GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 5
II. OSMANLI ORTA DOĞUSU VE SON DÖNEMDE MEYDAN OKUMALAR
1. OSMANLI İMPARATORLUĞU VE ORTA DOĞU
OSMANLI İMPARATORLUĞU (1299-1699)
Osmanlı Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti’nin 1243 yılında yapılan Kösedağ Savaşı’nda Moğollara yenilmesinden bir süre sonra 1308’de yıkılmasının arkasından yerine kurulan bağımsız beylikler arasından Osmanlı Beyliği’nin diğer beylikleri de denetimi altına alarak genişlemesi sürecinde ortaya çıkmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması sonrasında kurulan bağımsız beyliklerden biri olan Osmanlı Beyliği aslında Oğuzların Kayı boyundan olup önce Doğu Anadolu’da Ahlat dolaylarına yerleşmişlerdi. Moğol saldırıları üzerine Ankara dolaylarındaki Karacadağ bölgesine, arkasından da bir grup Ertuğrul Bey idaresinde batıya ilerleyerek Söğüt’e yerleşmişler ve burada Anadolu Selçuklu Devleti’ne bağlı bir uç beyliği kurmuşlardı. 1281 yılında Ertuğrul Bey’in ölümü üzerine yerine geçen oğlu Osman Bey 1299’da bağımsızlığını ilan ederek
Söğüt’ü başkent yapmıştır. Osman Bey’in oğlu Orhan Bey tarafından 1326’da Bursa’nın alınmasıyla başkent buraya taşınmıştır. Orhan Bey zamanında Osmanlılar bir devlet teşkilatı kurulması konusunda önemli ilerlemeler sağlamış ve ilk divan ve ilk düzenli ordu bu dönemde oluşturulmuştur.
I. Murat zamanında ise ilk yeniçeri ocağının kurulmasının yanında önce Ankara arkasından da Edirne’nin alınmasıyla (1361)
Edirne İkinci başkent olmuştur. Haçlı ordusunun 1389’da Kosova’da yenilmesi Osmanlıların Balkanlardaki ilerlemesini hızlandırmıştır. Yıldırım Beyazıt zamanında 1396’da Haçlılar Niğbolu’da yenilmesine rağmen 1402’de Moğol hükümdarı ile yapılan Ankara Savaşı’nın kaybedilmesinin ardından bir fetret dönemi başlamışsa da bu ara dönem 1413’te Çelebi Mehmet’le birlikte sona ermiş, II. Murat (1421-1451)’dan sonra yerine geçen oğlu Fatih Sultan Mehmet zamanında ise devlet yeni başkent İstanbul’da bir dünya imparatoru (cihanşümul) olma sürecine girmiştir.
İstanbul’un 1453’te alınarak başkent yapılması ve Doğu Roma (Bi-zans) İmparatorluğu’nun yıkılmasının yanı sıra, 1473’te Akkoyunlu Devleti yenilerek bu devlete de son verilmiş, Ege’deki Enez, Gökçeada, Semadirek, Limni, Taşoz ve Midilli Osmanlı topraklarına katılmış, Kırım Hanlığı Osmanlı İmparatorluğu’na
bağlanmış, Arnavutluk, Sırbistan, Mora, Bosna, Hersek, Eflak ve Boğdan beyliklerine son verilmiş ve böylece Osmanlı Devleti bir imparatorluk haline gelmiştir.
Yavuz Sultan Selim (1512-1520) zamanında bir tehlike haline gelen Safevi Devleti’nin ve Şah İsmail’in özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü bozmaya yönelik girişimleri ve Şiiliğin Osmanlı topraklarında yayılması 1514’te bu devletin Çaldıran’da yenilgiye uğratılmasıyla büyük
ölçüde önlenmiştir.
Yavuz Sultan Selim zamanının diğer önemli olayı, Orta Doğu’da Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğinin başlaması anlamına gelen 1516’da Mercidabık Savaşı’yla Memluk ordusunun yenilerek Suriye ve Filistin’in, 1517’deki Ridaniye Savaşı’nın arkasından da Mısır, Mekke ve Medine’nin Osmanlıların denetimine girmesidir. Memluk Devleti’nin yıkılarak bu devletin bölgedeki egemenliğine son verilmesi aslında Portekiz’in Orta Doğu’yu baskı altına almasıyla da ilgiliydi.29 Bu gelişme sonrasında Abbasi halifeliğinden halifeliğin Osmanlılara geçmesine Arap kaynaklarında yer verilmez. Bu makamın Osmanlılar tarafından siyasal bir güç olarak kullanılması ise 19. yüzyıla doğru söz konusu olmuştur.
Öte yandan Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) döneminde 1520’de Cezayir’in, 1521’de Belgrat’ın, 1541’de Macaristan’ın, 1534’de Tebriz, Azerbaycan ve Bağdat’ın, 1551’de Libya’nın, Kanuni’den sonra oğlu II. Selim zamanında ise 1571’de Kıbrıs’ın, Fas’ın ve Tunus’un alınmasıyla Akdeniz bir Türk denizi haline gelmiş ve İmparatorluk en geniş sınırlarına ulaşmıştır. 16. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde İmparatorluk yaklaşık 50 milyon insanın yaşadığı yirmi ulus üzerinde egemenlik kurmuş bulunmaktaydı. Ancak İmparatorluk 1570’lerin sonlarından itibaren önce duraklama arkasından da gerileme dönemine girmiştir.
Özetlemek gerekirse, Fatih’in Bizans İmparatorluğu’na son vermesiyle başlayan genişleme sonucunda, Osmanlı İmparatorluğu Kuzey’de Kırım’a, doğuda Bağdat ve Basra’ya, güneyde Arabistan kıyılarına ve Basra Körfezi’ne, batıda Mısır’a, Kuzey Afrika’ya ve Avrupa’ya kadar uzanmıştır. 16. yüzyıldaki doruk noktasında Osmanlı İmparatorluğu Orta Doğu’nun çoğunu, Kuzey Afrika’yı, Yunanistan, eski Yugoslavya, Arnavutluk, Romanya (Eflak), Moldavya (Boğdan ve Besarabya) ve Bulgaristan’ı ve Macaristan’ın büyük bir kısmını kapsamaktaydı. Sınırları Basra Körfezi’nden Tuna Nehri’ne kadar uzanıyordu; orduları ancak Viyana kapılarında durdurulabilmişti. Nüfusu İngiltere nüfusunun ancak dört milyon olduğu bir sırada elli milyon olarak hesaplanıyordu ve egemenliğinde yirmi ayrı milliyete mensup insan yaşıyordu.30
İdari yapıya gelince, Osmanlılarda padişahtan sonra en geniş yetkiye sahip olan kişi Vezir-i Azam yani sadrazamdı (günümüzdeki karşılığı başbakan) ve onun altında diğer vezirler bulunmaktaydı. Osmanlılarda devlet işlerinin görüşüldüğü ve bir anlamda bakanlar kurulu anlamına gelen Divan’ın üyeleri, Vezir-i Azam, Kazaskerler, Defterdarlar ve Nişancı. Bunların dışında Şeyhülislam ve Kaptan-ı Derya da Divana ara sıra katılan diğer devlet görevlileriydi. Kazaskerler (Anadolu ve Rumeli Kazaskerleri olarak) devletin adalet mekanizmasının düzgün işletilmesinden, Defterdarlar (Anadolu ve Rumeli Defterdarları) devletin bütçesi nin hazırlanmasından ve mali işlerinden sorumluydu. Nişancı ise yasaları
çok iyi bilen biri olarak divanda yasalarla ilgili açıklamalarda bulunmakta ve padişahın tuğrasını taşımaktaydı. Divana ara sıra katılan Şeyhülislam divanda alınan kararların İslâm dinine uygunluğu konusunda fetva vermekte, Kaptan-ı Derya’nın ise bir anlamda deniz kuvvetleri komutanı olarak görüşleri alınmaktaydı. Osmanlı toprakları başlangıçta iki yönetim birimine ayrılmıştı ve bunların başında Anadolu ve Rumeli Beylerbeyleri bulunmaktaydı. Bunların her biri ayrıca sancaklara bölünmüştü. Bunların dışında içişlerinde serbest dışişlerinde Osmanlı Devleti’ne bağlı eyaletler vardı.
Osmanlı toprak yapısı ise “dirlik” ve “vakıf” olmak üzere iki grupta ele alınmaktaydı. Dirlik sahipleri elde ettikleri gelirlerin bir kısmını geçimleri için
ayırır, geri kalanıyla eyalet askerlerini beslerlerdi. Dirlikler kendi içinde has, zeamet ve tımar j olmak üzere alt kategorilere ayrılmaktaydı.31
Vakıf arazilerini işleyen halk ise yıllık vergisini medrese, hastane, cami, kervansaray gibi tesisleri finanse eden Vakıf mütevellilerine verirlerdi.
Halktan alınan vergiler temelde ikiye ayrılmakta, bunlardan Müslümanlardan alınan vergiye öşür, gayrimüslimlerden alınana ise haraç denmekteydi.
j Tımar, çıplak mülkiyeti devlete ait olmak üzere, idaresi bir Sipahiye (süvariye) verilen ve kendisi öldüğünde mirasçılarına bu hakkın geçtiği bir toprak parçasıydı. Tasarruf sahibi, ikna edici bir gerekçe olmadan üç yıl üst üste ekilmeyen bir arazi üzerindeki hakkını kaybeder ve tımar bir başkasına verilirdi.
Bütün ekilebilir toprakların nerdeyse yarısı demek olan ve asıl amacı savaş zamanında Sultan’a asker ve malzeme temin etmek olan bu toprak sisteminin bir diğer amacı da kentli nüfusa ve loncalara ürünlerin sabit fiyattan verilmesini sağlamaktı. Ancak tımar sistemi 17. yüzyılın başlarında, büyük ölçüde sipahinin
ortadan kalkmasıyla sona erdi. (Karpat, ss. 88-90)
OSMANLI SULTANLARI
Osmanlı ordusunda biri yeniçeri ya da kapıkulu diğeri eyalet askerleri olmak üzere iki tip asker bulunmaktaydı. Bunlardan yeniçeri askerleri, savaşlarda esir
alınan gençlerle, Hıristiyan ailelerden alınan (devşirme) çocukların ön bir eğitimden geçirilmesiyle oluşur ve kendilerine üç ayda bir maaş (ulûfe) verilirdi.
Kendilerine bırakılan toprağın yönetimi karşılığında belli bir askeri yetiştiren eyalet yöneticilerinin sağladığı askerler (tımarlı sipahileri) ise maaş almazlar
ve dolayısıyla devlete yük olmazlardı.
Osmanlı mali yapısındaki bozulma, Avrupa’da feodalitenin çözülmesi ile yerlerine merkezi devletlerin kurulması, Rönesans’ın etkisiyle bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerin ekonomik sonuçlarının bu ülkeleri zenginleştirmesi, Avrupa’daki genişlemenin durması ile devletin dış mali kaynağının ortadan kalkması, 1535’te Fransa’ya tanınan kapitülasyonlar bağlamında sağlanan ticari ayrıcalıkların zamanla diğer tüm Avrupa ülkelerine de tanınması, imparatorluk topraklarının aşırı genişlemesine karşılık merkezî yönetimin bunları yönetecek teknik imkânlar a sahip olmaması gibi nedenlere devleti idare edenlerin gösterdikleri yönetme eksiklikleri de eklenince, Osmanlı İmparatorluğu 16. yüzyılın son çeyreğinden (1579) itibaren önce duraklama, 17. yüzyılın sonundan (1699) itibaren gerileme ve 19. yüzyılın başından itibaren de yıkılma ve dağılma dönemine girmiştir. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nun genişleme dönemlerinde büyük bir sorun oluşturmayan ve bir mozaik görüntüsü veren farklı ulusların oluşturduğu heterojen yapısı, imparatorluk duraklama ve gerileme dönemine girdiğinde süreci hızlandıran bir başka olumsuz faktör olarak devreye girmiş ve imparatorluğun bunlar üzerindeki denetimini kaybetmesiyle de çöküşü hızlandıran unsurlar arasında yerini almıştır.
Osmanlı İmparatorluğu 1699’da imzalanan Karlofça Antlaşması ile beraber toprak kaybetmeye başlamıştır. Söz konusu Antlaşmayla Macaristan, Erdel (Transilvanya) ve Hırvatistan’ın bir bölümü Avusturya’ya, Mora ve Dalmaçya kıyıları ise Venediklilere bırakılmıştır. 1774’te Ruslarla yapılan Küçük Kaynarca Antlaşması’yla ise Ruslar Karadeniz’de donanma bulundurma hakkını elde ediyorlar, Rus ticaret gemilerinin boğazlardan Akdeniz’e geçmesi söz konusu oluyor ve Kırım Hanlığı’na bağımsızlık veriliyordu. Antlaşmayla Eflak, Boğdan ve Besarabya (bu topraklar daha sonra Romanya ve Moldavya adını alacak) Osmanlılara geri verilmekle beraber Rusya bu antlaşmayla Osmanlı toprakların daki Ortodoksların koruyuculuğunu elde ediyordu. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ’nın ayaklanması esnasında yapılan 1833 Hünkâr İskelesi Antlaşması ile de Ruslar Osmanlılara yardım yapma amacıyla boğazlardan savaş gemisi geçirme hakkını örtülü de olsa elde ediyorlar; fakat Rusların bu antlaşmadan sağladığı asıl kazanç bir savaşa girmesi halinde Osmanlı İmparatorluğu’nun boğazları Rusya yararına yabancı savaş gemilerine kapatmasının öngörülmüş olmasıydı.
Buna karşılık 1841 Londra Boğazlar Sözleşmesi’yle boğazların barış zamanında yabancı savaş gemilerine kapalılığı ilkesi tekrar teyid edilirken, boğazların
Osmanlıların yönetiminde kalması söz konusu oluyordu. Böylece Rusya’nın Babıâli’den sağladığı tek taraflı imtiyaz da sona ermekteydi.
1814’te Yunanlıların bağımsızlığı için mücadele vermek amacıyla kurulan Filiki Eterya ve lideri Aleksandır İpsilanti’nin önderliğinde 1821’de Yunan kara parçasında ve Mora’daki ayaklanma bastırılırken her iki taraftan da çok sayıda insanın hayatını kaybettiği kanlı çarpışmaların olması ve Rumların Avrupa’dan önemli ölçüde destek alması, çatışmanın İstanbul’a da yansımasına ve Rum Ortodoks Patriği V. Grigorios’un II. Mahmut tarafından idam ettirilmesine yol açmıştı.
Ayaklanma bastırılmış olmasına rağmen Avrupa ülkelerinin Rumlara verdikleri destek devam etmiştir. Zira, 1815 Viyana Konferansı’nda alınan kararlar doğrultusunda Avrupa’daki (İtalya, Fransa, İspanya ve Polonya’daki ayaklanmaları) tüm bağımsızlık girişimlerini sert biçimde bastıran Avrupalı güçler burada farklı davranarak Osmanlı İmparatorluğu’na karşı girişilen bir bağımsızlık hareketine inanılmaz bir destek sağlamışlar ve ayaklanmanın Osmanlılar tarafından bastırılmış olmasına rağmen Rusya ve İngiltere, her ikisi de diğerinin tek başına Yunanlıları kullanarak bölgede egemenlik kurmasından kaygı duyduğu için, bir anlamda “Doğu Sorunu” dolayısıyla 20 Ekim 1827’de Fransa’yı da yanlarına alarak oluşturdukları 19. yüzyılın en büyük haçlı ordusuyla yüzyılın en büyük deniz savaşında Navarin’de içinde Mısır donanmasının da yer aldığı Osmanlı donanmasını neredeyse tamamen yok etmişlerdir.
Bu olay aslında sonradan Avrupa’daki dengeleri kısmen de olsa sarmıştır. Metternich bu olayı, Viyana sisteminin bitişi olarak yorumlarken, Doğu Akdeniz’deolası Rus yayılmasına karşı denge oluşturacak bir büyük gücünortadan kaldırılmış olması İngiltere’yi karıştırmıştı.
Osmanlı yönetimi tüm bu gelişmelerden Rusya’yı sorumlu tutmaktaydı.
Nitekim, Osmanlı hükümdarı II. Mahmut’un Yunanistan’dan çekilmek istememesi üzerine 1828’de başlayan Osmanlı-Rus Savaşı, özelliklesavaşa Avrupalı güçlerin müdahale etme olasılığı Rusya’nın savaşı durdurmasına yol açmıştır. İki devlet arasında imzalanan 1829 EylülündekiEdirne Antlaşması’yla Yunanistan’a (İngiltere, Fransa ve Rusya arasında yapılan 1829 Martındaki Londra Protokolü’ne uygun olarak) bağımsızlıkverilmekteydi. Ayrıca Sırbistan ve Eflak-Boğdan’a özerklik verilerek, Rus ticaret gemilerine Karadeniz’de serbest ticaret yapma ve Türk limanlarındanyararlanma imkânı tanınıyordu.
Yine de bu gelişmeler Rusya’nın tek başına hem Balkanlarda hem de Kafkas cephesinde Osmanlı İmparatorluğu’nakarşı açık bir üstünlük sağlamasını istemeyen Avusturya ve İngiltere’yi rahatsız etmişti. Nitekim İngiltere, Fransa ve Rusya arasındayapılan 1830 ve 1832 Londra antlaşmalarıyla Yunanistan, bu devletlerin koruması altında bağımsız bir krallık haline gelirken, sorun Avrupa’nın
“büyük devletleri” arasında Doğu Sorunu’na uygun olarak, güç dengesini bozmayacak şekilde çözümleniyordu. 32
Ancak bu gelişme II. Mahmut’a Avrupa diplomasisinin kırılgan özelliklerinden faydalanabileceğini göstermişti ve bu daha sonraki süreçte Osmanlı
yönetiminin Avrupalı güçlere karşı izlediği diplomasinin ana ekseni haline gelecektir.
Öte yandan Mora ve Yunanistan’daki ayaklanmanın bastırılması sırasında Mora ve Girit valiliklerinin kendisine verileceği belirtilerek desteğisağlanan Mısır Valisi Mehmet Ali’nin 1830’da ayaklanması üzerine Osmanlı Devleti bir valisinin karşısında oldukça zor duruma düşmüş,Osmanlı ordusunu Konya’da yenen Mehmet Ali Paşa ile yapılan 1833 Mayısındaki Kütahya Antlaşması’yla Mısır ve Suriye valiliğinin yanı sıraoğlu İbrahim Paşa’ya da Cidde valiliği ve Adana’nın vergi toplama hakkı verilmiştir. II. Mahmut’un bir vali karşısında Osmanlı İmparatorluğu’nundüştüğü bu durumu telafi etmek istemesi, gönderdiği Osmanlı ordusunun 1839’da Nizip yakınlarında tekrar yenilmesiyle (Nizip savaşı
sırasında II. Mahmut ölmüş, yerine oğlu Abdulmecid geçmiştir) sonuçlanmıştır.
Yukarıda belirtildiği gibi, 1830’daki ayaklanmanın doğurduğu tehlikenin ortadan kaldırılması için Ruslara 1833 Temmuzunda Hünkârİskelesi Antlaşması ile bazı ayrıcalıklar sağlanmış olmasını da dikkate alan İngiltere’nin girişimleriyle gerçekleşen Londra Konferansı (1840) süreci sonunda 1841’e gelindiğinde Mehmet Ali Paşa, Suriye, Akka ve Hicaz başta olmak üzere Sudan dışındaki işgal ettiği yerlerden çekilirken,Mısır valiliği babadan oğula geçecek şekilde Mehmet Ali’nin soyuna bırakılmakta, 1841 Temmuzunda yapılan Londra Boğazlar Sözleşmesi’yle de boğazların yabancı savaş gemilerine kapalılığı ilkesi benimsenirken, Ruslar Hünkâr İskelesi’yle ele geçirdikleri ayrıcalıkları kaybetmekteydi.
Bu sorunların etkisiyle iyice Batı’nın etkisi altına giren Osmanlı İmparatorluğu, II. Mahmut’un 1839’da ölümü üzerine yerine geçen Padişah Abdulmecid’in işbaşına gelişinden dört ay sonra, Mehmet Ali sorununu görüşmek için İngiltere öncülüğünde bir konferans düzenlenmesi hazırlığı sürdüğü bir sırada, Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa tarafından 3 Kasım 1839’da Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) ilan edilerek, özellikle Osmanlı topraklarındaki azınlıklara önemli ayrıcalıklar anlamına gelen ve daha sonraki aşamada Batılı güçleri Osmanlı İmparatorluğu’nun içişlerine müdahale etmelerinin yolunu açacak bir ödün veriliyordu. Siyasi tarihimize bir yenilikçi ve Batılılaşma hareketi olarak geçecek olan ve bu konuda söz konusu sürece ne ölçüde bir katkı sağladığı belli olmayan Tanzimat Fermanı’nın asıl etkisi devletin parçalanma sürecini hızlandırmasıyla ortaya çıkacaktır.
Ruslarla Osmanlı İmparatorluğu arasındaki Kırım Savaşı (1853-1856)
sonunda Avrupa devletlerinin de katıldığı 1856’daki Paris Antlaşması’yla
Osmanlı Devleti’nin bir Avrupalı devlet sayılması ve toprak bütünlüğünün
bu devletler tarafından garanti edilmesi söz konusu olurken, Karadeniz’in
tarafsız hale getirilerek hem savaş hem de ticaret gemilerine açık hale gelmesi, boğazların ise savaş gemilerine daha önce olduğu gibi kapalı tutulması kararlaştırılıyor du. Batılı güçler İmparatorluğu Kırım Savaşı’nda desteklemenin bir karşılığı olarak da 1856’da Islahat Fermanı’nın ilanıyla azınlıklara sağlanan ayrıcalıkların kapsamının genişletilmesini sağlamışlardır. Osmanlı’nın zayıflamasıyla artan dış müdahale, 1876’da Birinci Meşrutiyet’in ilanıyla sonuçlanmıştır. Her ne kadar Birinci Meşrutiyet’in ilanında artan batılılaşma çabalarının da etkisi olmuşsa da burada dış etkiler daha fazla öne çıkmıştır. Bununla beraber, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rusların İstanbul yakınlarına kadar gelmesiyle imzalanan Ayestefanos (Yeşilköy) Antlaşması’yla Sırbistan, Karadağve Romanya’ya bağımsızlık verilmekte, bir Bulgaristan prensliğikurulmakta, Kars, Ardahan ve Batum Ruslara, Bosna ve Hersek ise Avusturya’yabırakılmaktaydı. Ağır koşullar içeren bu antlaşmanın kısmen
hafifletilmesi aynı yıl toplanan Berlin Konferansı’nda mümkün olduysa da İngilizler bu desteğin karşılığı olarak 1878’de Kıbrıs’ın idaresini ele geçirmişler dir. Bu, bir anlamda Avrupa siyasi gelişmelerinin de etkisiyle İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik politikasında ciddi bir değişikliği ifade etmekteydi. İngiltere, Kırım Savaşı öncesinde başlayan, Rusya’yı Osmanlı İmparatorluğu ile dengelemeye dönük politikasını terk etmiştir. Hint Okyanusu’na giden yolda bölgenin güvenliğini Rusya’ya karşı savunması nedeniyle o güne kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün korunmasına dönük bir politika izleyen İngiltere, özellikle 1877-78 Rus Savaşı’yla bu devletin söz konusu amacı gerçekleştirmede yetersiz kaldığının ortaya çıkmasıyla en büyük rakibi olan Rusya’nın Orta Doğu ve Balkanlar üzerinde oluşturduğu tehdidi önlemekte yetersiz kalmaya başlayan Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını doğrudan veya dolaylı olarak denetimine almıştır. İngiliz çıkarlarını ve Hint yolunun güvenliğini bu şekilde sağlamaya dönük olarak da önce Kıbrıs (1878) arkasından da Mısır (1882) işgal edilmiştir. Bu arada 1830’da Cezayir’i işgal eden Fransa’nın da 1881’de Tunus’u işgal etmesiyle Kuzey Afrika’daki Türk egemenliği ciddi ölçüde zayıflamış; ancak, bir süre daha
devam edecek bu etki 1911’de İtalya’nın Libya’yı (Trablusgarp ve Bingazi)
işgal etmesiyle I. Dünya Savaşı öncesinde, özellikle Kuzey Afrika açısından
büyük ölçüde sona ermiş olacaktır.
19. yüzyılda Osmanlı sultanları kapsamlı reform programları uygulamaya
çalıştılar. Yönetimin gündeminde hükümetin merkezîleşmesi, sadrazamın kontrolünde bir yürütme gücünün kurulması, vergilendirmenin ve askere almanın modernleştirilmesi, anayasal güvencelerin sağlanması, teknik, meslekî ve diğer eğitimleri sağlayan okulların açılması gibi hedefleri vardı, fakat bu hedeflerin çok azı gerçekleştirilebildi.
Diğer yandan, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gelişmelerde Fransız Devrimi’nin izlerini görmek mümkün. Avrupa’da başlayan reform çabalarını yakalamaya çalışan Türk padişahları içeride bazı reformlar yapma gereği duymuşlar ve bu yönde tam bir başarı sağlanamasa da önemli gelişmeler söz konusu olmuştur. Bu tür çabalar, iktidar dönemi Fransız Devrimi’yle aynı yıllara rastlayan III. Selim (1789-1807) zamanında başlamış ve ilk sürekli elçilik kurumunun kurulması yanında, Nizam-ı Cedid adında yeni bir ordunun kurulması ve maliyenin disipline sokulmaya çalışılması bu girişimler arasında en göze çarpanlar olmuştur. Ancak bu gelişmelerden rahatsız olan yeniçerilerin ayaklanması sonucu III. Selim’in öldürülmesiyle yerine geçen II. Mahmut (1808-1839) bu çabaları daha da ileriye götürmüştür. II. Mahmut zamanında önce Sekban-ı Cedid adıyla yeni bir ordu kurulduysa da bunu yaşatmak mümkün olmamış ve kaldırılmıştır. Bu konudaki asıl başarı, 1826’da yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra sağlandı ve bunun yerine Asakir-i Mansure-i Muhammedi ye adında yeni bir ordu kuruldu. Harp okulunun açılması, Divan’ın kaldırılarak yerine Nazırlıkların (bakanlıklar) getirilmesi, hükümete önerilerde bulunmak üzere meclis ve komisyonların kurulması, posta teşkilatının kurulması ve Takvim-i Vakayi adıyla ilk resmi gazetenin çıkarılması onun döneminde gerçekleştirildi.
Bu alanda 1839’da II. Mahmut’un ölümünden sonra II. Abdülhamit’e
kadar tahta geçen padişahlarla (Abdulmecid 1839-1861; Abdülaziz 1861-
1876; II. Abdülhamit 1876-1909) beraber ülkede padişahlardan çok sadrazamların daha etkili olduğu bir dönem başlamıştır. 1839’da işbaşına
geçen Abdulmecid’in tahta çıkışından hemen sonra yayınlanan Gülhane
Hatt-ı Hümayunu ya da diğer adıyla Tanzimat Fermanı’nda Sadrazam
Mustafa Reşit Paşa’nın önemli rol oynadığı görülmektedir. Tanzimat
Fermanı, Osmanlı’daki Batıcılık yönündeki gelişmelerde önemli bir dönüm
noktası olarak dikkate alınmaktadır. Tanzimat’la imparatorluk sınırları
içinde yaşayan Müslüman ve gayrimüslimlerin can ve mal güvenliğinin
sağlanması, herkesin kanun önünde eşit sayılması, vergilerin kişilerin
kazancına göre alınması ve askerlik işlerinin belli kurallara göre yapılması
öngörülmüştü. Bunun bir ileri aşaması sayılan Kırım Savaşı’nın Avrupa devletlerinin yardımıyla kazanılmasının sonucunda bu devletlerin baskısı ve bir anlamda bir taviz olarak gündeme gelen ve gayrimüslimlere yeni haklar öngören Islahat Fermanı’yla (1856) Müslüman ve Hıristiyanların kanun önünde eşit haklara sahip olması ve askerî ve sivil bürokrasiye girişte ve eğitim kurumlarından yararlanmada fark gözetilmemesi söz konusu oluyordu.
1861’de işbaşına gelen Abdülaziz’in Jön Türkler’in (Mithat Paşa, Ziya Paşa ve Namık Kemal) öngördüğü meşrutiyeti kabul etmemesi üzerine 1876’da tahttan indirilmesiyle başa geçen II. Abdülhamit (1876-1909), Mithat Paşa’yı sadrazamlığa getirerek Meşrutiyeti ilan etti (1876) ve bir anayasa (Kanun-i Esasiye) hazırlanarak Meclis-i Mebusan denilen ilk meclisin oluşturulmasına izin verdi. Ancak 1877’de Osmanlı-Rus savaşının başlamasıyla Abdülhamit, Meşrutiyet’i kaldırarak Mithat Paşa’yı Taif’e sürgüne gönderdi. Bunun arkasından özellikle İngiltere’den destek gören Jön Türkler, İttihat ve Terakki örgütünü kurarak Abdülhamit’e karşı mücadele vermeye başladılar. Ancak İttihat ve Terakki’nin yanı sıra 1900’lerin başına doğru Abdülhamit’in politikalarından rahatsız olan askerî ve sivil bürokrasinin de baskısıyla 1908’de II. Meşrutiyet Abdülhamit tarafından ilan edildi ve meclis yeniden açıldıysa da 1909’da çıkan ayaklanmanın İttihat ve Terakki’nin Selânik’te kurduğu Harekât Ordusu ile bastırılmasının ardından Padişah tahttan indirildi. Abdülhamit’in 33 yıllık iktidarı döneminde Kıbrıs ve Mısır İngiltere tarafından, Tunus ise Fransa tarafından işgal edilmişti. Bunun dışında, Rusya’nın yardımıyla 1878’de özerk olan Bulgaristan’ın bağımsızlığı (1908) ve 1898’de özerkliğini elde eden Girit’in Yunanistan’a bağlanması (1908) söz konusu oldu.
Osmanlı İmparatorluğu, Abdülhamit sonrasında birkaç yıl içinde Edirne’ye kadar Balkanlardaki tüm topraklarını, I. Dünya Savaşı’na girilmesiyle de tüm Orta Doğu’yu kaybetmiş, elinde sadece Anadolu toprakları kaldığı halde o da savaştan sonra işgal girişimleriyle karşı karşıya kalmıştı.
Diğer bir ifadeyle, 1911’de Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’ın birleşerek Osmanlı’ya saldırısıyla başlayan I. Balkan Savaşı sonunda Libya ve Ege’deki 12 ada İtalya’ya (Uşi Antlaşması’yla), Ege’deki adalar, bazıları (İmroz ve Bozcaada) dışındakiler Yunanistan’a bırakılmış ve yapılan Londra Antlaşması’yla (1913) Osmanlı İmparatorluğu Edirne dahil Balkanlardaki tüm topraklarını kaybetmiştir. Ancak Balkan devletlerinin ele geçirdikleri yerleri aralarında paylaşma konusunda anlaşmazlığa düşmeleri ile başlayan II. Balkan Savaşı’yla Edirne geri alındıysa da Makedonya ve Batı Trakya ile Ege adalarının Yunanistan’a bırakıldığı
1913 Atina Antlaşması’yla kabul edilmiştir. Nitekim, kökeninde Bosna- Hersek üzerindeki mücadelenin yattığı Sırbistan ve Avusturya- Macaristan gerginliğinin ardından başlayan I. Dünya Savaşı’nda Almanya yanında savaşa giren Osmanlı İmparatorluğu, 1918’de Orta Doğu ve Arap yarımadasındaki topraklarını da kaybetmiştir.
6.CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***