ORSAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ORSAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Aralık 2017 Pazar

ORSAM SU SÖYLEŞİLERİ 2012 / ORSAM WATER INTERVIEWS 2012 BÖLÜM 3

ORSAM SU SÖYLEŞİLERİ 2012 / ORSAM WATER INTERVIEWS 2012 BÖLÜM 3

ANNA BACHMANN: “ SÜLEYMANİYE’DE SU KAYNAKLARI İLE İLGİLİ BAŞLICA SORUNLAR; SU KAYNAKLARININ KALİTESİ, MİKTARI VE AYNI ZAMANDA YÖNETİMİDİR ” 


18 Mayıs 2012 
* Bu röportaj ORSAM Su Araştırmaları Programı uzmanları Dr. Tuğba Evrim Maden ve Dr. Seyfi Kılıç tarafından 7 Şubat 2012 tarihinde Süleymaniye’de gerçekleştirilmiştir.

ORSAM Su Araştırmaları Programı, Nature Iraq’ta proje yöneticisi olan Anna Bachmann’la Nature Iraq’ın yürüttüğü çalışmalar ve Irak’ta ki su sorunu üzerine bir röportaj gerçekleştirdi. Bu röportajda Anna Bachmann’la Irak’taki su yönetimi, bataklık restorasyonu ve Nature Iraq tarafından gerçekleştirilen 
“The Key Biodiversity Areas Project” (“Başlıca Biyoçeşitlilik Alanları Projesi”) üzerine konuştuk. 

ORSAM: Öncelikle kısaca kendinizi tanıtır mısınız? 

Anna BACHMANN: İsmim Anna Bachmann, Amerikalıyım. 2007’den bu yana Irak’ta yaşıyorum ve 2005 yılından beri de Irak’taki çevre sorunları üzerindeki çalışmalarımı sürdürüyorum. Buraya ilk ziyaretim, aslında 2003’teki savaştan önce olmuştu. Sonrasında Irak’a geri dönüp çevreyle ilgili sorunlar üzerinde çalışmaya başladım. 
Bu noktada, Kayıtlı bir Irak Çevre Koruma Kuruluşu olan Nature Iraq’ın şu anki Yönetim Kurulu başkanı olan Dr. Azzam Alwash ile tanıştım ve 2005 yılından 
beri bu kuruluş bünyesinde çalışmaktayım. Bu benim yedinci yılım. 

ORSAM: Mesleğiniz nedir? 

Anna BACHMANN: ABD’nin Washington eyaletindeki Evergreen State College’ta çevre çalışmaları üzerine mastır yaptım. Bu aslında bir bölümü çevre bilimi, bir bölümü ise çevre politikasından oluşan disiplinlerarası bir program. 

ORSAM: Bize Nature Iraq’tan bahsedebilir misiniz? Ne zaman kuruldu? 

Anna BACHMANN: 
Nature Iraq, Irak çevre koruma kuruluşudur. Resmi olarak 2004 yılının sonunda 
kurulmuş olsak da, aslen Irak’ta demokrasi kurmaya odaklanmış ABD tabanlı 
bir kuruluş olan Irak Vakfı’nın (Iraq Foundation) bir projesi olarak farklı bir isim altında kurulduk. O zamanlar, Irak Vakfı’nın “Eden Again Project” (“Cennet Yeniden Projesi”) olarak anılıyorduk. 2003 yılındaki savaşın ardından, Irak Vakfı ile birlikte yeniden Bağdat’a yerleştik ve sonrasında Irak Vakfı’ndan ayrılıp 
Irak’ta, kayıtlı bir sivil toplum kuruluşu haline geldik ve ardından 2007 yılında ise bölgesel bir STK olarak Kürt Bölgesel Yönetimi’nde (KBY) kayıtlı hale geldik. Başlangıçta öncelikli olarak Güney Irak’taki bataklık restorasyonu üzerine çalışmalar gerçekleştirdik. O zamanın CEO’su olan ve babası da bir sulama mühendisi olan Dr. Azzam Alwash için bu büyük bir tutku konusuydu. Kendisi, babası ile birlikte bataklıklara gidip gelerek büyümüş ve o zamanlara ilişkin çok güzel anıları varmış. Saddam Rejiminin, bataklıkları neredeyse tamamen  kuruttuğunu duyunca, bu konuda bir şey yapılıp yapılamayacağını görmek istemiş ve projeyi başlatmak üzere Irak Vakfı’na başvurmuş ve işte bizim başlangıç hikayemiz. 

2005 yılında ilk başladığımda, çalışmalarımız öncelikle Güney Irak üzerine odaklanıyordu ve Bağdat’ta küçük bir ofisimiz ve Fırat nehrindeki Merkez Bataklık’ta bulunan Güney Irak’taki Chibaish’te de yine küçük bir noktamız 
bulunmaktaydı. 2007 yılında burada, yani Süleymaniye’deki ofisimizi açtığımızda genişledik; bu da, benim daha önce çalışmakta olduğum Ürdün’den buraya taşındığım ve Nature Iraq’ın kuzey ofisini açtığımız zamana tekabül ediyor. 

Sonrasında burası bizim genel merkezimiz haline geldi. O dönem çok zayıf kalan güvenlik önlemleri yüzünden Bağdat ofisimizi geçici olarak kapattık ve çok sayıdaki personelimizi buraya, Kuzey Irak’a taşıdık. Halihazırda genel merkezimiz hâlâ burada bulunmakta, bunun dışında güneydeki Chibaish’te bir ofisimiz ve Bağdat’ta da personelin bulunduğu bir başka geçici ofisimiz daha var (burada yakında gerçek bir ofis açmayı umuyoruz). Bunlar, Çevre ve Su Kaynakları Bakanlıkları vs. ile birlikte çoğunlukla idari ilişkilerle ilgili konular 
üzerinde çalışmalar yürütüyorlar. 

En eski projelerimizden biri bataklık alanlarda yeniden başladı ve ülkenin geneline yayıldı. Projenin adı “The Key Biodiversity Areas Project” 
(“Başlıca Biyoçeşitlilik Alanları Projesi”) , ve bu proje kapsamında her kış ve yaz mevsimlerinde biyolojik çeşitlilikleri açısından bölgesel ve/veya küresel öneme sahip olup olmadıklarına karar verebilmek için olabildiğince fazla sayıda alan üzerinde incelemeler gerçekleştiriyoruz. Aslında bu, Türkiye’de çoktan gerçekleştirilmiş bir program. Türkiye zaten ÖDA’larını (Önemli Doğa Alanlar) belirlemiş bir ülke, ancak Irak henüz bu çalışmayı tamamlamış değil. Yani şu anda bir sürecin içerisindeyiz. İlk incelememiz 2005 yılında gerçekleştirildi ve şimdi ise tüm verilerimizi değerlendirme ve Iraq için ÖDA’lardan oluşan 
bir liste oluşturma sürecindeyiz ve umarız ki bu şekilde Irak’taki gelecek koruma alan ağı kuruluşu olacağız. 

Buna ek olarak, bu geçtiğimiz yıl Iraq Upper Tigris Waterkeeper (Iraq Yukarı Dicle Su Gözlemcisi) isimli yeni bir projeye başladık. ABD’de başlayan uluslararası Waterkeeper Alliance’a bağlı olan bu grubun şu anda neredeyse gezegenin tüm kıtalarında olmak üzere dünyanın her yanında iki yüzü aşkın su, 
nehir, körfez ve koy gözlemcisi bulunmaktadır. Bizim ki Ortadoğu’da bu gruba bağlı ilk su gözlemci projesi olma özelliğini taşıyor ve eninde sonunda Irak’taki Fırat-Dicle Havzasının tamamına odaklanmak istiyoruz. 

Ancak başlangıç olarak, Yukarı Diyala, Küçük Zap, Büyük Zap, Habur ve Dicle nehrinin yukarı kolunu da içine alan kuzey Irak’taki yukarı Dicle Nehri Havzası sınırları içinde çalışmalarımızı sürdürüyoruz. 

Burası birçok su gözlemcisinin rahatlıkla çalışabileceği büyük bir alandır. Su gözlemcileri genellikle tek bir havzaya yerleştirilir. Bu projeyi bir gün belki Nature Iraq’tan ayırarak genişletmeyi, nehir sağlığı ve su kalitesine olduğu kadar bu iklim değişikliği, kuraklık ve yoğun baraj yapımı çağında nehrin ayakta kalabilmesini sağlayacak nehir akışı ve su miktarına da odaklanacak ayrı bir örgüt kurmayı umuyoruz. Bu durum insanları ve nehirleri oldukça etkilemek tedir. Şimdiye dek bu oldukça başarılı bir proje olmuştur ve biz de nehir temizliği, bir takım sosyal yardım ve eğitimi de içine alan bir sürü çalışma gerçekleştirdik. Şimdi ise İngiltere’deki Rufford “Küçük Hibeler Fonu”ndan sağlanan bir hibe sayesinde Küçük Zap Nehri’nin tehdit değerlendirmesini yapmaktayız. Dört sezonluk inceleme olacak ve bu şekilde farklı tehditler ve bunların ciddiyeti ölçülmeye çalışılacak. 

Genellikle su gözlem projeleri, çevreyi kirleten unsurları mahkemeye taşımaya odaklanır ve bu durum bir gün bizim yaptığımız bir noktaya erişecek olsa da şu anda yapmaya çalıştığımız şey sadece nehir havzalarımız üzerinde değerlendir meler yapmak ve nehirleri ve su kalitesini nasıl koruyacağımıza ilişkin farkındalık ve eğitim için birçok çalışma yürütmekten ibarettir. 

Aynı zamanda Nature Iraq, Eko-turizm projesi gibi küçük projeler de yürütmektedir ve bu proje kapsamında hem bataklık alanda hem de burada, yani Piramagrun Dağı’nın bulunduğu Kuzey Irak’ta bir kamp ve misafirhane 
kurduk. Yakın zaman önce, koruma altındaki bölgelere biyoçeşitlilik koruması için araçlar üreten Royal Botanical Garden Edinburgh ve BirdLife International ile büyük bir proje yapmak üzere Darwin Initiative hibesi aldık. 

Bu proje, yüksek biyolojik çeşitliliğe sahip bir alan olduğuna karar verdiğimiz Süleymaniye’deki 2600 metre yükseklikteki Piramagrun Dağı’na odaklanmakta dır. Irak’taki bakanlıklarla da korumayı destekleme, su kaynaklarının daha iyi şekilde kullanımı ve sürdürülebilir kalkınma gibi konularda birçok çalışma 
gerçekleştirmekteyiz. Biyolojik Çeşitlilik Anlaşması vb. gibi uluslararası çevre anlaşmalarının yükümlülüklerini yerine getirmeleri için Çevre Bakanlığı’nı desteklemeye yardımcı olmak için de bugüne dek birçok çalışma yaptık. 
ORSAM: Süleymaniye bölgesindeki temel sorun nedir? Biz temel su sorunları olarak, kalitesi ve miktarının yanısıra su kaynaklarının yönetimiyle ilgili sorunlar üzerinde duruyoruz. 

Anna BACHMANN: Bence bunları birbirlerinden ayırmak zor ve bunların hepsi burada sorun teşkil ediyor. Su kalitesi ile ilgili belirli sorunlarımız var. Burada hiçbir kanalizasyon arıtması yok. Ülkeye gelen ve ülke içindeki su kalitesi ile ilgili sorunlarımız var. Git gide azalan su kalitesi ile ilgili sorunlar da söz konusu. 
Irak’taki nehirlerin çoğunun akışında bir düşüş var. Miktar da kesinlikle bir endişe konusu olmakla birlikte su yönetimi de büyük bir meseledir, zira Bağdat’ta merkezi yetkimiz olmasının yanı sıra bölgesel yetkimiz de bulunmakta 
ve her zaman tamamen hemfikir olunamayabiliyor. 

Bununla birlikte, Türkiye, Suriye, İran ve hatta Ürdün’le de bölgesel meseleler bulunmakta. Irak şu anda su kaynakları yönetimi ile ilgili planları konusunda değişikliğe gidiyor. Umarız ki bu plan açık bir şekilde yapılır ve bu şekilde halkın buna erişimi sağlanır ve halk bu planın içeriği konusunda da söz sahibi olabilir. 
Dicle-Fırat havzasının bütün kıyıdaş ülkeleri, halka veya çevreye etkisinin ne olacağına bakmaksızın çok sayıda baraj kurmaktadır. Barajlar ile birlikte her zaman için zararlı çıkan bir kesim bulunmaktadır ve nehrin kendisi de daima bundan zarar görmüştür, zira gerçek anlamda nehir ikiye bölünmektedir ve mansapta yaşayan birçok insan da bu durumdan zarar gören kesimdendir çünkü buradaki halk düşük hızda bir akış ve düşük kalitedeki sudan muzdariptir. Membada ise halkın tümü, tarım arazileri, kültürel ve çevresel kaynaklar 
su altında kalmıştır. 

Çevrenin korunması ile ilgili Nature Iraq gibi bir kuruluşta, nehrin sağlıklı olmasının yanısıra kıyıdaş ormanlar ve nehirdeki balıklar gibi nehir boyunca ve nehrin içindeki her şeyin de sağlıklı olmasını istiyoruz. Dolayısıyla, suyu bir havzadan başka bir havzaya taşıyan büyük su derivasyon projesi ve baraj yapımına ilişkin birçok endişemiz var, çünkü bu ne sürdürülebilir, ne ekosistem için sağlıklı, ne iyi bir su kalitesine erişmeye olanak sağlayan, ne mansap akış ne de mansapta yeterli miktarda su elde etmeyi mümkün kalan bir durumdur. 

Bizim kuruluşumuz güney Irak’ta çalışarak başlamıştır ve burada susuzluk, tuzlanma ve genel olarak oldukça sıkıntılı bir su kalitesinden kaynaklanan çok büyük sorunlar yaşanmaktadır. Membadaki herkese, burada gerçekçi ve manevi olarak görmezden gelemeyecekleri bir sorun olduğunu söylemek durumundayız. Yani bunları birbirlerinden ayıramam, zira hepsi de eşit öneme sahip sorunlardır. 

ORSAM: Sizin suyla ilgili bir projeniz var mı? 

Anna BACHMANN: Az önce açıkladığım Irak Yukarı Dicle Su Gözlem Projesini (Iraq Upper Tigris Waterkeeper Project) ve gerçekleştirmekte olduğumuz, Irak’ın güneyindeki Mezopotamya Bataklık alanının restorasyonuna ilişkin herhangi bir çalışma buna örnektir. 

Bu bataklık alanlarını korumak için yapığımız çalışmalar aslında suya ilişkin ve suyu temel alan bir projedir. 

ORSAM: Proje kapsamında, örneğin, çocuklara suyun korunması ile ilgili bazı eğitimler veriyor musunuz? 

Anna BACHMANN: Aslında daha kısa zaman önce “The Waterkeeper” (Su Gözlemcisi) isimli bir kısa filmin yapımını bitirdik. Naza ve Zaza adında, maske takan ve nehirdeki sorunları keşfetmiş, bu sorunlardan etkilenmiş ve bu konuda bir şeyler yapmaya çalışan iki çocuk karakterinin kullanıldığı bir film bu. 26 dakika süren ve yapımını henüz iki hafta önce bitirdiğimiz bir film. Bu filmi yerel 
okullarda ve halk topluluklarındaki çocuklara gösterdik ve filmi, kendi bölgelerin deki nehirler hakkında onlarla yalnızca bir diyalog kurma amacıyla kullandık. Bence bu film sayesinde onlarla bir bağ kurabiliriz. Bunun yanı sıra sanat ile çevresel bir mesajı birleştirmek üzere 20 Nisan’da (Dünya Günü ile bağlantılı 
olarak) Süleymaniye’de Green Music & Arts Festival (Yeşil Müzik & Sanat Festivali) düzenliyoruz. Farkındalığı arttırmaya devam etmeliyiz ve bunun dışında çevre konusuna odaklanan kamu hizmet ilanları, TV, radyo ve yazılı reklam kampanyalarını geliştirmek için yeteri miktarda para toplamanın yollarını da arıyoruz. Bunlar öncelikle suyun korunmasına ilişkin farkındalığın arttırılması na odaklanacaktır. 

Zira biyoçeşitlilik üzerine çalışmalar yürütüyoruz, kuşarla ilgili birçok çalışma yapıyoruz. Şu anda ise çalışanlarımızın bir kısmı yaban keçileri ile ilgili bir incelemede bulunuyor. 
Yaban keçisinin korunmasına ilişkin bazı destek çalışmaları olacaktır, zira burada devam etmekte olan birçok avlanma faaliyeti mevcuttur. Ayrıca, 2011 yılında bataklıklardaki ilk Çevresel Eğitim programı denemesini gerçekleştirdik ve umarız bu çalışmayı desteklemeye devam edebilmek için finansman bulabiliriz. 
Bu konuda destek bulabilirsek, bu çalışma ile ilgili olarak halihazırda pek çok 
fikrimiz var.

ORSAM: Güney Irak’taki bataklık alanlar hakkındaki en güncel bilgiler hakkında bizi aydınlatır mısınız? 

Anna BACHMANN: Bu soruyu en iyi şekilde cevaplayacak kişi, Nature Iraq yönetim kurulu başkanı olan Dr. Azzam Alwash’tır. Kendisi bu konuyu hayatının başlıca ilgi alanı haline getirmiş biridir. Genellikle 1970’li yılları, bataklıkların 
altın çağı olarak esas alırız ve bu dönemde birçok baraj inşaatı bu zamanlarda  etki etmeye başlamış olmasına rağmen hâlâ büyük oranlarda el değmemiş olarak kalmışlardı. 
Suyun ne zaman bataklıklara varacağı konusundaki mevsimsellik yüzünden, baharda su akışının şiddeti artar ve çoğalır; yılın bu vakti tahmin edilen hacmi ise 15.000 ila 20.000 kilometre kare arasında değişirdi. Elbette 1990’ların ortalarında bu durum yalnızca barajlar yüzünden değil, Saddam Rejiminin 
bataklıkları kurutma ve bölge halkına zulmetme konusundaki aktif kampanyası 
başladığı için de önemli ölçüde değişime uğradı. 2003 yılındaki savaştan sonra meydana gelen yeniden sulandırma çalışmalarından beri, günümüzde 1970’li yılları yeniden suyla doldurulan bataklıkları değerlendirme konusunda esas alıyoruz ve bence savaş sonrası kısa bir dönem süresince eski ayak izinin yaklaşık yüzde yetmiş beşine erişmiştir. Bu bölgenin eski haline geldiğini söyleyemem, ama sistem radikal bir şekilde değişince buraya yeniden su 
verilmiştir ve sürekli akış eksikliği ve tuzlanma artışı gibi incelenmesi gereken bazı sorunlar mevcuttur. 

Ama bence şu anda, membada karşılaştığımız zorluklar nedeniyle 1970’lerdeki orijinal ayak izinin yüzde elli altındayız. Şunu biliyoruz ki, eğer Irak aktif bir şekilde sahip olduğu suyu daha iyi yönetirse, yeniden su verilen eski bataklık 
alanı ayak izinin yüzde yetmişine yakın bir orana erişebiliriz. Ancak yüzde yüze erişebilmek için, membadaki komşularımızla bazı anlaşmalar yapmamız gerekecektir. Önceleri İran’dan bu önemli sulak alanlara giren suyu etkili bir şekilde durdurmak için İran, sınıraşan Hawizeh bataklığı boyunca büyük bir set  inşa etmiştir. 1990’lı yıllarda Saddam Rejimi tarafından tamamen kurutulmayan güneydeki tek bataklık alanları olduğu için (büyük ölçüde Saddam, İran’dan gelen suyu durduramadığı için), bu bataklık alanları yakın zaman önce, Irak’ın ilk Uluslararası Önemdeki Ramsar Sulak Alanları olarak kayda geçmiştir. Ne var ki İran bugün bunlara büyük bir darbe vurmuştur. Bunun yanı sıra Türkiye ve 
Suriye’den gelecek adil bir su paylaşımı ve su kalitesine de ihtiyaç duymaktayız. 
Ve bu sadece suyun miktarı ile ilgili bir mesele değil, aynı zamanda suyun zamanlaması ile de ilgili bir konudur. Çünkü tarih boyunca, barajlar yapılma dan önce kış fırtınaları Türkiye, İran ve kuzey Irak’taki dağları karla kaplardı, 
barajların çoğu inşa edilip buna bir son verene kadar bu karlar eriyip baharda meydana gelen taşkınları oluşturur ve Basra Bataklık Alanlarını dolup taşırırdı (son büyük bahar taşkını 1960’larda meydana gelmişti). Bu bahar taşkınları, kuru ve sıcak yaz aylarında biriken tuzlu suyu itip çıkarır ve kuşların gelip 
yavrulaması ve bataklık alanlarda balıkların üremesi ile doğa bir bayram havasına bürünürdü. 

Hayat işte bu şekilde bin yılı aşkın bir dönemde evrim geçirmekle birlikte, o dönemde inanılmaz bir biyolojik çeşitlilik ve bol çeşitli bir ekosisteme sahipmiş. Şimdi ise sadece az miktarda suya sahip olmakla kalmıyoruz, aynı zamanda su yanlış bir zamanlamayla geliyor; yani baharda gelmeyip ekolojik ihtiyaçları 
hesaba katmayan insan kaynaklı yönetim kararlarına bağlı olarak yılın geneline yayılmış olarak geliyor. Sahip olduğumuz duyla dahi bataklık alanları tam anlamıyla eski hâline getirmek için, sadece yeterli akışı ve temiz suyu yeniden sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda tüm bunların ne vakit olması gerektiğine ilişkin zamanlamayı da ayarlamamız gerekir. 

Yüksek oranda değişen memba çevresini göz önünde bulundurursak, kompleks ve iyi yönetime sahip bir sisteme ihtiyaç duyulmaktadır. 

Dolayısıyla, görmüş olduğunuz gibi su ile ilgili birçok sorun mevcut ve bu sadece miktar meselesi değil; aynı zamanda kalite ve düzgün yönetim meselesidir. Güney Irak’taki bataklık alanların restorasyonunun yanı sıra ihtiyaç duyulanları da elde edebilmemiz bu üç sorunun entegrasyonu şarttır. 

Birkaç yıl önce, 2008’den 2009’a kadar, bataklık alanlarda neredeyse hiç su yoktu. Buradaki halk, kuraklık zamanı gerçekten büyük zorluklar yaşadı, bu onlar için gerçekten berbat bir yıldı. Kuzey Irak’ın daha az yağmur aldığını 
görüyoruz, 2012 yılında bile hâlâ 10 yıllık ortalamadan daha az yağış olduğunu görüyoruz. 

Genel olarak Dicle ve Fırat havzaları ortalama bir yıl geçirmiş olabilir, ancak barajlar ve su derivasyonları nedeniyle su bataklık alanlara erişememiştir. Bunun sebebinin barajlar mı, yoksa iklim değişikliği mi olduğu konusunu tartışabiliriz, ama aslında bunun sebebi her ikisinden de kaynaklanmaktadır. Bu etkenler bir araya geldiğinde, güneydeki halk için bu gerçekten çok zor geçen bir yıl oldu, bataklıklarda yaşayan halk Irak’taki fakir halktır. Buradaki halk neredeyse tamamen doğal kaynaklara bağımlı olarak yaşamlarını sürdürmektedir ve bu söz konusu sorunlar ise halkın geçimine doğrudan etki etmiştir. Şunu da ekleyeyim; 2006 yılında geliştirmiş olduğumuz Bataklık Alanlarda Entegre Su Kaynakları Yönetimi İçin Master Planı (“Master Plan for Integrated Water Resource Management in the Marshland Areas”) ve Irak’ın suyu nasıl daha iyi bir şekilde yönetebileceğine ilişkin birçok senaryo sunduk. Sanırım yönetim planı büyük ölçüde Su Kaynakları Bakanlığı tarafından hayata geçirilmiş ve suyu daha iyi yönetebilmeleri için inşa etmelerini tavsiye ettiğimiz su kontrol yapılarının bir 
kısmı şimdiye kadar tamamlanmıştır. Aynı zamanda çok sayıda sosyo-ekonomik bilgiyi de bir araya getirdik. Master plan ise sekiz kitaptan oluşan bir seridir ve su kaynakları hakkındaki kitap oldukça iyidir. 

ORSAM: ABD’nin Irak İşgali ve savaşın su ile ekosistemi nasıl etkilediği ile ilgili bir projeniz var mı? 

Anna BACHMANN: Bu ilginç oldu, çünkü Irak’a geldiğimde ABD ordusunun sebep olduğu seyreltilmiş uranyum konusuyla ilgileniyordum (Seyreltilmiş uranyum, son derece sert olan uranyumun inceltilmesiyle ortaya çıkan ve 1991 ile 2003 yıllarında Irak’taki savaşlarda yaygın biçimde kullanılmış olan roketlerde batılı ordularca kullanılmış, düşük seviyede radyoaktivite ihtiva eden bir uranyum 
yan ürünüdür). Dr. Alwash’a bu konudaki fikrini de sormalısınız, zira bununla ilgili kendisiyle iki farklı görüşe sahibiz. Bana göre, eğer bir ülke kendi kendini kirletirse başka, kendi kirliliğini başka bir ülkeye yayıyorsa başka bir şeydir. Bu gerçekten kınanması gereken bir durumdur. Sırf bu sebepten, bana kalırsa seyreltilmiş uranyum meselesi biraz tartışma biraz da araştırma gerektirmek tedir. Seyreltilmiş uranyumun Irak için gerçek bir sorun olduğunu öne süren çok sayıda anekdota dayalı bilgi bulunmaktadır. Örneğin Felluce’de şu an hem yüksek seviyede kanser riski olduğuna, hem de radyoaktiviteden türemiş 
olma ihtimali olan yükse seviyede doğum deformiteleri olduğuna ilişkin bir kanıt 
mevcuttur. Ancak Dr. Alwash ise Irak’ta on yıllardır süregelen çok miktarda kirlilik olduğunu söylüyor ve bunu, Koalisyon güçlerinin yaptıklarından kaynaklanan kirlilikten ayırmanın pek mümkün olmadığını öne sürüyor. 
Irak’taki neredeyse başlıca tüm büyük şehirler ile birlikte birçok memba ülkesi de atıklarını herhangi bir arıtımdan geçirmeden Dicle-Fırat havzalarında ki suya boşaltıyorlar. Onun bakış açısına da saygı duyuyorum. 

2004 yılında Bağdat’tayken, Koalisyon güçlerinin kontrolündeki şehir bölgesinin adı “Yeşil Bölge” idi. Burası Saddam’ın eski merkez köşkünü ve diğer tüm hükümet binalarını içine alan bir bölgeydi. Saddam’ın hakimiyeti döneminde kimsenin geçmesine izin verilmeyen bu bölge ile Dicle Nehrinin bir kısmı sınır oluşturuyordu. Bu nehir üzerinde kuzey Bağdat’tan güney Bağdat’a tekne ile geçemezdiniz. Benim için bu daha ziyade sembolikti. Amerikalılar geldiğinde Yeşil Bölge ve nehir ile ilgili aynı politikayı devam ettirdiler. Bağdatlıların bu bölgedeki söz konusu nehri kullanmalarına izin verilmiyor. Birkaç balıkçı 
geçebilse, kimse nehirde kuzeyden güneye geçemiyor. 

Yine nehir boyunda, ama Yeşil Bölge’nin güvenlik duvarlarının hemen dışında, Bölge’nin atık döküm alanı bulunmaktaydı. Nehir boyunca uzanan büyük bir şehrin tam ortasında bir atık alanı hayal edebiliyor musunuz? Böyle bir şeyi Bağdat dışında başka hiçbir yerde göremezsiniz. Ama öte yandan Amerikalıların 
etkisi sonucunda, Saddam yönetiminde var olmayan Irak Çevre Bakanlığı da kurulmuş oldu. 

ORSAM: Hükümet tarafından kurulan Su Kaynakları Bakanlığı da savaştan sonra mı kuruldu? 

Anna BACHMANN: Sanırım savaştan önce bu bakanlık Sulama Bakanlığı olarak biliniyordu. 

Ancak Nature Iraq Amerikalıların yaptığı veya yapmadığı şeylere odaklanmıyor. Dr. Alwash’ın tavrına bakılacak olursa, Amerikalıların yaptığı veya yapmadığı 
şeylere bakmaksızın birçok sorunumuz var. Bu ülkede çok daha uzun süredir devam eden sorunlar var. Çevresel felaketlerden konuşmak istiyorsanız, 
bataklıkların kurutulması sorunu ilk sırada yer alıyor. Saddam, zamanında köyleri yakmış ve kuzey Irak’taki neredeyse her bir köy ya bombalanmış ya yakılmış ya da her ikisine de maruz kalmış. Sanıyorum, medyanın ilgi odağı olan ve en çok bilinen Halepçe olayını duymuşsunuzdur, ama aynı muameleyi gören daha birçok şehir ve köy daha bulunmaktadır. 

ABD’de yaşadığım bölgede, seyreltilmiş uranyum mühimmatının depolandığı savaş gemisi ambarının bulunduğu bir tesise çok yakın bir yerde oturuyorum. Ve bunu orada imha ettiler. Irak’a ilk geldiğimde bir barış örgütü ile gelmiştim ve o askeri üsteki bir protesto gösterisine katılıp seyreltilmiş uranyum konusuna 
odaklanmıştım. Fotoğraf albümleri özürlü olarak doğmuş çocuklarla doluydu. Bu 
konuyla oldukça ilgilenmiştim. 

ORSAM: Seyreltilmiş uranyumun depolandığı şehre yakın olan ABD’de herhangi 
bir etki görülmüş mü? 

Anna BACHMANN: Bu kesinlikle bir tartışma konusu, evet. 

ORSAM: Deformiteli (şekil bozukluğu olan) bir doğum yaşanmış mı? 
Anna BACHMANN: Bu konuda bir bilgim yok. Genellikle seyreltilmiş uranyum konusu sağlığa olan etkileri bakımından gündeme geldiğinde, askerler ve askerilerin bu etkiye maruz kalmaları söz konusu oluyor. Askeri esasların bu konuda birçok kural ve yönetmelikleri mevcut ve sağlık konusunda da çok 
sayıda denetimleri bulunmakta. Bana kalırsa, balıkçıların bu konuda endişesi olabilir. Şu an Irak’taki yerel işim dolayısıyla bu konuyu artık takip edemiyorum. Ama örneğin New York’taki bir epidemiyologun çok ilginç bir projesi olduğunu ve bu proje kapsamında Irak ve Ürdün’ün her yanından bebek dişlerini topladığını biliyorum. Anlaşılan, radyoaktif madde vücutta dişlerde birikebiliyor. Kendisi, 
topladığı bu dişlerde ne kadar ve ne tür radyoaktif maddelerin tespit edildiğini incelemek amacıyla bu projeyi yapmak istemiş, ancak bildiğim kadarıyla projeyi tamamlamak üzere yeterli bir finansman bulamamıştır. Bu tip araştırmalar için destek bulmak çok zor. 

Biz insanlar oldum olası kendi üzerimizde deneyler yapmışızdır. Bana kalırsa seyreltilmiş uranyumdan bile daha büyük olan sorun farmasötik (ilaç) kimyasallardır. Hepimiz ilaç, antibiyotik alıyoruz, deterjan, şampuan ve kozmetik ürünler vs. kullanıyoruz. Bunların hepsi akıp suya karışıyor ve bu kimyasal 
çorbanın etkilerinin ne olduğu ile ilgili hiçbir fikrimiz yok. 
Babam, memleketimdeki yerel içme suyunun, bir ilaçta bulunan antibiyotikten 
daha fazla miktarda antibiyotik ihtiva ettiğini söylüyor, bence geri dönüp bu konu üzerinde çalışmalıyım. Tüm bu farmasötik kimyasalların yanısıra böcek ilaçları veya sanayi atıkları gibi zirai kimyasallar da kullandığımız suya karışıyor. Tüm bunlar embriyo gelişimini ve cinsel gelişimi etkileyebilmektedir. Florida’da timsahların bulunduğu bir göl bulunmakta ve bu sulara yerleştirdiğimiz endokrin 
bozucu kimyasalların etkileri nedeniyle erkek timsahlar dişi timsahlarda bulunan 
bazı özellikler göstermiştir. Biz bu deneyleri kendimiz yapıyoruz. 

ORSAM: Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

2 Aralık 2017 Cumartesi

Suriye Demokratik Türkmen Hareketi


Suriye Demokratik Türkmen Hareketi ve Suriye Türkmen Kitlesi Kurucu Üyesi Bekir Atacan ile Söyleşi


Bekir ATACAN*
25.01.2013





 * Bu söyleşi ORSAM Ortadoğu Uzmanı Oytun Orhan tarafından 17 Aralık 2012 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilmiştir.

Suriye’de halk ayaklanması uzun yıllardır üstü kapatılan toplumsal ve siyasal taleplerin su yüzüne çıkmasına imkan sağladı. Bunların başında Suriyeli Türkmenler gelmektedir. Baas yönetimi altında hiçbir şekilde örgütlenme imkanı tanınmayan ve baskı politikalarına maruz kalan Suriyeli Türkmenler yeni dönemde uzun yılların açığını kısa sürede kapatma çabası içindedir. Suriye Türkmen siyasal hareketleri diğer muhalifler gibi ülke dışında örgütlenmek durumunda kaldı. Türkiye merkezli olarak gelişen Suriyeli Türkmen hareketlerinin başından beri kurucu üye olarak içinde yer alan Bekir Atacan ile Suriye Türkmenlerinin durumu, Türkmen siyasal hareketlerinin gelişimi ve Suriye Türkmenlerinin beklentileri konusunda bir söyleşi gerçekleştirdik.

“Türkmenler Olarak Türkiye ve Suriye Arasında Köprü Rolü Oynamak İstiyoruz”

ORSAM: Öncelikle kendinizi tanıtabilir misiniz?

Bekir ATACAN: 

               Bekir Atacan

Ben Bekir Atacan. Suriye’nin Bayır Bucak Türkmenlerindenim. 

32 yıldır Türkiye’de yaşıyorum. Türk vatandaşıyım. Son zamanlarda kurulan siyasi örgüt ve partilerde görev aldım. Suriye Türkmen Kitlesi’nin hem kurucu üyesiyim hem de ilk genel kurul başkanıyım. Kitleyi büyütmek istedik ancak başarılı olmayınca istifa ettim. Türkiye’nin de desteğiyle Suriye Demokratik Türkmen Hareketi’ni kurduk. Hareket’in de hem kurucu üyesiyim hem de Genel Başkan Yardımcısıydım. Sonrasında ise Türkiye’de Suriye Türkmenleri adına geniş yelpazeye sahip bir siyasi parti kurulmasını istediğimiz için bir grup arkadaşımla Hareket’ten istifa ettik. Bunun gerçekleştirilebilmesi için zemin hazırlığı yapıyoruz. Umuyorum ki Ocak ayına kadar çekirdek kadromuz oluşmuş olacaktır. Suriye’de muhalefet gruplarının tamamının parti kurması imkansızdı. En çok baskı gören grup Türkmenlerdi. Çünkü dağınık şekilde yaşıyorlardı. Ama son zamanlarda hem Türkiye’nin desteğiyle hem de muhalefetin güçlenmesiyle birlikte aktif şekilde siyasi yaşamımız devam etmekte. Amacımız yeni bir yapılanmaya gitmek. Bu yapılanma siyasi parti olmalı. Birinci amacı Suriye’deki Türkmenlerin haklarını savunmak, sonrasında ise Suriye ve Türkiye arasında bir barış köprüsü vazifesi üstlenmek. Önemli bir diğer amaç ise Suriye’de bulunan tüm azınlık grupları ve diğer kesimlerle dostane ilişkiler kurulmasını sağlamak. Bu sayede Suriye’nin geleceği için barışçıl bir sistemin benimsenmesinde rol oynayacağımıza inanıyorum. Bu da ancak Türkiye’nin bizi desteklemesi ile mümkün olacaktır. Bizim Suriye’de bütün kesimlerle iyi ilişkilerimiz var ancak güçsüzüz. Bir Türkmen bir Nusayri’yle, bir Arap’la, bir Kürt’le çok iyidir. Tüm kesimlerle içli dışlı yaşıyoruz. Dağınık şekilde yaşadığımız için birimizin komşusu Arap, diğerimizin Kürt bir diğerinin Hıristiyan. Atalarımızdan kalan barışçıl özelliğimiz sayesinde iyi münasebetler geliştirdik. Şimdi bunları değerlendirme zamanı. Bu durum hem Suriye halkının hem de Türkiye’nin lehine olacaktır. Bunun için büyük çaba harcanması ve Türkiye’nin bize destek vermesi gerekiyor.

ORSAM: Suriye’deki Türkmen siyasal hareketini geçmişten günümüze özetleyebilir misiniz?

Bekir ATACAN: 

Suriye’de devrim başladığında, bundan 20 ay önce Suriye Ulusal Konseyi kuruldu ve Türkmenlere hiç yer verilmedi. Bunun üzerine bizim de Konsey’de olmamız gerektiğini ve diğer kesimler gibi kendi haklarımız adına konuşmamız gerektiğini düşündük. Bunun üzerine görüşmeler yapmaya başladık. Bize öncelikle Türkmenlere ait bir örgütün olup olmadığını sordular. O tarihte bir örgütümüz yoktu. Ben kendi imkanlarımı kullanarak Türkiye’de bulunan 180 Suriyeli Türkmeni bayram münasebetiyle bir yemekte bir araya getirdim. Bu yemekte mutlaka örgütlenmemiz gerektiğini ve bu sadece haklarımızı savunabileceğimizi konuştuk. Bunun üzerine bir araya gelip Suriye Türkmenler Birliği adıyla bir dernek çalışması yaptık. Sonrasında bu derneği 2011 yılının Kasım ayında bir siyasi harekete dönüştürdük. Adını da Suriye Milli Kitle Partisi olarak belirledik. Ben bu kitlenin kurucusu ve genel başkanıydım. Bu çatı altında az da olsa bir yol kat ettik. Ancak zaman içinde gördük ki çalışmalar bir kısır döngü içinde. Bu nedenle oradan istifa edip Türkiye’nin de desteğiyle Suriye Demokratik Türkmen Hareketi’nin kurulmasına öncülük ettik. O patinin de kurucusu ve genel başkan yardımcısıydım. Demokratik Türkmen Hareketi çatısı altında ve Türkiye sayesinde Suriye Ulusal Konseyi’nde temsil edilmeye başlandık. Ulusal Meclis bizden 16 üye aldı. Aynı zamanda diğer azınlıklara verilecek bazı hakların bize de verilmesini sağladık. Demokratik Türkmen Hareketi, Suriye Milli Kitle Partisi’ne göre daha geniş çaplı çalışmalar yürütüyor olsa da kadrosu ve çalışmaları yetersizdi. Biz bu kadrodan Lazkiye, Humus, Halep ve Tarsus Türkmenlerinden bir grup istifa ederek yeni bir partinin kurulmasını savunduk. Suriye Türkmen Kitlesi, İslam Partisi adı altında bir partimiz daha vardı, bütün bunları lağvedip yeni bir yapılanmaya gidilmesi ve tek bir çatı altında toplanmasına karar verildi. Ocak ayında bir kurultay düzenlemeyi düşünüyoruz. Bu kurultayda yeni partinin kurulması kararı alınacak. Şu an için isim belli değildir. Ancak büyük ihtimalle “Türkmen” ve “Demokrasi” kelimeleri kullanılacaktır.

ORSAM: Esat sonrası için Suriye Türkmenleri olarak talepleriniz neler? Nasıl bir Suriye görmek istiyorsunuz?

Bekir ATACAN: 

Türkmenler Suriye’nin her şehrinde her kasabasında 1000 yıldan beri var. Biz Suriye’de varlığımızı devam ettirmek ve yeniden inşasında yer almak istiyoruz. Suriye’de tek çatı altında devam etmek istiyoruz. Elbette bazı kültürel hak isteklerimiz olacak. Dernek toplantılarının yapılması, kendi dilimizi konuşabilmek, kendi kültürümüzü yayabilmek gibi isteklerimiz var. Ama asla bağımsızlık ya da federal bir yapı isteğimiz yok. Suriye’nin üniter yapısını destekliyor; toprak ve siyasi bütünlüğünü savunuyoruz.

ORSAM: Suriye’deki genel durum nedir? Rejimin geleceği için neler söyleyebilirsiniz?

Bekir ATACAN: 

Bir diktatörlüğün bir günde yok olması mümkün değil.  Hele ki Suriye’de Baas diktatörlüğü 1963 yılından beri devam etmektedir. Çatışmalar 21 aydır devam etmekte. Biz çatışmaların bir süre daha devam edeceğini düşünüyoruz. Halep düştü, Şam ise şu an kuşatma altında. Şam da düştüğünde, daha önce Irak’ta ve yakın zamanda Libya’da olduğu gibi, Devlet Başkanları doğdukları yerlere çekilecektir. Muhtemelen orada da çatışmalar sürecek. Beşar Esad, Lazkiye’de yer alan Kırdaha’da doğmuştur. Çatışmalar o topraklara kayacak. Sonuç olarak ise federal bir yapıya gidileceğini düşünüyorum. Eğer yakın zamanda olmazsa bile gelecekte federal yapı kurulacaktır. Rusya’nın isteği Nusayri Devleti’nin kurulmasıdır. Bu sayede Rusya kendi çıkarlarını korumaya devam edecektir. Bu sınırlar içinde kalacak yaklaşık olarak 600 bin Türkmen yaşamaktadır. Bu toplam Türkmen nüfusunun yaklaşık dörtte birine denk gelmektedir. Bu durum bizler için kabul edilebilecek bir şey değildir. Bunun olmaması adına elimizden geleni yapacağız.

ORSAM: Ülkede federalleşmeye gidilirse Türkmenler çatışmaların ortasında kalabilir ve büyük sıkıntılar yaşayabilir…

Bekir ATACAN: 

Aynen. Türkmenler 1000 yıldan beri oradalar ama hep geri planda kalmışlar. Lazkiye’ nin ilk şehidi Türkmenlerdir. Suriye basınının iddiası Devrimi Türkmenlerin başlattığı yönünde olmuştur. Ancak maalesef ne Türkiye’de ne de dünyada bizden bahsedilmemiştir. Çünkü biz bugüne kadar önce “Suriyeli yiz” dedik. Biz kendimizi Suriye’ nin parçası, Suriye’nin vatandaşı olarak gördük. Ön planda olmasak bile devrimin her adımında biz de vardık. En fazla şehit veren toplum Tükmen ler dir. Bab-ı Amr’ın %80-90’ı Türkmendir. Şu an da katliam yapılan illerin ve ilçelerin çoğunda Türkmenler vardır. Biz önce Suriyeli sonra Türkmeniz. Ama diğer azınlıklar önce mensup oldukları azınlığı söylüyor sonra Suriye diyorlar. Onlarla aramızdaki fark budur. Biz 1000 yıldan fazladır bu topraklarda yaşayan asli unsurlar ız. Zaten Ulusal Konsey’den talep ettiğimiz konulardan biri de asli unsur olarak kabul edilmemiz dir. Umarız ki bu anayasaya girer.

ORSAM: Suriye Türkmenlerinin zayıf oldukları noktalar neler?

Bekir ATACAN: 

Zayıflığımızın iki nedeni vardır. Örgütlenemememiz ve dağınık halde yaşıyor olmamız. Kürtlerin, Süryanilerin, Hıristiyanların, Çerkeslerin, Nusayrilerin, Dürzilerin bölgeleri belli ancak bizim bölgemiz belli değil. Suriye’nin her karışında varız. 4 milyon Türkmen Suriye topraklarına yayılmış durumda. Çünkü o bölge bizlerin atalarından kalma. O topraklar bir zamanlar Selçuklu’ya, Osmanlı’ya aitti.

ORSAM: Son olarak Türkiye’nin Suriye Türkmenlerine ve Suriye’ye yönelik politikası hakkında neler düşünüyorsunuz? Beklentileriniz nelerdir?

Bekir ATACAN: 

Hem Suriye’deki halklar arasında hem de Suriye ve Türkiye arasında bir köprü olduğumuza inanıyoruz. Bu nedenle Suriye’de barış elçisi olmak istiyoruz. Türkiye’den beklentimiz bunu sağlayabilmek ve daha örgütlü hale gelebilmek için bize destek vermesidir.


http://orsam.org.tr/orsam/soylesi/10085?dil=tr

***

12 Ekim 2017 Perşembe

MISIR HALKININ YAŞAMASINA İZİN VERİLDİ ANCAK



MAHMUD ŞERMİNİ: “ MISIR HALKININ YAŞAMASINA İZİN VERİLDİ ANCAK HİÇBİR ZAMAN TAM MANADA GÜÇLÜ OLMASINA İZİN VERİLMEDİ.” 

MISIR EL VASAT PARTİSİ GENEL SEKRETERİ MAHMUD ŞERBİNİ İLE SÖYLEŞİ 











Müslüman Kardeşler Hareketi içerisinden ayrılanlar tarafından kurulan El Vasat (Orta Yol) Partisi, Mübarek döneminde yasal statüye sahip ender partilerden biri. 1996 yılında Müslüman Kardeşler Hareketi’nden bağımsız bir şekilde parti çalışmalarına başlayan bir grup Müslüman Kardeşler üyesi yasal izinleri 2009 yılında alarak partileşmiştir. 3 Temmuz darbesinin ardından başlayan siyasi kriz sürecinde El Vasat Partisi Genel Başkan Yardımcısı Hatim Azzam, Genel Başkan Ebu Ala Madi ve Genel Başkan Yarcımsı Isam Sultan gibi pek çok üyesi tutuklanmıştır. 

Darbe karşıtı koalisyon içerinde bulunan Mısır El Vasat Partisi nin Genel Sekreteri Mahmud Şerbini ile 3 Temmuz darbesini, Mısır ın geleceğini, darbe karşıtı koalisyonun amaçlarını ve çalışmalarını konuştuk. 


Söyleşi ,

ORSAM: ORSAM’a hoş geldiniz. Öncelikle  kendinizi okuyucularımıza tanıtabilir misiniz? 


Mahmud Şerbini: 

Adım Mahmud Şerbini, 27 yıldır avukatlık yapmaktayım. 1996’da İhvan-ı Müslimin’den ayrılan bir grup arkadaşımla beraberkurduğumuz Vasat Partisi’nin kurucu üyelerinden bir tanesiyim. El Vasat Partisi, 1996, 1998 ve 2004 tarihlerinde olmak üzere parti olarak kabul edilmesi için resmi makamlara başvuru yapılmasına rağmen 3 kez resmi olarak reddedilmiştir. 

Ancak 2009 yılında yaptığımız başvurumuz olumlu bir netice alındı ve parti Mübarek gitmeden önce kabul görmüş resmi partilerden bir tanesi oldu. 

El Vasat partisi Türkçede ‘orta yol partisi’ anlamını taşıyor. Köken olarak İhvan-ı Müslimin’den ayrılmış bir partidir. Mursi göreve geldikten belli bir süre sonra ben siyasi yapıyı takip etmek istedim ve bundan dolayı partideki kurucu üyelik ve genel sekreterlik görevlerimi resmi olarak dondurdum. İhvan-ı Müslimin’in bu süreci kaldırıp kaldıramayacağı, yeni bir hareketin ortaya çıkıp çıkmayacağı, ülkenin demokratikleşmesi için neler yapılabileceği ile ilgili konularda çalışmak amacıyla partimize bağlı araştırma merkezinde çalışmalara başladım. Partimizin cumhurbaşkanı adayı olan Muhammed Mansub liderliğinde araştırma merkezleriyle işbirliği içinde bir çalışma yaptık. Dimyat ve Kahire halen çalışmalarımız devam ediyor. 

ORSAM: İhvan ile El Vasat Partisi arasındaki ilişkiyi anlatmanız mümkün müdür? 

Mahmud Şerbini: 

İhvan-ı Müslimin’le Vasat Partisi köken olarak, düşünce olarak bir olmasına rağmen ayrı partiler olarak yola çıktılar çünkü bazı düşüncelerde siyasi hayatın tam anlamıyla şekillenmesi, demokrasinin olgunlaşması için bazı farklı düşüncelerin olması gerektiğini düşündük. 
Zaten partiden ayrılan kişiler de bu düşüncede olan kişilerdi. Yani partinin içinde daha yenilikçi olabilecek, yeni fikirler öne sürebilecek bir grup oluşturmayı hedeflemiştik. 
Bu hedeflerle yola çıkmıştık. Oysaki dini bakımdan bakılırsa aramızda bir fark yok. Ancak o dönemde bizim mücadele ettiğimiz en önemli unsur da yine Mübarek döneminin zihniyetinin oluşturduğu siyasetçiler ve siyaset hayatında rol alan kişilerdi. Bugün Mısır’da olanlar şunu kanıtladı; bugün darbeye 
destek veren, darbenin lehine konuşan herkes Mübarek zihniyetinin Mısır’da hala ne kadar sabit olduğunu kanıtlıyorlar. Dolayısıyla 25 Ocak devrimi tam anlamıyla gerçekleşmiş bir devrim değildir. Buradaki okuma İhvan açısından yanlış olmuş, öngörü açısından İhvan’ın ciddi bir eksiği olmuştur. Mübarek dönemi siyasi zihniyet hala mevcuttur ve buna karşı önlem alınamamıştır. 

Burada uluslararası güçlerin veya bu konuda konuşan uzmanların yanlış anladığı çok önemli bir nokta var. O nokta da şu: biz bugün Mısır’da bir araya geliyorsak bu İhvancı olduğumuz için değil; darbeye karşı geldiğimiz içindir. Yani biz tam anlamıyla darbeye karşı olduğumuz için ordayız. 

Çünkü buradaki fark şudur. Mübarek darbe temsili olarak orda idi fakat Mursi sivil bir toplumu temsil ediyordu ve Mursi’ye verdiğimiz desteğin nedeni İhvancı 
olmasından kaynaklanmıyor. Mursi bize göre demokrasiyi ve sivil bir toplumu temsil ediyor. 

Bizim askeri darbeye karşı koymamızdaki esasneden ile oldukça basit bir temele dayanıyor. 1952’de asker yönetime el koyduğundan beri tüm siyasi yaşam asker tarafından kontrol ediliyor. Bu yüzden de ülkemiz de ekonomi olarak, ilmi olarak hep geriye gitti. Bundan dolayı Mısır hep geri kalmış bir ülke olarak nitelendiriliyor. Örneğin Hindistan Mısır’dan daha sonra özgürlüğünü kazanmış olmasına rağmen gelişen ve büyüyen bir ülke, çünkü orada bağımsızlıktan sonra sivil bir yönetim iktidara geldi. Mısır ise askeri yönetim yüzünden geri kalmış ülkeler listesinde. Askerin amacı da ülkeyi geriye götürmek. Bu yüzden biz de askere karşıyız. Bugün meydanlarda olan halk, İhvancı olduğu için değil; darbeye karşı olduğu için eylem yapıyor. Darbenin bizi 60 yıl geriye götüreceğini bildiği için orada. 

ORSAM: 3 Temmuz’da yaşanan darbe sonrası dönemi ve ülkedeki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Mısır’ı gelecekte neler bekliyor? 

Mahmud Şerbini: Mübarek döneminin askeri zihniyet Mısır’da hiçbir siyasi düşüncenin, siyasi figürün yaşamasına izin vermedi. Ancak İhvan’ın 
her zaman kontrollü bir şekilde yaşamasına da izin verdiler. Halka şunu söylüyorlardı: “ülkede iki güç var; biri İhvan-ı Müslimin biri de asker 
yani bizleriz. Biz batıyla hareket ediyoruz ve sizin ilerlemeniz, muasır medeniyetler seviyesine gelmeniz, gelişmeniz ve yaşam standartlarınızı yükseltmeniz için çalışıyor; batıyla ve dünyayla ilişkilerimizi bunun için geliştiriyoruz. Ancak İhvan-ı Müslimin ise siyasi bir ideolojiye sahip olduğu için yarın öbür gün onlar iktidara gelirse size pek çok şeyi yasaklayacaklar, standartlarınızı düşürecekler, dar bir alana sıkıştıracaklar.” 

Böylece halka İhvan ve asker arasında tercih yapmaları gerektiğini söylediler. Mısır’daki asker sevgisi tam da bu noktada ortaya çıktı. Halk bu 
şekilde kandırıldı. Halkın yaşamasına izin verildi ancak hiçbir zaman tam manada güçlü olmasına izin verilmedi.

25 Ocak devriminin önemli bir özelliği vardı: devrimin bir lideri yoktu. Halk sokaklara döküldüğünde asker ve derin devlet Tahrir meydanında 
toplananların İhvancı olduğunu iddia etti. Bunu başaramayınca ve bütün halk orayadökülüp Mübarek karşıtı eylemler yapınca bu sefer fırsat vermek istediler. 
Asker ve derin devletin o dönemdeki stratejisi ise şöyleydi: “halk Mübarek’in gitmesini istiyorsa Mübarek gidecek fakat zihniyet ve derin devlet devam edip çalışacak”. 
Ancak asker ve derin devlet fırsatı eline geçirmek için tam bir senedir muazzam bir şekilde çalıştılar. Burada askerin bu bir senelik çalışmasının 
asıl hedefi Mursi’yi göndermek veyaİhvanı göndermek değildi. Halkı önce parçalara ayırmak, ikinci olarak da halk tarafından yapılmış olan devrime darbe vurmaktı. 
Bu darbenin faturasını da İhvana yıkmaktı. “İhvan bir senedir iktidarda ancak hiçbir gelişim gösterilmedi ve ülkede mevcut kaosun sebebi İhvan oldu” diyerek 
İhvan ile parçalanmış halkı karşı karşıya getirmek istediler. Yani derin devletin bir sene boyunca yaptığı buydu. Hatta Mursi seçildikten sonra bir Amerikalı 
istihbaratçıyla görüştük ve biz ona şunu sorduk: “siz Mısırı İhvancılara mı bıraktınız”. O, bize cevaben “İhvanı halka, halkı da İhvana bıraktık” dedi. 

Sonra Tantavi’ye aynı soru soruldu o da buna cevap olarak “biz ihvanı halkın eline bıraktık” dedi. 25 Ocak devrimini yapan halktı, bu darbe de halka karşı yapıldı. 

Faturası da İhvana kesilmiş oldu. 

ORSAM: “Türkiye’de İhvan’ın oy oranı %15’lerde, darbe oturdu ve büyük kentler dışında gösteri kalmadı, bir süre sonra bu sokak 
hareketleri tamamen biter” yönünde bir algıvar. Sizce bu algı ne kadar doğru? 

Mahmud Şerbini: 
Buna cevap vermeden önce derin devletin, Sisi’nin ve arkadaşlarının tahlilini yapmak gerekiyor. Mısır’daki derin devletin Mursi seçildikten bu yana benimsediği temel ideolojisi, ilk olarak halkın İhvana karşı nefret duymasını sağlamaya çalışmak, ikinci olarak da halkın İslami düşünceye sahip tüm gruplara karşı nefret duymasını sağlamaktır. Sisi ve arkadaşlarının Mursi seçildikten bu yana yaptıkları temel iki ideoloji budur. 
Buna ilaveten siyasi ideoloji taşıyan bazı grupların ahmakça davranışları da koz vermiş oldu, buna tabi ki İhvan da dâhildi. 

Mursi seçildikten hemen sonra basın, yargı, asker ve derin devlet bağlantılı, bilinçli ve projeli bir çalışmaya başladılar. Mısır’dan bahsederken belirtilmesi gereken şey, İhvan’ın İslamiyet’in temsilcisi olmadığıdır. İhvan ve İslamcılar ayrı kefelerde değerlendirilmelidir. Birçok farklı İslami grup olmasına rağmen Mısır denilince akla tek İhvan geliyor ve bütün İslamcıları temsil ettiği düşünülüyor. Bu çok yanlış bir değerlendirmedir. 
Bahsettiğim dört ana unsurun çalışma planlarında nefretin İhvan’a yıkılması ardında da İslami argüman geliştiren tüm kişi ve örgütlere karşı, halkın nefret beslemesini sağlanması hedefleri bulunuyordu. Bizim İslamcı kesimde tecrübesiz lik mevcut. Bu yüzden İhvan, Mursi seçildikten sonra ciddi derecede ve birbirine benzeyen hatalar yaptı. Bunlar da dört ana unsurun eline ciddi kozlar verdi. 

Bu dört unsur Mursi görevde iken onu kararlarında hataya zorlamaya çalıştılar. Buradaki amaçları İslamcılar ve karşı taraf olarak iki temel grubu karşı karşıya getirmek suretiyle Mısır’daki sokağı bölmek, tam manada bir ayrıştırma yapmaktı. Bu hareket İslam üzerinde bir parçalamadan ziyade İhvan’a yönelik bir parçalama hareketi olacaktı. Ama genel olarak ülkedeki bütün İslamcılar için geçerlidir. 

Bu mevcut durumda Sisi ve derin devlet bu fırsatı iyi değerlendirdiler. Tüm temel argümanları tam anlamıyla darbe yapma düşüncesinden ziyade 
Mursi’nin ve İhvan’ın gitmesine yönelikti. Tahrir Meydanına dökülen insanlar asker gelsin darbe yapsın amacıyla değil Mursi’nin ve onun temsil ettiği zihniyetin ne olursa olsun gitmesi için oradaydı. Ancak darbe gerçekleştirildikten ve tutuklamalar gerçekleştikten sonra halkın içerisinde askere karşı bir ateş yanmaya başladı ve bu gittikçe büyümeye devam ediyor. Buna karşı da asker kendi tedbirini çok sert bir şekilde, ateş açmak suretiyle aldı. Bu eylemleri öldürmeye ve bastırmaya yönelik olduğu kadar “aslında bizi bu noktaya sürükleyen İhvan” düşüncesini de gösterme mantığını da taşıyor. Ve bu şekilde de devam ediyorlar. 

Şu nokta önemli olan husus ise askerin darbeden bu yana halka yönelik yaptıkları şiddetin Mısır tarihinde bir ilk olmasıdır. Ne modern Mısır dönemi 
ne de önceki dönemde asla bu kadar ağır şiddet ve baskı yaşanmamıştır. Hiçbir kelime hiçbir dil Mısır’da yaşananları anlatamaz. 

ORSAM: Peki, bugün gelinen noktada 3 Temmuz darbesinden geri dönüş mümkün mü? Yada diğer bir ifade ile darbe ülkede oturdu mu? 

Mahmud Şerbini: 

Benim görüşüme göre bazı başarılar sağladılar ancak tam anlamıyla darbe başarılı oldu diyemeyeceğim. Başarısındaki esas unsur da öldürmeler, ölüm olaylarıdır. Darbeye karşı İslamcı blok hala sokaklarda eylem yapıyor. 

ORSAM: Darbeye karşı olarak örgütlenen cephenin strateji tam olarak nedir? Askeri nasıl geri adım attırmayı planlıyorsunuz ve talepleriniz nelerdir? Özellikle Vasat Partisininbu konudaki talepleri neler? 

Mahmud Şerbini: 

Açık söylemek gerekirse İslamcılar ciddi manada bir strateji planı yapmadı. Ancak şu an biz bir heyet oluşturduk ve bu şekilde görüşmeler yaparak gerçekleri anlatıp, oradaki durumu uluslararası boyuta taşımaya çalışıyoruz. Bu görüşme de bunun bir parçası. 

ORSAM: Mısır’da bir iç savaş olasılığını nasıl değerlendiriyorsunuz? Suriye’deki gibi bir durum yaşanabilir mi? Şiddet neye dönüşür? 

Mahmud Şerbini: 

Mısır halkının tabiatına bakıldığında Suriye’deki gibi bir durumun oluşacağını tasavvur etmiyorum ancak Mısır’da çeşitli İslamcı cihat örgütleri var ve bu gruplar yeraltından tam anlamıyla çıkıp, eline silah alıp halka karşı değil, en kötü senaryo olarak askere karşı bir silahlı mücadeleye girebilir. Ancak ‘İhvan’a 
karşı halk’ şeklinde bir çatışma olmasını hiçbir şekilde beklemiyorum. 

ORSAM: Çeşitli medya kuruluşlarında bir Kıpti devleti kurulması olasılığı tartışılıyor. Mısır’ın parçalanması mümkün müdür? 

Mahmud Şerbini: 

Mısır’ı bölme hayali çok eski tarihlerden bu yana mevcut. Bu hayal, Batılı ülkeler tarafından sürdürülüyor. Özellikle ülkenin güneyinde Hıristiyan nüfusunun ağırlıkta yaşadığı bölgede -ki bu arada Hıristiyan nüfus Mısır’da %4’ü hiçbir şekilde geçemez- böyle bir senaryodan bahsediyorlar. 

Ancak asıl tehlike dilleri, ırkları farklı olan Müslüman Nubi’ler konusunda mevcut. Bunlar Kıpti’lerden farklıdır. Özellikleri Mısır’ın güneyinde çoğunluktalar. Kendi dillerini ve ırksal faaliyetlerini sürdürüyorlar. Batı, projesini burada yürütüp, elinden geldiğince bu bölgeyi kaşıyor. Kabile şeklinde bir yapıları var ve Kuzey 
Afrika ülkelerindeki Berberilere benziyorlar. 

Bir diğer ayrılma projesi de Sina yarımadasıyla alakalı. Sisi Batı tarafından yetiştirilmiştir, eğitimini orada almıştır. Yani, Batının Sisi’nin 
eliyle, Sina yarımadasını ayırıp oraya Filistinlileri yerleştirmeye çalıştıklarını biliyoruz. Rakamsal olarak Nubi’ler 50.000’i geçmez. 

İslami gruplar ve tüm Mısır halkı bu yaşanan olaylarda çok büyük tecrübeler edindiler. Halk ve İslamcılar anladılar ki ülkenin aklıyla oynayan bir grup var ve bu akıl ülke için çok büyük bir tehlike. Mısır’daki bu değişimin adı şu oldu; Mısır halkı tabiatı gereği sakin, sabırlı ve isyankâr değildir ancak bu olaylardan sonra Mısır halkı kendi içerisinde bir devrim yarattı ve artık ölümden korkmuyor. Bu, Mısır halkındaki en büyük değişimdir. Bana göre bu değişim, Mısır’daki mevcut darbenin hedefine ulaşmasını engelleyecektir. Bu darbe geçici başarı sağlayabilecek bir darbedir. İki sene, üç sene sonra halkın içerisinde değişim ve özünde yeniden doğmuş olan ‘ölümden korkmama duygusu’ bu darbeyi bertaraf 
edecektir. Ayrıca darbenin ülkeyi tehlikeye götürdüğü düşüncesi de yerleşiyor, darbe bu anlamda bir artçı deprem gibi sallanan bir darbedir, sağlam değildir. 

Öldürülenlerin ekseriyeti gençlerdir. Öleceğini bile bile sokağa hem kadınlar hem erkekler çıkıyorlar. Bizde bu bahsettiğim duygu mevcut değildi, halk sakindi, isyankâr değildi, ses çıkartmazdı, ancak son olaylar sırasında birçok gençle görüştüm ve bana şunları söylediler: “ben dışarıya çıkacağım ve büyük ihtimalle öldürüleceğim, lütfen bana dua et.” 

ORSAM: Sokaktaki şiddet bu şekilde devam eder mi? Mısır bu şiddet sarmalından nasıl çıkar? 

Mahmud Şerbini: 

Az önce bahsettiğim halk arasında yaşanan bu duygu, aslında o ülkedeki halkın darbe karşıtı tutumunun devam edeceğini gösteriyor. 
Asker de zaten yapabileceklerini en üst seviyesine kadar yaptı. Halkı öldürdü, kötü şekilde darp etmeleri dünya kendi gözleri ile gördü. 
Ancak eğer iç savaştan bahsediyorsak böyle bir ihtimal yani bir iç savaş söz konusu değildir. 

Artan şiddetle ile ilgili en temel çalışmamız;özellikle Batı ülkelerindeki insan hakları savunucusu sivil toplum örgütlerinin kendi ülkelerinin karar mercilerini baskı altında tutup, darbeye karşı gelmeleri ve ülkedeki mevcut durumun bitmesine yönelik çaba sarf etmelerine yöneliktir. Bu belki süreci bitirmeye yardımcı olabilir. İkinci bir unsur, Sisi ve arkadaşları için düşünecek olursak, kendi gelecekleriyle alakalı olarak içlerinde şu an çok ciddi bir korku belirmiş durumdalar. 
Bu korku onları büyük hatalara da sevk edebilir veya geri adım da attırabilir. Çünkü şu ana kadar yalnızca geri kalmış Arap ülkeleri onların 
meşruiyetini kabul etti, geri kalan ülkeler onları tanımadı. Dolayısıyla bu şekilde devam etmeleri söz konusu olmayabilir. Bu anlamda biz insan 
hakları konusunda çalışma yapan uluslararası sivil toplum örgütlerini olayın çözümü için kendi ülkelerine baskı yapmaları konusunda harekete geçirmek istiyoruz. 

ORSAM: Uluslararası aktörler konusundaki stratejiyi konuştuk, peki içeride diğer sivil aktörlerle görüşmeler devam ediyor mu? Yani siyasal İslamcı olmayan diğer gençlik örgütleriyle ortaklık için bir çaba sarf ediliyor mu? 

Mahmud Şerbini: 

İki nedenden dolayı Mısır’da böyle bir çalışmadan bahsetmemiz söz konusu değil. İlk olarak Mısır’da kurulmuş olan sivil toplum örgütlerinin %90’ını solcu mantaliteyi taşıyan gruplar. İkinci olarak çoğu Batıcı ve Batıdan maddi destek alan ve Batının düşünceleri çerçevesinde hareket eden örgütler. Dolayısıyla 
Mısır’da ses getirebilecek bir çalışma beklemediğimiz için dışarıdan faaliyetlerimizi sürdürmeye çalışıyoruz. 

ORSAM: Son olarak Türkiye’den beklentileriniz nelerdir? 

Mahmud Şerbini: 

Buraya gelmeden önce dış ülkelerden ne isteyeceğimiz konusunda bu hareketin başkanıyla bir toplantı yaptık. Türkiye’yle ilgili olarak beklentimiz 
de şu yönde. Özellikle AK Parti’yle birlikte Türkiye’nin kazandığı tecrübelerinden yararlanmak istiyoruz. Örneğin Türkiye Mavi Marmara konusunu uluslararası 
arenaya taşıyıp istediklerini alabildi. Burada nasıl bir yol izlediğini ve nasıl başarılı olduğunu öğrenmek istiyoruz. Bu konudaki tecrübelerinizipaylaşmak istiyoruz. 
Türkiye’den ayrıca dünyada hukuki anlamda çalışma yapan sivil toplum örgütleriyle ilişkiler kurabilmemizi, bir araya gelmemizi sağlayacak lojistik çalışmalar yapmasını bekliyoruz. 


*Bu söyleşi 22 Ağustos 2013 tarihinde Ankara’da ORSAM’da gerçekleştirilmiştir. 


***

5 Ekim 2017 Perşembe

TÜRKİYE İKBY REFERANDUMUNA NEDEN KARŞI


TÜRKİYE İKBY REFERANDUMUNA NEDEN KARŞI?

25.09.2017




Irak ve Suriye’de iç savaşın, IŞİD ile mücadelenin olanca hızıyla sürdüğü bir ortamda yeni bir çatışma dinamiği yaratacak kritik bir süreç yaşanıyor. 1. Körfez Savaşı sonrasında fiili otonomi kazanan, Irak işgali ile fiili durumu anayasal zemine oturtan Iraklı Kürtler, 2014 sonrasında yaşanan IŞİD ile mücadele sürecinin sunduğu fırsattan faydalanarak bağımsızlık yolunda en son adım olan bağımsızlık referandumunu 25 Eylül 2017 tarihinde düzenleme kararı aldı. Bu adımın bölgede yeni çatışmaları tetikleyeceği ve terör örgütleri ile mücadelenin zaafa uğrayacağı görüşü hakim. Bu nedenle İsrail dışında referanduma destek veren ülke çıkmadı.

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) muhtemelen bağımsızlık için daha uygun bir zaman olamayacağını düşünüyor. IŞİD ile mücadele IKBY’nin siyasi ve askeri konumunu oldukça güçlendirdi. Iraklı Kürtler her şeyden önce başta Kerkük olmak üzere Bağdat ile arasında sorun yaratan tartışmalı bölgeler konusunda elini güçlendirdi. Irak ordusunun çekilmesi ile tartışmalı bölgelerin %90’a yakını tamamen Kürt güçlerin kontrolüne geçti. Irak merkezi hükümeti ise IŞİD ile mücadele nedeniyle güç kaybetti ve giderek daha fazla dış desteğe açık hale geldi. Bu da IKBY’yi bağımsızlık adımını atmak için en uygun zamanın şimdi olduğu düşüncesine yönlendiriyor.

KDP ve lideri Mesut Barzani’nin referandum konusunda bu kadar ısrarcı olmasının iç politik faktörlerle de ilgisi olduğu söylenebilir. IKBY’de uzun zamandır ciddi bir siyasi ve ekonomik kriz yaşanıyor. KDP’nin bu sıkıntıları örtmek için bağımsızlık gibi popüler bir meseleyi gündeme getirdiği, 2017 yılı sonunda düzenlenecek Meclis seçiminde konumunu güçlendirmeye çalıştığı ve en önemlisi yasaya aykırı olarak başkanlık koltuğunda oturan Barzani’nin pozisyonunu korumak için de bağımsızlığı gündeme getirdiği söylenebilir. Son neden olarak, bağımsızlık referandumu ertelense bile bunu bir pazarlık aracına dönüştürerek tartışmalı bölgeler ve ekonomik gelirler konusunda garantiler alabileceğini düşünüyor olabilir. Bu durumda referandum düzenlenmez ancak IKBY ilerde çok daha kolay ve iyi şartlar altında bağımsızlık kazanacak zemini oluşturarak bu süreci atlatır. Ancak bütün bu destekleyici nedenlere rağmen Iraklı Kürtler arasında referandumun zamanlaması konusunda farklı görüşler olsa da bağımsızlık idealinin çok güçlü olduğunu ve IKBY’nin bir bütün olarak bağımsızlığa kavuşmak istediğini unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla bağımsızlık referandumunun düzenlenmesinin esas nedeni son adımı atarak bu ideale biraz daha yaklaşmak.

IKBY bölge ülkelerinin ve uluslararası camianın tepkisi konusunda muhtemelen bir hesap hatası içinde. Iraklı Kürtlere göre Batı IŞİD ile mücadele nedeniyle Kürtlere desteğini önemli oranda artırdı ve kendilerine giderek artan bir ilgi ve sempati ile yaklaşıyor. Türkiye ile ekonomik ve enerji işbirliği derinleşerek devam ediyor. Türkiye tepki gösterse bile bu iç politik nedenlerle olacaktır ve diplomatik seviyede kalacaktır. Hatta Iraklı Kürtler IKBY Başbakanı Neçirvan Barzani’nin Türkiye ziyareti sırasında Atatürk Havalimanında IKBY bayrağının asılmasını da “Türkiye’nin bağımsızlığa yeşil ışığı” şeklinde okuyacak kadar iyimser bir algı içinde. Bölgede Kürt bağımsızlığına karşı çıkması muhtemel diğer bölge ülkesi Suriye ise zaten hayatta kalma mücadelesi veriyor ve dışarısı ile ilgilenecek durumu bulunmuyor.

IKBY’nin bu okuma biçimine karşın durumun bu kadar basit olmadığı söylenebilir. Batı’nın genel anlamda Irak’ta Kürtlerin bağımsızlık kazanma çabasına olumlu yaklaştığı, politikaları ile bu süreci desteklediği kabul edilebilir. Ancak 2014 sonrasında Batı’nın Iraklı Kürtlere artan ilgi, destek ve sempatisinin temelinde IŞİD ile mücadele yatıyor. Batı’nın Irak ve Suriye’de birinci önceliği IŞİD’in yenilgiye uğratılması ve bağımsızlık adımının bunu zaafa uğratacağı düşünülüyor. Tam da bu nedenle Batı referanduma özü itibarıyla değil ancak zamanlama olarak karşı çıkıyor. IKBY’nin mevcut konumunu borçlu olduğu ABD, Iraklı Kürtlerin geçmişten bu yana en yakın dostlarından Fransa gibi ülkeler dahi Barzani’yi ikna etmek için yoğun bir diplomasi yürüttü. Ancak esas yanılgı Türkiye’nin olası yaklaşımı ile ilgili. Türkiye’nin IKBY ile kazan-kazan ilkesine dayalı bir ilişki kurmak istediği ortada. Ancak Türkiye bu yakın ilişkiyi hiçbir zaman Irak’ın toprak bütünlüğünü riske atacak bir çerçeveye oturtmadı. Türkiye son yıllarda Irak merkezi hükümeti ile yaşanan krizlerde bile “önce Bağdat” ilkesine sadık kalmaya çalıştı. Türkiye’nin IKBY ile sürdüğü ilişkiden her iki tarafın ekonomik çıkar sağladığı açık. Ancak bu kazancın IKBY açısından “hayati” Türkiye açısından ise “göz ardı edilebilir” olduğu söylenebilir. Türkiye’nin kendi ekonomik hacmi içinde buradan sağlanan gelir önemli olmakla birlikte daha yaşamsal çıkarlar söz konusu olduğunda riske edilebilecek seviyede. Bu nedenle Türkiye’nin karşılıklı çıkarlar nedeniyle tepkisini düşük seviyede tutacağı düşüncesi gerçekle bağdaşmıyor. Peki Türkiye Iraklı Kürtlerin bağımsızlık referandumu düzenlemesine neden karşı çıkıyor?

Iraklı Kürtler Türkiye’nin PKK ile mücadelesinde güvenilir bir ortak olabilir mi?

Türkiye son yıllarda IKBY ile iyi ilişkiler kursa da bu işbirliği daha çok ekonomi ve enerji alanında gelişti. Ancak kalıcı ve daha derin işbirliği kurabilmenin yolu siyasi ve güvenlik alanında işbirliğinden geçiyor. Bu açıdan ise tam bir başarı sağlanamadı. Hatta Türkiye’nin en ciddi iç ve dış politika sorunu olarak gördüğü PKK konusunda tehdit algısı yaratacak gelişmeler yaşanmaya devam etti. Türkiye algısına göre “IKBY ile yakın ilişkiler kurulabilir ancak IKBY PKK ile mücadelemde hiçbir zaman dayanabileceğim bir ortak değil.” Güvenlik alanında işbirliği IŞİD ile mücadele ile sınırlı kaldı. KDP’nin de tehdit algıladığı Sincar’daki PKK varlığı ve Suriye’de YPG konusunda dahi bir eşgüdüm sağlanamadı. Daha da önemlisi IKBY KDP’den ve Barzani’den ibaret değil. KDP bölgelerinde (Erbil ve Dohuk) PKK’nın diğer yerlere nazaran etkisinin daha az olduğundan bahsedilebilir. Ancak Süleymaniye’de PKK’nın yoğun etkisi rahatça hissediliyor. KYB’ye bağlı peşmergeler PKK’lılar ile birlikte Kerkük çevresinde IŞİD’e karşı birlikte mücadele yürütüyor. Kerkük’ün KYB’li Valisi Necmettin Kerim Kerkük’e PKK’lıların yerleşmesine imkan sağladı, Valilik’te PKK’lıları ağırladı. Hatta Türkiye’ye yakın duran KDP’nin lideri Mesut Barzani’nin dahi PKK’yı terör örgütü olarak görmediğini ve Mahmur’da PKK’lıları “IŞİD’e karşı mücadeleden dolayı kutladığı” akıllardan çıkarılmamalı. Böyle bir fotoğraf karşısında Türkiye’de tehdit algısının oluşması doğal. Son yıllarda IKBY ile kurulan iyi ilişkilerin hem ekonomik hem de siyasi açıdan Türkiye’ye faydalar sağladığı, şu anda IKBY üzerinde yaptırım imkanı varsa bu politikalar sonucunda elde edildiği bir gerçek. Ancak şu da unutulmamalı ki IKBY işin doğası gereği hiçbir zaman Türkiye’nin PKK ile mücadelesinde tam olarak güvenebileceği bir aktör olamaz.

Irak’ta yeni çatışma dinamiklerinin doğması ve Türkmenlerin konumu

IKBY bağımsızlık referandumunu kendi sınırlarının ötesinde yasal olarak Bağdat’a bağlı olan Kerkük gibi tartışmalı bölgelerde de gerçekleştiriyor. Tartışmalı bölgeler Türkiye sınırında Telafer’den başlayarak İran sınırında Mendeli’ye kadar uzanmakta. Bu coğrafyanın iki önemli özelliği var. Birincisi buralarda Türkmenler, Araplar, Kürtler, Sünniler ve Şiilerin bir arada yaşadığı heterojen bir toplum yapısı var. İkincisi doğal kaynaklar açısından zengin bölgeler. Tartışmalı bölgelerin bağımsızlık referandumuna katılması doğal olarak hem yerelde farklı etnik ve mezhepsel gruplar arasında çatışmayı tetikleyecek hem de bu bölgeler üzerinde egemenlik iddiasını sürdüren Bağdat ile IKBY arasında daha geniş çaplı bir çatışmanın fitili ateşlenecek. Bu da Irak ve Suriye’de en kısa sürede istikrara ihtiyaç duyan Türkiye açısından istenmeyen bir durum. Bu çatışma dinamiği içinde Türkmenlerin konumu ise son derece hassas. Zira Kürtler ve Araplardan farklı olarak silahlı güçleri yok ve 2003 işgalinden bu yana askeri taraflar arasında yaşanan her çatışmanın kurbanı Türkmenler oldu. Daha önce de örnekleri görüldüğü üzere son olarak referandumun yarattığı gergin ortamda peşmerge güçleri kendisi açısından esas tehdit olan Haşti Şaabi yerine zayıf konumda olan Türkmenlere yöneldi ve Kerkük’te Türkmen Milliyetçi Hareketi’nin binasına saldırı düzenledi. Türkiye ise kendisini Türkmenlere yakın görüyor ve destekliyor. IKBY ve peşmregenin Türkmenlere yaklaşımı ise kesinlikle Türkiye’yi tatmin edecek bir durumda değil. Kerkük’e yerleştirilen PKK varlığı ise ayrı bir sorun. PKK’lılar da Türkiye’ye yakın gördükleri Türkmenlere karşı zaman zaman kullanıldı. Dolayısıyla Türkiye Kerkük’ün bağımsızlık referandumuna dahil edilmesi durumunda Türkmenlerin çatışma ortamında büyük zarar göreceğini düşünüyor. Uzun vadeli risk algısı ise Kerküklü Türkmenlerin IKBY idaresi altında kimliklerini kaybedebileceği düşüncesi. Bunun en yakın örneği Erbil. Geçmişte önemli bir Türkmen şehri olan Erbil’de Türkmen kimliği giderek ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Türkmenlerin yaşadığı ve Erbil’in tarihi merkezi Kale boşaltılarak turistik bir alana dönüştürüldü. Türkiye bu nedenlerle Kerküklü Türkmenlerin taleplerine paralel olarak Kerkük’ün merkezi hükümete bağlı kalması gerektiğini savunuyor. Zira demografik, siyasi ve askeri olarak Kerkük’te aşırı güçlü olan Kürtlere karşı Bağdat’ın varlığı bir denge oluşturabilir ve şehirde çoğulcu yapı korunabilir. 

Irak’taki yapının Suriye’de YPG alanları ile yakın ilişki geliştirme ihtimali

Türkiye IKBY’nin bağımsızlık referandumunu Suriye’deki gelişmelerle bağlantılı olarak da okuyor. Türkiye’nin algısına göre kendi güney sınırlarında bir kuşak oluşturuluyor ve bu kuşak Kürt kuşağı olduğu için değil ancak önemli bir kısmı PKK tarafından kontrol ediliyor olduğu için tehdit oluşturuyor. Irak’taki bağımsızlık sürecinin buna ilişkin yarattığı tehdit algısı ise uzun vadede farklı Kürt aktörlerin kendi aralarındaki sorunları çözerek ortak idealler etrafında Türkiye’ye karşı birlikte hareket edebilme potansiyeli. Suriye’de PKK kontrolünde fiili bir otonom bölge oluşmuş durumda. Bu yapının siyasi statü kazanacağı meçhul ancak ihtimaller dahilinde. Böyle bir durumda Irak’taki olası bağımsız devlet ile Suriye’deki federal yapının işbirliği yapmasının önünde engel olmadığı ortada. Iraklı Kürtlerin bugünkü bağımsızlık sürecine giden yolda önemli kilometre taşlarından biri ABD’nin iç savaş halindeki KDP ve KYB’yi ABD’de bir araya getirerek Vaşington Anlaşmasını imzalatması idi. Şu anda aralarında Sincar ve Suriye konusunda rekabet olduğu için bir araya gelmesinin mümkün olmadığı düşünülen KDP ve PKK’nın Kürt kamuoyunun baskısı ve Batı’nın yönlendirmesi gibi faktörlerle bir araya gelmesinin önünde hiçbir engel yok. Hatta yukarıda ifade edildiği üzere IKBY KDP’den ibaret değil. KYB ve hatta bir dereceye kadar Goran Hareketi Suriye’de YPG’yi sonuna kadar desteklediklerini açıklıyor, askeri ve ekonomik yardım sağlıyor. Türkiye’nin en hayati sorunu konusunda bu tarz bir yaklaşım karşısında Türkiye’nin fırsat temelli bir yaklaşım geliştirmesini beklemek gerçekçi değil. 

Sınırların değişiminin domino etkisi yaratabileceği kaygısı

Türkiye’nin Irak ve Suriye politikasının ana ilkelerinden biri toprak bütünlüğünün korunması. Bunun temelinde bölge ülkelerinin herhangi birinde yaşanacak bir sınır değişiminin domino etkisi yaratarak kendisine sirayet edebileceği kaygısının yattığı sır değil. Bu kaygıyı Irak, İran ve Suriye de paylaşıyor. Irak, İran ve Türkiye tam da bu nedenle ilişkilerinin en kötü olduğu bir ortamda dahi statükonun korunması temelinde bir araya gelebiliyor. Türkiye içinde bu algının yanlış olduğu ve Türkiye gibi büyük bir devletin bölünme korkusu ile hareket etmesinin doğru olmadığını savunan kesimler var. Bu yaklaşımın haklılık payı var. Tamamen bu kaygıya dayalı olarak bölgede bir politika takip etmenin Türkiye’ye zarar vereceği ortada. Ancak sınır değişimlerinin bölge ülkelerinin sınırlarını koruma çabalarını olumsuz etkilemeyeceği şeklinde bir düşünce de fazlaca iyimser. Hele ki bu kartı diğer bölge ülkelerine karşı kullanma potansiyeli olan bölgesel ve bölge dışı güçlerin varlığı söz konusu iken. Örneğin IKBY’nin bağımsızlık referandumuna tek destek veren ülke olan İsrail’in kafasında Kürt kartını ilerde İran gerekirse de Türkiye’ye karşı kullanılabilecek bir koz olarak görmediğini iddia etmek mümkün değil.

Türkiye Nasıl Tepki Verebilir?

Bu yazı yazıldığı sırada referandumun düzenlenip düzenlenmeyeceği henüz kesinleşmemişti. Zira beklemediği düzeyde bir tepki ile karşılaşan ancak geri adım atamayan Mesut Barzani süreci bir pazarlığa dönüştürüp bazı kazanımlar elde ederek referandumu erteleyebileceğinin sinyallerini veriyor. Bu belirsizlik muhtemelen son güne kadar devam edecek. Barzani bazı kazanımlar elde edebilirse uzun zamandır milliyetçi duygular pompaladığı ve sokaklara döktüğü halka karşı “bakın kazanımlar elde ettik ve artık daha güçlü bir konumdayız” diyerek kendine bir çıkış sağlayacak. Bu düşük ihtimale karşın referandumun düzenlenmesi yüksek olasılık ve bu sonuç kısmında referandumun düzenlenmesi durumunda Türkiye’nin nasıl bir yaklaşım sergileyebileceği tartışılmaya çalışılacak.

İlk kısımda ifade edildiği üzere Türkiye’nin referanduma karşı duruşunu iç dengelerle açıklamaya çalışmak gerçekçi değil. Bu nedenle Türkiye IKBY’nin beklentisinin aksine somut olarak bir yaptırım paketini gündeme getirebilir. Türkiye en yetkili ağızlardan referanduma karşı olduğunu ve ısrarcı olunması durumunda “IKBY’nin bedel ödemek” durumunda kalacağını açıkladı. TSK Sincar’daki PKK varlığı nedeniyle zaten yoğun askeri bir konuşlanmanın olduğu Silopi’de askeri tatbikat başlattı. Askeri karşılık olabileceği mesajı veren bu adıma rağmen krizi tırmandırma sürecinin parçası olarak ilk aşamada ekonomik yaptırım araçları gündeme gelecektir. Bu yaptırımların IKBY üzerinde ciddi etkisi olacaktır. IKBY bir kara devleti ve alternatif çıkış noktaları Türkiye, İran, Irak ve Suriye. Irak ve Suriye alternatif olacak durumda değil. İran ve Türkiye’nin koordineli bir şekilde ekonomik yaptırım uygulaması zaten kriz yaşayan IKBY’nin ayakta durmasını zorlaştıracaktır. Ekonomik açıdan Türkiye’nin elinde İran’a göre daha fazla argümanın olduğu söylenebilir. Ancak Türkiye’nin ekonomik yaptırımların dışında zor kullanma seçeneğini de kullanması olası ve eğer bu gerçekleşirse muhtemelen İran ve Irak ile koordineli şekilde olacaktır. Kimse doğrudan IKBY’ye dönük bir kara harekatı ya da hava saldırısı beklemiyor. Ancak ilk kısımda ifade edildiği üzere Sincar’da ve hatta Peşmerge kontrolündeki yerlerde artan bir PKK varlığı söz konusu. Buraların havadan hedef alınması söz konusu olabilir. Askeri açıdan ise İran’ın elindeki araçlar daha fazla. İran çok rahat bir şekilde Irak ordusu üzerindeki etkisi ile ya da kendisine bağlı ya da üzerinde etkili olduğu Haşdi Şaabi güçleri vasıtası ile peşmergelere karşı güç kullanımına başvurabilir. Tam da bunu işaret edercesine Haşdi Şabi Komutanı Ebu Mehdi El Mühendis referandumun yaklaştığı bir ortamda büyük bir askeri konvoy ile birlikte Kerkük'e girdi. Yine aynı şekilde Irak ordusu da Kerkük’e bağlı Havice ilçesini IŞİD’den kurtarmak için operasyon başlattı. Irak ordusu ve İran böylece 2014’te tamamen çekilmek durumunda kaldığı Kerkük’e güneybatıdan girme imkanı elde edecek ve Kürtlere “Kerkük’te tek taraflı adım atamazsın” mesajını verecek. Türkiye’nin de Kerkük konusundaki hassasiyeti ortada. Özellikle Türkmenlere dönük bir tehdit söz konusu olursa Türkiye’nin güç kullanma seçeneğini daha hızlı bir şekilde gündeme getirmesi mümkün.

Bu yazı 24 Eylül 2017 tarihinde Star Gazetesi’nde “Türkiye Kuzey Irak’ta referanduma neden karşı?” başlığı ile yayınlanmıştır.

http://orsam.org.tr/orsam/DPAnaliz/14504?dil=tr

**

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 9

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 9


DARBELER VE ABD’NİN ROLÜ VE EKONOMİK ÇIKARLAR..,
DARBELER VE EKONOMİ
Harun ÖZTÜRKLER 
ORSAM Ortadoğu Ekonomileri Danışmanı, 
Prof. Dr., Kırıkkale Üniversitesi 
ORSAM RAPORU,

Darbelerin ekonomik etkileri ile ilgili literatürün temel bulgularından birisi, askeri vesayetin varlığının uzun dönemde bu ülkelerde kişi başına geliri azalttığı yönündedir. 
Askeri vesayetteki derinleşme ile kişi başına gelirdeki azalma arasında yüksek bir korelasyon gözlenmektedir. 

Askeri rejimlerin ekonomilerin uzun dönem kalkınma patikalarını ve performanslarını olumsuz yönde etkiledikleri tarihsel bir tespittir. Piyasa ekonomilerinin en temel özelliklerinden birisi, ekonomik karar birimlerinin ihtiyaç duydukları bilgileri özgürce elde edebilecekleri ve bu bilgiler üzerine kurguladık ları kararlarının sonuçlarını değerlendirebilecekleri bir yasal ve kurumsal yapıya ihtiyaç duymalarıdır. Askeri darbeler, bu yasal ve kurumsal yapıyı ortadan kaldırarak, ekonomik karar birimlerinin rasyonel karar vermelerini önlemektedirler. Böylece, ekonomilerin sahip oldukları (kıt) kaynakların etkin/optimal olmayan bir dağılımı ortaya çıkmaktadır. 

Bunun bir sonucu olarak, bu ekonomiler kısa dönemde, teknoloji düzeyi veri iken bir ekonominin sahip olduğu tüm kaynakları tam ve etkin kullanarak üretebilecekleri gayrisafi yurtiçi hâsıla (GSYH) olarak tanımlanan potansiyel GSYH düzeyinin altına düşmektedirler. Kısa dönemde ortaya çıkan bu refah kaybı yanında, işgücü ve sermaye gibi temel üretim faktörlerinin uzun dönem ekonomik ve sosyal kalkınma için ihtiyaç duyulan faaliyet alanlarında kullanılması olarak tanımlanan optimal kaynak dağılımı bozulmakta ve ekonomiler uzun dönem kalkınma potansiyellerinin altında kalmaktadırlar. 

Askeri darbe dönemleri literatürde çoğu kez ‘ara dönem’ olarak adlandırılmakta dır. Buradaki ara dönem ekonomik anlamda ekonominin işleyişini düzenleyen kalkınma planları, orta vadeli ekonomik planlar, yıllık programlar, planlanan ekonomik reformlar, uluslararası reel ve finansal ekonomik ilişkileri düzenleyen yasal ve kurumsal yapının ya tümüyle askıya alınması ya da uygulama çerçeve ve yönteminin önemli ölçüde değiştirilmesi anlamına gelmektedir. Ara dönem ne kadar uzun ise, darbenin ekonomi üzerindeki negatif etkisi de o kadar büyük olmaktadır. Belirli bir ekonomik politika paketinin seçmenler tarafından onaylandığı demokratik süreçler sonrası iş başına gelen hükümetlerin, bu politika paketlerinin uygulamasının askıya alınmasının olumsuz etkisi sadece o süre ile sınırlı olmayacaktır. Ekonomik kalkınma ve sosyal gelişmenin temel belirleyicisi fiziksel ve insan sermayesine yapılan yatırımdır. Bu anlamda reel yatırımlar ise tanım gereği uzun dönem karar süreçlerini içerirler. 

Bu çerçevede, ulusal ve uluslararası yatırımcılar için en önemli karar değişkenlerinden birisi, uzun dönem politik ve ekonomik belirliliktir. Bir ülke tarihinde askeri darbenin bir kez bile gerçekleşmiş olması, yatırımcı nezdinde bu belirsizliğin kuşaklarca sürmesi anlamına gelmektedir. Böylece, darbe sonrası iş başına gelen sivil hükümetler olağan ekonomi politikalarının ötesinde bir içerik taşıyan ekonomi politikaları hazırlamak durumunda kalmaktadırlar. Böylesi bir zorluk, bu hükümetleri ulusal ve uluslararası yatırımcılara olağan dışı koşullar sağlama/ödün verme durumu ile yüz yüze bırakmaktadır. 

Verilen bu ödünler/teşvikler bir taraftan bütçe gelirlerini azaltmakta diğer taraftan ise bütçe harcamalarını artırmaktadır. Bu süreç, bu hükümetlerin ekonomik politika uygulamalarının performansı ile ilgili olarak ulusal ve uluslararası kamuoyunda olumsuz bir algı yaratmaktadır. 

Askeri darbelerin kullandığı en önemli ekonomik argümanlardan birisini, gelir dağılımının bozuk olması, giderek bozulması ile geniş halk kitlelerinin yoksulluk sınırının altında yaşıyor olması oluşturmaktadır. 

Askeri kadroların önemli bir kesiminin düşük gelir gruplarında yer alan ailelerden geliyor olmaları bu argümanın geliştirilmesi için uygun bir arka plan oluşturmaktadır. 
Bu argüman özellikle ekonomik transformasyon, yapısal dönüşüm ve radikal ekonomik reform dönemlerinde daha belirginhale gelmektedir. Ülkede yaşanan 
yapısal dönüşüm ve reformlar ile ilgili kuşku duyan, daha önemlisi bu dönüşüm ve reformların çıkarlarına aykırı olduğunu düşünen (elit/yeni elit) gruplar, bu süreçte darbelerin//darbecilerin en önemli destekçileri haline gelirler. Bu gruplar, politik ve ekonomik karar süreçlerinde etkin olduklarından, toplumda algı yanılgısı yaratacak asimetrik bilgi üretirler. Asimetrik bilgi, iktisatçıların ahlaki çöküntü adını verdikleri ve piyasa ekonomilerinin temel kurumlarından olan sözleşme sisteminin zayıflamasına neden olur. Böylece ulusal ve uluslararası yatırımcılar, üreticiler, tüketiciler gibi karar birimleri ekonomik faaliyetlerini ötelemeye başlarlar. Bir kez daha, ülke ekonomisi potansiyel kalkınma/büyüme düzeyinin altına düşmüş olur. Bu çerçevede doğal kaynak zenginliği, Ortadoğu ülkelerinin önemli bir kısmı ile örtüşen, darbeciler için bir diğer önemli motivasyon kaynağını/gerekçesini oluşturmaktadır. 

Tarihsel olarak değerlendirildiğinde, doğal kaynak fiyatlarında ortaya çıkan yüksek oranlı ve süreklilik arz eden artış dönemlerini otokratik rejimlerin izlediğini gözlemlemekteyiz. Bu süreçteki otokratik güdüyü ortaya çıkan ve petro-zenginlik adı verilen servetin paylaşılması oluşturmaktadır. 

Darbelerin ekonomik etkileri ile ilgili literatürün temel bulgularından birisi, askeri vesayetin varlığının uzun dönemde bu ülkelerde kişi başına geliri azalttığı yönündedir. Askeri vesayetteki derinleşme ile kişi başına gelirdeki azalma arasında yüksek bir korelasyon gözlenmektedir. Vesayetin darbeye dönüşmesi durumunda ise, kişi başına gelirde, iktisatçıların uzun dönemli resesyon adını verdikleri, kalıcı nitelikli azalma/uzun dönem değerinin altında kalma durumu ortaya çıkmaktadır. Makroekonomik bulgular, ayrıca, askeri vesayet ve rejimlerin, önemli sosyo-ekonomik problemler olan enflasyonu ve işsizliği artırdığına işaret etmektedir. Askeri vesayet ve rejimlerin, daha az belirgin olan, ancak ülkelerin uzun dönem yatırılabilir kaynakları ve böylece üretim kapasiteleri üzerinde oldukça büyük bir olumsuz bir etki yaratan yönü iç ve dış borçlarda ortaya çıkan artışlardır. 

Otokratik rejimlerin destek sağlamak için yaptıkları popülist sosyal harcamaların finansman ihtiyacı, ülkenin iç ve dış borç stoklarının artmasına neden olmaktadır. Üstelik bu borçlanma, istikrarlı ve güvenli bir ekonomi için olacağından çok daha yüksek bir faiz ödemeyi zorunlu kılmaktadır. Böylece uzun dönemde hükümet bütçeleri üzerinde yük artmakta ve hükümetlerin altyapı ve üretken yatırımlar için ayıracakları kaynaklar kısıtlanmaktadır. Bu bağlamdaki bir diğer önemli negatif sonuç, askeri harcamaların bütçe ve ulusal gelir içindeki payının ulusal güvenliğin gerektirdiği düzeyin oldukça üstüne çıkmasıdır. Bu durumda, ülke kaynaklarının verimli kullanılmamasının en iyi örneklerinden birisini oluşturmaktadır. 

< Sivil hükümetlerin seçim süreçlerinde oy toplamak için hazırladıkları ve önerdikleri ekonomi politikalarının ve bu politikaların uygulanması nın ülke insanlarının refahlarını en yükseğe çıkaracak ekonomi politikaları ve uygulamaları olduklarını önsel olarak söylemek elbette olanaklı değildir. >

Ancak bu, askeri rejimlerin sivil hükümeti ortadan kaldırması/baskı altına alması için bir neden teşkil edemez. Demokratik ülkelerde muhalefet partilerinin görevi, hükümetlerin ekonomi politikaları ve uygulamalarını izlemek, ekonomik refahı daha iyi kılacak politikaları oluşturmak ve buna kamuoyunu / oy verenleri ikna ederek, hükümeti değiştirmektir. Bu çerçevede kritik önemde bir konu, askeri müdahalelerin yalnızca muhalefetten rol çalmadığı, dahası piyasa ekonomilerinin temel sınıfı olan girişimci sınıftan da rol çaldığıdır. Girişimciler, üretim faktörlerini bir araya getirerek üretimi organize eden, ekonomik kaynakları alternatif kullanım alanları bağlamında ve-rimlilik/etkinlik ve kârlılık çerçevesinde sıralayan ve bu çerçevede kullanan sınıfı oluşturmaktadırlar. 

Bu sınıfın işlevinin zayıflatılması/ ortadan kaldırılması, piyasa temelli ekonomik ve sosyal gelişme modelinin de ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Yukarıda da ifade edildiği gibi, askeri rejimler girişimci sınıfı tümüyle ortadan kaldırmasalar bile, bu sınıfla piyasa ekonomisi değerleri tarafından belirlenen dışında bir ilişki biçimi içerisinde yer almaları bile, sözü edilen gelime modelinin sekteye uğraması anlamına gelecektir. 

Sonuç, en başta belirttiğimiz gibi, ülkenin uzun dönem kalkınma ve büyüme patikasının ve böylece ülke insanlarının refahlarının ülke kaynaklarının üretebileceğinin altında kalması olacaktır. 

Prof. Dr., Harun ÖZTÜRKLER 
ORSAM Ortadoğu Ekonomileri Danışmanı, 
Kırıkkale Üniversitesi 



***

DARBELER VE ABD’NİN ROLÜ: ÖNEMİ HEP SONRADAN ANLAŞILAN BİR BAĞLANTI 


DARBELER VE ABD’NİN ROLÜ VE EKONOMİK ÇIKARLAR..,

Ali BALCI 
Doç., Dr., Sakarya Üniversitesi 

ABD’nin Ortadoğu’yu üç somut pratik üzerinden disipline ettiği ve kontrol altında tuttuğu açık bir şekilde ortadadır ve bu Soğuk Savaş döneminden sonra da böyledir. 
İlki, fiili işgal. 1991 Körfez savaşı ve 2003 Irak işgali buna örnek verilebilir. İkincisi, bölge ülkeleri arasındaki savaşları ve iç çatışmaları kullanmak. 1980ler boyunca İran-Irak savaşında ABD’nin her iki tarafa da silah sattığını biliyoruz. Sonuncusu ise askeri darbeler yoluyla rejim değişikliğine gitmek. . 

Augustine J. Kposowa ve J. Craig Jenkins 1993 yılında yayımladıkları Afrika’da neden çok sık askeri darbe ve darbe teşebbüsü oluyor sorusunun cevabını aradıkları çalışmalarında çarpıcı bir istatistik paylaşırlar. 

Buna Göre, 

Latin Amerika’da her 4 ayda bir (1945-1971), 
Asya’da her 7 ayda bir (1945-1972), 
Ortadoğu’da her 3 ayda bir (19491972), 
Afrika’da ise her 55 günde bir (1960-1972) 

Darbe ya da Darbe girişimi olmuştur. 

Kposowa ve Jenkins, Afrika’da böylesine sık darbe olmasının nasıl açıklanabileceği noktasında kendilerinden önce geliştirilmiş dört açıklamayı bir araya getirirler. Bu açıklamalardan ilkine göre, yeni kurulmuş devletlerde gelişmemiş kamu kurumları ile hızlı bir değişim geçiren kalabalıklar (köyden kente göç, sanayileşme, hızla artan nüfus vs.) arasında çıkan gerilim askeri müdahaleye zemin hazırlar. İkincisine göre, güçlü ve homojen ordular özellikle üçüncü dünya ülkelerinde devletin diğer kurumları karşısında avantajlı/gelişmiş konumda oldukları için darbeye eğilimlidirler. Üçüncüsüne göre ise etnik çeşitliliğe sahip ülkelerde, etnik gruplar arasındaki farkın neden olduğu bir rekabet ortamı darbelerin gerçekleşmesini kolaylaştırır. Son olarak ise ekonomik olarak bağımlı ülkeler sürekli ekonomik sorunlarla ve dolayısıyla politik istikrarsızlıkla boğuştukları için darbe bu ülkelerde güçlü bir olasılıktır. 

Bu dört açıklama literatürde darbelerin nedenlerine ilişkin hâkim açıklama modellerini özetlemesi noktasında değerli. Fakat gerek Kposowa ve Jenkins’in 
bahsi geçen çalışması gerekse bu dört farklı analiz, bugünden bakıldığında bazı askeri darbelerin açıklanması noktasında önemli ölçüde eksik kalmaktadır. 
Örneğin Ağustos 2013’te CIA’nın 1953 yılında İran’daki darbeyi İngiliz istihbaratının desteği ile organize edip sonuca ulaştırdıklarına yönelik itirafını nasıl açıklamak gerekiyor? Diğer bir ifadeyle, ABD’nin dünyanın birçok bölgesinde bazı askeri darbeleri bizzat kendi eliyle organize edip başarıya ulaştırdığı bilgisi bir kenarda dururken, yukarıdaki dört açıklama modelini 1953’teki İran darbesine uyarlamakne kadar sağlıklı? Örneğin ‘petrolün millileşmesi ile birlikte devletin rantın dağıtılmasında etkinliğinin artması, rantın yeniden paylaşımı noktasında darbeyi etkin bir siyasal alternatife dönüştürmüştür’ yorumu yapılabilir. Fakat bu yukarıdaki bilginin elimizde olmadığı durumda ikna edici olabilecek bir açıklama biçimidir. Dolayısıyla, Ortadoğu özelinde, yeni bir araştırma sorusunu, yeni bir açıklama modeli geliştirecek şekilde şöyle formüle etmek gerekiyor: ABD’nin darbelerde temel aktör olarak devreye girmesini nasıl anlamalıyız? 

Bu soruya verilen en kestirme cevap, Soğuk Savaş ortamında Sovyetler Birliği ile yaşadığı güç mücadelesinde kritik ülkeleri yanına çekmek için başvurduğu 
bir yöntem şeklindedir. Örneğin, Türkiye’deki 1960 darbesinin arkasında ABD’nin olduğunu savunanların Adnan Menderes’in planlanan Moskova ziyaretine 
işaret etmesi bu kestirme cevabı doğrular. 

Foreign Policy dergisinde J. Dana Stuster imzalı 20 Ağustos 2013 tarihli bir yazıda, CIA’nın 7 farklı askeri darbede rol aldığının kesin olduğu belirtilmektedir. 
Bu darbelerden 1953 İran ve 1973 Şili darbesi epey meşhur olsa da, yazar CIA’nın 1961 Dominik Cumhuriyeti, 1954 Guatemala, 1964 Brezilya, 1960 Kongo ve 1963 Güney Vietnam darbelerinde aktif rol oynadığını yazmaktadır. Bu aktif rol sadece destekle sınırlı değil, yine aynı yazarın İran örneğinden belirttiği üzere, Musaddık’ın destekçilerinin satın alınması ve sokak gösterilerinin finansmanı gibi pratiklerde görüldüğü üzere, darbenin başından sonuna kadar CIA’nın temel aktör olduğu bir durum söz konusudur. 

Söz konusu yazıda bahsi geçen CIA’nın organize ettiği darbelerin hepsi Soğuk Savaş döneminde yaşanmış. Peki, göreli olarak darbelerin sayısının azaldığı 
Soğuk Savaş sonrası dönemde gerçekleşen askeri darbelerde ABD’nin bir rolü var mı? Örneğin 1999’da Pakistan, 2000 yılında Ekvator, 2002’de Venezüella, 
2013’te Mısır askeri darbeleri söz konusu olduğunda, ABD’nin bu darbelerin gerçekleşmesinde bir rolü olup olmadığı hakkında ne söylenebilir? Bu sorunun 
cevabı Soğuk Savaş döneminde yukarıda örneği verilenler kadar net olmasa da, örneğin Venezüella darbesi için hazırlanan CIA raporları darbeden Bush 
yönetiminin haberi olduğunu ve darbenin engellenmesi için bir şey yapmadığını açık bir şekilde göstermektedir. 

Yine 2013 Mısır darbesinde ABD’nin takındığı tavır, darbe öncesi darbeye giden süreçte sessiz kalmak ve darbe sonrasında darbe yönetimine 
askeri ve ekonomik yardımları artırmak gibi, birçok araştırmacıyı darbenin ABD tarafından üstü örtülü bir şekilde desteklendiği sonucuna vardırmaktadır. 
Benzer tartışma 15 Temmuz 2016’da başarısız bir darbe girişimi atlatan Türkiye örneği üzerinden de yapılmaktadır. 

Bu noktada sorulması gereken kritik soru şu: Bugün Soğuk Savaş dönemindeki ‘kötü’ mirası üzerine yeniden düşünmekle meşgul olduğumuz bir ülkenin 
Soğuk Savaş sonrası dönemde, dünya üzerindeki hegemonik gücünü sürdürdüğü göz önüne alırsa, darbeler ile bir ilişkisi olmadığı üzerinden yapılacak analizler 
bizi ne ölçüde doğruya götürür? Diğer bir ifadeyle Kposowa ve Jenkins örneğinde olduğu gibi darbenin yapıldığı ülkeye özgü koşullarına odaklanmak ve darbeler deki ‘dış desteği’ ihmal etmek bizi darbeye ilişkin eksik, hatta yanlış bir sonuca götürmez mi? 

 < Venezüella darbesi için hazırlanan CIA raporları darbeden Bush yönetiminin haberi olduğunu ve darbenin engellenmesi için bir şey yapmadığını açık bir şekilde göstermektedir. >

Örneğin 2013 Mısır darbesinde darbe öncesi meşruiyetin sağlanmasında Mısır’ın toplumsal siyasi yapısından hareketle bir analiz yapmak, Musaddık’ın 
devrilmesinden önce İran’daki toplumsal siyasi yapıya odaklanan çalışmalarda olduğu gibi, bizi eksik bir analiz ile baş başa bırakmaz mı? 2013 Mısır darbesinde ABD’nin bir rolü olup olmadığını, 1953 İran darbesinde olduğu gibi yıllar sonra ABD’li ve İngiliz yetkililerin itiraflarından sonra mı tartışmaya başlayacağız? 

ABD’nin Ortadoğu’yu üç somut pratik üzerinden disipline ettiği ve kontrol altında tuttuğu açık bir şekilde ortadadır ve bu Soğuk Savaş döneminden sonra da böyledir. İlki, fiili işgal. 1991 Körfez savaşı ve 2003 Irak işgali buna örnek verilebilir. İkincisi, bölge ülkeleri arasındaki savaşları ve iç çatışmaları kullan mak. 1980ler boyunca İran-Irak savaşında ABD’nin her iki tarafa da silah sattığını biliyoruz. Sonuncusu ise askeri darbeler yoluyla rejim değişikliğine gitmek. 

1953 İran darbesi konusunda bunun böyle olduğunu artık herkes kabul ediyor. 1949 Suriye darbesinde ve yine 1957-58 Suriye başarısız darbe girişiminde 
CIA’nın benzer bir rol oynadığına dair ciddi kanıtlar mevcut. Yine 1996’da Irak’ta Saddam Hüseyin’e yönelik darbe girişiminde ABD’nin temel planlayıcı olduğu daha sonra açığa çıktı. Patrick Cockburn’un o dönem yaptığı haberler, 1996 darbesini CIA’nın İngiliz İstihbaratı MI6 ile organize ettiğini ortaya koydu 
(Independent, 17 Şubat 1998). ABD’nin Ortadoğu üzerindeki kontrolü başka birçok metotların yanı sıra böylesine doğrudan metotlar yoluyla işler durumda. 
Fakat hala ABD’nin Ortadoğu’daki darbelerdeki rolüne ve bu darbeler üzerinden kurduğu iktidara ilişkin detaylı doyurucu çalışmalar okumaktan uzağız. 

Ali BALCI 
Doç., Dr., Sakarya Üniversitesi 
***