Şerif Hüseyin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şerif Hüseyin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ekim 2019 Salı

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 6

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 6




2. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE DOĞU SORUNU ÇERÇEVESİNDE İNGİLİZ POLİTİKASI

İttihat ve Terakki yönetimiyle başlayan Türkçülük akımına bir tepki
olmasının yanı sıra, İttihat ve Terakki’nin Suriye’de uyguladığı baskı
politikasının da etkisiyle gelişen Arap milliyetçiliği, I. Dünya Savaşı’yla
beraber İngiltere’nin girişimleriyle Osmanlı’ya karşı bir harekete dönüştürülmeye
ve böylece Türklerin bölgeden tasfiyesinin bir aracı olarak kullanılmaya başlamıştır. İngilizler bu süreçte hem Yahudilerin hem de Arapların desteğini sağlamak amacıyla yaptıkları girişimleri mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalışmışlardır. Bir taraftan McMahon-Şerif Hüseyin mektupları olarak tarihe geçen gizli yazışmalarda Araplara bu bölgede “bağımsız bir Arap devleti” sözü verirken, rakibi Abdül Aziz’le (İbn-i Suud) de görüşerek bir taraftan da onların da Osmanlı’ya karşı desteğini sağlamaya çalışan İngiltere, ayrıca bir taraftan da bölgenin bir kısmında bir Yahudi yurdu kurulması karşılığında gerek Yahudilerin
gerekse ABD’nin desteğini sağlamaya çalışmaktaydı. Diğer yandan İngiltere,
Fransa ile giriştiği pazarlıkta (Sykes-Picot) bölgeyi aralarında paylaşmaktaydı.
Böylece İngiltere Savaştan sonra bölgeyi doğrudan veya dolaylı ama her halükârda rahatlıkla denetleyebilmesine olanak verecek şekilde paylaştırmayı plânlamaktaydı. Bu, İngiltere’nin amacına o denli uygun bir yapıydı ki, İngiltere’nin bölgeden II. Dünya Savaşı’ndan sonra çekilmiş olmasına rağmen bölge ülkeleri aralarındaki rekabet dolayısıyla Batı tarafından rahatlıkla yönetilebilecek ülkeler olma özelliklerini sürdüreceklerdir.

İngiltere’nin yeni politikası Fromkin’e göre, İngiliz egemenliğine imkân sağlayacak “mümkün olduğu kadar çok parçaya ayrılmış zayıf ve birbirinden kopuk prensliklerden oluşan bir Arabistan’dı”. 33 

İngiltere, ortak hareket edemeyecek olan bu devletlerin o gün için diğer Batılı güçlere karşı bir tampon işlevi görmesini istiyordu. Ancak bunun sağlanabilmesi
bir başka unsuru daha gerektirmekteydi. O da, Osmanlı İmparatorluğu’nun
bölgedeki askerî olmasa bile İngiltere’nin siyasi denetimini zorlaştıran manevi ya da ruhani denetimiydi. İngilizler bunun da bir çaresini bulmuşlar ve Osmanlı halifesinin otoritesini sınırlayarak bölgeyi daha rahat kontrol altında tutabilmenin bir aracı olarak kendi halife adaylarını çıkarmayı düşünmüşler ve bunun için en uygun adayın da Mekke Emiri Şeyh Hüseyin olduğunu düşünmüşlerdi. Plânları arasında Arapları Osmanlı İmparatorluğu aleyhine kışkırtmak da olan İngilizler
“gerçek ırktan bir Arabın Mekke ya da Medine’de halifeliği devralması”
fikrini yaymaya çalışmaktaydılar.34

Bölge idari ve askerî anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nca atanan ancak Hicaz’da (Mekke ve Medine’de) özerk bir konuma sahip olan Emir kutsal yerlerin güvenliğini ve Hac vazifesinin düzenli ve güvenli biçimde yapılmasını sağlamaktaydı. Osmanlı Sultanı adına Hicaz’ı yöneten Hüseyin (İbn-i Ali), Mekke Şerifi ve Emiri’ydi. Şerif olmak için Hz. Peygamber’in soyundan gelmek gerekiyordu. Mekke Emiri rakip şerifler arasından seçilmekteydi ve Hüseyin İttihat ve Terakki’nin adayına karşı 1908’de Abdülhamit tarafından desteklenmiş ve bu göreve seçilmişti.
Hüseyin’in aslında o güne kadar uygunsuz bir davranışı olmamış ve Padişah’a bağlılığını sürekli dile getirmişti. Ancak Hüseyin’in 1909’dan sonra, özellikle de 1913’ten sonra Babıâli’de gerçek iktidarı elinde bulunduran İttihatçılarla arası hiç iyi değildi.Padişah’a bağlı olmakla beraber İttihat ve Terakki’nin merkeziyetçi politikalarıyla sürekli çatışma halinde olan Hüseyin’in emeli, Emir olarak durumunu güçlendirmek ve emirliğin sürekli olarak kendi ailesinde kalmasını sağlamaktı. Dolayısıyla Şerif Hüseyin Abdülhamit’in devrilmesinden sonra İttihat Terakki yönetimine duyduğu güvensizliğin de etkisiyle Arap kabilelerinin bağlılığını kazanarak ve yerel anlamda gücünü arttırarak özerk bir konuma sahip olmaya çalıştı. Bu nedenle, Hüseyin, bağımsızlığını sağlamlaştırmaya ve genişletmeye çalışırken İttihat ve Terakki hükümeti ise sınırlamak istiyordu.
Şerif Hüseyin bu amaçları gerçekleştirme çabası içindeyken I. Dünya Savaşı başladı ve Osmanlı Halifesi cihad çağrısına Emirin de uymasını istedi. 

Söz konusu amaçlarının Osmanlı ile birlikte olarak mı yoksa başka alternatifleri değerlendirerek mi gerçekleştirebileceğinden henüz tam olarak emin olmayan Hüseyin, ilk etapta kesin bir cevap vermekten kaçındı. 

Bu sırada Osmanlı ordusu karşısında zor durumda bulunan İngiltere ile Hüseyin’in işbirliği yapmasını gerektirecek ortam doğmuştu.35
Ancak Hüseyin 1914’e kadar Arap yarımadasındaki milliyetçi hareketlere
destek vermemiş, bu da kendisinin Arap kabileleri tarafından Osmanlı’nın memuru olarak nitelenmesine yol açmıştı. Diğer taraftan Hüseyin’in iki oğlu da Osmanlı meclisinde mebustu ve bunlardan Abdullah Mekke, Faysal ise Cidde temsilcisiydi. Abdullah babasına Osmanlı yöneticilerine karşı direnmesini tavsiye ederken, Faysal temkinlilik tavsiyesinde bulunmaktaydı. 36 
1914’ten itibaren İngiliz telkinlerine kapılan Hüseyin çelişkili bir tavır sergilemeye başlamıştı. Bu hava içerisinde 1914 Şubatında oğlu Abdullah’ı, Osmanlı yetkilileriyle görüşmek ve İngiltere’nin Mısır Genel Valisi Lord Kitchener’in düşüncelerini öğrenmek için görevlendirdi. Abdullah’ın Arapların Türk yönetiminden memnun olmadığını açıklaması üzerine Kitchener tarafsız davranmaya çalışsa da cesaretlendirici olmayı da ihmal etmedi. Ancak Kitchener bu görüşmenin arkasından İngiliz istihbaratının Orta Doğu Sekreteri Storrs’a Abdullah’la temasa geçmesini söyledi. Bu buluşmada Abdullah daha açık konuşarak Arap ayaklanmasından açıkça söz etti.37
Türkiye’de bu sırada İttihat ve Terakki’nin başında ünlü Enver, Talat ve Cemal Paşalar, bakanlar kurulunun başında ise Kâmil Paşa’yı istifaya zorlayan Mahmut Şevket Paşa bulunmaktaydı. Daha iyi bir yönetim vaadiyle işbaşına gelmiş olmalarına rağmen eskiyi aratmayacak bir baskı yönetimi kurmuşlardı.38

I. Dünya Savaşı esnasında İngiliz-Fransız-Rus ittifakının Osmanlı toprakları üzerine yaptıkları gizli pazarlıklar ve anlaşmalar, savaşın taraflar için Doğu Sorunu’nu bir uzlaşmayla sonuca bağlamak için iyi bir fırsat olarak görüldüğünü ortaya koymaktaydı. Hatta bu paylaşımı savaş sonrasına bırakmanın yeni bazı anlaşmazlıkları da beraberinde getirebileceği varsayılarak paylaşımı erteleme menin daha yerinde olacağı kararına varılmıştı. Bilindiği gibi uzun yıllar başbakanlık ve dışişleri bakanlığı yapmış olan “Lord Palmerston ve halefleri Rusların Osmanlı İmparatorluğu’nu yenmesi halinde imparatorluğun parçaları için başlayacak kavganın Avrupalı güçler arasında büyük bir savaşa yol açmasından korkuyorlardı. 

Bu bir kaygı kaynağı olarak varlığını hep sürdürmüştür”.39 

Bu mücadelede İngiltere’nin en önemli rakibi Ruslardı. Ruslar, boğazlara hâkim oldukları takdirde sadece İngiliz donanmasının girmesine engel olmakla yetinmeyerek kendi donanmalarını da Akdeniz’e çıkarabilir ve İngilizleri tehdit edebilirlerdi. Asya kıtasının diğer tarafında bir diğer stratejik öneme sahip olan bölge Afganistan dağlarıydı ve İngilizlerin amacı Rusları bu bölgede barındırmamaktı.

Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerinin bütün girişimlerine rağmen bu devletle bir ittifak ilişkisine girmekten kaçınan ve bilinçli bir şekilde onu Almanya’nın yanına âdeta iten söz konusu devletlerin amaçlarının savaş öncesinden belli olmadığını söylemek mümkün değil. Savaş sayesinde Doğu Sorunu’nu kalıcı bir şekilde çözüme kavuşturmak istiyorlardı.

İttihat ve Terakki yönetiminin ittifak teklifini geri çeviren İngiliz hükümeti, İngiliz tersanelerinde yapılmış ve 1914 Ağustosunda teslim edilmesi gereken parası ödenmiş Reşadiye ve Sultan I. Osman isimli savaş gemilerine Deniz Kuvvetleri Bakanı Churchill’in emriyle 29 Temmuz’da el koyarak Osmanlı yöneticileri için Almanya ile bir ittifakın dışında seçenek bırakmamışlardı. Oysa bu gemilerle Osmanlı donanması güçlenecek ve Ege’de rahatlıkla Yunanlılarla ve Karadeniz’de Ruslarla boy ölçüşebilecekti. Ancak şimdi her ikisi de İngiltere’nin müttefikiydi.
Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran’da
Saraybosna’da öldürülmesiyle I. Dünya Savaşı için düğmeye basılmıştı.

28 Temmuz’da Avusturya Sırbistan’a savaş ilan etmiş, Almanya ise Rusya’ya, 1 Ağustos’ta, Fransa’ya da 3 Ağustos’ta savaş ilan etmişti.

Arkasından Alman birliklerinin 4 Ağustos 1914’te Belçika’ya girerek bu
devletin tarafsızlığını ihlal etmesi üzerine, bu devletin toprak bütünlüğünü
garanti eden devletler arasında yer alan İngiltere, Almanya’ya savaş
ilan etti. Öte yandan 6 Ağustos’ta Avusturya Rusya’ya, 15 Ağustos’ta
ise Japonya Almanya’ya savaş ilan etmişti.

Nitekim Almanya ile 3 Ağustos’ta bir ittifak imzalayan Osmanlı yöneticileri
hemen savaşa girmekten kaçınmışlarsa da Karadeniz’e girmesine
izin verilen ve adı Yavuz ve Midilli olarak değiştirilerek Türk bayrağı
çekilen Goeben ve Breslau isimli savaş gemilerinin Alman komutanı
Amiral Sochon’ın Odesa, Sivastopol ve Novorossisk’i bombalayarak
Türkleri bir oldubittiyle karşı karşıya bırakması üzerine 1 Kasım’da İngiltere
Osmanlı kuvvetlerine karşı harekete geçmiş, 2 Kasım’da ise Rusya’nın
Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmesiyle Osmanlı İmparatorluğu
da kendi sonunu hazırlayan bir savaşın içine çekilmiş oldu.

Bu gelişmeler olurken Mekke Şerifi Hüseyin’in önünde iki seçenek
bulunmaktaydı. Ya Osmanlı’nın yanında yer alarak tanınmayı bekleyecek
ya da bağımsızlığı kazanmak umuduyla Osmanlı’ya ve Halife’ye karşı emperyalist güçleri destekleyecekti. Hüseyin’in oğullarından Emir Faysal bu birinci yolun, Abdullah ise ikinci yolun tercih edilmesinden yanaydı. Faysal, Fransa’nın Suriye’de, İngiltere’nin ise Güney Irak’ta gözü olduğunu biliyor ve bu topraklarda bağımsız bir Arap devletinin kurulmasına izin vermeyeceklerini düşünüyordu. Ayrıca ayaklanmanın yeterince destek bulmayacağından ve bunun Avrupalı güçlerce de desteklenmeye bileceğinden korkuyordu. Hüseyin’in diğer oğlu Abdullah ise Şam ve Bağdat’ın ayaklanmaya hemen katılacağından emin görünüyordu.
Nitekim savaşın başlamasıyla beraber Storrs’a yazılmış bir mektubu
oğlu Abdullah’la göndererek İngiltere’yi Osmanlı’ya tercih ettiğini ifade
eden Hüseyin, karşılığında emirliğinin İngiltere tarafından Osmanlı’ya
karşı sonuna kadar desteklenme garantisini sağlamaya çalışmıştı. Mektubu
alan Storrs bundan hemen Kitchener’i haberdar etti. Eylül ayından
beri İngiliz kabinesinde Savaş Bakanı olan Kitchener 31 Ekim 1914’te
Abdullah’a gönderdiği mektupta “...Eğer Arap ulusu bizi Türklerin zorladığı
bu savaşta İngiltere’ye yardım ederse, İngiltere Arabistan’a hiç bir
müdahalenin olmayacağını garanti eder ve dış saldırılara karşı her türlü
yardımı yapar. Gerçek Arap ırkından bir Halife’nin Mekke ve Medine’de
seçilmesi gerçekleşebilir” denmekteydi. Mektup Abdullah’a Kahire’den
şu ekle ulaştırılmıştı: “Eğer Mekke emiri bu çatışmada İngiltere’ye yardım
etmek istiyorsa, İngiltere Emir Hüseyin’in kutsal ve eşi bulunmayan
görevini tanımayı ve ayrıcalıklarını bütün dış saldırılara özellikle Osmanlıların
saldırılarına karşı garanti eder”. Kitchener’in mektubu gönderdiği gün, 
Osmanlı’dan da cihad çağrısı alan Hüseyin kaçamak cevaplarla cihada katılamayacağını bildirmişti.40

Hüseyin, 1915 Ocağından Martına kadar, Sudan Genel Valisi Reginald
Wingate’den Türk isteklerine karşı direnmesi için kendisine cesaret veren imalı haberler aldı. Bunlar da İngiltere’nin kendisiyle işbirliği yapmak isteğinde samimi olduğuna ilişkin kanısını güçlendirmişti. 1915 Ocağında Mısır’a İngiliz Yüksek Komiseri olarak atanan Sir Henry McMahon da gerek İngiliz Dışişleri Bakanlığından gerekse Kitchener’den Şerif ile ilişkileri geliştirmesi tâlimatını almıştı.
1915 Şubatında Cemal Paşa önderliğindeki 22,000 kişilik Türk birliği
Sina’yı geçerek Süveyş’e ulaştıysa da, Mısır’da çıkacak bir ayaklanmayla
harekâtın destekleneceği üzerine yapılan plânlar, söz konusu ayaklanmanın
çıkmaması üzerine gerçekleşmemiş; Suveyş’i geçecek imkânlara da sahip olmayan Türk birliği Süveyş’te durdurularak geri dönmek zorunda kalmıştır. Ayrıca harekât öncesinde asker gönderme sözü veren Şerif Hüseyin de bu sözünü tutmamıştı. Hatta daha da ileri giderek Türklere karşı ayaklanma imkânını yitirmemek için bu durumdan faydalanmak istemişti.

Bu esnada oğlu Faysal’ı Osmanlı merkezine göndermek için izin isteyen
Şerif Hüseyin’in asıl amacı, Osmanlı yetkilileriyle görüşme bahanesiyle
Suriye’den geçerek Arap milliyetçileriyle görüşmeyi gerçekleştirmekti.
Halen Hüseyin’in cihada katılacağını uman İttihat ve Terakki yönetimi
ise Hüseyin’in teklifini kabul ederek gerekli izni vermişti. Faysal böylece önce 26 Mart 1915’te Şam’a uğrayarak Suriyeli milliyetçi önderlerle buluşmuş; onlara Kitchener’in önerilerini anlatmış; buradan İstanbul’a geçerek Harbiye Nazırı Enver Paşa, İçişleri Bakanı Talat Paşa ve Padişah Sultan Reşat’la (V. Mehmet: 1909-1918) görüşmüştü. Cihada destek vermesi halinde Hicaz’da tüm şikâyetlerinin dikkate alınacağı kendisine söylenerek her biri tarafından Şerif Hüseyin’e hitaben yazılmış birer mektup verilmişti. Enver Paşa’nın mektubu 8 Mayıs tarihini taşıyordu; bu esnada Çanakkale zaferi kazanılmıştı ve Gelibolu’da 25 Nisan’dan beri süren savaş hakkında bilgi veriliyordu. Hatırlanacağı üzere bu savaşta  İngilizler ve müttefikleri 250,000 askerini kaybetmişti.41 

Bu esnada İngilizler, Osmanlı ordusu karşısında Irak’ta Kut Savaşı’nda da
(Nisan 1916) çok ciddi kayıplar vermişlerdi. Sadece Kut Savaşında İngilizlerin
kaybı 30,000 dolayındaydı ve yaklaşık 20,000 dolayında İngiliz askeri de Osmanlı ordusuna teslim olmuştu. Esir alınanlar arasında Generel
Townshend de bulunmaktaydı ve diğer esirlerle beraber İstanbul’a gönderilmiş ti. Çanakkale ve Gelibolu (Mart 1915-Aralık 1915) yenilgisinden sonra sözkonusu bu hezimet İngilizler için gerçekten yüz kızartıcıydı.

İngiliz tarihi bu anı en aşağılık savaş olarak yazacaktı. Sonuçta iki buçuk yıl süren çatışmanın ardından Bağdat’a Osmanlı ordusunun geri çekilmesiyle ancak 1917 Martında girebilmişlerdi; fakat bu, İngilizlerin toplamda 98,000 askerine mal olmuştu. Her şeye rağmen Osmanlı ordusu Musul’dan ancak savaşın kaybedildiğinin belli olması üzerine 1918 Ekiminden sonra çekilmiştir. Nitekim, dönüşte tekrar Suriye’ye uğrayan Faysal, başarısız Mısır seferinden sonra karargâhına çekilen Cemal Paşa ile görüşmüştü. Faysal, Şam’da 23 Mayıs 1915’te Arap Milliyetçileri Komitesi’ni oluşturan önderlerle Türkiye karşısında İngiltere ile hangi koşullarda işbirliği yapabileceklerini belirleyen bir protokolü birlikte tartışmışlar; ayrıca altı önde gelen önder, antlaşma yeminiyle Şerif’i Arap
ulusunun sözcüsü olarak tanıdıklarını kabul etmişti. 

Şam protokolüne göre, Şerif, İngiltere ile anlaşabilirse Suriye’deki Araplar ayaklanacaklardı.
Müttefiklerin kendi aralarında yapılan gizli görüşmelerde de Arap yarımadasının ve halifeliğin Osmanlının elinden çıkarılması ve bölgenin kendi denetimlerinde bağımsız olması doğrultusunda alınan kararlar çerçevesinde İngiltere tarafından -ki bu esnada Gelibolu çıkarmasının da başarısız olmasıyla Arap ayaklanmasına iyice gereksinim duyulmuş olmasının da etkisiyle- McMahon 1915 Haziranında bağımsız Arabistan’ın destekleneceğinin ve Arap halifeliğinin istenilir bir durum olduğunun ipuçlarını veren bir bildiri yayınlamakla görevlendirilmişti. Bu mesajı
taşıyan broşürler İngiliz uçakları tarafından Mısır, Sudan, Suriye ve Suudi
Arabistan’da dağıtılarak Arapları açıkça destekleyeceklerine ilişkin
İngiliz görüşleri tüm bölgede yayılmıştı.42

Bu çerçevede yine de ilk teklif Şerif Hüseyin’den geldi ve 1915
Temmuzunda İngiltere’nin Mısır Yüksek Komiseri Henry McMahon’a
yazdığı mektupla istekleri kabul edilirse Osmanlı karşısında İngiltere’yi
destekleme önerisinde bulundu. Böylece yukarıda ifade edilen ve 1915
Temmuzundan 1916 Martına kadar süren ve toplam on mektuptan oluşan
ünlü Hüseyin-McMahon yazışmaları başladı. McMahon aslında Osmanlı’ya
karşı ayaklanma teklifini gayet olumlu bulmakta ve bunu değerlendirmek
istemekte, fakat Hüseyin’in teklif ettiği bağımsız bir Arap devleti ile sınırlar konusuna sıcak bakmamaktaydı. Hüseyin, kuzeyde Mersin ve Adana’dan İran sınırına, doğuda Basra Körfezi’ne, güneyde Aden’e batıda ise Kızıl Deniz ve Mısır’a kadar olan topraklarda tek başına kendisinin halife ve devlet başkanı olarak getirileceği bağımsız bir Arap devletinin kurulmasını istemekteydi. Diğer bir deyişle, Hüseyin kendisini bütün Arapların temsilcisi gibi sunarak Irak, Arap Yarımadası ve Suriye (Lübnan ve Filistin de dahil) topraklarında tek ve bağımsız bir Arap devletinin kurulmasını desteklemesi halinde bütün Arapların Osmanlıya
karşı ayaklanabileceklerini söylemekteydi. Her ne kadar İngiltere bu desteği almak istemekle beraber hem kendi çıkarlarını hem de müttefiki Fransa’nın çıkarlarını dikkate almaktaydı. Bağdat ve Basra’nın kuzeyinde kalan topraklarla, Halep, Hama, Humus ve Şam’ın batısında kalan toprakların tamamını Araplar oluşturmadığı için istenilen Arabistan’a dahil edilemeyeceğini ifade eden İngiltere ’nin aslında asıl amacı Bağdat ve Basra’daki kendi çıkarları ile Suriye ve Lübnan üzerinde iddiaları olan Fransa’nın çıkarlarını güvence altına almaktı. Şerif Hüseyin’in bu bölgeleri dahil etmeye çalışması ve İngiltere’nin kabul etmemesi yüzünden uzayan görüşmelerden bir sonuç alınamaması üzerine görüşmelerin
savaş sonrasına ertelenmesine karar verildi. Ancak McMahon’un oldukça muğlâk ifadeleri arasından sınırı pek açık olmayan bir bölgede bağımsız Arap devletinin kurulması konusunda destek sözü verdiği anlaşılmaktaydı.

Ayrıca ayaklanma için gerekli askerî teçhizatın verileceği sözü de verilmişti. McMahon’un ifadelerinden Suriye’nin iç bölgeleri, Bağdat ve Basra’nın dışındaki Irak toprakları, Arabistan ve Filistin’in dahil olduğu topraklarda bağımsız bir Arap devletinin kurulacağına razı olduğu çıkarılabilirse de Filistin’in dahil edilip edilmediği daha sonraki yıllarda hep tartışma konusu olmuştur.43

Dolayısıyla, ilk etapta kapsamlı bir taahhüde girmekten kaçınan McMahon’un 1915 Ekiminde verdiği cevap, her ne kadar Şerif Hüseyin’i tatmin etmemişse de, 1916 Haziranında Mekke’de ayaklanan Şerif Hüseyin güçleri İngiltere’nin yanında yer alarak Osmanlı ordusuna karşı harekete geçmişlerdir. Gilbert Clayton, McMahon’un çabalarını yorumlarken, hiçbir şey vermeden ve herhangi bir ciddi taahhüt altına girmeden Arapların desteğini aldığı için onu başarılı bulmaktaydı. Dışişleri Bakanı Edward Grey de asla inşa edilmeyecek bir hayali saray vaat edildiğini ifade etmekteydi.44

7.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***