ANALİZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ANALİZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mayıs 2020 Cumartesi

COVİD-19 PANDEMİSİNİN GÖLGESİNDE KALAN KÜRESEL SORUNLAR VE ORTADOĞU MESELELERİ

COVİD-19 PANDEMİSİNİN GÖLGESİNDE KALAN KÜRESEL SORUNLAR VE ORTADOĞU MESELELERİ




COVID-19 PANDEMİSİNİN GÖLGESİNDE KALAN KÜRESEL POLİTİKA VE ORTADOĞU’NUN GÜNDEMİ

Mehmet BABACAN*
* Bursa Uludağ Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı Doktora  Öğrencisi ve YÖK 100/2000 Proje Asistanı.
2 Nisan 2020

Yeni Nesil Küresel Salgın: Covid-19

   Dostoyevski, 1872 yılında yayımlamış olduğu “Ecinniler”  adlı romanında Stavrogin ve Kirilov adındaki karakterleri eserin bir yerinde şu şekilde konuşturur:

Stavrogin:-Kıyamet günü melek, bundan böyle zamanın olmayacağını ilan edecekmiş.

Kirilov:-Biliyorum. Bütün insanlar mutluluğa kavuştuklarında, zaman da ortadan kalkacak çünkü artık zaman gerekmeyecek. Çok doğru bir düşünce…
Stavrogin:-Peki, ama zamanı nereye saklayacaklar?

Kirilov:- Hiçbir yere. Zaman bir eşya mı? Hayır. Yalnızca bir düşünce…Zihinlerden silinip gidecek.

Sanırım zaman ve mekân kavramının giderek bulanıklaştığı, hatta tam da şu an neredeyse zamanın durduğu bununla eşanlı olarak hayatın da durduğu tuhaf bir periyottan geçiyoruz; ülke ve tüm insanlık olarak. 

Gözle görülmesi imkânsız bir tek hücreli canlının hayatlarımızı esir aldığı ve dondurduğu bu dönemde en azından uluslararası siyaset açısından küreselleşme, ulus-devlet, bölgeselleşme, güvenlik ve güvenlik tehditleri gibi temel bazı kavramların derinden sorgulanmasını gerektirir biçimde bir özeleştiri yapmak durumunda da kalıyoruz. II. Dünya Savaşı’nın bitiminde ABD’nin Japonya’da kullandığı atom bombaları, ya da  imzalanan birtakım anlaşmalar (AKKA, AKKUM, SALT ve START Anlaşmaları serisi vb. gibi) bağlamında 1990’lardan itibaren sınırlandırılmaya başlanan ve tüm dünyaya artık bir nebze de olsa küresel tehdit olmaktan çıkarıldığı mesajları verilen diğer nükleer, konvansiyonel silahlar ya da füze sistemleri değil küresel güvenliği tehdit eden. Klasik güvenlik anlayışının devlet merkezli bakış açısının ve realist güvenlik anlayışının o çok bildik  high politics-low politics  ayrımının aksine ve  fiziksel tehdit olarak ilk akla gelen, bütçesi milyon dolarlarla ifade edilen nükleer, konvansiyonel silahlar, devasa savaş gemileri, savaş uçakları ya da füze sistemleri bir yana, adına “Covid-19 (Coronavirus/Koronavirüs)” denen gözle görülmeyen bir tek hücreli canlı bütün ulus-devletlerin ve uluslararası toplumun can güvenliğine savaş açarak ancak aynı zamanda çok hızlı ve sinsice yayılarak hepimizi sosyal hayattan izole olmaya ve evlerimize kapanmaya zorladı. Bunun neticesinde yukarıda da belirttiğimiz gibi deyim yerindeyse “hayat ve zaman durdu.” 

Yazının başında yer verilen roman kahramanlarından biri tüm insanlar mutluluğa kavuştuklarında zamanın ortadan kalkacağını iddia etse de günümüz koşullarına bakarak, insanlığın karşı karşıya kaldığı ciddi tehlikler yüzünden bireylerin ferdi ve sosyal yaşamlarına giderek tedirginliğin ve endişenin sirayet ettiğini görmekteyiz. Aşı çalışmaları henüz istenilen seviyeye gelmemişken bu yazı kaleme alınırken tüm dünyada yaklaşık 719.167 koronavirüs vakasının ve 33.900 virüs kaynaklı ölümün gerçekleştiğini öğrenmekteyiz.  

Bütün dünyanın gündeminde birinci sırada yer alan ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından “pandemi (küresel salgın)” ilan edilen Covid-19 haricinde daha düne kadar konuştuğumuz uluslararası politikaya dair meselelerin bir anda nasıl unutulduğuna ve uluslararası toplumun gündeminden çıktığına/çıkarıldığına da hayretle şahit olmaktayız.

Gündemden Düşen Küresel Politika ve Sorunlar/Meseleler

Çok değil bundan birkaç ay öncesine kadar ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşlarını Ukrayna’daki durumu ve Rusya’nın’ saldırganlığını dahası hemen yanı başımızdaki Suriye İç Savaşını, Esed rejiminin saldırıları sonucu verdiğimiz şehitlerimizi ve Türkiye’nin İdlib’e düzenlediği Bahar Kalkanı harekâtı sonrası Rusya ile imzaladığı “Moskova Mutabakatı”nın maddelerini konuşurken küresel salgınla birlikte sağlıkla ilgili konular haftalardır diğer bir çok küresel siyasal ve ekonomik meseleyi de gündem dışına itti.  Aslında dünya politikasının yaşadığı dönüşüm çerçevesinde görülen ilk pandemi değil Koronavirüs ve büyük ihtimalle son da olmayacak. 1. Dünya Savaşının hemen ardından görülen İspanyol giribini, Kara vebayı ve o kadar uzaklara gitmeye gerek kalmadan henüz 11 yıl önce 2009’da ortaya çıkan H1N1 (Domuz gribi) virüsünü bundan önceki küresel salgınlara örnek olarak verebiliriz. Özellikle 2009’daki Domuz gribi salgınında 6 hafta içinde 30 ülkeye ve takip eden aylarda 190’dan fazla ülkeye yayılan virüs dünya genelinde 12.799 kişinin hayatını kaybetmesine yol açmıştı. Dolayısıyla Fareed Zakaria’nın  “Amerikan sonrası dünya (post-American World)” teziyle de örtüşür bir biçimde özellikle 2007 ve sonrasında ABD (mortgage) ve AB’yi (borç krizi) etkisi altına alan finans krizinin üstüne bir de küresel çevre sorunları (küresel ısınma, tsunami, yanardağ patlamaları) ve salgın hastalıkların (SARS, H1N1) eklemlenmesi haklı olarak dünya siyasetinde artık ekonomi, çevre, sağlık sorunlarının giderek daha önemli hale geldiği ve siyasal olarak da Batı-sonrası döneme doğru gidildiği yorumlarının doğmasına yol açmıştır.

Bununla birlikte 2011 yılında Güney Afrikayı da bünyesine katarak yoluna devam eden BRIC-S, G-20 ve ŞİÖ gibi oluşumlar dünya politikasının ağırlık merkezinin Atlantikten diğer bölgelere doğru kaydığını adeta doğrularken özellikle Obama döneminde takip edilen tek taraflı ve uluslararası örgütleri ön plana çıkaran “ilerleci pragmatist” dış politika ABD’nin hegemon güç rolünü oynamadaki isteksizliğine kanıt olarak gösterilmiş ve Bush dönemindeki Irak ve Afganistan işgalleriyle de meşru hegemon güç rolünün zaten aşındığına dair yorumların doğmasını sağlamıştır. Hâl böyleyken bir anda dünya gündemini değiştiren, Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyalarında görülen halk ayaklanmalarının yaygın ve genel bir bölgesel devrim hareketleri zinciri haline gelmesiyle ortaya çıkan “Arap Baharı” (bazı kaynaklar Arap uyanışı/Arab awakening, Arap devrimleri/Arab revolutions adlandırmalarını da tercih etmektedir), küresel ve bölgesel güçlerin dahil olduğu yeni güç denklemlerini ortaya çıkararak özellikle Suriye, Libya ve Yemen gibi ülkeler üzerinden yürütülen vekâlet savaşlarıyla da karşılıklı restleşmeleri artırmıştır. 
Peki sadece Arap baharı ve onun en son ve en zor halkası olan Suriye İç Savaşı mıydı pandemiden önce konuştuğumuz küresel sorunlar? Elbette değildi. Amerika ve İran arasında Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin öldürülmesiyle başlayan ve her an savaşa dönüşme ihtimalinden bahsedilen gerginlik, bu kapsamda bombalanan Irak’taki Taci, Ayn el-Esad ve Erbil Amerikan üsleri, İsrail’in ABD desteğiyle “yüzyılın anlaşması” olarak nitelediği ve tüm dünyaya iyi niyetli (-imiş gibi) lanse ettiği sözde “barış planı”, İngiltere’nin Brexit kararı sonrası AB’nin durumu ve sorgulanan geleceği, Ukrayna’daki son durum, Çin ile olan ticaret savaşları bağlamında ABD’nin imzaladığı son anlaşma, yine İran’da düşen ve 176 kişinin ölümüyle sonuçlana uçak faciası, ABD’de gittikçe yaklaşan  başkanlık seçimleri ve adayların seçim propagandaları…Görüldüğü gibi liste uzayıp gitmekte. 

Tabii Covid-19 pandemisiyle birlikte küreselleşme tartışmalarının yeniden alev aldığını hatta David Harvey’in (1989)  zaman-mekân sıkışması kavramsallaştırmasının bir yansıması olarak sunulan ve aktörlerarası ilişkilerin yoğunluk derecesinin ve birbirlerini etkileme kapasitesinin had safhaya ulaştığı nokta olarak tasvir edilen küreselleşme sürecinin anılan pandemiyle birlikte geriye doğru işlemeye başladığını da söyleyebiliriz. Salgından korunmak adına vatandaşlarını sosyal/toplumsal hayattan izole eden ulus-devletler tüm yurtdışı uçuş trafiğini durudurarak  kendilerini de uluslararası toplumdan ve devletlerarası ticari, ekonomik, diplomatik vb. ilişkilerden tecrit etmeye başlamışlardır.  Küreselleşmenin katalizörü olarak görev yapan iletişim ve ulaşım teknolojileri yavaş yavaş terkedilerek küreselleşmenin dinamikleri yavaşlatılmakta, globalleşmenin en önemli aktörleri olan çok uluslu şirketler, insan ve buna bağlı olarak mal, sermaye ve hizmet hareketliliğinin yavaşlaması ve talebin azalmasıyla birlikte büyük bir ekonomik riskle karşı karşıya kalmaktadırlar. Batı dünyası yukarıda da bahsedilen 2008 finans krizinin şoklarını henüz üzerinden atamamışken talebin ve tüketimin azalması ekonomik büyümeyi yavaşlatacak, ekonomik büyüme olmazsa küresel kapitalist düzenin işleyişi riske girecek ve dolayısıyla küreselleşmeyi de derinden vuracaktır. 
Dünyanın Gözü, Kulağı, Eli-Ayağı ya da Kayanayan Kazanı Ortadoğu 

Aslında yukarıda da değindiğimiz gibi 2011’de başlayan halk hareketlerinin merkezi olan Ortadoğu Arap Baharı dalgasıyla birlikte uluslararası politikada senelerdir gündemde olan bir bölge. Sadece son on yılda mı? Ortadoğu sahip olduğu jeoekonomik, jeopolitik ve jeokültürel önem dolayısıyla küresel ve bölgesel güçlerin yüzyıllardır üzerinden gözünü kulağını ayırmadığı, özellikle sahip olduğu hidrokarbon kaynakları ve bunların nakil hatları, güzergâhları sebebiyle de enerji kaynaklarına ihtiyaç duyan tüm ülkelerin neredeyse eli ayağı olan ancak din, mezhep, etnisite gibi iç dinamiklerin yanında sürekli uluslararası müdahalelere de açık olması hasebiyle global politkanın deyim yerindeyse “kaynayan kazanı” olmuş bir bölgedir. Özellkle 1. Dünya Savaşından sonra Osmanlı Devleti’nin, 2. Dünya Savaşından sonra  da İngiltere’nin bölgeden çekilmesi ya da tasfiye edilmesiyle ABD’nin hegemon güç konumu nedeniyle bölgedeki baskın rolü, Rusya, Çin, İran, AB gibi diğer küresel ve bölgesel aktörlerle birlikte bazen gizliden bazen açıktan sürdürülen bir mücadeleyi sürekli kılmış, bölgeye barış getirmesi amacıyla tasarlanan  birçok plan ya da anlaşma (Sykes Picot, Büyük Ortadoğu Projesi/BOP gibi) düzenden çok düzensizliği yaratmıştır. 

Bütün dünyayı etkisi altına alan koronavirüs pandemisinin Ortadoğu’daki birçok ülkeyi ve insanı tehdit eden varlığı ise İran özelinde daha net anlaşılabilir. Nitekim İran virüsün ortaya çıkışından bu yana Çin dışında İtalya ile birlikte en yüksek ölüm oranlarının görüldüğü bir ülke olarak karşımıza çıkıyor. Pandemi öncesinde ABD ile yaşanan gerginlik kapsamında gündeme gelen İran’da hükümet üyelerinin de salgına yakalanması durumun ciddiyetini ve vehametini ortaya koyarken devlet başkanı Ruhani ve dinî lider Hamaney’in açıklamaları, gerçeklikten uzak olduğu gerekçesiyle ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo tarafından eleştirilmiştir. Pandemiyle ilgili vaka ve ölüm sayılarını hemen her dış politik konuda olduğu gibi Amerikan karşıtlığı üzerine kurgulayarak servis eden İranlı yöneticilerin açıklamaları tedbirlerin geç alındığı ve durumun ciddiye alınmadığı noktasında uluslararası toplum tarafından da tenkit edilmiştir. 
İran dahil bölge genelindeki bütün ülkeleri etkileyen asıl mesele petrol fiyatlarının hızla düşerek son 20 yılın en düşük seviyesine gerilemesi olmuştur. Bu durum başta Rusya ve Suudi Arabistan gibi büyük petrol ihracatçısı aktörleri uzun vadede zorlayacak gibi görünse de petrol gelirlerindeki düşüş esasen ekonomisi büyük ölçüde petrol gelirlerine bağlı olan İran ve Irak’ı etkileyecek gibi görünmektedir.  Petrole olan talebin azaldığı ve fiyatların düştüğü bir ortamda hâlihazırda Amerikan ambargosu nedeniyle zor bir süreçten geçen İran’ı finansal olarak daha da derinleşen bir krizle karşı karşıya bırakırken siyasal istikrarsızlık ve uzun bir süreden beri devam eden gösteriler nedeniyle iç karışıklılar yaşayan Irak’ta da benzer sonuçlar doğuracaktır. Petrol gelirlerinin düşmesi BAE, Umman ve Katar gibi körfez ülkelerini değişik önlemler almaya iterek geleneksel körfez monarşilerinin birbiri adınca ekonomik destek paketi açıklamalarına yol açmıştır. Yemen, Libya ve Suriye’de devam eden iç çatışmalar ve istikrarsız siyasî ortam zaten çok olumsuz bir tablo çizerken bombalamalar sonucu hastaneleri yıkılan ve sağlık sistemi neredeyse tamamen çöken pandeminin gölgesindeki Esed rejiminden ilk vaka ve virüs kaynaklı ölüm açıklaması gelmiştir. Şu an için çok aktörlü, çok katmanlı bir şekilde devam eden iç çatışmaların ve vekâlet savaşlarının hüküm sürdüğü anılan ülkelerde pandemi süreci ve sonrasıyla ilgili bir öngörü kestirmek zor görünüyor. Keza geçtiğimiz günlerde Suriye’deki iç savaş tam 10. yılını doldururken rejimle muhalifler arasındaki çatışmanın nerede duracağını, dahası benzer şekilde Libya’daki General Halife Hafter ile Ulusal Uzlaşı/Mutabakat Hükümeti arasındaki silahlı mücadelenin nasıl ve ne şekilde biteceğini kestirmek mümkün değil. Bütün ülkelerin deyim yerindeyse kendi “can derdine” düştüğü ve ulusal güvenliğinin “kaygısına” kapıldığı bir dönemde uluslararası bir koalisyonu harekete geçirmek, normal zamanda bile mümkün değilken hele şimdi tam anlamıyla “imkânsız” olarak tarif edilebilecek bir durumdur.

Pandemi nedeniyle bir süredir kesilen halk gösterilerinin Lübnan, Ürdün, Sudan, Cezayir, Fas ve Irak gibi bölgelerde yoğunlaşması “İkinci Arap baharı” olarak nitelendirilse de bu hareketlerinin arızî ya da daimî olup olmayacağını zaman gösterecek. Ancak daha ilkinin artçı şokları devam ederken ve Suriye devriminin doğurduğu devlet-dışı aktörler ve göçmen krizi bölgesel jeopolitiği büyük bir istikrarsızlığa uğratmışken ikinci bir dalganın Ortadoğu’da hangi aktörleri ve güç denklemlerini ortaya çıkaracağı ise pandemi sonrası şekillenecek yeni dünya düzeni ve/veya jeopolitiğinde belli olacaktır.
Muhammed Mursi’nin devrilmesinin ve ölümünün ardından otoritesini pekiştiren Sisi’nin Mısır’daki yönetimi ise pandeminin başından beri hiç iç açıcı bir görünüm sergilememektedir ve aldığı dış yardımlarla ayakta durmaya çalışan Sisi yönetimi yüksek işsizlik oranı, koronavirüs nedeniyle azalan turizm gelirleri ve sağlık sektöründeki alt yapı yetersizliği nedeniyle kötü bir sınav vermektedir. Ülkede genel bütçeden sağlık sektörüne ayrılan payın % 1,2 olduğu düşünüldüğünde sağlık sisteminin çökmesi ve yeni bir isyan dalgası ile halk harektenin başlaması ise ne yazık ki mümkün görünmektedir. 
İsrail-Filistin cephesinden ise ilk başta salgına karşı ortak mücadele edildiği ve bu kapsamda Mescid-i Aksa’nın ibadete kapatıldığı haberleri gelse de, Hamas sözcüsü Abdullatif el-Kanu’nun Doğu Kudüs’te dezenfekte çalışmasına katılan 12 Filistinlinin İsrail istihbarat güçlerince göz altına aldığını açıklamasıyla taraflar arasındaki gerginlik yeniden artmış, İsrail’in bu tutumu Hamas kanadından “ırkçı ve barbar” olarak nitelendirilmiştir.  Bölgedeki yaygın istikrarsız ortamın koronavirüsün ortaya çıkaracağı muhtemel toplumsal etkilerle birlikte daha yıkıcı sonuçlar doğurabileceği tahmin edilmekle birlikte uzun vadede Irak’taki siyasi düzenin yeniden sağlanması, petrol gelirlerindeki düşüşün özellikle İran ve Irak üzerindeki etkileri ile İsrail-Filistin arasındaki ABD güdümlü barış planı tasarılarının tutarlılığı, bununla birlikte Rusya öncülüğünde “şimdilik” Türkiye’nin gazabını savuşturan Esed rejiminin geleceği global ve bölgesel politikanın pandemi sonrası kendine gelmesiyle birlikte yeni küresel siyasetin seyrine ve yapısını bağlı olarak netlik kazanacaktır. 


Sonuç


Küresel ve bölgesel politikadan söz ederken uluslarası ilişkilerin temel paradigmalarına referans vermeden konuşmak neredeyse imkânsızdır. Devletlerarası ilişkileri ve küresel ölçekteki politikayı güç mücadelesi şeklinde yorumlayarak devlet-merkezli bir bakış açısını odağına yerleştiren gerçekçi/realist ekolün uluslararası konular/gündemler arasında bir sıralama yaparak askeri ve siyasal konuları öncelikli (high politics), diğer konuları (ekonomi, sağlık, çevre, eğitim vb.) ise ikincil (low politics) görmesi sanırım tüm dünyayı etkisine alan bu pandemi karşısında bildiklerimizi yeniden test etmemiz gerektiğini ifade ediyor. Tek hücreli bir virüsün dünyanın birçok ülkesinde aynı anda binlerce insanın canını alması birçok fizikî ya da kimyasal silahın kapasitesini aşan bir durumdur. Bu durumda sadece teori ya da paradigmaları değil, güvenlik olgusunu ve tehditleri de yeniden sıraya koymak ve üzerine düşünmek gerekiyor.
Global ölçekte insan hareketliliğinin yavaşladığı, küreselleşmeye ket vurulduğu böyle bir dönemde aslında önce bireysel sağlığımızın sonra sevdiklerimizin/ailemizin sağlığının ve en nihayetinde ulusumuzun sağlığının herşeyden daha önemli ve öncelikli olduğunu görerek ekonomik, ticari, toplumsal, kültürel, sanatsal, sportif, eğitsel diğer bütün konu ve durumları şimdilik yok saydık ve geçici olarak dondurduk. İşte uluslararası ilişkiler de aynen bu şekilde geçici olarak dondu şu an. Devletler de tıpkı bireyler gibi içlerine kapanarak kendini izole etti. Evlerimizde kapılarımızı kapattığımız gibi neredeyse bütün ulus-devletler de  sınırlarını kapadı ve adete küresel bir infirat/izolasyonizm ilan edilerek ekonomik, ticari, diplomatik, siyasal, askeri vb. bütün ilişkilerini geçici bir süreliğine askıya aldı. Hatta bu içe-kapanmacı duruma “yeni korumacılık” (new-protectanism) ya da “yeni ulusalcılık” (new-nationalism) diyenler de olmuştur.  Uluslararası politika tanımı yapılmamış bir iletişimsizlik ve adı konmamış bir ilişkisizlik dönemine girerken ülkesel ve ulusal olarak sosyal hayatımız durma noktasına gelmiş, birçok kişi bu süreçte evinden çalışmaya ve  işlerini konutundan yönetmeye başlamıştır. Çok basit bir ifadeyle diyebiliriz ki; “Bireysel ve sosyal hayatlarımız ile idraklerimizdeki zaman mefhumu dondu/durdu”. Temennimiz bireysel, ulusal ve uluslararası çapta bu temassızlık ve iletişimsizlik döneminin bir an evvel bitmesi ve herşeyin normal seyrine dönmesi. 
Bu duruma global politikanın ve uluslararası ilişkilerin de dahil olması aslında onun (uluslararası ilişkiler biliminin/disiplininin) hem sosyal bilimler içerisindeki bir bilim dalı hem de bir olgu/gerçeklik olarak insanın oluşturduğu beşeri ilişkiler ağının en kapsamlısı olduğunun bir göstergesi aslında. Ve bu aşamada pandeminin gölgesinde kalan çoğu yanı başımızdaki küresel ve bölgesel birçok sorun, kriz, çatışma ya da konunun çok çabuk hafızalarımızdan silindiğine de şahit olduk. Bundan sonra dünya siyasetinin alacağı şekil hakkında birçok spekülasyon yapılmakta, komplo teorileri ileri sürülmekte ve 2020 sonrası için birtakım tespit ve öngörüler yayınlanmaktadır. Ancak bununla birlikte global politikaya dair ya da korona-sonrası (post-corona era) yeni dünya düzeni hakkında konuşmak için daha çok erken olduğu kanısı da mevcuttur.  Ulusal ve toplumsal alanda olduğu gibi uluslararası alanda da herşeyin normale dönmesi yakın bölgemizdeki, Ortadoğu’daki, Balkanlar’daki yahut Kafkaslar’daki, bu sorunları ya da konuları elbette yeniden gündeme getirecektir. Ancak bundan sonra bölgeye ve küreye dair konuşacağımız ve tartışacağımız meseleleri daha geniş bir güvenlik perspektifinden, Covid-19’un tüm insanlığa verdiği derslerden yola çıkarak belki ahlâk, inanç, çevreye saygı gibi temalara ve teorilere daha çok ağırlık veren kapsayıcı bir bakış açısıyla ele alacağımızı ise kesinlike söyleyebiliriz. Çünkü hem bilim birikimsel bir şekilde ilerlemekte hem de gelecek geçmişten alınan derslerle şekillenmektedir.


DİPNOTLAR;

1  Dostoyovevski, Fyodor Mihayloviç. Ecinniler,  (Ankara, Dorlion Yayınları, 2018).

2 Guzzini, Stefano. Realism in International Relations and International Political Economy, (New York, Routledge, 1998).

3  https://www.worldometers.info/coronavirus/   Erişim: 30.03.2020 01:12
4  Kalaycıoğlu, Sema. “Kale Burcundan Dışarıya Bakarken” 26.03.2020 https://tasam.org/tr-TR/Icerik/53562/kale_burcundan_disariya_bakarken Erişim: 27.03.2020  19:10.

5  Zakaria, Fareed, The Post-American World, (New York, W.W. Norton & Company. 2008).

6  Harvey, David. The Condition of Post Postmodernity: An Enquiry into the Origins of Cultural Changes, (Oxford Basic Blackwell, 1989).

7  Balta, Evren. “Kara Veba dan Koronavirüse Küreselleşme” 10.02.2020  https://www.uikpanorama.com/blog/2020/02/10/kara-vebadan-koronaviruse-kuresellesme/ Erişim: 28.03.2020 22:55.
8  Danışoğlu, Bülent. “Koronavirüs ve Küreselleşme” 30.03.2020 https://bianet.org/bianet/saglik/220524-koronavirus-ve-kuresellesme Erişim: 30.03.2020 03:15.

9  Şahin, Mehmet (ed.) Ortadoğu: Aktörler, Unsurlar, Sistemler, (İstanbul, Kopernik Yayınları, 2019): 9
10  Altunışık, Meliha Benli. “Ortadoğu’da Derinleşen Kriz Koronavirüs, Düşen Petrol Fiyatları ve Yönetilemeyen Ülkeler” 25.03.2020 https://www.uikpanorama.com/blog/2020/03/25/ortadoguda-derinlesen-kriz-koronavirus-dusen-petrol-fiyatlari-ve-yonetilemeyen-ulkeler-meliha-benli-altunisik/  Erişim: 30.03.2020 04:25.
11  https://orsam.org.tr/tr/misirin-yeni-krizi-sisinin-koronavirus-sinavi/ Erişim: 30.03.2020 03:50.

12  https://www.ahaber.com.tr/dunya/2020/03/17/corona-virus-icin-dezenfekte-yapanlari-tutukladilar-israilden-buyuk-skandal  Erişim: 29.03.2020 23:44.

13  Bu bölüm yazılırken kısmen yararlanılan şu kaynaktan Ortadoğu bölgesi için dönemsel olarak daha geniş bilgi elde edilebilir:  https://orsam.org.tr/tr/ortadogu-gundemi-23-29-mart-2020/   

14   Vardan Atoyan said that; “Current situation challenging the world order. Nowadays we are witnessing some great dramatic geopolitical changes such as fragmentation, isolationism and protectonism and the rise of sovereign egos of nation  states. Will these trends continue? It’s hard to predict!” as an answer of a question named “ It’s the end of USA empire” on research gate. You can follow on it: https:// www.researchgate.net/post/It_s_the_end_of_USA-empire   (31.03.2020  14:36).

15  Mehmet Öğütçü, “Is It Too Early To Speculate On A Post-Corona New World Order?”  https://www.uikpanorama.com/blog/2020/03/30/is-it-too-early-to-speculatr-on-a-post-corona-new-world-order/  Erişim: 31.03.2020 11:45.


***

5 Ekim 2017 Perşembe

TÜRKİYE İKBY REFERANDUMUNA NEDEN KARŞI


TÜRKİYE İKBY REFERANDUMUNA NEDEN KARŞI?

25.09.2017




Irak ve Suriye’de iç savaşın, IŞİD ile mücadelenin olanca hızıyla sürdüğü bir ortamda yeni bir çatışma dinamiği yaratacak kritik bir süreç yaşanıyor. 1. Körfez Savaşı sonrasında fiili otonomi kazanan, Irak işgali ile fiili durumu anayasal zemine oturtan Iraklı Kürtler, 2014 sonrasında yaşanan IŞİD ile mücadele sürecinin sunduğu fırsattan faydalanarak bağımsızlık yolunda en son adım olan bağımsızlık referandumunu 25 Eylül 2017 tarihinde düzenleme kararı aldı. Bu adımın bölgede yeni çatışmaları tetikleyeceği ve terör örgütleri ile mücadelenin zaafa uğrayacağı görüşü hakim. Bu nedenle İsrail dışında referanduma destek veren ülke çıkmadı.

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) muhtemelen bağımsızlık için daha uygun bir zaman olamayacağını düşünüyor. IŞİD ile mücadele IKBY’nin siyasi ve askeri konumunu oldukça güçlendirdi. Iraklı Kürtler her şeyden önce başta Kerkük olmak üzere Bağdat ile arasında sorun yaratan tartışmalı bölgeler konusunda elini güçlendirdi. Irak ordusunun çekilmesi ile tartışmalı bölgelerin %90’a yakını tamamen Kürt güçlerin kontrolüne geçti. Irak merkezi hükümeti ise IŞİD ile mücadele nedeniyle güç kaybetti ve giderek daha fazla dış desteğe açık hale geldi. Bu da IKBY’yi bağımsızlık adımını atmak için en uygun zamanın şimdi olduğu düşüncesine yönlendiriyor.

KDP ve lideri Mesut Barzani’nin referandum konusunda bu kadar ısrarcı olmasının iç politik faktörlerle de ilgisi olduğu söylenebilir. IKBY’de uzun zamandır ciddi bir siyasi ve ekonomik kriz yaşanıyor. KDP’nin bu sıkıntıları örtmek için bağımsızlık gibi popüler bir meseleyi gündeme getirdiği, 2017 yılı sonunda düzenlenecek Meclis seçiminde konumunu güçlendirmeye çalıştığı ve en önemlisi yasaya aykırı olarak başkanlık koltuğunda oturan Barzani’nin pozisyonunu korumak için de bağımsızlığı gündeme getirdiği söylenebilir. Son neden olarak, bağımsızlık referandumu ertelense bile bunu bir pazarlık aracına dönüştürerek tartışmalı bölgeler ve ekonomik gelirler konusunda garantiler alabileceğini düşünüyor olabilir. Bu durumda referandum düzenlenmez ancak IKBY ilerde çok daha kolay ve iyi şartlar altında bağımsızlık kazanacak zemini oluşturarak bu süreci atlatır. Ancak bütün bu destekleyici nedenlere rağmen Iraklı Kürtler arasında referandumun zamanlaması konusunda farklı görüşler olsa da bağımsızlık idealinin çok güçlü olduğunu ve IKBY’nin bir bütün olarak bağımsızlığa kavuşmak istediğini unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla bağımsızlık referandumunun düzenlenmesinin esas nedeni son adımı atarak bu ideale biraz daha yaklaşmak.

IKBY bölge ülkelerinin ve uluslararası camianın tepkisi konusunda muhtemelen bir hesap hatası içinde. Iraklı Kürtlere göre Batı IŞİD ile mücadele nedeniyle Kürtlere desteğini önemli oranda artırdı ve kendilerine giderek artan bir ilgi ve sempati ile yaklaşıyor. Türkiye ile ekonomik ve enerji işbirliği derinleşerek devam ediyor. Türkiye tepki gösterse bile bu iç politik nedenlerle olacaktır ve diplomatik seviyede kalacaktır. Hatta Iraklı Kürtler IKBY Başbakanı Neçirvan Barzani’nin Türkiye ziyareti sırasında Atatürk Havalimanında IKBY bayrağının asılmasını da “Türkiye’nin bağımsızlığa yeşil ışığı” şeklinde okuyacak kadar iyimser bir algı içinde. Bölgede Kürt bağımsızlığına karşı çıkması muhtemel diğer bölge ülkesi Suriye ise zaten hayatta kalma mücadelesi veriyor ve dışarısı ile ilgilenecek durumu bulunmuyor.

IKBY’nin bu okuma biçimine karşın durumun bu kadar basit olmadığı söylenebilir. Batı’nın genel anlamda Irak’ta Kürtlerin bağımsızlık kazanma çabasına olumlu yaklaştığı, politikaları ile bu süreci desteklediği kabul edilebilir. Ancak 2014 sonrasında Batı’nın Iraklı Kürtlere artan ilgi, destek ve sempatisinin temelinde IŞİD ile mücadele yatıyor. Batı’nın Irak ve Suriye’de birinci önceliği IŞİD’in yenilgiye uğratılması ve bağımsızlık adımının bunu zaafa uğratacağı düşünülüyor. Tam da bu nedenle Batı referanduma özü itibarıyla değil ancak zamanlama olarak karşı çıkıyor. IKBY’nin mevcut konumunu borçlu olduğu ABD, Iraklı Kürtlerin geçmişten bu yana en yakın dostlarından Fransa gibi ülkeler dahi Barzani’yi ikna etmek için yoğun bir diplomasi yürüttü. Ancak esas yanılgı Türkiye’nin olası yaklaşımı ile ilgili. Türkiye’nin IKBY ile kazan-kazan ilkesine dayalı bir ilişki kurmak istediği ortada. Ancak Türkiye bu yakın ilişkiyi hiçbir zaman Irak’ın toprak bütünlüğünü riske atacak bir çerçeveye oturtmadı. Türkiye son yıllarda Irak merkezi hükümeti ile yaşanan krizlerde bile “önce Bağdat” ilkesine sadık kalmaya çalıştı. Türkiye’nin IKBY ile sürdüğü ilişkiden her iki tarafın ekonomik çıkar sağladığı açık. Ancak bu kazancın IKBY açısından “hayati” Türkiye açısından ise “göz ardı edilebilir” olduğu söylenebilir. Türkiye’nin kendi ekonomik hacmi içinde buradan sağlanan gelir önemli olmakla birlikte daha yaşamsal çıkarlar söz konusu olduğunda riske edilebilecek seviyede. Bu nedenle Türkiye’nin karşılıklı çıkarlar nedeniyle tepkisini düşük seviyede tutacağı düşüncesi gerçekle bağdaşmıyor. Peki Türkiye Iraklı Kürtlerin bağımsızlık referandumu düzenlemesine neden karşı çıkıyor?

Iraklı Kürtler Türkiye’nin PKK ile mücadelesinde güvenilir bir ortak olabilir mi?

Türkiye son yıllarda IKBY ile iyi ilişkiler kursa da bu işbirliği daha çok ekonomi ve enerji alanında gelişti. Ancak kalıcı ve daha derin işbirliği kurabilmenin yolu siyasi ve güvenlik alanında işbirliğinden geçiyor. Bu açıdan ise tam bir başarı sağlanamadı. Hatta Türkiye’nin en ciddi iç ve dış politika sorunu olarak gördüğü PKK konusunda tehdit algısı yaratacak gelişmeler yaşanmaya devam etti. Türkiye algısına göre “IKBY ile yakın ilişkiler kurulabilir ancak IKBY PKK ile mücadelemde hiçbir zaman dayanabileceğim bir ortak değil.” Güvenlik alanında işbirliği IŞİD ile mücadele ile sınırlı kaldı. KDP’nin de tehdit algıladığı Sincar’daki PKK varlığı ve Suriye’de YPG konusunda dahi bir eşgüdüm sağlanamadı. Daha da önemlisi IKBY KDP’den ve Barzani’den ibaret değil. KDP bölgelerinde (Erbil ve Dohuk) PKK’nın diğer yerlere nazaran etkisinin daha az olduğundan bahsedilebilir. Ancak Süleymaniye’de PKK’nın yoğun etkisi rahatça hissediliyor. KYB’ye bağlı peşmergeler PKK’lılar ile birlikte Kerkük çevresinde IŞİD’e karşı birlikte mücadele yürütüyor. Kerkük’ün KYB’li Valisi Necmettin Kerim Kerkük’e PKK’lıların yerleşmesine imkan sağladı, Valilik’te PKK’lıları ağırladı. Hatta Türkiye’ye yakın duran KDP’nin lideri Mesut Barzani’nin dahi PKK’yı terör örgütü olarak görmediğini ve Mahmur’da PKK’lıları “IŞİD’e karşı mücadeleden dolayı kutladığı” akıllardan çıkarılmamalı. Böyle bir fotoğraf karşısında Türkiye’de tehdit algısının oluşması doğal. Son yıllarda IKBY ile kurulan iyi ilişkilerin hem ekonomik hem de siyasi açıdan Türkiye’ye faydalar sağladığı, şu anda IKBY üzerinde yaptırım imkanı varsa bu politikalar sonucunda elde edildiği bir gerçek. Ancak şu da unutulmamalı ki IKBY işin doğası gereği hiçbir zaman Türkiye’nin PKK ile mücadelesinde tam olarak güvenebileceği bir aktör olamaz.

Irak’ta yeni çatışma dinamiklerinin doğması ve Türkmenlerin konumu

IKBY bağımsızlık referandumunu kendi sınırlarının ötesinde yasal olarak Bağdat’a bağlı olan Kerkük gibi tartışmalı bölgelerde de gerçekleştiriyor. Tartışmalı bölgeler Türkiye sınırında Telafer’den başlayarak İran sınırında Mendeli’ye kadar uzanmakta. Bu coğrafyanın iki önemli özelliği var. Birincisi buralarda Türkmenler, Araplar, Kürtler, Sünniler ve Şiilerin bir arada yaşadığı heterojen bir toplum yapısı var. İkincisi doğal kaynaklar açısından zengin bölgeler. Tartışmalı bölgelerin bağımsızlık referandumuna katılması doğal olarak hem yerelde farklı etnik ve mezhepsel gruplar arasında çatışmayı tetikleyecek hem de bu bölgeler üzerinde egemenlik iddiasını sürdüren Bağdat ile IKBY arasında daha geniş çaplı bir çatışmanın fitili ateşlenecek. Bu da Irak ve Suriye’de en kısa sürede istikrara ihtiyaç duyan Türkiye açısından istenmeyen bir durum. Bu çatışma dinamiği içinde Türkmenlerin konumu ise son derece hassas. Zira Kürtler ve Araplardan farklı olarak silahlı güçleri yok ve 2003 işgalinden bu yana askeri taraflar arasında yaşanan her çatışmanın kurbanı Türkmenler oldu. Daha önce de örnekleri görüldüğü üzere son olarak referandumun yarattığı gergin ortamda peşmerge güçleri kendisi açısından esas tehdit olan Haşti Şaabi yerine zayıf konumda olan Türkmenlere yöneldi ve Kerkük’te Türkmen Milliyetçi Hareketi’nin binasına saldırı düzenledi. Türkiye ise kendisini Türkmenlere yakın görüyor ve destekliyor. IKBY ve peşmregenin Türkmenlere yaklaşımı ise kesinlikle Türkiye’yi tatmin edecek bir durumda değil. Kerkük’e yerleştirilen PKK varlığı ise ayrı bir sorun. PKK’lılar da Türkiye’ye yakın gördükleri Türkmenlere karşı zaman zaman kullanıldı. Dolayısıyla Türkiye Kerkük’ün bağımsızlık referandumuna dahil edilmesi durumunda Türkmenlerin çatışma ortamında büyük zarar göreceğini düşünüyor. Uzun vadeli risk algısı ise Kerküklü Türkmenlerin IKBY idaresi altında kimliklerini kaybedebileceği düşüncesi. Bunun en yakın örneği Erbil. Geçmişte önemli bir Türkmen şehri olan Erbil’de Türkmen kimliği giderek ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Türkmenlerin yaşadığı ve Erbil’in tarihi merkezi Kale boşaltılarak turistik bir alana dönüştürüldü. Türkiye bu nedenlerle Kerküklü Türkmenlerin taleplerine paralel olarak Kerkük’ün merkezi hükümete bağlı kalması gerektiğini savunuyor. Zira demografik, siyasi ve askeri olarak Kerkük’te aşırı güçlü olan Kürtlere karşı Bağdat’ın varlığı bir denge oluşturabilir ve şehirde çoğulcu yapı korunabilir. 

Irak’taki yapının Suriye’de YPG alanları ile yakın ilişki geliştirme ihtimali

Türkiye IKBY’nin bağımsızlık referandumunu Suriye’deki gelişmelerle bağlantılı olarak da okuyor. Türkiye’nin algısına göre kendi güney sınırlarında bir kuşak oluşturuluyor ve bu kuşak Kürt kuşağı olduğu için değil ancak önemli bir kısmı PKK tarafından kontrol ediliyor olduğu için tehdit oluşturuyor. Irak’taki bağımsızlık sürecinin buna ilişkin yarattığı tehdit algısı ise uzun vadede farklı Kürt aktörlerin kendi aralarındaki sorunları çözerek ortak idealler etrafında Türkiye’ye karşı birlikte hareket edebilme potansiyeli. Suriye’de PKK kontrolünde fiili bir otonom bölge oluşmuş durumda. Bu yapının siyasi statü kazanacağı meçhul ancak ihtimaller dahilinde. Böyle bir durumda Irak’taki olası bağımsız devlet ile Suriye’deki federal yapının işbirliği yapmasının önünde engel olmadığı ortada. Iraklı Kürtlerin bugünkü bağımsızlık sürecine giden yolda önemli kilometre taşlarından biri ABD’nin iç savaş halindeki KDP ve KYB’yi ABD’de bir araya getirerek Vaşington Anlaşmasını imzalatması idi. Şu anda aralarında Sincar ve Suriye konusunda rekabet olduğu için bir araya gelmesinin mümkün olmadığı düşünülen KDP ve PKK’nın Kürt kamuoyunun baskısı ve Batı’nın yönlendirmesi gibi faktörlerle bir araya gelmesinin önünde hiçbir engel yok. Hatta yukarıda ifade edildiği üzere IKBY KDP’den ibaret değil. KYB ve hatta bir dereceye kadar Goran Hareketi Suriye’de YPG’yi sonuna kadar desteklediklerini açıklıyor, askeri ve ekonomik yardım sağlıyor. Türkiye’nin en hayati sorunu konusunda bu tarz bir yaklaşım karşısında Türkiye’nin fırsat temelli bir yaklaşım geliştirmesini beklemek gerçekçi değil. 

Sınırların değişiminin domino etkisi yaratabileceği kaygısı

Türkiye’nin Irak ve Suriye politikasının ana ilkelerinden biri toprak bütünlüğünün korunması. Bunun temelinde bölge ülkelerinin herhangi birinde yaşanacak bir sınır değişiminin domino etkisi yaratarak kendisine sirayet edebileceği kaygısının yattığı sır değil. Bu kaygıyı Irak, İran ve Suriye de paylaşıyor. Irak, İran ve Türkiye tam da bu nedenle ilişkilerinin en kötü olduğu bir ortamda dahi statükonun korunması temelinde bir araya gelebiliyor. Türkiye içinde bu algının yanlış olduğu ve Türkiye gibi büyük bir devletin bölünme korkusu ile hareket etmesinin doğru olmadığını savunan kesimler var. Bu yaklaşımın haklılık payı var. Tamamen bu kaygıya dayalı olarak bölgede bir politika takip etmenin Türkiye’ye zarar vereceği ortada. Ancak sınır değişimlerinin bölge ülkelerinin sınırlarını koruma çabalarını olumsuz etkilemeyeceği şeklinde bir düşünce de fazlaca iyimser. Hele ki bu kartı diğer bölge ülkelerine karşı kullanma potansiyeli olan bölgesel ve bölge dışı güçlerin varlığı söz konusu iken. Örneğin IKBY’nin bağımsızlık referandumuna tek destek veren ülke olan İsrail’in kafasında Kürt kartını ilerde İran gerekirse de Türkiye’ye karşı kullanılabilecek bir koz olarak görmediğini iddia etmek mümkün değil.

Türkiye Nasıl Tepki Verebilir?

Bu yazı yazıldığı sırada referandumun düzenlenip düzenlenmeyeceği henüz kesinleşmemişti. Zira beklemediği düzeyde bir tepki ile karşılaşan ancak geri adım atamayan Mesut Barzani süreci bir pazarlığa dönüştürüp bazı kazanımlar elde ederek referandumu erteleyebileceğinin sinyallerini veriyor. Bu belirsizlik muhtemelen son güne kadar devam edecek. Barzani bazı kazanımlar elde edebilirse uzun zamandır milliyetçi duygular pompaladığı ve sokaklara döktüğü halka karşı “bakın kazanımlar elde ettik ve artık daha güçlü bir konumdayız” diyerek kendine bir çıkış sağlayacak. Bu düşük ihtimale karşın referandumun düzenlenmesi yüksek olasılık ve bu sonuç kısmında referandumun düzenlenmesi durumunda Türkiye’nin nasıl bir yaklaşım sergileyebileceği tartışılmaya çalışılacak.

İlk kısımda ifade edildiği üzere Türkiye’nin referanduma karşı duruşunu iç dengelerle açıklamaya çalışmak gerçekçi değil. Bu nedenle Türkiye IKBY’nin beklentisinin aksine somut olarak bir yaptırım paketini gündeme getirebilir. Türkiye en yetkili ağızlardan referanduma karşı olduğunu ve ısrarcı olunması durumunda “IKBY’nin bedel ödemek” durumunda kalacağını açıkladı. TSK Sincar’daki PKK varlığı nedeniyle zaten yoğun askeri bir konuşlanmanın olduğu Silopi’de askeri tatbikat başlattı. Askeri karşılık olabileceği mesajı veren bu adıma rağmen krizi tırmandırma sürecinin parçası olarak ilk aşamada ekonomik yaptırım araçları gündeme gelecektir. Bu yaptırımların IKBY üzerinde ciddi etkisi olacaktır. IKBY bir kara devleti ve alternatif çıkış noktaları Türkiye, İran, Irak ve Suriye. Irak ve Suriye alternatif olacak durumda değil. İran ve Türkiye’nin koordineli bir şekilde ekonomik yaptırım uygulaması zaten kriz yaşayan IKBY’nin ayakta durmasını zorlaştıracaktır. Ekonomik açıdan Türkiye’nin elinde İran’a göre daha fazla argümanın olduğu söylenebilir. Ancak Türkiye’nin ekonomik yaptırımların dışında zor kullanma seçeneğini de kullanması olası ve eğer bu gerçekleşirse muhtemelen İran ve Irak ile koordineli şekilde olacaktır. Kimse doğrudan IKBY’ye dönük bir kara harekatı ya da hava saldırısı beklemiyor. Ancak ilk kısımda ifade edildiği üzere Sincar’da ve hatta Peşmerge kontrolündeki yerlerde artan bir PKK varlığı söz konusu. Buraların havadan hedef alınması söz konusu olabilir. Askeri açıdan ise İran’ın elindeki araçlar daha fazla. İran çok rahat bir şekilde Irak ordusu üzerindeki etkisi ile ya da kendisine bağlı ya da üzerinde etkili olduğu Haşdi Şaabi güçleri vasıtası ile peşmergelere karşı güç kullanımına başvurabilir. Tam da bunu işaret edercesine Haşdi Şabi Komutanı Ebu Mehdi El Mühendis referandumun yaklaştığı bir ortamda büyük bir askeri konvoy ile birlikte Kerkük'e girdi. Yine aynı şekilde Irak ordusu da Kerkük’e bağlı Havice ilçesini IŞİD’den kurtarmak için operasyon başlattı. Irak ordusu ve İran böylece 2014’te tamamen çekilmek durumunda kaldığı Kerkük’e güneybatıdan girme imkanı elde edecek ve Kürtlere “Kerkük’te tek taraflı adım atamazsın” mesajını verecek. Türkiye’nin de Kerkük konusundaki hassasiyeti ortada. Özellikle Türkmenlere dönük bir tehdit söz konusu olursa Türkiye’nin güç kullanma seçeneğini daha hızlı bir şekilde gündeme getirmesi mümkün.

Bu yazı 24 Eylül 2017 tarihinde Star Gazetesi’nde “Türkiye Kuzey Irak’ta referanduma neden karşı?” başlığı ile yayınlanmıştır.

http://orsam.org.tr/orsam/DPAnaliz/14504?dil=tr

**

21 Aralık 2016 Çarşamba

ABD SURİYE İLİŞKİLERİNDEKİ DEĞİŞİM


ABD SURİYE İLİŞKİLERİNDEKİ DEĞİŞİM,



ABD SURİYE İLİŞKİLERİNDEKİ DEĞİŞİM
No: 03 . Mart 2009 
www.orsam.org.tr
Temel Hususlar 
Hazırlayan: Oytun Orhan, 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı 






ORSAM


• ABD-Suriye ilişkilerinde iyileşme beklentisi haklı gerekçelere dayanmakla birlikte değişimin boyutu konusunda temkinli olmak gerekmektedir. 
Gerginliğe neden olan konular varlığını sürdürdükçe genel anlamda sorunlu ilişkiler devam edecektir. “Diyalogu dışlamayan gerginlik” dönemine geri dönüş olabilir. Bunun tek istisnası Suriye’nin Golan Tepeleri sorununu çözmesi olabilir. İsrail’le barış sağlanırsa Suriye’nin çıkar tanımlamaları, tehdit algılamalarında köklü bir değişim oluşacaktır. 
• Suriye, üzerindeki siyasi baskının ve ekonomik yaptırımların yumuşatılması karşılığında Tahran ile ilişkileri kesme gibi bir politika değişikliğine gitmeyecektir. Ancak Irak’tan çekilme, Lübnan, HAMAS-El Fetih uzlaşısı gibi bazı konularda ABD’yi rahatlatacak işbirliği girişimleri olabilir. 

• ABD’nin yumuşak gücüyle Ortadoğu’ya dönüşü Türkiye’nin son yıllarda ön plana çıkan bölgesel rolünü sınırlandırabilir. ABD muhtemelen bölgede 
yeniden arabuluculuk rolüne soyunacaktır. Ancak ABD Türkiye’yi dışlayıcı bir yaklaşım sergilemeyecektir. Türkiye’nin varlığı barış şansını artıracaktır. Olası barış görüşmeleri sürecinin başında Türkiye’nin aktif olması ancak nihai aşamada ABD’nin ön plana çıkması beklenebilir. 

• Suriye’nin eksen değiştirmesini beklemek gerçekçi değildir. Suriye muhtemelen bölgedeki geleneksel ilişkilerini koruyan ancak daha fazla 
alternatifi olan yeni bir model geliştirebilir. Bu yeni model, doğası gereği İran-Suriye ittifakına neden olan unsurlarda yumuşama sağlayacaktır. 
Ancak Suriye bir tercih durumunda kalmayacaktır. Bu süreç Türkiye-Suriye ilişkilerinin daha da derinleşmesine yol açabilir. 



GÜNDEM - ANALİZ 
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 

ABD-Suriye İlişkilerinde Değişim ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki Rolü 

No: 03 . Mart 2009 
www.orsam.org.tr
Temel Hususlar 
Hazırlayan: Oytun Orhan, ORSAM Ortadoğu Uzmanı 
ORSAM

• ABD-Suriye ilişkilerinde iyileşme beklentisi haklı gerekçelere dayanmakla birlikte değişimin boyutu konusunda temkinli olmak gerekmektedir. 
Gerginliğe neden olan konular varlığını sürdürdükçe genel anlamda sorunlu ilişkiler devam edecektir. “Diyalogu dışlamayan gerginlik” dönemine geri dönüş olabilir. Bunun tek istisnası Suriye’nin Golan Tepeleri sorununu çözmesi olabilir. İsrail’le barış sağlanırsa Suriye’nin çıkar tanımlamaları, tehdit algılamalarında köklü bir değişim oluşacaktır. 

• Suriye, üzerindeki siyasi baskının ve ekonomik yaptırımların yumuşatılması karşılığında Tahran ile ilişkileri kesme gibi bir politika değişikliğine gitmeyecektir. Ancak Irak’tan çekilme, Lübnan, HAMAS-El Fetih uzlaşısı gibi bazı konularda ABD’yi rahatlatacak işbirliği girişimleri olabilir. 

• ABD’nin yumuşak gücüyle Ortadoğu’ya dönüşü Türkiye’nin son yıllarda ön plana çıkan bölgesel rolünü sınırlandırabilir. ABD muhtemelen bölgede 
yeniden arabuluculuk rolüne soyunacaktır. Ancak ABD Türkiye’yi dışlayıcı bir yaklaşım sergilemeyecektir. Türkiye’nin varlığı barış şansını artıracaktır. Olası barış görüşmeleri sürecinin başında Türkiye’nin aktif olması ancak nihai aşamada ABD’nin ön plana çıkması beklenebilir. 

• Suriye’nin eksen değiştirmesini beklemek gerçekçi değildir. Suriye muhtemelen bölgedeki geleneksel ilişkilerini koruyan ancak daha fazla 
alternatifi olan yeni bir model geliştirebilir. Bu yeni model, doğası gereği İran-Suriye ittifakına neden olan unsurlarda yumuşama sağlayacaktır. 
Ancak Suriye bir tercih durumunda kalmayacaktır. Bu süreç Türkiye-Suriye ilişkilerinin daha da derinleşmesine yol açabilir. 

GÜNDEMANALİZ ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ABD-Suriye İlişkilerinde Değişim ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki Rolü 

İÇİNDEKİLER 

Giriş 






1. ABD-Suriye İlişkilerinin Genel Seyri    2 

2. Başkan Bush DönemindeABD-Suriye İlişkileri 3 

3. Başkan Obama ve ABD-Suriye İlişkileri 5 

4. İlişkilerde Değişim ve Türkiye için Riskler Fırsatlar 6 


Giriş 


Başkan Barack H. Obama ile beraber ABD dış politikasında önceki döneme göre farklılık beklentisi çok güçlüdür. Obama’nın dış politikada getireceği değişim beklenen kadar olmasa bile önemsiz de olmayacaktır.1 Politikaların özü aynı kalsa da diplomasiye yaklaşım, kullanılacak dış politika araçları hatta dış politika öncelik sıralamasında değişimler bile önemli farklar yaratabilir. 


Bush döneminin sona ermesini ve Obama’nın görevi devralmasını bekleyen ülkelerin başında Suriye geliyordu. ABD-Suriye ilişkileri 2001 sonrasında 
belki de ilişkilerin tarihi boyunca olmadığı kadar tek boyutlu (baskı ve izolasyon) bir nitelik kazanmıştır. Daha önceki dönemlerde gerginlik ağır bassa da sınırlı ve dönemsel işbirliği her zaman varlığını korumuştu. Suriye, Obama ile beraber ABD’yle diyalog sürecinin yeniden başlayacağı beklentisi 
içindedir.2 

Çalışmamızda, yeni dönemde iki ülke ilişkilerinde yaşanacak değişimin boyutu ve bunun Türkiye için yaratacağı sonuçlar değerlendirilecektir. Ancak değişimi gerçekçi bir zeminde analiz edebilmek için ilk iki bölümde ilişkilerin kısa tarihi ve ilişkiyi şekillendiren konular ele alınacaktır. 

**********
1. ABD-Suriye İlişkilerinin Genel Seyri 

ABD-Suriye ilişkileri Hafız Esad’ın 1970 yılında iktidara gelişinden sonraki dönemde inişli çıkışlı bir seyir izlemeye başlamıştı. ABD o dönemde, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’daki etkinliğini sınırlamaya çalışırken, Suriye Sovyetler’in en önemli bölgesel müttefiklerinden biriydi. İsrail-Filistin Sorunu’nun çözümü konusunda he iki ülke farklı bakış açılarına sahipti. Daha çok baskı ve gerginliğin hâkim olduğu ilişkiler yine de diyalogu dışlamıyordu. 

ABD Ortadoğu Barış Süreci nedeniyle zaman zaman Suriye ile diyaloga girme ihtiyacı duyuyordu. Dönemsel işbirliği ABD açısından büyük çaplı olmasa da bazı getiriler sağlıyordu. 1973 Yom Kippur Savaşı sonrası İsrail ve Suriye arasında 1974’te imzalanan sınır düzenlemesine ilişkin anlaşma bunlar arasındaydı. Suriye 1979 yılında ABD’nin “teröre destek veren devletler” listesine alındı. ABD, 1986 yılında bir İsrail uçağının bombalanması girişiminde Suriye’nin de parmağı olduğu gerekçesiyle büyükelçisini geri çekti. Ancak bir sene sonra Suriye’nin Ebu Nidal örgütünü ülke dışına çıkarması ve Lübnan’da rehin alınan ABDlinin kurtarılmasında yaptığı yardım karşılığında ilişkiler yeniden büyükelçilik seviyesine çıkarıldı.3 

1990’larda ve Başkan Bill Clinton döneminde ilişkiler iki yönlü devam etti. Suriye bir yandan “teröre destek veren devletler” listesinde yer aldı, diğer yanda da ABD’nin İsrail-Suriye arasındaki arabuluculuk rolü devam etti. George H. W. Bush ve Bill Clinton dönemlerinde Saddam Hüseyin’i çevrelemek, 
Barış Süreci’ni canlandırmak, enerji güvenliğini korumak ABD’nin öncelikleriydi. Bütün bunlar Suriye ile diyalogu zorunlu kılıyordu.4 

İki kutuplu sistemin son bulması taraflar açısından yeni işbirliği gerekliliği doğurdu. ABD, Sovyetler’in yıkılışını Golan Tepeleri sorununu çözmek açısından 
bir fırsat olarak görüyordu. Suriye için ise ABD ile işbirliği neredeyse zorunluluktu. Sovyetler’in yıkılışı Suriye’nin en önemli uluslararası askeri 
ve siyasi desteğini kaybetmesi anlamına geliyordu. Bu ortamda Suriye’nin sorunlu ilişkilere sahip olduğu Batı ve ABD’ye yönelik yeni bir açılım sergilemesi 
gerekiyordu. Bu düşünce değişiminin ilk sonucu Suriye’nin 1. Körfez Savaşı’nda koalisyon kuvvetleri içinde yer alarak ABD’ye destek vermesi oldu. Suriye, desteği karşılığında Lübnan’da rahat hareket etme konusunda ABD’nin yeşil ışığını aldı ve Lübnan’daki Suriye karşıtı grupları ülke dışına çıkardı.5 

Suriye aynı yıl içinde İsrail ile barış sürecine katılma kararı aldı. 1991 yılındaki Madrid Barış Konferansında Suriyeli yetkililer İsraillilerle aynı masada 
yer aldı. Bu süreçte ABD-Suriye arasında üst düzey birçok ziyaret gerçekleşti ve ekonomik ilişkiler paralel olarak gelişti.6 Suriye’nin İran’la, Hizbullah’la ilişkisi, radikal Filistinli örgütlere desteği gibi gerginlik unsurları varlığını sürdürürken belli alanlarda işbirliği sürüyordu. “İşbirliğini dışlamayan gerginlik” döneminin son ayaklarından biri dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’ın 2000 yılında Suriye eski lideri Hafız Esad ile dönemin İsrail Başbakanı Ehud Barak arasında Cenevre’de Golan Tepeleri sorununun çözümüyle ilgili yürüttüğü arabuluculuktu. Bu girişim çözüme çok yaklaşmışken Suriye’nin Galile Gölü’ne çıkışını sağlayacak yaklaşık 100 metrelik bir sınır düzenleme sorunu nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanmıştı. 

ABD bazı dönemlerde Suriye ile angajmana girerek kazanımlar sağlasa da Suriye’nin bölgesel politikalarında istediği boyutta bir değişim sağlayamıyordu. 
Bütün bu süreçten ilişkilerin mantığına ilişkin şu sonuca ulaşılabilir: Suriye, ABD açısından Ortadoğu’da bir yandan sorunun merkezinde yer alırken diğer taraftan çözümün de merkezinde yer almaktadır. Suriye’nin bölgeye bakışı ve politikaları ABD ile örtüşmemektedir. Bu durum ABD ile sürekli gergin ve sorunlu ilişki modeli doğurmaktadır. Ancak Suriye diğer birçok devletten farklı olarak baskının çok yoğunlaştığı, ilişkilerin kopma noktasına geldiğini hissettiği anlarda geri adım atmakta, ABD açısından sorunların çözümünde aktif olarak yer almaktadır. Bu da ABD’nin her ne kadar bölge politikalarından hoşlanmasa da Suriye’yi tamamen göz ardı etmesini engellemektedir. Ancak angajman dönemleri Suriye’nin bölgesel ilişkilerinde köklü değişim sağlayamamaktadır. Bu durum 2000’lerin başından itibaren ABD’nin Suriye politikasında yeni bir dönem başlatmıştır. 



2. Başkan Bush Döneminde ABD-Suriye İlişkileri George Bush’un 2001 yılında görevi devralması sonrası iki ülke ilişkilerini belirleyen unsurlar şunlardı: 

ABD Açısından Suriye’nin;

- İran ile ilişkisi, 
- Lübnan politikası,
- Irak politikası,
- Filistin sorununa yaklaşımı ve “teröre destek” konusu,
- Kitle imha silahı geliştirdiği iddiaları,
- Demokratikleşme ve insan hakları konuları. 

< Suriye, ABD açısından Ortadoğu’da bir yandan sorunun merkezinde yer alırken diğer taraftan çözümün de merkezinde yer almaktadır. 
Suriye’nin bölgeye bakışı ve politikaları ABD ile örtüşmemektedir. >


ABD’de Yeni Muhafazakâr ekibin Suriye politikasının temeli baskı, izolasyon, tehdit, askeri saldırı, rejim değişikliği yolu ile Şam’ın bölgesel politikalarında değişim sağlamaya dayanıyordu. 

Suriye açısından ABD’nin;

- Tehdit, baskı, izolasyon ve rejim değişikliği politikaları,
- Suriye’nin bölgesel kaygılarını dikkate almaması ve hayati çıkar alanlarına müdahale etmesi, 
- Irak’taki ordusunun Suriye’de yarattığı yaşamsal tehdit algılaması, 
- Hariri Suikastı Uluslararası Mahkemesi’ni, Suriye üzerinde siyasal baskı aracına dönüştürmesi, 
- İsrail’e verdiği koşulsuz ve sınırsız destek. 

2001 yılında George Bush’un başkanlık görevini üstlenmesiyle beraber “diyalogu dışlamayan gergin ilişki” modeli uzun yıllar sonra ilk kez değişmeye 
başladı. ABD’de Yeni Muhafazakâr ekibin Suriye politikasının temeli baskı, izolasyon ve tehdit (askeri saldırı, rejim değişikliği) yolu ile Şam’ın bölgesel 
politikalarında değişim sağlamaya dayanıyordu. Verilen teşviklerin Suriye yönetimi tarafından yanlış algılandığını düşünen Yeni Muhafazakârlar 
sadece baskı yoluyla Suriye’nin politikalarının değiştirilebileceği fikrindeydi. Hatta yönetim içinde Suriye’nin baskı yoluyla bile göstermelik bazı 
geri adımlar atabileceğini, gerçek bir dönüşüm için rejimin tamamen değiştirilmesi gerektiğini savunanlar bile bulunuyordu.7 Bu bakış açısı uzun 
yıllar inişli çıkışlı seyreden ilişkilere olumsuz anlamda istikrar kazandırdı. Suriye’ye askeri saldırı ve rejim değişikliği senaryoları bu dönemde sıkça 
gündeme geldi. Gerilen ilişkiler sadece Yeni Muhafazakâr ekibin iktidara gelişiyle açıklanamazdı. 11 Eylül saldırılarının ABD’nin Ortadoğu vizyonu 
ve tehdit sıralamasında yarattığı değişim, ilişkileri daha gergin bir noktaya taşıdı. 11 Eylül sonrasında Ortadoğu Barış Süreci artık ABD’nin bölge 
önceliği olmaktan çıkmıştı. İsrail-Suriye barış görüşmelerinin bu çerçevede geri plana atılması ABD’nin Suriye ile angajmana girme ihtiyacını ortadan 
kaldırıyordu. Buna ek olarak küresel terörizmle mücadele artık ABD’nin yeni tehdit önceliği idi. Dünyayı “ya bizden ya da onlardan olanlar” şeklinde 
algılayan yönetim “karşı kampta” gördüğü tüm ülkelere karşı sert politikalar izlemeye başladı. ABD’nin “teröre destek veren devletler” listesinde 
yer alan Suriye’nin bu vizyon değişikliğinden olumsuz etkilenmesi kaçınılmazdı. 

  ABD’nin bundan sonraki Suriye politikasına “ ya değişim ya ilişkileri bitirme” anlayışı hâkim olmaya başladı. Suriye’nin bu talep karşısında, yıllardır 
yürütmekte olduğu bölgesel ittifak sisteminden hem de garantiler almadığı bir ortamda vazgeçmesi beklenemezdi. Böylece şiddeti sürekli artan 
gerginlik dönemi başlamış oldu. Bu dönemin ilk somut ürünü 2002 yılında ABD Kongresi’ne sunulan ve Suriye’ye ekonomik ve siyasi yaptırımlar uygulanmasını 
öngören “ Suriye Sorumluluk Yasası ” oldu. Dönemin ABD Başkanı George Bush, “ Terörizmle mücadele için yeteri kadar çaba göstermediği” gerekçesiyle bir sonraki yıl yasa tasarısını imzaladı. İlişkiler artık tek boyutlu bir nitelik kazanmıştı: Yaptırımlar, baskı ve izolasyon yoluyla Suriye dış politikasında değişim. 

İlişkileri daha da karmaşıklaştıran ABD’nin Irak’ı işgali oldu. Bu işgal iki açıdan ilişkileri olumsuz etkiledi. Birincisi ABD’nin dış politika önceliğinde 
Irak en başa yerleşti ve diğer tüm konuların önemi nispi olarak azalmaya başladı. Ortadoğu Barış Süreci’nin geri plana atılması ABD’nin Suriye ile angajmana girme ihtiyacını azalttı. İkinci etken, 

    < ABD ve Suriye’nin Irak konusunda farklı bakış açılarına sahip olmalarıydı. Suriye, Irak işgaline başından itibaren karşı çıktı. ABD’nin, kendi sınırlarındaki askeri varlığını yaşamsal bir tehdit olarak algılıyordu. >  

Yeni Muhafazakâr yönetimin Suriye’yi dışlayan hatta kimi zaman rejim değişikliğini gündeme getiren bakış açısı bu tehdit algılamasını haklı gerekçelere dayandırıyordu. 
Yine o dönemde, sonradan başarısız olsa da, “ Büyük Orta Doğu Projesi ” kapsamında bölgenin otoriter devlet yapılarının “demokratikleştirilmesi” ABD’nin hedefleri arasındaydı. 
Sıradaki hedef Suriye mi? ” sorusu o dönemde ciddi bir olasılık olarak tartışılıyordu. Suriye bu ortamda Irak politikasını doğal olarak ABD’nin başarısızlığı üzerine oturttu. Irak’ın istikrar ve güvenliğine katkı yapmadığı gibi ABD’nin iddiasına göre sınırlarını direnişçilere açmaya başladı. ABD güvenlik 
birimleri raporlarına göre, Irak’ta yakalanan direnişçilerin büyük çoğunluğu ya Suriye orijinli ya da diğer Arap ülkelerinden gelip Suriye sınırından 
Irak’a sızan kişilerden oluşuyordu.8 Karşılıklı meydan okumaya dönüşen ilişki zaman zaman çatışmayı bile gündeme getiriyordu. Sıcak takip kapsamında 
ABD’nin Suriye sınırlarına taşan saldırılarının9 yanı sıra bölgesel ortamı fırsat gören İsrail’in eylemleri de oluyordu. 2003 yılında Hayfa’da İslami 
Cihad’ın üstlendiği terör saldırısına karşılık İsrail, Şam’ın yakınlarındaki bir bölgeyi örgüte ait olduğu iddiasıyla bombaladı. ABD, saldırıdan dolayı 
İsrail’i eleştirmekten kaçınırken, Suriye’nin terörizmle savaşta “yanlış tarafta” olduğu mesajını veriyordu.10 Suriye’ye gözdağı vermek için Beşar Esad’ın 
sarayı üzerinde İsrail uçaklarının uçurulması da aynı dönemde gerçekleşti. 

Bu dönemde ABD’nin Suriye’ye yönelik baskı ve izolasyon politikası Avrupa Birliği (AB) tarafından şüpheyle karşılanıyordu. AB Suriye’nin bölgesel 
politikalarından rahatsız olsa da tamamen dışlamanın fayda sağlamayacağını düşünüyordu.11 ABD, Suriye politikası konusunda AB’yi kendi yanına çekemiyordu. 
Ancak Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri suikastı Suriye politikası konusundaki dengeyi ABD lehine çevirdi. Refik Hariri ile yakın ilişkileri bulunan Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın yanı sıra diğer Avrupa ülkeleri de, suikastta parmağı olduğunu düşündüğü Suriye ile ilişkileri askıya aldı. AB ile Suriye arasındaki Ortaklık Anlaşması rafa kaldırıldı. Baskı politikası üzerinde sağlanan uzlaşı Suriye’yi yoğun bir uluslararası baskı altında bırakıyor, süreç Lübnan’daki askerlerini tamamen geri çekmeye kadar götürüyordu. ABD artık Suriye’nin hayati çıkar alanlarına girmeye başlamıştı. 

Lübnan’da sağlanan “başarı” ABD’de baskı politikalarının doğruluğu şeklinde bir algı yarattı. Ancak Bush döneminin sonlarına gelindiğinde ABD açısından 
şöyle bir tablo ortaya çıkıyordu: Suriye halen radikal Filistinli örgütlere ev sahipliği yapıyor ve İran ile ilişkiler sınırlanmanın ötesinde daha da 
derinleşiyordu.12 Lübnan’dan askerlerini çekmiş olsa da Suriye’nin bu ülkedeki etkinliği farklı araçlarla sürüyordu. ABD, Lübnan Meclis seçimlerinde 
Suriye karşıtı 14 Mart Bloğunun çoğunluğu elde etmesiyle dengeleri tamamen kendi lehine değiştirdiğini düşünüyordu. Ancak Lübnan Hükümeti’nin 
Beyrut havaalanında Hizbullah’a ait izleme aygıtlarını kaldırma girişimi sonrası baş gösteren kriz büyüyerek Hizbullah’ın Beyrut’un önemli bir bölümünü 
ele geçirmesine kadar gitti. Silahlı güç yoluyla oluşan yeni durum Lübnan’da siyasi dengelerin yeniden çizilmesi gerekliliğini doğurdu ve bu yeni durum ABD aleyhine ve Suriye lehine bir dağılım yarattı. Dolayısıyla “havuç ve sopa” politikalarının çözüm üretememesi gibi baskı ve izolasyon uygulamaları da Suriye’nin bölge politikalarında köklü bir değişime neden olmadı. 

    <  … yeni durum ABD aleyhine ve Suriye lehine bir dağılım yarattı. “Havuç ve sopa” politikalarının çözüm üretememesi gibi baskı ve izolasyon uygulamaları da Suriye’nin bölge politikalarında köklü bir değişime neden olmadı. >


Son derece karmaşık ve çözümü zor İsrail-Filistin Sorunu ile başlamak daha işi başında başarısızlığa neden olabilir. “Önce Suriye” sorunu çözülerek İsrail-Filistin meselesi için daha uygun koşullar yaratabilir. 

Bu politikanın başarısız olmasındaki en büyük etkenlerden biri tek boyutlu olmasıydı. Suriye taviz verdiğinde herhangi bir olumlu açılım ya da ödülle 
karşılaşmıyordu. Dolayısıyla ilişkilerde rahatlama olmuyordu. Baskı politikasının işe yaradığını düşünen ABD yönetimi yeni taleplerle geliyordu. Bu 
durum Suriye tarafında taviz vermenin sürdürülemez olduğu çünkü taleplerin sonu gelmeyeceği düşüncesini doğurdu. 

*****

3. Obama ve ABD-Suriye İlişkileri 

Seçim kampanyası döneminde Barack Obama’nın Ortadoğu sorunlarının çözümüne yönelik ifadeleri Bush dönemi yaklaşımlarından farklılık taşıyordu. 
Obama, ABD’nin yeni dönem dış politikasının temelinde diplomasi, diyalog, çok taraflılık, arabuluculuk gibi yumuşak güç unsurlarının yatacağı sinyallerini verdi.13 Suriye yönetimi de tüm diyalogun kesildiği ve sadece “sopanın” yer aldığı tek boyutlu ilişki modelinin Obama ile beraber değişeceği 
beklentisi taşıyordu.14 

Obama’nın başkanlık koltuğuna oturur oturmaz ilk icraatlarından biri Ortadoğu Özel Temsilciliği’ne George Mitchell’i atamak oldu. Bu atama Bush döneminde ikinci plana düşen Ortadoğu Barış Süreci’nin yeniden ABD’nin bölgesel öncelikleri arasına gireceğinin işaretiydi. George Mitchell ismi ise sorunların çözümünde izlenecek yola ilişkin “olumlu” sinyaller veriyordu. Daha önce Kuzey İrlanda sorununun çözümünde başarılı bir görev üstlenmiş Mitchell diyalogu seven, arabulucu ve tarafsız kimliğiyle ön plana çıkıyordu. 


Suriye ile ilişkilerde değişim beklentisi yaratan bir diğer unsur yeni yönetimin Ortadoğu Barış Süreci’nin farklı ayakları arasında İsrail-Suriye barışına 
öncelik veren yaklaşımıdır. Buradaki temel mantık şudur: 

    < Son derece karmaşık ve çözümü zor İsrail-Filistin Sorunu ile başlamak daha işi başında başarısızlığa neden olabilir. “Önce Suriye” sorunu çözülerek İsrail-Filistin meselesi için daha uygun koşullar yaratılabilir. > 

İsrail çevresinde güvenli bir ortam sağlanacak ayrıca Suriye’nin soruna ilişkin “yapıcı olmayan” yaklaşımı engellenecektir. Hepsinden önemlisi İran bölgede 
yalnızlaştırılarak zayıflayacak, Hizbullah ve HAMAS ile arasındaki bağlantı koparılacaktır. Bu politikanın başarı şansı ayrı bir tartışma konusu olsa da Obama ekibinden gelen işaretler Suriye ile angajman politikasının hayata geçirileceği yönündedir. 

İsrail ve Filistin iç politikasında yaşanan gelişmeler dikkate alındığında, kısa vadede İsrail-Filistin uyuşmazlığının çözümünde ilerleme sağlamak zordur. 
Aşırı sağ eğilimli İsrail Hükümeti’nin Kudüs ve Batı Şeria’daki yerleşim birimleri ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı gibi konularda adım atma ihtimali son derece düşüktür. Bu kesimler her ne kadar Golan Tepeleri’nin Suriye’ye iadesine de şiddetle karşı çıksa da ABD’nin baskılarına ne kadar direnecekleri meçhuldür. Sonuçta, önceki Demokrat yönetim sırasında da ABD hem İsrail-Filistin hem de İsrail-Suriye konularında aktif bir tutum sergilemişti. Şimdi de Ortadoğu politikasında değişimin üç kilit sahnesi vardır: İran, Irak ve İsrail-Filistin sorunu. Irak’ta değişim başlamış ancak sonuçlanması 2011’i bulacaktır. İran ile bazı sinyaller olmasına rağmen belirsizlik söz konusudur. Filistin’de ise HAMAS’ın rolü ABD’nin elini kolunu bağlamaktadır. 

Bu nedenle Suriye meselesi daha da ön plana çıkmaktadır. ABD yönetimi İsrail üzerinde “Filistin konusunda adım atmıyorsun Suriye konusunda at” şeklindeki baskısını artırabilir. ABD tarafından da pek hoş karşılanmayan yeni İsrail Hükümeti’nin bu baskıya direnme gücü de az olacaktır. Bu nedenle ABD-İsrail-Suriye görüşmeleri Ortadoğu Barış Süreci’nin belki de işleyen tek boyutu haline gelebilir. 

Gelinen aşamada ABD tarafından politika değişikliğine yönelik henüz ciddi bir adım atılmamıştır. Değişimin boyutu şimdilik karşılıklı jestler ve bazı 
işaretlerle sınırlıdır.15 
Değişimin ilk sinyalleri üst düzey ABD’li yetkililerin açıklamalarıydı. Dışişleri Bakanı Hillary Clinton henüz koltuğuna oturmamışken Senato Dış İlişkiler Konseyi’nde, “diplomasinin dış politikanın bekçisi olacağını ve Suriye’yi Ortadoğu’da yapıcı aktör olmaya teşvik etmek gerektiğini” söylüyordu.16 
Obama başkan seçildikten sonra ilk kutlayanlardan biri Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad oldu. Olumlu jestlerin ardından küçük çaplı da olsa bazı somut adımlar gelmeye başladı. Bunlar içinde en önemlisi ABD Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Senatör John Kerry’nin gerçekleştirdiği Şam ziyareti oldu. Kerry “Esad ile görüşmesinin Obama yönetimi ve Dışişleri’nin bilgisi ve onayı kapsamında gerçekleştiğini" söyledi. Bu ziyaret Bush döneminden kopuş olmasa da politikanın tarzına ilişkin bir değişimin göstergesi olabilir. 

Kerry, Suriye’deyken “çok kısa süre içinde farklı konularda Suriye ile gerçek işbirliği” beklentisini dile getirdi.17 Aynı tarihlerde Suriye’nin resmi El Baas gazetesi, Suriye Ulaştırma Bakanı Yarub Bedr’e dayandırdığı haberde, “ABD Ticaret Bakanlığının yıllardır hizmet dışı olan Suriye Havayollarına ait iki adet Boeing 747 tipi uçağın yedek parçalarını sağlamayı kabul ettiğini” duyurdu.18 Daha sonra ABD Hazine Bakanlığı, Suriyeli bir vakfa 500,000 doların aktarılmasına izin verdi. İlk bakışta fazla anlam ifade etmiyor gibi gözüken bu adımlar ekonomik ambargo kapsamında düşünüldüğünde önem kazanabilir. Her şeyden önce bir zihniyet değişiminin ve Suriye’ye uygulanan ekonomik ambargonun sonlandırılacağının işaretleri olabilir. ABD tarafından gelen jestlere karşılık Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad The Guardian gazetesine verdiği demeçte, “Ortadoğu barış sürecinde Washington’u başhakem olarak görmeyi umduklarını ve bölgede ABD’nin yedeği olmadığını ifade etti.19 Bu sürecin en son ve önemli adımı ise Suriye’ye büyükelçi atanacağı iddialarıdır. ABD Dışişleri Bakanı Clinton’ın son İsrail ziyareti sırasında “iki Amerikalı üst düzey diplomatın görüşmeler için Suriye’ye gideceğini” açıklaması20 Şam’a yeniden Amerikan 
büyükelçisi atanmasına giden süreci başlatabilir. ABD, 2005 yılında Hariri suikastı sonrasında büyükelçisini geri çekmişti. 

Obama dönemi ile beraber ABD-Suriye ilişkilerinde yumuşamayı gerekli kılan faktörler şu şekildedir: 

ABD Açısından; 

-ABD’nin Obama dönemi Ortadoğu öncelikleri Irak’tan çekilme, İran nükleer sorunu ve Ortadoğu Barış Süreci olacaktır. Bu konularda başarı sağlamak için Suriye’nin işbirliği kilit önem taşıyacaktır. Suriye, Irak’ta yumuşak geçiş için katkı sağlayabilir. HAMAS-El Fetih arasındaki uzlaşı sürecinde aktif rol oynayabilir. 

İran ile arasına mesafe koyması sağlanabilirse ABD tarafından “olumsuz” olarak ifade edilen İran’ın bölgesel rolü sınırlanmış olur. 

  < Gelinen aşamada ABD tarafından politika değişikliğine yönelik henüz ciddi bir adım atılmamıştır. Değişimin boyutu şimdilik karşılıklı jestler ve bazı işaretlerle sınırlıdır. Değişimin ilk sinyalleri üst düzey ABD’li yetkililerin açıklamalarıydı. >


<   Pragmatik eğilimler sergileyen Suriye, Ortadoğu’da belli bir kampa angaje olmayı muhtemelen tercih etmiyordur. Bölgede İran’dan farklı bir pozisyona sahip olan Suriye, sorunlar olsa da Batı’ya karşı kapıların açık olduğu bir ilişki arayışındadır. >


Zayıflayan İran’ın nükleer sorun konusundaki eli zayıflar. 

-Bush dönemi “baskı ve izolasyon” politikaları çözüm üretemedi. ABD, bazı kazanımlar elde etmekle beraber Suriye’nin bölgesel rolünde arzuladığı değişimi 
sağlayamadı. İran’la ilişkisini sınırlamak isterken Suriye’yi daha çok bu ülkeye itti. 

-Irak’ın güvenlik durumunda sağlanan iyileşme Suriye ile kriz çıkaran başlıklardan birini ortadan kaldırdı. 

Suriye Açısından; 

-Dış politikada genel olarak pragmatik eğilimler sergileyen Suriye, Ortadoğu’da belli bir kampa angaje olmayı muhtemelen tercih etmiyordur. 
Bölgede İran’dan farklı bir pozisyona sahip olan Suriye, sorunlar olsa da Batı’ya karşı kapıların açık olduğu bir ilişki arayışındadır. 

-Irak işgali, Lübnan’dan askerlerin geri çekilmesi ve yaptırımlar Suriye ekonomisini sarsmaktadır. ABD ile ticaretin sınırlı olması ve dünya ekonomisine 
fazla entegre olmaması nedeniyle yaptırımlardan doğrudan etkilenmemektedir. 

Ancak yaptırımlar Batılı şirketleri Suriye’ye yatırım yapma konusunda kaygılandırarak dolaylı etki yapmaktadır. Suriye siyasi izolasyonu kırarak 
ekonomik olarak da rahatlamayı istemektedir. 

İlişkilerde iyileşme beklentisi haklı gerekçelere dayanmakla birlikte değişimin boyutu konusunda temkinli olmak gerekmektedir. Gerginliğe neden 
olan konular varlığını sürdürdükçe genel anlamda sorunlu ilişkiler devam edecektir. “Diyalogu dışlamayan gerginlik” dönemine geri dönüş olabilir. İki 
ülkenin İsrail-Filistin, Lübnan, Irak, İran gibi konulardaki farklı pozisyonları istikrarlı ve tam işbirliğine dayalı bir ilişkinin ortaya çıkmasına engel olacak-
tır. Bunun tek istisnası Suriye’nin Golan Tepeleri sorununu çözmesi olabilir. İsrail’le barış sağlanırsa Suriye’nin çıkar tanımlamaları, tehdit algılamalarında 
köklü bir değişim oluşacaktır. Suriye, ABD ile ilişkilerde sorun yaratan konularda değişim taahhüdü vermese de yeni durum Suriye’nin bölgesel rolünde kendiliğinden değişim yaratacaktır. 

Ekonomik yaptırımlar, Birleşmiş Milletler Hariri Suikastı Araştırma Komisyonu gibi baskı unsurları Obama döneminde de muhtemelen kullanılmaya 
devam edecektir. Ancak ilişkilerin seyrine göre bunlarda bir yumuşama oluşabilir. Suriye için büyük önem taşıyan Lübnan konusunda yeni yönetim 
de geri adım atmayacaktır. 1990’larda olduğu gibi Suriye’nin işbirliği karşılığında Lübnan’da etkinlik kurmasına izin verilmeyecektir. Artık Lübnan 
ABD açısından bölge önceliklerinden biri olmaya başlamıştır. Fuat Sinyora Hükümeti’ne destek devam edecektir.21 Yeni yönetim İsrail’e Golan sorununu 
çözmesi için Suriye ile barış masasına oturması konusunda baskı yapabilir.ABD’nin Suriye ile angajman politikası bu zemin üzerinde yürüyecektir. 
Suriye de üzerindeki siyasi baskının ve ekonomik yaptırımların yumuşatılması karşılığında Tahran ile ilişkileri kesme gibi bir politika değişikliğine 
gitmeyecektir. Beşar Esad iki eksen arasında tercihe zorlanma konusundaki duruşunu “Washington’la iyi ilişkiler, Tahran’la kötü ilişkiler anlamına 
gelmemeli” sözleriyle ifade etmektedir.22 Bu nedenle uzun yıllara dayanan bölgesel ittifak sistemini koruyacaktır. Ancak Irak’tan çekilme, Lübnan, 
HAMAS-El Fetih uzlaşısı gibi bazı konularda ABD’yi rahatlatacak işbirliği girişimleri olabilir. 

*****

4. İlişkilerde Değişim ve Türkiye için Riskler Fırsatlar Sürecin Türkiye üzerindeki etkileri iki başlık altında toplanabilir. 

Birincisi ABD’nin Ortadoğu’da yeniden yumuşak gücünü kullanmaya başlaması; ikincisi de ABD-Suriye yakınlaşmasının Türkiye açısından olası sonuçlarıdır: 



1. ABD’nin 11 Eylül sonrasında Ortadoğu’da yürüttüğü güce dayalı ve tek taraflı politikalar yumuşak güç unsurları açısından bölgede boşluk doğurmuştur. 
Türkiye karşılıklı ekonomik bağımlılık yaratarak, sorunların barışçıl yollarla çözümünü savunarak, arabulucu rol üstlenerek, bölgesel kutuplaşmada 
kendini tarafsız konumlandırarak bu boşluğu doldurmuştur. ABD’nin eskiden olduğu gibi arabuluculuk rolünü aktif olarak üstlendiği bir durum olsaydı Türkiye için muhtemelen bu denli geniş bir oyun alanı doğmuş olmayacaktı. Obama yönetimi ile beraber ABD bölgede caydırıcılığının yanına yumuşak gücünü de ekleyecek gibi gözükmektedir. ABD’nin yumuşak güce dayalı dış politik araçları kullanmasının Türkiye’nin bölgesel rolüne etkisi konusunda üç farklı sonuç doğabilir: 

a.   < ABD’nin yeni dönem politikaları Türkiye’de, son yıllarda artan etkinliğinin azalacağı kaygısına neden olabilir. Bu kaygı, ABD’nin yeniden İsrail-Filistin ve İsrail-Suriye barış sürecine angaje olarak Türkiye’nin oyun alanını sınırlandıracağı mantığına dayanmaktadır. >  

Daha önce Türkiye’nin üstlendiği işleve artık ihtiyaç kalmayacağı düşünülebilir. Türkiye’nin arabuluculuğu sırasında dahi ABD’nin masada olmasını zorunluluk kabul eden taraflar, arabuluculuk için istekli bir ABD yönetimi ile karşılaşacaktır. 

b. ABD’nin Ortadoğu’da yumuşak gücünü kullanarak Türkiye’nin pozisyonuna yaklaşması ABD-Türkiye arasında daha etkin işbirliği yaratabilir. Daha önce ilişkilerde kriz yaratan girişimler (Türkiye’nin Suriye ile ilişkileri gibi) tersine ABD tarafından desteklenebilir. ABD kendisinin aktif olacağı süreçte Türkiye’yi dışlayarak değil Türkiye’nin son yıllarda kazandığı güven, itibar ve etkinliği kullanarak süreci yürütmeye çalışabilir. Obama’nın Ortadoğu Özel Temsilcisi Mitchell’in Türkiye ziyareti sırasında “Ortadoğu barışının sağlanması konusunda Türkiye’nin önemli bir güç olduğunu ve liderlik beklediklerini” ifade etmesi23 bu olasılığı güçlendirmektedir. Türkiye, Irak Savaşı sonrası oluşan kamplaşmada nispeten tarafsız kalarak kendine has bir yer edinmiştir. Ancak bu pasif bir tarafsızlıktan ziyade etkin, taraflarla diyalog içinde bir tarafsızlıktır. Türkiye’nin bu gücü ABD tarafından önemli bir değer olarak görülebilir. 

c. Muhtemelen ikinciye daha yakın olmakla birlikte iki olasılığın karışımı bir durum oluşabilir. ABD’nin yumuşak gücüyle Ortadoğu’ya dönüşü ABD’nin yeni dönem politikaları Türkiye’de, son yıllarda artan etkinliğinin azalacağı kaygısına neden olabilir. Bu kaygı, ABD’nin yeniden İsrail-Filistin ve İsrail-Suriye barış sürecine angaje olarak Türkiye’nin oyun alanını sınırlandıracağı mantığına dayanmaktadır. 

< Türkiye üzerinden Batı’ya da açılım çabası içinde olan Suriye ABD’nin diyalog çabalarına olumlu yanıt verecektir. Ancak Suriye’den bir eksen değişikliğine gitmesini beklemek gerçekçi değildir. Suriye daha fazla alternatifli yeni bir model geliştirebilir. >

Türkiye’nin son yıllarda olduğu kadar ön plana çıkmasını sınırlandırabilir. ABD muhtemelen bölgede yeniden arabuluculuk rolüne soyunacaktır. Ancak 
ABD Türkiye’yi dışlayıcı bir yaklaşım sergilemeyecektir. Türkiye’nin varlığı barış şansını artıracaktır. Son yıllarda ABD Ortadoğu’da önemli ölçüde güven kaybı yaşamıştır. ABD ile bölge aktörleri arasında diyaloga geçilmeden bir güven inşa edilmesi gerekmektedir. Türkiye bu anlamda önemli işlev üstlenebilir. Türkiye’nin son yıllarda özellikle Suriye üzerinde sağladığı etkinlik bölge aktörlerinin iknası için fırsat sunabilir. Dolayısıyla barış görüşmeleri 
sürecinin başında Türkiye’nin aktif olması ancak nihai aşamada ABD’nin ön plana çıkması beklenebilir. 

2. ABD-Suriye yakınlaşmasının Türkiye’ye olası etkileri hakkında ise şöyle bir değerlendirme yapılabilir: ABD’nin angajman politikasının gerekçelerinden 
biri “Suriye’yi İran’dan nasıl uzaklaştırabiliriz?” arayışıdır. Esasen Bush dönemindeki baskı ve izolasyon politikalarının amaçlarından biri de buydu. 
Ancak Suriye’nin dışlanması tersi sonuç üretti ve güvensizleşen, yalnızlaşan Suriye gittikçe İran’la yakınlaşmaya başladı. Suriye, İran ile ittifakın zorunluluğuna inansa da dengelerin çok fazla İran lehine değişmesini de muhtemelen istememektedir. Örneğin Lübnan’da eskiden belirleyici Suriye iken, 
İran yönetimi Hizbullah aracılığı ile etkinliğini bu ülkeye yayma şansına sahip olmuştur. Birçok gerekçeleri olmakla birlikte Suriye’nin Türkiye ile yakınlaşma 
çabaları İran’a alternatif oluşturabilmek açısından da önem taşımaktadır. 

Türkiye’nin de bu açılıma karşılık vermesi ile iki ülke ilişkileri son yıllarda büyük bir hızla ilerlemiştir. Öyle ki Türkiye ile ilişkiler Suriye dış politikasının 
ana unsurlarından biri haline gelmiştir.24 

Zaten Suriye bölgede İran’dan farklı bir çizgi takip ettiğini hem daha yumuşak söylemi hem de somut işbirliği girişimleri ile göstermiştir. Lübnan Devlet 
Başkanlığı krizinin çözümünde olumlu rol oynamış, Annapolis Zirvesi’ne İran’ın memnuniyetsizliğine rağmen katılmış, Türkiye ve Fransa’nın açılımlarına 
karşılık vermiş, Avrupa Birliği ile ilişkilerini nispeten iyi bir seviyeye taşımış ve daha önce dondurulan AB-Suriye Ortaklık Anlaşması imzalanmıştır. Dolayısıyla Türkiye üzerinden Batı’ya da açılım çabası içinde olan Suriye ABD’nin diyalog çabalarına olumlu yanıt verecektir. Ancak Suriye’den bir eksen değişikliğine gitmesini beklemek gerçekçi değildir. Suriye muhtemelen bölgedeki geleneksel ilişkilerini koruyan ancak daha fazla alternatifli yeni bir model geliştirebilir. Bu yeni model, doğası gereği İran-Suriye ittifakına neden olan unsurlarda yumuşama sağlayacaktır. Ancak Suriye bir tercih yapmak durumunda kalmayacaktır. Bu süreç Türkiye-Suriye ilişkilerinin daha da derinleşmesine (İran’a rağmen değil) yol açabilir. 

Artık Türkiye-Suriye ilişkilerindeki olumlu gelişmeler Bush dönemindeki gibi Türkiye-ABD ilişkilerinde gerginlik unsuru olmayacaktır. Dolayısıyla ABD-Suriye ilişkilerinde olası iyileşme Türkiye’nin bölgesel rolü, Türkiye-ABD ve Türkiye-Suriye ilişkileri açısından olumlu sonuçlar verebilir. 


DİPNOTLAR 


1 Obama döneminde ABD dış politikasında yaşanması muhtemel değişimin boyutları konusunda bkz.: Şanlı Bahadır Koç, “Yeni ABD Başkanı Barack Obama ve Türk Amerikan İlişkileri”, Stratejik Analiz, Cilt 9 sayı 104, Aralık 2008. 

2 “ Suriye Obama Döneminden Umutlu ”, NTVMSNBC, 18 Şubat 2009, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/475925.asp 

3 “Engaging Syria? U.S. Constraints and Opportunities”, International Crisis Group, Middle East Report No. 83, 11 Şubat 2009. 

4 Mona Yacoubian, Scott Lasensky; “Dealing With Damascus”, Council on Foreign Relations, CSR NO. 33, Haziran 2008. 

5 O dönemde ülkenin en güçlü Suriye karşıtı ismi olan General Michel Aoun’a karşı askeri operasyon düzenlenerek sürgüne gönderilmiştir. 

6 “Engaging Syria? U.S. Constraints and Opportunities”, 11 Şubat 2009. 

7 Başkan yardımcısı Dick Cheney’in Suriye’den sorumlu danışmanlığına getirilen David Wurmser bu isimlerin başında geliyordu. 

Bunun yanında Douglas Feith, Eliot Abrams, Paula Dobriansksy, ve Michael Rubin de aynı yönde düşünceye sahipti. David Wurmser’in Suriye rejiminin yıkılması gerekliliği konusundaki örnek açıklaması için bkz.: “US Must Break Iran and Syria Regimes”, Daily Telegraph, 5 Ocak 2007, http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/1565235/US-’must-break-Iran-and-Syria-regimes’.html. 

8 ABD’li yetkililerin bu konudaki suçlamalarına örnek olarak bkz.: “Rumsfeld Warns Syria: Stop Assisting Iraq”, Fox News, 28 Mart 2003, 
http://www.foxnews.com/story/0,2933,82377,00.html

9 Sekiz kişinin ölümüyle sonuçlanan son saldırı içlerinde en kapsamlısıydı: “US Helicopter Raid Inside Syria”, BBC News, 27 Ekim 2008, 
http://news.bbc.co.uk/1/hi/world/middle_east/7692153.stm. 

10 “Bush Calls Sharon to Discuss Latest Violence”, CNN.com, 5 Ekim 2003, http://www.cnn.com/2003/US/10/05/mideast.us/index.html. 

11 AB ile Suriye arasındaki Ortaklık Anlaşması süreci o dönemde devam ediyordu. Bunun yanı sıra ABD yaptırımlarına rağmen AB’nin Suriye ile ticareti geliştirme arayışına örnek için bkz.: Ian Black, “Europe to Seek Syria Trade Deal”, Guardian, 13 Mayıs 2004, http://www.guardian.co.uk/world/2004/may/13/syria.eu. 

12 İran etki alanına girişinin somut argümanları konusunda bkz.: “Dealing With Damascus”, Haziran 2008. 

13 Obama döneminde yumuşak gücün kullanımına ilişkin örnek haber ve değerlendirme için bkz.: David E. Sanger, “Obama’s Advisers to Back Soft Power”, International Herald Tribune, 1 Aralık 2008, http://www.iht.com/articles/2008/12/01/america/obama.php; Henri Astier, “Obama: Soft Power’ and Hard 
Reality”, BBC News, 24 Kasım 2008, http://news.bbc.co.uk/2/hi/americas/7743267.stm. 

14 David Ignatius, “A New Partner In Syria?”, Washington Post, 24 Ocak 2008, http://www.washingtonpost.com/wpdyn/content/story/2008/12/23/ST2008122303162.html; Syria’s Assad Seeks Dialogue with 

U.S. Under Obama, Reuters, 31 Ocak 2009; Syria’s Assad Ready to Cooperate with Obama, Reuters, 17 Ocak 2009, http://uk.reuters.com/article/UKNews1/idUKTRE50U2OP20090131. 

15 “Suriye Obama döneminden Umutlu, NTVMSNBC, 18 Şubat 2009, http://arsiv.ntvmsnbc.com/ news/475925.asp. 

16 Hillary: ABD Sorunları Tek Başına Çözemez, Hürriyet USA, 13 Ocak 2009, http://www.hurriyetusa. com/haber/haber_detay.asp?id=19470. 

17 “US Sen. Kerry Hopeful After Syria Talks, Washington Post, 21 Şubat 2009, http://www.washingtonpost.com/wpdyn/content/article/2009/02/21/AR2009022100460.html. 

18 “ABD, Suriye Havayollarına Yedek Parça Vermeyi Kabul Etti”, Milliyet, 8 Şubat 2009, 
http://www.milliyet.com.tr/Dunya/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1057085. 

19 “Ortadoğu Sürecinde ABD’nin Yedeği Yok”, Hürriyet, 19 Şubat 2009, http://www.hurriyet.com.tr/dunya/11034130.asp. 

20 “Clinton Batı Şeria’da”, BBC Türkçe, 4 Mart 2009, http://www.bbc.co.uk/turkish/news/ story/2009/03/090304_westbankclinton.shtml. 

21 ABD Senatörü John Kerry Şam ziyareti sırasında “ülkesinin bölgeye yönelik yeni bir diplomatik yaklaşım içerisine gireceğini ifade etmiştir. 
Ancak ülkesinin beklentilerini de sıralamıştır: “Hizbullah’ın silahsızlandırılması, Filistinliler ile ilgili sorunların çözümü bağlamında yardım ve Suriye’nin Lübnan’ın siyasi bağımsızlığına saygı göstermesi. 

22 Suriye’den ABD’ye İşbirliği Çağrısı, NTVMSNBC, 17 Ocak 2009, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/472576.asp. 

23 “Mitchell: Obama Türkiye’yi Takdir Ediyor”, Milliyet, 26 Şubat 2009, http://www.milliyet.com.tr/Dunya/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1064557&Kategori=dunya&b=Mitchell:%20Obama%20Turkiyeyi%20takdir%20 ediyor. 

24 “Engaging Syria? U.S. Constraints and Opportunities”, 11 Şubat 2009. 

ORSAM 
Mithatpaşa Caddesi No:46/3-4 
06420 Kızılay/ANKARA 
Tel: +90 (312) 430 26 09 
Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr 
orsam@orsam.org.tr 



****