlara da sahip olmayan Türk birliği Süveyş’te durdurularak geri dönmek zorunda kalmıştır. Ayrıca harekât öncesinde asker gönderme sözü veren Şerif Hüseyin de bu sözünü tutmamıştı. Hatta daha da ileri giderek Türklere karşı ayaklanma imkânını yitirmemek için bu durumdan faydalanmak istemişti.

Bu esnada oğlu Faysal’ı Osmanlı merkezine göndermek için izin isteyen
Şerif Hüseyin’in asıl amacı, Osmanlı yetkilileriyle görüşme bahanesiyle
Suriye’den geçerek Arap milliyetçileriyle görüşmeyi gerçekleştirmekti.
Halen Hüseyin’in cihada katılacağını uman İttihat ve Terakki yönetimi
ise Hüseyin’in teklifini kabul ederek gerekli izni vermişti. Faysal böylece önce 26 Mart 1915’te Şam’a uğrayarak Suriyeli milliyetçi önderlerle buluşmuş; onlara Kitchener’in önerilerini anlatmış; buradan İstanbul’a geçerek Harbiye Nazırı Enver Paşa, İçişleri Bakanı Talat Paşa ve Padişah Sultan Reşat’la (V. Mehmet: 1909-1918) görüşmüştü. Cihada destek vermesi halinde Hicaz’da tüm şikâyetlerinin dikkate alınacağı kendisine söylenerek her biri tarafından Şerif Hüseyin’e hitaben yazılmış birer mektup verilmişti. Enver Paşa’nın mektubu 8 Mayıs tarihini taşıyordu; bu esnada Çanakkale zaferi kazanılmıştı ve Gelibolu’da 25 Nisan’dan beri süren savaş hakkında bilgi veriliyordu. Hatırlanacağı üzere bu savaşta  İngilizler ve müttefikleri 250,000 askerini kaybetmişti.41 

Bu esnada İngilizler, Osmanlı ordusu karşısında Irak’ta Kut Savaşı’nda da
(Nisan 1916) çok ciddi kayıplar vermişlerdi. Sadece Kut Savaşında İngilizlerin
kaybı 30,000 dolayındaydı ve yaklaşık 20,000 dolayında İngiliz askeri de Osmanlı ordusuna teslim olmuştu. Esir alınanlar arasında Generel
Townshend de bulunmaktaydı ve diğer esirlerle beraber İstanbul’a gönderilmiş ti. Çanakkale ve Gelibolu (Mart 1915-Aralık 1915) yenilgisinden sonra sözkonusu bu hezimet İngilizler için gerçekten yüz kızartıcıydı.

İngiliz tarihi bu anı en aşağılık savaş olarak yazacaktı. Sonuçta iki buçuk yıl süren çatışmanın ardından Bağdat’a Osmanlı ordusunun geri çekilmesiyle ancak 1917 Martında girebilmişlerdi; fakat bu, İngilizlerin toplamda 98,000 askerine mal olmuştu. Her şeye rağmen Osmanlı ordusu Musul’dan ancak savaşın kaybedildiğinin belli olması üzerine 1918 Ekiminden sonra çekilmiştir. Nitekim, dönüşte tekrar Suriye’ye uğrayan Faysal, başarısız Mısır seferinden sonra karargâhına çekilen Cemal Paşa ile görüşmüştü. Faysal, Şam’da 23 Mayıs 1915’te Arap Milliyetçileri Komitesi’ni oluşturan önderlerle Türkiye karşısında İngiltere ile hangi koşullarda işbirliği yapabileceklerini belirleyen bir protokolü birlikte tartışmışlar; ayrıca altı önde gelen önder, antlaşma yeminiyle Şerif’i Arap
ulusunun sözcüsü olarak tanıdıklarını kabul etmişti. 

Şam protokolüne göre, Şerif, İngiltere ile anlaşabilirse Suriye’deki Araplar ayaklanacaklardı.
Müttefiklerin kendi aralarında yapılan gizli görüşmelerde de Arap yarımadasının ve halifeliğin Osmanlının elinden çıkarılması ve bölgenin kendi denetimlerinde bağımsız olması doğrultusunda alınan kararlar çerçevesinde İngiltere tarafından -ki bu esnada Gelibolu çıkarmasının da başarısız olmasıyla Arap ayaklanmasına iyice gereksinim duyulmuş olmasının da etkisiyle- McMahon 1915 Haziranında bağımsız Arabistan’ın destekleneceğinin ve Arap halifeliğinin istenilir bir durum olduğunun ipuçlarını veren bir bildiri yayınlamakla görevlendirilmişti. Bu mesajı
taşıyan broşürler İngiliz uçakları tarafından Mısır, Sudan, Suriye ve Suudi
Arabistan’da dağıtılarak Arapları açıkça destekleyeceklerine ilişkin
İngiliz görüşleri tüm bölgede yayılmıştı.42

Bu çerçevede yine de ilk teklif Şerif Hüseyin’den geldi ve 1915
Temmuzunda İngiltere’nin Mısır Yüksek Komiseri Henry McMahon’a
yazdığı mektupla istekleri kabul edilirse Osmanlı karşısında İngiltere’yi
destekleme önerisinde bulundu. Böylece yukarıda ifade edilen ve 1915
Temmuzundan 1916 Martına kadar süren ve toplam on mektuptan oluşan
ünlü Hüseyin-McMahon yazışmaları başladı. McMahon aslında Osmanlı’ya
karşı ayaklanma teklifini gayet olumlu bulmakta ve bunu değerlendirmek
istemekte, fakat Hüseyin’in teklif ettiği bağımsız bir Arap devleti ile sınırlar konusuna sıcak bakmamaktaydı. Hüseyin, kuzeyde Mersin ve Adana’dan İran sınırına, doğuda Basra Körfezi’ne, güneyde Aden’e batıda ise Kızıl Deniz ve Mısır’a kadar olan topraklarda tek başına kendisinin halife ve devlet başkanı olarak getirileceği bağımsız bir Arap devletinin kurulmasını istemekteydi. Diğer bir deyişle, Hüseyin kendisini bütün Arapların temsilcisi gibi sunarak Irak, Arap Yarımadası ve Suriye (Lübnan ve Filistin de dahil) topraklarında tek ve bağımsız bir Arap devletinin kurulmasını desteklemesi halinde bütün Arapların Osmanlıya
karşı ayaklanabileceklerini söylemekteydi. Her ne kadar İngiltere bu desteği almak istemekle beraber hem kendi çıkarlarını hem de müttefiki Fransa’nın çıkarlarını dikkate almaktaydı. Bağdat ve Basra’nın kuzeyinde kalan topraklarla, Halep, Hama, Humus ve Şam’ın batısında kalan toprakların tamamını Araplar oluşturmadığı için istenilen Arabistan’a dahil edilemeyeceğini ifade eden İngiltere ’nin aslında asıl amacı Bağdat ve Basra’daki kendi çıkarları ile Suriye ve Lübnan üzerinde iddiaları olan Fransa’nın çıkarlarını güvence altına almaktı. Şerif Hüseyin’in bu bölgeleri dahil etmeye çalışması ve İngiltere’nin kabul etmemesi yüzünden uzayan görüşmelerden bir sonuç alınamaması üzerine görüşmelerin
savaş sonrasına ertelenmesine karar verildi. Ancak McMahon’un oldukça muğlâk ifadeleri arasından sınırı pek açık olmayan bir bölgede bağımsız Arap devletinin kurulması konusunda destek sözü verdiği anlaşılmaktaydı.

Ayrıca ayaklanma için gerekli askerî teçhizatın verileceği sözü de verilmişti. McMahon’un ifadelerinden Suriye’nin iç bölgeleri, Bağdat ve Basra’nın dışındaki Irak toprakları, Arabistan ve Filistin’in dahil olduğu topraklarda bağımsız bir Arap devletinin kurulacağına razı olduğu çıkarılabilirse de Filistin’in dahil edilip edilmediği daha sonraki yıllarda hep tartışma konusu olmuştur.43

Dolayısıyla, ilk etapta kapsamlı bir taahhüde girmekten kaçınan McMahon’un 1915 Ekiminde verdiği cevap, her ne kadar Şerif Hüseyin’i tatmin etmemişse de, 1916 Haziranında Mekke’de ayaklanan Şerif Hüseyin güçleri İngiltere’nin yanında yer alarak Osmanlı ordusuna karşı harekete geçmişlerdir. Gilbert Clayton, McMahon’un çabalarını yorumlarken, hiçbir şey vermeden ve herhangi bir ciddi taahhüt altına girmeden Arapların desteğini aldığı için onu başarılı bulmaktaydı. Dışişleri Bakanı Edward Grey de asla inşa edilmeyecek bir hayali saray vaat edildiğini ifade etmekteydi.44

7.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 4

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 4



ALMANYADA BİR OSMANLI PAŞASI CİNAYETİ 

1/2 Kasım 1918 gecesi bir Alman denizaltısı (ya da torpidosuyla) İstanbul'dan kaçan Talat Paşa ve bağlıları önce Sivastopol yakınlarındaki Gözleve'ye (Evpatorya), oradan Almanların hazırladığı bir trenle Almanya'ya geçmiş, Alman Hükümeti'nce önce Berlin'in 50 km. Uzağında, Postsdam kenti yakınlarında ünlülerin sayfiye yeri olan Neubabelsberg'e yerleştirilmiş  lerdi. 
Olay İstanbul'da duyulunca, yeni hükümeti kuran Ahmet İzzet Paşa Almanlardan İttihatçıların hiç değilse askerî kanadından olan Enver ve Cemal Paşaların iade edilmesini talep etmişti. Ancak Alman Hükümeti özellikle Talat Paşa'yı iade etmeyi düşünmüyordu. Çünkü Talat Paşa hem üst düzey Alman yöneticileriyle dostluklar kurmuştu, hem de Alman kamuoyu kendisini, Osmanlı Devleti'ni modernleştirmek için uğraşan 
bir devrimci ve kadim Alman dostu olarak tanıyordu. Talat Paşa bir süre sonra eşi Hayriye Hanım'la birlikte Berlin'in şık semti Charlottenburg'daki dokuz odalı geniş eve yerleşti. 

'Cafer Saî', 'Ali Saî', 'Mehmed Saî' gibi takma adlar altında bu adreste üç yıl yaşayan Talat Paşa İstanbul'dan kaçarken 'Bizim siyasi ömrümüz artık sona ermiştir' dediğini unutmuşa benziyordu. Çünkü bu üç yıl içinde evi yalnız Almanya'daki değil, Avrupa'daki eski Jön Türklerin buluşma yeri olmuş, Talat Paşa Avrupa'nın çeşitli köşelerine dağılmış olan İttihatçıları örgütleme  ye çalışmış, İsviçre ve İtalya'da üst düzeyde siyasi temaslarda bulunmuştu. Bankeri Davidoff aracılığıyla İngilizlerle Anadolu hareketinin başına geçmek için pazarlıklar yapmış, Mustafa Kemal'e ve TBMM'deki bazı İttihatçılara mektuplar yazmıştı. O Salı sabahı Talat Paşa son nefesini verirken yıllardır sarf ettiği 'Ben yatağımda ölmeyeceğim' cümlesinin acı bir şekilde doğrulandığını aklından geçirmiş olmalıydı. İki saat kadar yerde kalan cesedin üzerinden 'Mehmed Saî' adına düzenlenmiş bir kimlik çıkmıştı ancak gerçek kimliğini yakınlardaki tütüncü dükkânını işleten eski İttihatçılardan Dr. Nazım ve Dr. Bahaeddin Şakir teşhis ettiler. Ceset morga kaldırıldı ve tahnitlenerek geçici olarak Neukölln'deki Türk mezarlığına defnedildi. 

Olay Lübnan'dan ABD'ye kadar Ermenilerin yaşadığı coğrafyada büyük heyecan, Türk ve Müslüman dünyasında ise büyük üzüntü uyandırmıştı. Fransa'daki La Figaro, İngiltere'deki The Outlook, The Times, ABD'deki The Public Ledger of Philadelphia, Osmanlı Devleti'ndeki Peyam-ı Sabah ve Journal d'Orient gibi gazetelerde suikastı onaylayan yazılar çıkmıştı. AB-
D'deki New York Times ise16 Mart tarihli sayısında tehciri eski büyükelçisi Morgenthau'nun ağzından özetliyor, 18 Marttaki sayısında Talat Paşa'nın Berlin'de çok konforlu bir hayat sürdüğünü, iddialara göre bir Berlin bankasında 10 milyon markının olduğunu belirtiyordu. 

(Bu iddia, İttihatçıların yanlarında büyük miktarda para ile kaçtıkları iddiasıyla örtüşüyordu. Ancak eşi Hayriye Hanım yıllar sonra 'Berlin'de beş parasız kaldığımız günlerimiz oldu. Parmağımdaki yüzükleri sattık. Nihayet kendisine verilen son hatıraları ve nişanları bile' diyecekti.) 

Cinayeti işleyen Soghomon Tehliryan, 24 yaşında bir üniversite  öğrencisiydi.       
Yakalandığında cebinde 12 bin mark bulunmuştu. Bir bastonun başında yol açtığı 20 santimlik derin yaradan dolayı kan kaybeden ve o geceyi ateşler içinde kıvranarak geçiren Tehliryan ertesi gün, cinayet masasından Müfettiş von Manteuffel tarafından bir tercüman aracılığıyla sorgulanmış ve 
sorgusunda '...Almanya'ya sadece Talat Paşa'yı öldürmek için geldim... Ailem Ermeni tehcirinde öldü. Ben tesadüf eseri ölümden döndüm. Daha o zaman Talat Paşayı öldürmeye ant içtim... Ermeni asıllı bazı vatandaşlar bana Talat Paşa'yı öldürmem için para verdi... Talat Paşa'nın öldüğünü duyan vatandaşlarım, rahat bir nefes alacak ve bu başarımdan ötürü be-
nimle iftihar edeceklerdir. Bunu düşününce seviniyorum. Cinayeti sadece bu duyguyu tatmak için işledim' demişti. Tehliryan 2 Haziran 1921 günü saat 9.30'da Charlottenburg Üçüncü Eyalet Mahkemesi'ne çıkarıldı. Onu savunmak için, büyük bir bölümü Avrupa'daki ve ABD'deki Ermeni diasporası tarafından toplanan 426 bin Mark ile Almanya'nın en ünlü üç 
avukatı tutulmuştu. Yargıç Dr. Lehmberg şahitlere ve avukatlara, davanın Ermenistan'da değil Berlin'de görüldüğünü hatırlatıp, politik yorumlara girmemelerini, iddialarını hukuk sınırları içinde tutmalarını söyledikten sonra duruşma başladı. Yargıç, Tehliryan'a 'Talat Paşa'yı öldürmek istediniz mi,' diye sorduğunda, Tehliryan'ın cevabı 'Soruyu anlamıyorum. 

Öldürdüğümü söyledim ya!' olmuştu. Yargıcın 'Pişman mısınız,' sorusunu ise sanık, 'Hayır' diye yanıtlamıştı, 'bir insan öldürdüm, ama katil değilim.' Sanığın o güne dek yaşadıkları, tanık ve uzman tanıkların ifadeleri dinlendikçe davanın rengi değişmeye başladı. 3 Haziran 1921 tarihli New York Times gazetesinin yazdığı gibi, sanık sandalyesinde artık Soghomon 
Tehliryan değil İttihat ve Terakki'nin güçlü adamı, son Osmanlı Sadrazamı Talat Paşa ve İttihatçı zihniyet oturuyordu. Nitekim dava o günden sonra 'Tehliryan Davası' olarak değil 'Talat Paşa Davası' olarak bilinecekti. Mahkemede anlattığına göre Soghomon Tehliryan 2 Nisan 1897'de İran'daki Pakariş'de doğmuştu. Dört yaşına geldiğinde, tüccar olan babası Erzincan'a göç etmişti. O zamanlar Erzincan 20 bin kadar Ermeni'yle 20-25 bin civarında Türk'ün yaşadığı bir şehirdi. Protestan olan Tehliryan ailesi Erzincan'da 14 yıl boyunca rahat bir hayat sürmüştü. Soghomon'un iki ağabeyi, evli ve bir çocuklu bir ablası, biri 15, diğeri 16 yaşında iki kız kardeşi vardı. Birinci Dünya Savaşı başladığında ortanca ağabeyi askere 
alınmış, 1915'te Sogomon 18 yaşındayken, Tehliryan ailesi Erzincan'daki ve ülkenin diğer bölgelerindeki Ermenilerle birlikte Der Zor'a doğru ölüm yolculuğuna başlamıştı. Kafile şehirden henüz ayrılmıştı ki, jandarma ve ahaliden oluşan gruplar konvoyu soymaya başlamış, ardından da jandarma konvoya ateş açmıştı. Kız kardeşlerinden biri jandarmalar tarafından çalılıklara götürülmüş, orada tecavüze uğramıştı. Başına bir darbe yiyen Sogomon iki gün sonra kendine geldiğinde ağabeyinin ölüsünü üzerinde bulmuştu. Başı baltayla parçalanmış olan ağabeyinin bütün kanı üzerine akmıştı. Yol cesetlerle doluydu. Cesetlerin arasında annesi de vardı. Kafilenin ön taraflarında yürüyen babasının ve ağabeyinin, kucağında bebeği ile yürüyen ablasının akıbetlerini ise o günden beri bilmiyordu. 
Sonrası uzun hikâyeydi. Yaşlı bir Kürt kadını onu saklamıştı. Yaraları iyileştikten sonra, Kürt giysilerine bürünmüş ve İran'a doğru yola çıkmıştı. Dersim'de iki ay saklanmış, Harput katliamından kurtulan iki Ermeniyle birlikte gündüzleri saklanıp geceleri yol alarak, ot ve bitki kökleriyle karınlarını doyurarak sürekli doğuya yürümüşlerdi. Arkadaşlarından biri ot 
zehirlenmesinden ölmüş, kalan iki arkadaş iki ay yürüdükten sonra Rus askerlerine sığınmışlardı. Önce İran'da Salmast'a, sonra Gürcistan'da Tiflis'e geçmişlerdi. Tiflis'te uzun süre hasta yatan Soghomon bir yıl sonra Rus ordularının Erzincan'ı işgal etmesi üzerine cesaretlenip Erzincan'a gelmiş, harabe halindeki evlerini bulmuş, ailesinin eve sakladığı 4.800 
altını alıp Tiflis'e geri dönmüştü. 1919 Şubat'ında İstanbul, Selanik, Sırbistan, tekrar Selanik, Paris, Cenevre yoluyla 1920 başında Berlin'e varacak olan Soghomon Tehliryan bu seyahatleri sırasında sık sık sara nöbetleri geçirmişti. İddiasına göre ilk nöbet Erzincan'daki yıkılmış evlerini gördüğünde gelmişti. Tehliryan mahkemedeki ifadesinde, polis sorgusun-
dayken söylediklerini hatırlamadığını belirterek, Talat Paşa'nın Berlin'de yaşadığını bilmediğini, kendisini cinayetten beş hafta önce tesadüfen gördüğünü, o tarihten beri annesinin sık sık rüyasına girerek 'Biliyorsun, Talat burada, ama sen buna aldırmıyorsun. Artık benim oğlum değilsin' dediğini anlattı. Rüyalar sıklaşınca 5 Mart 1921'de Talat Paşa'nın Hardenberger Sokağı'ndaki evinin tam karşısındaki 37 numaralı Bayan Dittman'ın evine taşınmıştı. 15 Mart Salı sabahı, odasında kitap okuyup volta atarken, Talat Paşa'yı önce balkonda, sonra sokağa çıkarken görmüştü. Annesinin hayali tekrar gözünün önüne gelmiş ve bavulundaki 
silahı kaptığı gibi yola düşmüştü. Hayvanat Bahçesi'ne doğru yürüyen Talat Paşa'yı tek kurşunla öldürmüştü. Tutuklandığında cebinde bulunan 12 bin mark, Erzincan'dan getirdiği 4.800 altından arta kalmıştı. İlk gün suikastın görgü tanıkları, Tehliryan'ı tanıyanlar ve uzman tanıklar dinlendi. Tehliryan'ın iki ev sahibi sanığın sessiz, terbiyeli, düzenli bir genç ol-
duğunu, dans ve dil dersleri aldığını, geceleri karanlıkta mandoliniyle acıklı şarkılar söylediğini, arada düşüp bayıldığını, bazı geceler uyuyamadığını söylediler. Uzman tanıklardan 1890'lı yıllardan beri Doğu Anadolu'da görev yapan Protestan rahibi Johannes Lepsius, 1890'lardan başlayarak 1915'e kadarki dönemi özetleyen uzun konuşmasında Osmanlı Devleti'nde yaşayan 1.850.000 Ermeni'den 1.400.000'inin tehcir edildiğini bunların yüzde 80'inin yollarda ve Der Zor'da imha edildiğini anlattı. Ardından, tehcir sırasında İzmir'de ordu kumandanı olan Alman General Liman von Sanders dinlendi. Sanders, Talat Paşa'nın tehcirin sorumlusu olduğunu ancak Talat Paşa'dan öldürmelerle ilgili herhangi bir emir almadığını söyledi. 24 Nisan 1915'te İstanbul'da tutuklanarak Çankırı ve Ayaş'a gönderilen 280 Ermeni 
toplum liderinden biri olan Metropolit Krikoris Balakian ise, sadece 16 kişinin sağ kurtulduğu o ölüm yolculuğunu anlattı. Aram Andonyon adlı tanık, Halep'te iken Talat Paşa'nın imzaladığı tehcir emrini gördüğünü anlattı. 

Mahkemenin tayin ettiği Berlin'in en ünlü psikolog ve nörologları Tehliryan'ın sara hastası olduğunda mutabık kalmakla birlikte, cinayet sırasında bilincinin yerinde olup olmadığı konusunda çelişik görüşler bildirdiler. Bu konu önemliydi çünkü yürürlükteki 1870 tarihli 
Alman Ceza Kanunu'na göre öldürme fiili kasten işlendiyse 211. maddeye göre ölüm cezası verilirdi. Öldürme kasıtlı değilse 212. maddeye göre beş yıldan hafif olmamak kaydıyla ağır hapis cezası, öldürme ağır tahrik altında işlenmişse 213. maddeye göre altı aya kadar hapis cezasına hükmedilirdi. 51. maddeye göre ise, sanık cinayeti işlediği anda şuursuz veya ağır 
akıl hastası ise 'özgür iradesinin çalışmadığı' (cezai ehliyetinin olmadığı) kabul edilerek serbest bırakılabilirdi. Ertesi gün 12 kişilik halk jürisi kararını açıkladı: Sanık 51. maddeye göre beraat ettirilmişti. 

Yargılamanın çok kısa sürmesi, tanık seçimi ve bunların çok azının dinlenmesi, sanığın polis sorgusundaki ifadeleriyle mahkemedeki ifadeleri arasındaki çelişkilerin üzerine gidilmemesi, olayın arkasında bir örgüt olup olmadığının sorgulanmaması, sanığın ruh sağlığı konusundaki çelişik bilirkişi raporlarına rağmen katilin suçsuz bulunması, savcının temyize gitmekle 
birlikte daha sonra yeterli belge olmadığı ve Tehliryan Almanya'yı terk ettiği için temyizden vazgeçmesi Alman yargısıyla ilgili kuşkular oluşturmuştur. Ancak bu kararın Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni dünya düzeniyle ilişkisi olduğu açıktır. Bunun bir kanıtı savcılık makamının Prusya Adalet Bakanlığı'na gönderdiği 26 Mayıs 1921 tarihli yazıdır. 

Yazıda savcı davanın politik bir boyut kazanabileceği, savunma makamı tarafından suikasta yol açan motifin öne çıkarılacağı, hatta Almanya'nın 1915 Tehciri'ndeki rolünün bile sorgulanabileceği, bununsa Almanya'yla Türkiye arasındaki ilişkileri zedeleyeceği ihtimalinin altı çiziyordu. Nitekim sanık avukatları müvekkillerini savunurken, Alman İmparatorluğu'nun 
çıkarlarını da kollayan bir yol izlemişlerdi. Ayrıca, Tehliryan'ın, arkadaşlarının ve uzman tanıkların anlatımları jüri üyelerini derinden etkilemişti. Bu arada eklemek lazım: Jüri sisteminin yargılama usullerine eklenmesi 1919'da olmuştu yani henüz bu konuda hukuksal normlar oluşmamıştı. Jürinin kararını gerekçe göstermeden alabilmesi de kararı etkilemiş olmalıydı. 

Peki, Tehliryan'ın şu veya bu nedenle hukuk ilkelerine aykırı biçimde beraat ettirilmesi, Talat Paşa'nın Ermeni toplumuna karşı işlediği korkunç suçu geçersiz, Talat Paşa'yı masum mu kılardı? Ülkesinde yargılanmamak için Almanya'ya kaçan, gıyabında idama mahkûm olduğu halde Almanya tarafından ülkesine iade edilmeyeceğinden emin olan, mimarı olduğu 
trajediden zerrece pişmanlık duymadığı her davranışından belli olan birinden kim, nasıl hesap soracaktı? 

Bunun soruyu mahkemeyi yakından izleyen, sıhhiye subayı olarak Türkiye'de bulunmuş olan ve tehcir sırasında sekiz bin fotoğraf çeken yazar Armin T. Wegner 'Adil Bir Karar' başlıklı yazısında şöyle cevaplamıştı: '...Çelimsiz Ermeni öğrenci ve geniş omuzlu Talat Paşa bu davada arka plânda kalmışlardır. Ön plâna çıkan yarısına yakını imha edilmiş bir halkın 
mezarından ayağa kalkıp, savaşın çirkinliğine ve onun cellâtlarına çürümüş elleriyle uzanmaları ve bu mahkemenin tribünlerinde o tanımlanamaz acıyı dünyaya haykırmalarıydı. İşte bu durum, bu davayı Almanya'nın bu güne dek gördüğü en önemli davası haline getirmiştir. Burada anlatılan olayların gücü öylesine büyüktür ki, jüri apaçık bir cinayete rağmen beraat kararı vermiştir... Türk devlet adamının Ermeni halkının yok edilmesindeki suçtan payına düşeni hayatıyla ödemesi haksız bir yargı gibi görünmekle beraber, kendisinin yol açtığı felaket öyle korkunçtur ki; katilin, bütün benzer olaylarda olduğu gibi kınamamız gereken suçu, bir halkın umutsuzluktan kurtulma çabası olarak algılanmıştır... Öldürülen bakanın kara çarşafı, kalkık peçesiyle adliye koridorlarında hayalet gibi dolaşan karısı için de, en az kocasının felakete sürüklediği yüz binlerce kadın kadar üzüntü duymaktayız. Ne var ki halklardan da üstün olan tarihin iradesi, Talat'ın idamını, kendi kurbanlarından biri aracılığı ile infaz ederek yerine getirmiştir.' 

Talat Paşa'dan dokuz ay sonra, 18 Temmuz 1921'de eski Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti'nin Dahiliye Nazırı Behbud Han Cevanşir, İstanbul Beyoğlu'nda Pera Palas Oteli önünde Misak Torlakyan adlı bir Ermeni tarafından öldürüldü. Torlakyan İstanbul'da İngiliz subaylarından oluşan bir mahkemede yargılandı ve aynen Tehliryan davasında olduğu gibi, Cevanşir'in Dahiliye Nazırlığı sırasında Ermenilere karşı işlediği suçlar vurgulandı ve Torlakyan'ın cinayeti sara hastalığının etkisi altında işlediği kabul edilerek beraat ettirildi. 6 Aralık 1921'de, Talat Paşa'dan önceki Sadrazam Said Halim Paşa, Roma'da faili meçhul bir cinayete kurban gitti. Daha sonra bu olayı Arşavir Şıracıyan üstlendi.Ancak 1931'de Kuşçubaşı Eşref, Atina'da kendisini ziyaret eden Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa'nın mutemedi Nafi Bey'e, 1914'te Abbas Hilmi Paşa'ya yönelik suikast girişimiyle ne Said Halim Paşa'nın ne de İttihatçıların rolü olduğunu söylediğinde, Nafi Bey'in üzüntü içinde 'Vah vah... Bir masumun 
kanına girildi... Yazık oldu... Hata ettik' dediğini anlatacaktı. Said Halim Paşa'yı, İtalyan Karbonari örgütü tarafından yetiştirilmiş, İtalyan uyruğuna geçmiş bir Bulgar öldürmüştü. Bu iş için Bulgaristan hükümetine de bir miktar para ödenmişti. 17 Nisan 1922'de Teşkilat-ı Mahsusa liderlerinden Dr. Bahaeddin Şakir ve Trabzon'un 'Sopalı Mutasarrıf' lakaplı valisi 
Cemal Azmi, Berlin'de, Talat Paşa'nın karısı Hayriye Hanım ve Dr. Rusuhi adlı bir İttihatçı ile çıktığı bir akşam gezisi sırasında kimliği belirlenemeyen kişiler tarafından öldürüldü. 

Suikastçıların Ermeni İntikam Birliği'ne bağlı olduğunu tahmin ettiğini söyleyen Alman polisi failleri bulmak için 50 bin Mark ödül koydu ama kimse yakalanamadı. Daha sonra suikasti Aram Yerganian ve Arşak Şıracıyan üstlendi. 

'Ermeni Ulusal Kahramanı' ilan edilen Tehliryan beraat ettikten sonra Soghomon Melkian adını alarak izini kaybettirdi. 1956 yılında, Taşnakların 1919 baharında Erivan'da yapılan 9. Dünya Kongresi'nde Ermeni toplumuna karşı suç işleyen 101 kişinin listesinin çıkarılmasından sonra bu konuda üstüne düşeni yapmanın kendisinde bir obsesyon haline geldiğini açıkladı. 64 yaşındayken 23 Mayıs 1960'da ABD'nin San Fransisco şehrinde öldü ve 
Fresno şehrindeki Ararat Mezarlığı'na gömüldü. Bugün bazı Ermeni kaynaklarında, Tehliryan'ın 1920'de İstanbul'a uğradığında, Mıgırdıç Harutunyan (veya Harutun Mıgırdiçyan) adlı Ermeni'yi de öldürdüğü belirtiliyor. İddialara göre Harutunyan Osmanlı gizli polisine bağlıydı ve 24 Nisan 1915'te İstanbul'dan sürülen Ermeni liderlerinin adını o polise vermişti. 

Murat Bardakçı'nın aktardığına göre, Talat Paşa'nın eşi Hayri Hanım, 1931'de aile dostları, eski Deutche Bank Müdürü Wasserman'dan bir mektup aldı. Wasserman, Alman kanunlarına göre bir cenazenin gömülmeden en fazla on sene bekleyebileceğini söyleyerek, müdde-
tin dolmak üzere olduğunu hatırlatıyordu. Hayriye Hanım, mektubu alıp Şükrü Saraçoğlu'na gitti. Saraçoğlu 'Konu beni aşar' diyerek kendisini Atatürk'le görüştürdü. Çankaya'da başlayan görüşme akşam Tahsin Uzer'in evinde devam etti. Bazı bakanların da iştirak ettiği konuşmanın sonunda Atatürk 'Cenazesinin naklini benden şu anda istemeyin, Almanya ile bu konuda görülecek hesabımız var, izin verin şimdi gömülsün, zamanı gelince 
onu bizzat ben getirtirim' dedi ama sözünü tutamadı. Talat Paşa'nın kemikleri İkinci Dünya Savaşı sırasında, Adolf Hitler'in Türk-Alman ilişkilerini sıcaklaştırmak istemesi sayesinde Almanya'dan getirildi. 25 Şubat 1943 günü Sirkeci Garı'ndan alınan tabut önce Şişli Sıhhat Yurdu'na getirildi, ertesi gün görkemli bir askerî törenle Şişli'deki Hürriyet-i Ebediye Tepesi'ne gömüldü. Tören kıtasının önünde Reisicumhur İsmet İnönü'nün çelengi vardı. (101) 

Buraya kadar olan bölümde Almanya’nın Osmanlı devletine ne denli nüfus ettiği belgeleri  gösterildi. Diğer yandan, Almanya nın Osmanlıyla ilgili politikalarının hayata geçirilmesini sağlayan kilit isimler vardı. 

Osmanlı’da ve Türkiye‘de Alman derin devletini kökleştiren isim bir Osmanlı vatandaşı olan Sebottendorf idi. Şimdi sıra Osmanlı Almanı Baronunu tanımaya geldi. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

79. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. 9 Eylül 2008. Deniz Feneri Davası.
80. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. Almanya'ya ne oluyor? Avrupa kimleri yakacak? 27 Kasım 2010.
81. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. Almanya 'Ergenekon'u ne zaman çökertilecek? 29 Şubat 2008.
82. H.Hüseyin Kemal. Yeni Asya. Ergenekon’un finans kaynakları ‘uluslar arası komisyonlar’ mı? 25.07.2011.
83. Aziz Üstel. Star Gazetesi. Alman ‘Ergenekonu’nun Türkiye tezgahları! 17 Ekim 2009.
84. Habertürk Gazetesi "Güneydoğu'da Alman Ajanslar cirit atıyor". 4 Aralık 2010.
85. Radikal. “Ajan değil aktivist”. 5 Aralık 2010.
86. Turgay Güler. Ülke TV. SıradışıProgramı. CHP ile Almanya’nın Türkiye’deki vakıfları arasındaki ilişkiler ve CHP’ye bu vakıflardan yapılan yardımın belgesi.
87. Hasan Karakaya, Yeni Akit. CHP ve Alman Vakıfları İlişkisi Yazmıştık. 08.09.2011.
88. Furkan Altınok. Yeni Akit, CHP’nin Alman vakıfları ile ilişkisi, 7 Ekim 2011.
89. Yiğit Bulut. Habertürk. 1 Numara Alman Vatandaşı Olabilir mi? Kasım 2011. http://www.haberturk.com/yazarlar/yigit-bulut/676334-1-numara-alman-vatandasi-olabilir-mi
90. Joseph Pomiankowiski. Osmanlı İmparatoruğu'nun Çüküşü, Çev. Kemal Turan, Kayıhan Yy., İst., 1990, s.90-91.
91. Sinan Avcı. Tarih ve Medeniyet dergisi. Sayı, 60 Mart 1999.
92. Milli Gazete. Gündem. l. Dünya savaşında Almanlar Osmanlı’yı kullandı. 24.01.2010.
93. İbrahim Temo'nun İttilıad ve Terakki Anıları, İst. 1987, s. 12.
94. Temo, age, s.16.
95. Dr. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İst. 1981, s.22.
96. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jöntürklük, c.l (1889-1902), İst., 2. Baskı, 1989, s. 126.
97. Hanioğlu (1989), age, s. 127.
98. Suat Parlar. Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet. Spartaküs yayınları, S.168.
99. İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi. S.241
100. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6, S.1821
101. S.Yerasimos, Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye, S.601-602


 ***