Ancak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ancak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2017 Perşembe

MISIR HALKININ YAŞAMASINA İZİN VERİLDİ ANCAK



MAHMUD ŞERMİNİ: “ MISIR HALKININ YAŞAMASINA İZİN VERİLDİ ANCAK HİÇBİR ZAMAN TAM MANADA GÜÇLÜ OLMASINA İZİN VERİLMEDİ.” 

MISIR EL VASAT PARTİSİ GENEL SEKRETERİ MAHMUD ŞERBİNİ İLE SÖYLEŞİ 











Müslüman Kardeşler Hareketi içerisinden ayrılanlar tarafından kurulan El Vasat (Orta Yol) Partisi, Mübarek döneminde yasal statüye sahip ender partilerden biri. 1996 yılında Müslüman Kardeşler Hareketi’nden bağımsız bir şekilde parti çalışmalarına başlayan bir grup Müslüman Kardeşler üyesi yasal izinleri 2009 yılında alarak partileşmiştir. 3 Temmuz darbesinin ardından başlayan siyasi kriz sürecinde El Vasat Partisi Genel Başkan Yardımcısı Hatim Azzam, Genel Başkan Ebu Ala Madi ve Genel Başkan Yarcımsı Isam Sultan gibi pek çok üyesi tutuklanmıştır. 

Darbe karşıtı koalisyon içerinde bulunan Mısır El Vasat Partisi nin Genel Sekreteri Mahmud Şerbini ile 3 Temmuz darbesini, Mısır ın geleceğini, darbe karşıtı koalisyonun amaçlarını ve çalışmalarını konuştuk. 


Söyleşi ,

ORSAM: ORSAM’a hoş geldiniz. Öncelikle  kendinizi okuyucularımıza tanıtabilir misiniz? 


Mahmud Şerbini: 

Adım Mahmud Şerbini, 27 yıldır avukatlık yapmaktayım. 1996’da İhvan-ı Müslimin’den ayrılan bir grup arkadaşımla beraberkurduğumuz Vasat Partisi’nin kurucu üyelerinden bir tanesiyim. El Vasat Partisi, 1996, 1998 ve 2004 tarihlerinde olmak üzere parti olarak kabul edilmesi için resmi makamlara başvuru yapılmasına rağmen 3 kez resmi olarak reddedilmiştir. 

Ancak 2009 yılında yaptığımız başvurumuz olumlu bir netice alındı ve parti Mübarek gitmeden önce kabul görmüş resmi partilerden bir tanesi oldu. 

El Vasat partisi Türkçede ‘orta yol partisi’ anlamını taşıyor. Köken olarak İhvan-ı Müslimin’den ayrılmış bir partidir. Mursi göreve geldikten belli bir süre sonra ben siyasi yapıyı takip etmek istedim ve bundan dolayı partideki kurucu üyelik ve genel sekreterlik görevlerimi resmi olarak dondurdum. İhvan-ı Müslimin’in bu süreci kaldırıp kaldıramayacağı, yeni bir hareketin ortaya çıkıp çıkmayacağı, ülkenin demokratikleşmesi için neler yapılabileceği ile ilgili konularda çalışmak amacıyla partimize bağlı araştırma merkezinde çalışmalara başladım. Partimizin cumhurbaşkanı adayı olan Muhammed Mansub liderliğinde araştırma merkezleriyle işbirliği içinde bir çalışma yaptık. Dimyat ve Kahire halen çalışmalarımız devam ediyor. 

ORSAM: İhvan ile El Vasat Partisi arasındaki ilişkiyi anlatmanız mümkün müdür? 

Mahmud Şerbini: 

İhvan-ı Müslimin’le Vasat Partisi köken olarak, düşünce olarak bir olmasına rağmen ayrı partiler olarak yola çıktılar çünkü bazı düşüncelerde siyasi hayatın tam anlamıyla şekillenmesi, demokrasinin olgunlaşması için bazı farklı düşüncelerin olması gerektiğini düşündük. 
Zaten partiden ayrılan kişiler de bu düşüncede olan kişilerdi. Yani partinin içinde daha yenilikçi olabilecek, yeni fikirler öne sürebilecek bir grup oluşturmayı hedeflemiştik. 
Bu hedeflerle yola çıkmıştık. Oysaki dini bakımdan bakılırsa aramızda bir fark yok. Ancak o dönemde bizim mücadele ettiğimiz en önemli unsur da yine Mübarek döneminin zihniyetinin oluşturduğu siyasetçiler ve siyaset hayatında rol alan kişilerdi. Bugün Mısır’da olanlar şunu kanıtladı; bugün darbeye 
destek veren, darbenin lehine konuşan herkes Mübarek zihniyetinin Mısır’da hala ne kadar sabit olduğunu kanıtlıyorlar. Dolayısıyla 25 Ocak devrimi tam anlamıyla gerçekleşmiş bir devrim değildir. Buradaki okuma İhvan açısından yanlış olmuş, öngörü açısından İhvan’ın ciddi bir eksiği olmuştur. Mübarek dönemi siyasi zihniyet hala mevcuttur ve buna karşı önlem alınamamıştır. 

Burada uluslararası güçlerin veya bu konuda konuşan uzmanların yanlış anladığı çok önemli bir nokta var. O nokta da şu: biz bugün Mısır’da bir araya geliyorsak bu İhvancı olduğumuz için değil; darbeye karşı geldiğimiz içindir. Yani biz tam anlamıyla darbeye karşı olduğumuz için ordayız. 

Çünkü buradaki fark şudur. Mübarek darbe temsili olarak orda idi fakat Mursi sivil bir toplumu temsil ediyordu ve Mursi’ye verdiğimiz desteğin nedeni İhvancı 
olmasından kaynaklanmıyor. Mursi bize göre demokrasiyi ve sivil bir toplumu temsil ediyor. 

Bizim askeri darbeye karşı koymamızdaki esasneden ile oldukça basit bir temele dayanıyor. 1952’de asker yönetime el koyduğundan beri tüm siyasi yaşam asker tarafından kontrol ediliyor. Bu yüzden de ülkemiz de ekonomi olarak, ilmi olarak hep geriye gitti. Bundan dolayı Mısır hep geri kalmış bir ülke olarak nitelendiriliyor. Örneğin Hindistan Mısır’dan daha sonra özgürlüğünü kazanmış olmasına rağmen gelişen ve büyüyen bir ülke, çünkü orada bağımsızlıktan sonra sivil bir yönetim iktidara geldi. Mısır ise askeri yönetim yüzünden geri kalmış ülkeler listesinde. Askerin amacı da ülkeyi geriye götürmek. Bu yüzden biz de askere karşıyız. Bugün meydanlarda olan halk, İhvancı olduğu için değil; darbeye karşı olduğu için eylem yapıyor. Darbenin bizi 60 yıl geriye götüreceğini bildiği için orada. 

ORSAM: 3 Temmuz’da yaşanan darbe sonrası dönemi ve ülkedeki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Mısır’ı gelecekte neler bekliyor? 

Mahmud Şerbini: Mübarek döneminin askeri zihniyet Mısır’da hiçbir siyasi düşüncenin, siyasi figürün yaşamasına izin vermedi. Ancak İhvan’ın 
her zaman kontrollü bir şekilde yaşamasına da izin verdiler. Halka şunu söylüyorlardı: “ülkede iki güç var; biri İhvan-ı Müslimin biri de asker 
yani bizleriz. Biz batıyla hareket ediyoruz ve sizin ilerlemeniz, muasır medeniyetler seviyesine gelmeniz, gelişmeniz ve yaşam standartlarınızı yükseltmeniz için çalışıyor; batıyla ve dünyayla ilişkilerimizi bunun için geliştiriyoruz. Ancak İhvan-ı Müslimin ise siyasi bir ideolojiye sahip olduğu için yarın öbür gün onlar iktidara gelirse size pek çok şeyi yasaklayacaklar, standartlarınızı düşürecekler, dar bir alana sıkıştıracaklar.” 

Böylece halka İhvan ve asker arasında tercih yapmaları gerektiğini söylediler. Mısır’daki asker sevgisi tam da bu noktada ortaya çıktı. Halk bu 
şekilde kandırıldı. Halkın yaşamasına izin verildi ancak hiçbir zaman tam manada güçlü olmasına izin verilmedi.

25 Ocak devriminin önemli bir özelliği vardı: devrimin bir lideri yoktu. Halk sokaklara döküldüğünde asker ve derin devlet Tahrir meydanında 
toplananların İhvancı olduğunu iddia etti. Bunu başaramayınca ve bütün halk orayadökülüp Mübarek karşıtı eylemler yapınca bu sefer fırsat vermek istediler. 
Asker ve derin devletin o dönemdeki stratejisi ise şöyleydi: “halk Mübarek’in gitmesini istiyorsa Mübarek gidecek fakat zihniyet ve derin devlet devam edip çalışacak”. 
Ancak asker ve derin devlet fırsatı eline geçirmek için tam bir senedir muazzam bir şekilde çalıştılar. Burada askerin bu bir senelik çalışmasının 
asıl hedefi Mursi’yi göndermek veyaİhvanı göndermek değildi. Halkı önce parçalara ayırmak, ikinci olarak da halk tarafından yapılmış olan devrime darbe vurmaktı. 
Bu darbenin faturasını da İhvana yıkmaktı. “İhvan bir senedir iktidarda ancak hiçbir gelişim gösterilmedi ve ülkede mevcut kaosun sebebi İhvan oldu” diyerek 
İhvan ile parçalanmış halkı karşı karşıya getirmek istediler. Yani derin devletin bir sene boyunca yaptığı buydu. Hatta Mursi seçildikten sonra bir Amerikalı 
istihbaratçıyla görüştük ve biz ona şunu sorduk: “siz Mısırı İhvancılara mı bıraktınız”. O, bize cevaben “İhvanı halka, halkı da İhvana bıraktık” dedi. 

Sonra Tantavi’ye aynı soru soruldu o da buna cevap olarak “biz ihvanı halkın eline bıraktık” dedi. 25 Ocak devrimini yapan halktı, bu darbe de halka karşı yapıldı. 

Faturası da İhvana kesilmiş oldu. 

ORSAM: “Türkiye’de İhvan’ın oy oranı %15’lerde, darbe oturdu ve büyük kentler dışında gösteri kalmadı, bir süre sonra bu sokak 
hareketleri tamamen biter” yönünde bir algıvar. Sizce bu algı ne kadar doğru? 

Mahmud Şerbini: 
Buna cevap vermeden önce derin devletin, Sisi’nin ve arkadaşlarının tahlilini yapmak gerekiyor. Mısır’daki derin devletin Mursi seçildikten bu yana benimsediği temel ideolojisi, ilk olarak halkın İhvana karşı nefret duymasını sağlamaya çalışmak, ikinci olarak da halkın İslami düşünceye sahip tüm gruplara karşı nefret duymasını sağlamaktır. Sisi ve arkadaşlarının Mursi seçildikten bu yana yaptıkları temel iki ideoloji budur. 
Buna ilaveten siyasi ideoloji taşıyan bazı grupların ahmakça davranışları da koz vermiş oldu, buna tabi ki İhvan da dâhildi. 

Mursi seçildikten hemen sonra basın, yargı, asker ve derin devlet bağlantılı, bilinçli ve projeli bir çalışmaya başladılar. Mısır’dan bahsederken belirtilmesi gereken şey, İhvan’ın İslamiyet’in temsilcisi olmadığıdır. İhvan ve İslamcılar ayrı kefelerde değerlendirilmelidir. Birçok farklı İslami grup olmasına rağmen Mısır denilince akla tek İhvan geliyor ve bütün İslamcıları temsil ettiği düşünülüyor. Bu çok yanlış bir değerlendirmedir. 
Bahsettiğim dört ana unsurun çalışma planlarında nefretin İhvan’a yıkılması ardında da İslami argüman geliştiren tüm kişi ve örgütlere karşı, halkın nefret beslemesini sağlanması hedefleri bulunuyordu. Bizim İslamcı kesimde tecrübesiz lik mevcut. Bu yüzden İhvan, Mursi seçildikten sonra ciddi derecede ve birbirine benzeyen hatalar yaptı. Bunlar da dört ana unsurun eline ciddi kozlar verdi. 

Bu dört unsur Mursi görevde iken onu kararlarında hataya zorlamaya çalıştılar. Buradaki amaçları İslamcılar ve karşı taraf olarak iki temel grubu karşı karşıya getirmek suretiyle Mısır’daki sokağı bölmek, tam manada bir ayrıştırma yapmaktı. Bu hareket İslam üzerinde bir parçalamadan ziyade İhvan’a yönelik bir parçalama hareketi olacaktı. Ama genel olarak ülkedeki bütün İslamcılar için geçerlidir. 

Bu mevcut durumda Sisi ve derin devlet bu fırsatı iyi değerlendirdiler. Tüm temel argümanları tam anlamıyla darbe yapma düşüncesinden ziyade 
Mursi’nin ve İhvan’ın gitmesine yönelikti. Tahrir Meydanına dökülen insanlar asker gelsin darbe yapsın amacıyla değil Mursi’nin ve onun temsil ettiği zihniyetin ne olursa olsun gitmesi için oradaydı. Ancak darbe gerçekleştirildikten ve tutuklamalar gerçekleştikten sonra halkın içerisinde askere karşı bir ateş yanmaya başladı ve bu gittikçe büyümeye devam ediyor. Buna karşı da asker kendi tedbirini çok sert bir şekilde, ateş açmak suretiyle aldı. Bu eylemleri öldürmeye ve bastırmaya yönelik olduğu kadar “aslında bizi bu noktaya sürükleyen İhvan” düşüncesini de gösterme mantığını da taşıyor. Ve bu şekilde de devam ediyorlar. 

Şu nokta önemli olan husus ise askerin darbeden bu yana halka yönelik yaptıkları şiddetin Mısır tarihinde bir ilk olmasıdır. Ne modern Mısır dönemi 
ne de önceki dönemde asla bu kadar ağır şiddet ve baskı yaşanmamıştır. Hiçbir kelime hiçbir dil Mısır’da yaşananları anlatamaz. 

ORSAM: Peki, bugün gelinen noktada 3 Temmuz darbesinden geri dönüş mümkün mü? Yada diğer bir ifade ile darbe ülkede oturdu mu? 

Mahmud Şerbini: 

Benim görüşüme göre bazı başarılar sağladılar ancak tam anlamıyla darbe başarılı oldu diyemeyeceğim. Başarısındaki esas unsur da öldürmeler, ölüm olaylarıdır. Darbeye karşı İslamcı blok hala sokaklarda eylem yapıyor. 

ORSAM: Darbeye karşı olarak örgütlenen cephenin strateji tam olarak nedir? Askeri nasıl geri adım attırmayı planlıyorsunuz ve talepleriniz nelerdir? Özellikle Vasat Partisininbu konudaki talepleri neler? 

Mahmud Şerbini: 

Açık söylemek gerekirse İslamcılar ciddi manada bir strateji planı yapmadı. Ancak şu an biz bir heyet oluşturduk ve bu şekilde görüşmeler yaparak gerçekleri anlatıp, oradaki durumu uluslararası boyuta taşımaya çalışıyoruz. Bu görüşme de bunun bir parçası. 

ORSAM: Mısır’da bir iç savaş olasılığını nasıl değerlendiriyorsunuz? Suriye’deki gibi bir durum yaşanabilir mi? Şiddet neye dönüşür? 

Mahmud Şerbini: 

Mısır halkının tabiatına bakıldığında Suriye’deki gibi bir durumun oluşacağını tasavvur etmiyorum ancak Mısır’da çeşitli İslamcı cihat örgütleri var ve bu gruplar yeraltından tam anlamıyla çıkıp, eline silah alıp halka karşı değil, en kötü senaryo olarak askere karşı bir silahlı mücadeleye girebilir. Ancak ‘İhvan’a 
karşı halk’ şeklinde bir çatışma olmasını hiçbir şekilde beklemiyorum. 

ORSAM: Çeşitli medya kuruluşlarında bir Kıpti devleti kurulması olasılığı tartışılıyor. Mısır’ın parçalanması mümkün müdür? 

Mahmud Şerbini: 

Mısır’ı bölme hayali çok eski tarihlerden bu yana mevcut. Bu hayal, Batılı ülkeler tarafından sürdürülüyor. Özellikle ülkenin güneyinde Hıristiyan nüfusunun ağırlıkta yaşadığı bölgede -ki bu arada Hıristiyan nüfus Mısır’da %4’ü hiçbir şekilde geçemez- böyle bir senaryodan bahsediyorlar. 

Ancak asıl tehlike dilleri, ırkları farklı olan Müslüman Nubi’ler konusunda mevcut. Bunlar Kıpti’lerden farklıdır. Özellikleri Mısır’ın güneyinde çoğunluktalar. Kendi dillerini ve ırksal faaliyetlerini sürdürüyorlar. Batı, projesini burada yürütüp, elinden geldiğince bu bölgeyi kaşıyor. Kabile şeklinde bir yapıları var ve Kuzey 
Afrika ülkelerindeki Berberilere benziyorlar. 

Bir diğer ayrılma projesi de Sina yarımadasıyla alakalı. Sisi Batı tarafından yetiştirilmiştir, eğitimini orada almıştır. Yani, Batının Sisi’nin 
eliyle, Sina yarımadasını ayırıp oraya Filistinlileri yerleştirmeye çalıştıklarını biliyoruz. Rakamsal olarak Nubi’ler 50.000’i geçmez. 

İslami gruplar ve tüm Mısır halkı bu yaşanan olaylarda çok büyük tecrübeler edindiler. Halk ve İslamcılar anladılar ki ülkenin aklıyla oynayan bir grup var ve bu akıl ülke için çok büyük bir tehlike. Mısır’daki bu değişimin adı şu oldu; Mısır halkı tabiatı gereği sakin, sabırlı ve isyankâr değildir ancak bu olaylardan sonra Mısır halkı kendi içerisinde bir devrim yarattı ve artık ölümden korkmuyor. Bu, Mısır halkındaki en büyük değişimdir. Bana göre bu değişim, Mısır’daki mevcut darbenin hedefine ulaşmasını engelleyecektir. Bu darbe geçici başarı sağlayabilecek bir darbedir. İki sene, üç sene sonra halkın içerisinde değişim ve özünde yeniden doğmuş olan ‘ölümden korkmama duygusu’ bu darbeyi bertaraf 
edecektir. Ayrıca darbenin ülkeyi tehlikeye götürdüğü düşüncesi de yerleşiyor, darbe bu anlamda bir artçı deprem gibi sallanan bir darbedir, sağlam değildir. 

Öldürülenlerin ekseriyeti gençlerdir. Öleceğini bile bile sokağa hem kadınlar hem erkekler çıkıyorlar. Bizde bu bahsettiğim duygu mevcut değildi, halk sakindi, isyankâr değildi, ses çıkartmazdı, ancak son olaylar sırasında birçok gençle görüştüm ve bana şunları söylediler: “ben dışarıya çıkacağım ve büyük ihtimalle öldürüleceğim, lütfen bana dua et.” 

ORSAM: Sokaktaki şiddet bu şekilde devam eder mi? Mısır bu şiddet sarmalından nasıl çıkar? 

Mahmud Şerbini: 

Az önce bahsettiğim halk arasında yaşanan bu duygu, aslında o ülkedeki halkın darbe karşıtı tutumunun devam edeceğini gösteriyor. 
Asker de zaten yapabileceklerini en üst seviyesine kadar yaptı. Halkı öldürdü, kötü şekilde darp etmeleri dünya kendi gözleri ile gördü. 
Ancak eğer iç savaştan bahsediyorsak böyle bir ihtimal yani bir iç savaş söz konusu değildir. 

Artan şiddetle ile ilgili en temel çalışmamız;özellikle Batı ülkelerindeki insan hakları savunucusu sivil toplum örgütlerinin kendi ülkelerinin karar mercilerini baskı altında tutup, darbeye karşı gelmeleri ve ülkedeki mevcut durumun bitmesine yönelik çaba sarf etmelerine yöneliktir. Bu belki süreci bitirmeye yardımcı olabilir. İkinci bir unsur, Sisi ve arkadaşları için düşünecek olursak, kendi gelecekleriyle alakalı olarak içlerinde şu an çok ciddi bir korku belirmiş durumdalar. 
Bu korku onları büyük hatalara da sevk edebilir veya geri adım da attırabilir. Çünkü şu ana kadar yalnızca geri kalmış Arap ülkeleri onların 
meşruiyetini kabul etti, geri kalan ülkeler onları tanımadı. Dolayısıyla bu şekilde devam etmeleri söz konusu olmayabilir. Bu anlamda biz insan 
hakları konusunda çalışma yapan uluslararası sivil toplum örgütlerini olayın çözümü için kendi ülkelerine baskı yapmaları konusunda harekete geçirmek istiyoruz. 

ORSAM: Uluslararası aktörler konusundaki stratejiyi konuştuk, peki içeride diğer sivil aktörlerle görüşmeler devam ediyor mu? Yani siyasal İslamcı olmayan diğer gençlik örgütleriyle ortaklık için bir çaba sarf ediliyor mu? 

Mahmud Şerbini: 

İki nedenden dolayı Mısır’da böyle bir çalışmadan bahsetmemiz söz konusu değil. İlk olarak Mısır’da kurulmuş olan sivil toplum örgütlerinin %90’ını solcu mantaliteyi taşıyan gruplar. İkinci olarak çoğu Batıcı ve Batıdan maddi destek alan ve Batının düşünceleri çerçevesinde hareket eden örgütler. Dolayısıyla 
Mısır’da ses getirebilecek bir çalışma beklemediğimiz için dışarıdan faaliyetlerimizi sürdürmeye çalışıyoruz. 

ORSAM: Son olarak Türkiye’den beklentileriniz nelerdir? 

Mahmud Şerbini: 

Buraya gelmeden önce dış ülkelerden ne isteyeceğimiz konusunda bu hareketin başkanıyla bir toplantı yaptık. Türkiye’yle ilgili olarak beklentimiz 
de şu yönde. Özellikle AK Parti’yle birlikte Türkiye’nin kazandığı tecrübelerinden yararlanmak istiyoruz. Örneğin Türkiye Mavi Marmara konusunu uluslararası 
arenaya taşıyıp istediklerini alabildi. Burada nasıl bir yol izlediğini ve nasıl başarılı olduğunu öğrenmek istiyoruz. Bu konudaki tecrübelerinizipaylaşmak istiyoruz. 
Türkiye’den ayrıca dünyada hukuki anlamda çalışma yapan sivil toplum örgütleriyle ilişkiler kurabilmemizi, bir araya gelmemizi sağlayacak lojistik çalışmalar yapmasını bekliyoruz. 


*Bu söyleşi 22 Ağustos 2013 tarihinde Ankara’da ORSAM’da gerçekleştirilmiştir. 


***

30 Aralık 2016 Cuma

İsrail’in Eski ABD Büyükelçisi Rabinovic: “ Beşar Esad Tehlikeyi Ancak Şimdilik Bertaraf Edebilir ”




İsrail’in Eski ABD Büyükelçisi Rabinovic:  “ Beşar Esad Tehlikeyi Ancak Şimdilik Bertaraf Edebilir ”


İsrail’in Eski ABD Büyükelçisi Rabinovic: “ Beşar Esad Tehlikeyi Ancak Şimdilik Bertaraf Edebilir ” 

22 Nisan 2011 




İsrail’in eski Amerika Büyükelçisi, Suriye ile Başmüzakerecisi ve şu anda Tel Aviv Üniversitesi Ortadoğu Tarihi Bölümü’nde Onursal Profesör, New York Üniversitesi’nde Seçkin Global Profesör ve Brookings Enstitüsü’nde Seçkin Akademi Üyesi olan Itamar Rabinovich, Suriye dış politikası ve Suriye-İsrail ilişkileri konularında ORSAM’ın sorularını cevapladı. 



ORSAM: Suriye dış politikası ile başlamak gerekirse, sizce Suriye’nin tarihi ve devlet oluşumu süreci bugünkü dış politikasını ne derece etkiliyor? 

Itamar Rabinovich: Ortadoğu’nun bu kısmındaki birçok devlet yapaydır. Irak ve Suriye gibi devletlerin sadece isimleri antik fakat sınırları değil. Şu anki sınırları içinde uzun bir tarih ve devlet geleneği olan tek devlet Mısır, göreceli olarak yeni bir devlet olduğu için, Türkiye bile değil. 100 yıl önce Suriye dendiğinde Büyük Suriye akla gelirdi, bugünün Suriye’si değil. Bazı kazalar ya da İngilizce 
ve Fransız politikaları sonucunda şu anda bu sınırlarla karşı karşıyayız ve mevcut sınırları içindeki bir Suriye devleti kimliği oluşturmak, Suriyeli liderlerin oldukça fazla zamanını aldı. Güçlü bir Suriye devleti oluşturmayı başaran tek lider ise Hafız Esad oldu, bu onun büyük katkısıdır. Kendisi bile Büyük Suriye fikrini zikrettiğinde, bazen Lübnan, Filistin, Ürdün hakkında konuştu ve bazı belli başlı iddialarda bulundu, ama sonuç olarak güçlü, bütüncül bir Suriye devleti inşa eden ilk kişiydi. 

Oğlu da kendi izinden gidiyor. Suriye’nin tarihi üzerindeki ilgisi bunun bir kanıtıdır. Beşar Esad arkeoloji, tarih ve Elba, Emar, Ugarit gibi Suriye’nin binlerce yıllık geleneğini taşıyan antik yerlerin kazılmasına çok ilgi duyuyor. Ama bu da Hafız Esad’ın eseridir. 

Birçok Müslüman ülkede Paganizm denen İslam öncesi tarih ihmal edilir. Mısır örneğin. Firavun dönemine sadece 1930 ve 1940’larda ilgi duyuluyordu. O zamanlar Mısır Batı’ya bakan bir Akdeniz ülkesiydi, Doğu’ya bakan bir Müslüman ülke değil. Daha sonra İslam ve Arapçılık önem kazanınca Firavun dönemine yönelik olumsuz bir tavır oluşturuldu. Sedat iktidar olduğunda Mısırlılığı yeniden inşa etti. Tabiki bugün Müslüman Kardeşler’e göre Paganizm hüküm sürüyor. 
Aynısı Türkiye için de geçerli. Bernard Lewis’in “ History-Remembered, Recovered, Invented” isimli bir kitabı var, Atatürk’ün Sizin Orta Asya değil, 
Hitit kökenli olduğunuza dair tarih mitini nasıl yarattığını anlatıyor. Bu tarihin, Osmanlılık ya da Turancılık ya da Müslümanlık yerine, bir Türk Millet-Devleti 
yaratmak üzere pozitif yönde manipüle edilmesidir. Dolayısıyla tarihe olan bakış açısı her zaman devlet başkanlarının görüşlerinin yansıtıcısıdır. 
Saddam Hüseyin gibi, aniden Babil’i keşfetmişti çünkü kendisine sadık bir Irak kimliği yaratmak istiyordu. 

ORSAM: The View from Damascus: State, Political Community and Foreign Relations in the Twentieth-Century (Şam’dan Görünüm: 20. Yüzyılda Devlet, Siyasi Topluluk ve Dış İlişkiler) isimli son kitabınızda “çatlak Suriye devletinin temelinde, zayıf doğdu ve zulüme maruz kaldığı hissine sahip oldu” diyorsunuz. Bu ezilmişlik hissi hala var mı ve dış politikayı etkiliyor mu? 

Itamar Rabinovich: Sanırım bu Suriye için karakteristik bir özellik, Beşar Esad için de öyle. Suriye’de mod ezilmişlikten kibirliliğe oldukça vahşi bir şekilde gidip geliyor. 2005’te Beşar’a bakıldığında, Hariri suikastı, Bush yönetimi ile birlikte, korkunç durumdaydı. İki sene sonra bu durumdan sıyrıldı, Türkiye ile ilişkilerini düzeltti, Lübnan’ı geri alıyor, iyi hissediyor ve elinde birçok dış politika kartı 
bulunduruyor. Yani bu geniş ölçekli hislere sahipler. 

ORSAM: Göreceli olarak küçüklüğü, sınırlı materyal gücü ve saldırıya açık jeopolitik konumu bir tarafta ve hırsları bir tarafta düşünüldüğünde, bu ikisi arasında bir denge kurmak ve dış politika kartlarına sahip olmak zor olsa gerek. 

Itamar Rabinovich: Kesinlikle. Suriye bağımsızlığına kavuşur kavuşmaz, diğer bölge devletleri üzerinde hak iddia ettiler. Daha fazla dayanamadı ve 1958’de Mısır ile birleşti. 1961’de Suriye Mısır’dan ayrıldı, fakat Mısır onu tanımadı. Mısır’ın baskısı karşısında bağımsızlığını yeniden kurması on yıllar aldı. Esad güçlü devletini inşa ettiğinde, Lübnan ve Filistinliler üzerinde hakimiyet kurarak pazarlık kozları ve kartları yaratabileceğini fark etti. Zaten Suriye tüm bu alan üzerinde, yani Levant ya da Verimli Hilal dediğimiz alan üzerinde her zaman kendisinin meşru etki alanı olduğu hissine sahip. Her ülke elinde dış politika kartları olmasını ister. Eğer masaya küçük bir devlet olarak oturursa Suriye’nin kartları ne olur? Ama Lübnan’ı kontrol ederse, Filistinliler üzerinde etki sağlarsa, Amerika Suriye ile konuşmak zorunda çünkü Suriye Irak konusunda anahtar ve İran konusunda da köprü devlet konumunda. Bunlar Suriye’nin kartları ve varlıkları. Eğer bugün Türkiye dış politikasın bakarsak, durum aynı. Türkiye harika bir jeostratejik konuma sahip ve şimdi diyor ki; eğer biz yakın çevremizde, Orta Asya’da, Orta Doğu’da etkili olursak, Irak’la sınırımız var, İran’la sınırımız var, o halde Avrupa bizimle konuşmakta istekli olacaktır. Suriye bu varlıklara sahip değil ve varlıklarını Filistinliler ve Lübnan üzerinden maksime etmeye çalışıyor. 

Tabiki bu zor bir iş, toprağını işgal eden İsrail var, ilişkilerinin gergin olduğu ama aynı zamanda da ihtiyaç duyduğu Amerika var. 
Dolayısıyla Suriye dış politikasında birçok öğe var ve tutarlı bir politika da yok. 

ORSAM: Kitapta Hafız Esad’ın 8 Mart 1974’te devrim kutlamasında sarf ettiği “Filistin, esasında Güney Suriye’nin temel parçasıdır” sözüne yer vermişsiniz. 

Itamar Rabinovich: Evet, bu aslında Golda Meir’in bir sözüne karşılıktı. Hala tüm bu bölgenin Büyük Suriye’nin parçası olduğuna ilişkin düşünce var. Ama aniden Tiberya Gölü ya da Celile Denizi üzerinde de iddiada bulunuyorlar. 1949’da Hüsnü Zaim olayında bile, Zaim 1949’da barış yapmak istediğinde, Tiberya Gölü’nde hak iddia etmişti. Bu bir öğe. Bir devlet asla tüm dış politikasındaki tüm öğeleri aynı anda kullanmaz. Eğer Suriye ve İsrail barış yaparsa, Suriye bunları kullanmayacaktır, ama aralarında çatışma olduğu sürece iddialarını en yüksek seviyede tutmak istiyorlar. 

ORSAM: Zaim olayından bahsetmişken, The Road Not Taken: Early Arab-Israeli Negotiations (Seçilmeyen Yol: İlk Arapİsrail Müzakereleri) isimli başka bir kita-bınız daha var, kitapta olayı detaylı anla-tıyorsunuz. Özetle nedir bu olay? Eğer seçilmeyen yol seçilseydi, yani Ben Gurion, Hüsnü Zaim’in barış teklifini kabul etseydi, ne fark olurdu? 

Itamar Rabinovich: Ben Gurion neden Zaim’in teklifini kabul etmedi ? Zaim 1948’de CIA ajanıydı ve ülkesini bir milyon Dolar’a satmaya hazırdı, o halde Ben Gurion bir sene sonra ona nasıl güvenebilir? Bilemeyiz, belki eğer teklif kabul edilseydi, tarihin akışında bir farklılık olabilirdi ama aslında Hüsnü Zaim bir şakaydı ve onunla yapılan barış Suriye-İsrail ilişkilerinde bir fark yaratmazdı. 

ORSAM: Son kitabınıza geri dönersek, coğrafik bir terimden devlete olan dönüşüm bitmeyen bir hikayedir diyorsunuz. Bu hikaye Suriye için hala bitmedi mi? 

Itamar Rabinovich: Bitmedi çünkü hala Lübnan üzerinde iddiası var, daha az ama var. 

Dahası, Suriye bri aile şirketi. Sivil toplumu olan ve toplumun hükümeti yansıttığı normal bir siyasi düzeni olan bir devlet değil. Esadlar ve Alevi cemaat 
öncelikle kendilerini korumak zorunda. Kendileri de bunun anormal bir durum olduğunu biliyorlar. Bugün Suriye kimliği 30-40 sene öncesine göre, daha tutarlı 
ama hala gerçekten bitmemiş bir iş. 

ORSAM: Bazı uzmanlar Suriye dış politikasını açıklarken rejimin bekası faktörüne çok fazla vurgu yapıyor. Sizce Suriye dış politikası yapımında rejim bekası endişesi ne ölçüde etkili? 

Itamar Rabinovich: Daha önce de dediğim gibi bu ezilmişlikten hayatta kalmaya ve hayatta kalmadan da kibirliliğe uzanan bir spektrum. Suriye bölgesel hegemon güç olamayacağını biliyor, ama elindekileri Amerika ve Avrupa ile diyalog kurabilmek için ve etkili bir aktör olabilmek için en iyi şekilde kullanmaya çalışıyor. Yani amaç rejim bekasının ötesinde. 

Örneğin Suriye’nin Irak ile ilişkileri. Suriye Irak ile sınırı olmasını istemiyor, Irak’ta Amerikan varlığı istemiyor, İran hakimiyeti istemiyor, zaten Lübnan’da İran etkisi var, o yüzden Türkiye bu anlamda Suriye için dengeleyici güç. Suriye aynı zamanda Irak’ta anarşi de istemiyor çünkü Kürt sorunu var, kendisine de sıçrayabilir. Saddam zamanındaki gibi güçlü bir Irak devleti de istemiyor. Yani her zaman bölgede önemli bir aktör olma ve tehlikelere karşı da aynı zamanda denge kurma isteği var. 

ORSAM: Arap milliyetçiliği ne derece etkili? 


Itamar Rabinovich: Arap milliyetçiliği dramatik şekilde etkisini yitirdi. 1978’de Fuat Ajami “Arap Milliyetçiliğinin Sonu” isimli bir makale yazmıştı. 
Bu önemli çünkü Suriye İran-Irak savaşında İran’ın yanında yer aldı ve şimdi de Körfez ülkeleri tehdit algıladıklarını söylerlerken, Suriye İran’la dost. 
Yani Arap milliyetçiliği önemli değil. 

ORSAM: Suriye’de dış politika yapımı hakkında bilgi verebilir misiniz? 

Itamar Rabinovich: 1960’larda tüm rejim kurumsallaşmamış, kişisel bir nitelikteydi, Filistinliler kullanılıyor, onlar da Esad’a karşı, Cedid ile birliktelerdi. Şimdi rejim daha kurumsal ve sağlam. Ama Suriye dış politikayı devlet çıkarlarına göre idare edecek bir dış politika müessesesine sahip değil. Dış politika alanı aile ve Alevi çevre tarafından domine ediliyor. 

Dış politika aktörleri açısından Hafız Esad iktidardayken, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haddam ve Dışişleri Bakanı Şara vardı. Birçok aktör vardı. Irak, İsrail gibi konularda istihbarat liderleri ya da Genelkurmay Başkanı Şihabi gibi kişiler söz sahibiydi. Şimdi Dışişleri Bakanı Muallim daha güçlü, Şara daha zayıf, Haddam devre dışı, hukuk uzmanı olsa da Riyad Davudi etkili. Dolayısıyla
dış politika hala tek bir adamın ve küçük bir grup insanın elinde. Beşar başta zayıftı, ama şimdi kendini hem iç hem dış politika alanında sağlamlaştırdı. Önce Şam Baharı girişiminde bulundu, ama daha sonra istihbarat Beşar’ın ateşle oynadığını ve bu girişime son vermesi gerektiğine karar verdi. Şu anda kesinlikle Beşar konumunu daha sağlamlaştırmış durumda. İran ile ilişkiler, Amerika, Lübnan, barış süreci konularında son söz kendisine ait ve ülkede dış politika müessesi mevcut değil. 

ORSAM: Beşar Esad’ın iktidardaki 10. yılının ardından dış politikasını ve liderliğini nasıl değerlendiriyorsunuz? 
            Hafız ve Beşar Esad arasındaki benzerlikler ya da farklar nelerdir? 

Itamar Rabinovich: Beşar az çok aynı politikayı uyguluyor. Ama örneğin Hafız Esad’ın İran ile ilişkisi, eşitler arasındaki bir ittifaktı, Beşar ise İran patronken, 
Suriye’yi İran’ın müşterisi haline getirdi. Hafız Nasrallah’la hiç bir araya gelmedi, ama Beşar geliyor. Beşar modern bir adam ama Hafız ile aynı duruşa 
sahip değil. Baba Esad müzakere etme ve askeri seçeneği de aynı anda bulundurma oyununu daha iyi oynuyordu. Beşar babasından daha az özgüvene sahip. Benim her zaman dediğim gibi Baba Esad havada ateş topları tutardı. Beşar birçok hata yaptı, Irak’ta Amerika ile ikili oynadı ve neredeyse İran üzerinden bir savaşla sonuçlanacaktı. 

Beşar 10 yıldır iktidarda, çok şey öğrendi artık daha özgüvenli. Tabi ki Beşar tamamen bir hatadan ibaret değil. Soru ülkenizle ne yapmak istediğiniz. Oyun mu oynamak istiyorsunuz, rejiminizin bekasını mı sağlamak istiyorsunuz, ülkenizi geliştirmek, modernleştirmek, uluslararası çizginin merkezine mi taşımak istiyorsunuz? 20 milyon civarında genç nüfusunuz var, onlara nasıl istihdam edeceksiniz? 
Üniversite sisteminiz nasıl? Ülkedeki aydınların durumu nasıl? Bu konularda Beşar başarılı değil. Fakat rejimin bekasını sağlamak, oyunlar oynamak konusunda, önceye göre daha başarılı. 

ORSAM: Kitapta, Beşar babasına göre bazı konularda geri adım attı diyorsunuz. 

Itamar Rabinovich: Mesele şu ki; Beşar çok fazla konuştu ve her şeyi söyledi. Babasının üzerinde anlaştığı ya da savunmayı bıraktığı konularda geri adım attı, örneğin Filistin meselesini şart koşmak ya da tam normalizasyon konuları. Mesela Faruk el Şara Washington’da Ehud Barak ile buluştuğunda İsrail ile artık varoluşa ilişkin sorunumuz yok, sadece toprak sorunumuz var dedi. Suriye 1948’de olanları unutmaya hazır. Oslo anlaşması imzalandığında Suriye, Filistinlilerin yollarını kendilerinin çizmek istediklerini düşünmüştü, 
ama şimdi Filistinlilerin geri dönüş hakkını ve diğer haklarını savunan Hamas var, Suriye Mısır gibi Filistin sorunundan kendisini soyutlayarak bir barış anlaşması imzalamaya sıcak bakacaktır. Dolayısıyla İsrail gelip barış yapmak istediğini söylerse, Beşar’ın babasının üzerinde anlaştığı şartlarda barış imzalayacaktır. 
Soru kendini İran ve Hizbullah’tan uzaklaştırması ve ikili oyunu oynamayı bırakması. Ama İran, Hizbullah ve Hamas’la bağlarını koparmamaya çalışacaktır. 

ORSAM: İsrail’de Golan Tepeleri’nin Suriye’ye iade edilmesi konusunda, statükoyu korumak ve risk yaratmama yönünde geniş bir kanı var ve Suriye ile barışı ertelemenin altındaki temel motivasyon bu. Bu konudaki fikriniz nedir? 

Itamar Rabinovich: Golan Suriye toprağıdır. Mesela Golan’ı Batı Şeria ile kıyasladığınızda, Batı Şeria farklı, yasal durumu net değil. Sina da farklıydı. Sina Mısır ve İsrail arasında tampon bölge niteliğindeydi ve barış anlaşması imzaladıklarında Sina için bir rejim oluşturdular. 
Golan tampon bölge olmak için çok küçük. Aynı zamanda konvansiyonal savaş bakımından İsrail’in tepede olması, vadide olmasından daha iyi. Ama bugün tabiki savaş teknolojisi değişti, füzeler var. Ama bence Batı Şeria ve Golan Tepeleri arasındaki en büyük fark, Batı Şeria hiçbir zaman İsrail’in parçası olması, İsraillilerin gittiği bir yer değil ama Golan ülkenin bir parçası ve İsrailliler 
gidiyor, vakit geçiriyorlar. Golan’dan çekilme acılı bir süreç olacak. 

ORSAM: İsrail’in başmüzakerecisi olarak Suriye’yi barış konusunda samimi buluyor musunuz? 

Itamar Rabinovich: 2000’de Esad günün sonunda barış anlaşmasını imzalamak istememiş olabilir. Biz her zaman Suriye’nin barış süreci içinde olmak istediğini, Amerika ile iyi ilişkiler içinde olmak istediğini fakat karar anı geldiğinde her zaman geri çekildiği için, barış anlaşması imzalamaktaki isteğinden şüphe duyduk. Edwin G. Corr’un 2000’de Barak’ın bir fırsat kaçırdığına ilişkin bir argümanı var. Ben buna katılmıyorum, çünkü Esad o sırada koltuğunu devretmekle ilgiliydi, barış ile değil. 


Eğer Suriye, Mısır’ın yaptığı gibi bir barış yapmak istiyorsa, neden 1979’da yapmadı? Çünkü Mısır’dan daha fazla kazandım demek istiyor. Suriye İsrail’in küçük düştüğü, “galibin barışını” barışını istiyor. 

ORSAM: 2007’de İsrail Suriye’nin nükleer tesislerine saldırdığında sizin “İsrail Suriye’nin ikili oyununu nasıl oynayacağını öğrendi” şeklinde bir yorum yaptığınızı hatırlıyorum. 

Itamar Rabinovich: Evet, Olmert’in Türkiye’nin arabuluculuğunu kabul etmesi bir hataydı, Türkiye olduğu için değil, arabuluculuk olduğu için. Biz daha önce direk ve üst düzey müzakereler yapmıştık. Suriyeliler için süreç ve içeri aynı şey. Zaten eğilim süreci azaltma yönündeydi, görüşmeleri daha dolaylı ve düşük düzeyli hale getirmek yönündeydi bu yüzden Olmert bunu nasıl kabul etti bilmiyorum. 
Diğer taraftan, İsrail Suriye ile görüşürken, aynı zamanda saldırı gerçekleştirdi. Tıpkı daha önce Suriye’nin İsrail’e yaptığı gibi, hem bizimle konuşup hem de Hizbullah arayıcılığıyla oyun oynadıkları gibi. Yani İsrail Suriye’yi üç kez vurdu; biri nükleer tesis, diğeri Murniye ve Muhammed Süleyman. Sanırım Suriye bunu takdir ediyor, çünkü bu Suriye’nin kendi oyunu. 

ORSAM: Suriye’de bu saldırıya ilişkin nasıl bir algı oluştu? Saldırı Suriye’nin İsrail politikasını etkiledi mi? 

Itamar Rabinovich: Muhtemelen biri bizim oyunumuzu açığa çıkardı ve oldukça iyi şekilde oynuyor demişlerdir. Fakat bu Suriye’nin politikasını etkilemedi, hala çok cesur adımlar atıyorlar, geçen sene Hizbullah’a füze vermeleri gibi. Aslında bu durum mevcut Amerikan yönetimi çok güçsüz olduğu sürece, İsrail ile çok ilintili değil. Buna ek olarak Suriye’nin Türkiye ile olan yeni ilişkisi, Suriye’ye çok fazla özgüven veriyor. 

ORSAM: Son olarak, Suriye’deki mevcut karışıklık hakkında yorumunuz nedir? 

Itamar Rabinovich: Beşar Esad mevcut tehlikeyi bertaraf edebilir ama artık muhalefeti saf dışı bırakamaz. Suriye rejimi çökertildi. 

ORSAM: Görüşlerinizi ve zamanınızı bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz. 

* Bu söyleşi ORSAM Ortadoğu Uzman Yardımcısı Selen Tonkuş Kareem tarafından 14 Nisan 2011’de Tel Aviv, İsrail’de gerçekleştirilmiştir. ORSAM 

****



6 Nisan 2015 Pazartesi

Gerçekten '' Görünmez bir el olabilir '' Ancak… !





Gerçekten '' Görünmez bir el olabilir '' Ancak… !


Bülent ESİNOĞLU
bulentesinoglu@gmail.com
Tarih: 02-09-2014 23:16


Piyasayı tanrılaştırmak ve her derde deva bir ekonomik anlayış gibi sunmak, küreselleşmenin olmazsa olmazıdır.
Biz biliriz ki, küreselleşmenin kurallarını vaaz edenler, dünya zenginleridir. Dünya tekelleridir.
Eşitsizlikten çıkar sağlayan bu tekeller, eşitsizliği insanlığa dayatarak, doğal bir düzen gibi kavranmasını sağlarlar.
Bu dayatmayı, günlük hayatımızda, "piyasalar böyle istiyor", "piyasalar şunu söyledi" gibi, para babalarına ait istekleri, 
soyut bir varlığın bizden istekleri olarak anlatırlar.
Küreselleşme saldırısıyla ortaya çıkan bu cümleler, sütre gerisinde dünyayı yönetenlere aittir.
Canımız pahasına yuttuğumuz bu yalanlar, hayatımızın bir parçası olduğu gibi, "sözde ekonomi biliminin" de parçası olur.
Piyasanın doğasında kimlik olmadığından, ahlaksızlık ekonomi bilimini de kirletir.
Zenginlerin daha çok zengin olması, topluma daha çok katkı sağlayacağı anlayışı dayatılır.
Bu ekonomik anlayışa göre, kuvvetli dozda eşitsizlik, daha etkili ve daha hızlı büyüyen ekonomiler yaratır.

Oysa bu iddia koskoca bir yalandır.

Eşitsizlik ekonomiyi daraltan bir unsurdur.
Piyasalar sayesinde, insanlar yeni refah modelleri yaratmaktansa, başkalarının mal ve varlıklarına el koymanın peşinden koşarlar.
Bu da, işsizliğin ve eşitsizliğin temel kaynağıdır.
Mükemmel eşitsizlik durumunda, işsizlik tavan yapar.
Piyasanın yeterli istihdam sağlayamadığı, piyasa ekonomisinin uygulandığı tüm ülkelerdeki işsizlikten görülebilir.
Yüksek işsizliğin olduğu yerlerden ekonomik büyüme çıkmaz.
Büyük buhranlardan önceki dönemlerde, işsizliğin çok yüksek olduğu bilinir.
Siyaset piyasa ilişkisine gelince...
Piyasanın planlamadan etkin olduğunu savunanlar, piyasa denilen pazarı elinde tutan para babalarıdır.
Hangi siyasetlerle, hangi ülkeden yana olacağımıza, nasıl yönetileceğimize bu para babaları karar verirler.
Onların çıkarlarına göre yönetilen yerlerde de, eşitsizlik ortamlarının olması doğaldır.
Büyük buhranlar geldiğinde, ne piyasa bulabilirsiniz, ne görünen el görebilirsiniz. Hepsi yok olur. 
Halk kendi derdi ile baş başa kalır.
Paraları toplayıp kenara çekilmişlerdir. Bir çözüm de önermezler. Öneremezler. Çünkü onların anlayışları gelmiş bir yerde tıkanmıştır.
Halkın baskısından endişe ettikleri için, geçici olarak planlamacıları, yurtseverleri çağırırlar.
Onların işleri düzene koymasını gözlerler. İşler düzene girince, başlar eski piyasa teraneleri...

http://www.kemalistler.gen.tr/yazarlar/bulent-esinoglu/gercekten-gorunmez-bir-el-olabilir-ancak/205/

..