Kırıkkale Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kırıkkale Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Kasım 2019 Çarşamba

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN BAZI LİDERLİK ÖZELLİKLERİ

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN BAZI LİDERLİK ÖZELLİKLERİ 


Prof.Dr.Cemalettin TAŞKIRAN
* Kırıkkale Üniversitesi İİBF Dekanı 



Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletini, birlik ve beraberlik içinde ortak hedefler etrafında birleştiren, bütünleştiren bir liderdir. Türk toplumunun millî kültürünü geliştiren çağdaş bir toplum olmasını sağlayan liderdir Atatürk. Bu yüzden de toplumumuza mal olmuştur. 
Toplumumuzda, dün de bugün de, birbirinden anlayış, yaşayış ve kültür olarak farklı olan grupların, hatta birbirine zaman zaman zıt olan grupların hemen hemen hepsi M.Kemal Atatürk’e dün sahip çıkmışlardır. Bu günde sahip çıkmaktadırlar. Bölücü zihniyet taşıyan ve marjinal sayabileceğiniz bir iki grubu hariç tutarsak toplumumuzun her kesimi, her grubu M.Kemal Atatürk’ü benimsemiştir diyebiliriz. 

Buna bir örnek verelim. Boğaziçi Üniversitesi 1994 yılında bir anket çalışması yaptı. Sosyoloji bölümü anketi yapan. Bilimsel ve oldukça geniş tabanlı bir anket bu. Ankete katılanlara şöyle bir soru yöneltiyor: 

-Sizin için önemli olan manevi değerleri sıralayınız. 

Anket bitiyor. Değerlendiriliyor ve yayınlanıyor. Anket sonucunda İslamiyet %92 ile birinci sırada, Atatürk ise %85 ile ikinci sırada çıkıyor. Yani 2000’lerde ankete katılanların %85 i gibi büyük bir kısmı Atatürk’ü, Atatürkçülüğü, Atatürk’ün fikirlerini ikinci manevi değer olarak seçiyor. Sadece bu anket bile M.Kemal Atatürk’ün toplumumuz tarafından ne kadar benimsendiğini ortaya koymaya 
yeter. Bu yüzden bazı çevreler Atatürk ve Atatürkçülükle, onların deyimi ile Kemalizm ile mücadele etmek ve Türkleri Kemalizmden uzaklaştırmak istiyorlar. 

Mustafa Kemal Atatürk’ün Millî Mücadelenin başlamasından itibaren en belirgin özelliklerinden biri karizmasından gelen toplayıcı ve birleştirici özelliğidir. 
Millî Mücadele yıllarında ve sonrasında. M.Kemal Atatürk’ün etrafında olan gruplar, şahıslar siyasi, dini, kültürel felsefi ve yaşayış olarak birbirlerinden o kadar ayrıdırlar ki, bunları bir arada tutmak adeta mümkün değildir. Sadece I.Türkiye Büyük Millet Meclisine bakmak bile bunu görmeye yeter. I.Mecliste kıyafet olarak sarıklısı vardı. Feslisi vardı, Kalpaklısı vardı... Suphi Tanriöver Dağ yolu adlı kitabında I.Meclisi şöyle anlatıyor: “… Anadolu, onun davetine her şekilde her kıyafetle bir takım adamlar gönderdi. Bektaşi Şeyhleri, Konya çekleri, Medrese uleması.. Ayaklarında çarıkları, şark kıyafetleriyle ağalar toplanmaktıy Okulun yetiştirdiği kimseler, dağın kırın ve geleneğin yetiştirdiği kimselerle birlikte toplantı halinde … Atatürk kürsüye çıktı ve davasını açıkladı...”1 

Mustafa Kemal Atatürk birleştirici, bütünleştirici bir liderdir. Karizmatik bir liderdir. Karizmatik liderler doğuştan bazı niteliklerle var olan seçkin kimselerdir. Bu tür liderler, genellikle kahraman tabiatlıdırlar. Mensubu bulundukları toplumun tarihine, siyasetine, askerî hayatına, sosyal hayatına damgasını vuran liderlerdir. 
Toplumu yönlendiren, insanları peşine takarak belli hedeflere götürebilen  liderlerdir. 
Toplumda gerçekleştirilen reform, inklap devrim önce bu liderlerin düşüncelerinde doğar şekillenir gelişir ve gene bu liderlerin eliyle bu liderlerin çabalarıyla hayata geçirilir. Mustafa Kemal Atatürk’te böyle bir liderdir. Onun bu karizmatık liderliği kendisinin toplumumuz tarafından benimsenmesini sağlamıştır. 

Biz bu çalışmamızla gerek askerî hayatında, gerekse sivil hayatında gerçek bir lider olarak ortaya çıkan Mustafa Kemal Atatürk’ün dikkat çekerek maalesef her liderde göremediğimiz bazı özelliklerini belirtmek ve bu özelliklerini nasıl tezahür ettiğini de belgelere olaylarla hatırlatmak istiyoruz. 

Mustafa Kemal Atatürk’ün ilk söz etmek istediğimiz liderlik özelliği, onun olaylar hakkında net bir görüş sahibi olması ve olayları doğru değerlendirmesidir. 

Bu olayda önemli bir özelliktir. Eğer olaylar hakkında doğru ve net bir görüşe sahip olmazsanız, yapacağınız değerlendirmeler sıhhatli olmayacak ve yanlış sonuçlara varırız. Ayrıca, bu durumda olayları bir gün bir şekilde ertesi gün bir başka şekilde değerlendirme gibi “kafa karışıklığına” ve ikileme düşme mümkündür. Bu durumda lidere olan inanç ve güveni sarsar. Olaylar hakkında net bir görüş sahibi olmanın ve olayları doğru değerlendirmenin temel yollarından biri kendini yetiştirmektir. Yani okumak ilgilenmek ve düşünmektir. 

Mustafa Kemal Atatürk, daha genç yaşından itibaren, olaylar üzerinde kafa yoran, düşünen okuyan ve çözüm üretmeye çalışan birisidir. Hem öğrencilik hem de ilk subaylık yıllarında ülkenin ve milletinin meseleleriyle çok ciddi şekilde ilgilenmiş, bunları iyi tahlil etmiş ve sağlıklı sayılabilecek sonuçlara varmaktır. 
O kadar ki; Mustafa Kemal Atatürk’ün vardığı sonuçlar ve çözüm önerileri zamanına göre oldukça ileri ve oldukça inanılması güç çözümlerdir. 

Mustafa Kemal Atatürk’ün hem orta öğretimde, hem Harbiye’deki öğrencilik yıllarından, hem de kurmaylık eğitimi aldığı ilk subaylık yıllarından yakın arkadaşı olan, sınıf arkadaşı olan okul arkadaşı olan dostları Mustafa Kemal’in bu özelliği ile ilgili şunları söylüyorlar: 

Yakın sınıf arkadaşı Lütfi Müfit Özdeş, Harbiye yıllarında Mustafa Atatürk için şunları söylüyor: “… Daha o zaman mektepte iken, şuursuz, düşüncesiz, kötü bir idareye karşı vicdan ve ruhundan fışkıran inkılapçı düşünceleri bilhassa kayda şayandır. Her okuduğu ders her mütalaa ettiği ilim ve fenni, dikkatle tahlil ederek neticeye. 

İdareye karşı arkadaşları ile hasbıhallere, tenkitlere başlamış ve hatta büyük tehlikelere rağmen, haftada bir iki defa gizli olarak gazete bile çıkarmışlardır. Daha o zaman evladı olduğu asil Türk milletine ilerde ne büyük hizmetler yapmağa namzet olduğunu pek güzel anlatıyordu. Onun her haline olduğu gibi dürüst düşüncelerine de meftun olan ve candan inanan arkadaşları o büyük adamın etrafına toplanmışlardı…”2 

Bir başka sınıf arkadaşı General Hayri Tırnovacık ise şunları söylüyor: 

“…Hallerinde, yaşlarından umulmayan bir olgunluk vardı. Çok kuvvetli bir ikna kabiliyetine sahipti… En fazla meşgul oldukları şeylerden birisi de zamanın felsefesi ve fikri cereyanları idi. Toplumun henüz halledilmemiş davalarıyla dimağlarını meşgul ederlerdi…3 

Harp akademisinden sınıf arkadaşı olan General Asım Gündüz de bu konuda şunları söylüyor: 

“…Doğup büyüdüğü Selanik’in batıya daha çok bağlantılı bulunması sebebiyle olacak dikkati çeken fikirleri vardı. Etrafına topladığı arkadaşlarla cesaretle konuşuyor ve onları güzel konuşmasıyla kısa zamanda tesiri altına alıyordu… İttifakçıların Paris’te yayımladıkları gazeteleri getirtiyordu…. Bizler, vatan, millet, Türklük fikirlerini çok defa, Harp Akademisi sıralarında ondan duymuştuk.4 

Asım Gündüz anılarında şunları da belirtiyor: “… Harp Akademisinde her Cuma akşamı sınıfta toplanıyor, kapılar kapandıktan sonra Mustafa Kemal kürsüye çıkıyor, tıpkı konferansçı gibi, Paris’ten gelen Türkçe ve Fransızca gazetelerden öğrendiklerini bizlere aktarıyordu. O zamana kadar “Padişahım çok yaşa!” demekten başka bir şey bilmeyen bizler için Mustafa Kemal’in anlattıkları 
çok dikkat çekiciydi…”5 General Asım Gündüz, bu konuşmalardan hatırımda kalanları yine hatıralarından özetleyerek nakletmektedir. 
Ayrıca aynı olayları general Ali Fuat Cebesoy ve bizzat Mustafa Kemal Atatürk de anılarında aktarmaktadırlar. Ali Fuat Cebesoy diyor ki: “….Fikirlerimizi, toplamı binleri aşan Harp okulu öğrencilerine anlatmak için, daha kurmay sınıflarına geçmeden gizli bir teşkilat kurmuş, Muhittin Baha Pars’ın ağabeyi İsmail Hakkı Pars ile Ömer Naci ve birkaç arkadaşında gayreti ile el yazısı 2 nüsha dergi çıkarmıştık. Liderimiz Mustafa Kemal’di. Gelebilecek sorumluluğun en büyük yükü de onun omuzlarındaydı…”6 

Mustafa Kemal Atatürk, daha öğrencilik yıllarında kendisini yetiştirmeye özen göstermiş, vatan millet ve bunların problemleri ile yakından ilgilenmiş ve bunlara yönelik çözümler üzerinde düşünmüş tartışmış araştırma ve net bir görüş sahibi olmuştur. Ayrıca bu düşüncelerini arkadaşlarına ve etrafına fırsat buldukça açıklıyor ve yanına kendisi gibi düşünen arkadaşlarını topluyordu. Daha o dönemlerde Mustafa Kemal Atatürk de büyük liderlerde, karizmatik liderlerde gördüğümüz olaylar hakkında net bir görüşe sahip olma ve olayları doğru değerlendirebilme özelliklerinin ortaya çıktığını görüyoruz. Elbette bunda doğuştan gelen “sevgi” gücünün yanında araştırmacı tutumunun, payı oldukça yüksektir. Mustafa Kemal Atatürk’ün şahsi kütüphanesindeki kitapların sayısının 5000’in üzerinde olduğunu unutmamak gerekir.7 
Mustafa Kemal Atatürk, okuyan, araştıran, tartışan, düşünen analiz yaparak kafamızda bazı çözümlere ulaşan ve uygun şartların ortaya çıkmasıyla da düşündüklerini hayata geçirmekte tereddüt etmeyen bir liderdi. 

Bu özelliklere dayanarak verdiği hayati kararlar da hep doğru çıktı. 
Çünkü olayları doğru değerlendiriyordu. 

Buna en güzel örneklerinden biri Çanakkale savaşlarında 25 Nisan 1915’de Kalyatepe’ye yapılan kara harekatı çıkarmalarında yaşanan olaydır. O gün düşman birlikleri Seddülbakir, Kumkale ve Kabalpe sahillerine çıkarma yapmaya başlarlar. 75.000 askerî ilk gün o gün çıkaracaktadır. Mustafa Kemal Paşa Bigalide 19. Tümenin başındadır. Bu tümen itiyat kuvvetidir. O gün sabaha doğru 9.Tümen komutanı Alb.Halil Sami Bey 19.Tümene Seddülbekir ve Kabatepe’ye çıkarmanın başladığını bildirir. Telgraf mesajı şöyle. 
“…Düşman Arıburnundan kabatepe sırtlarını sarmaktadır. Yakınlığımız dolayısıyla, Maltepe (Bigali) deki kuvvetinizden bir taburu, Kabatepe’nin kuzeyindeki Arıburnuna karşı olan sırtlara ivedilikle gönderip, sonucunu bildirmenizi rica ederim…8 

Çıkarmanın ilk saatleri henüz çok net bir durum yok, Ancak M.Kemal Atatürk durumu şöyle degerlendiriyor:9 “Düşmanın önemli kuvvetlerle karaya çıkma teşebbüsü demek vukubuluyordu. bu işin içinden bir taburla çıkmak mümkün olmayacağını, herhalde, evvelce tahmin ettiğim gibi bütün temennimle düşmana yönelmenin kaçınılmaz olduğunu takdir ediyordum (değerlendiriyordum) ve ordunun iznini beklemeden bir albay ve bir dağ bataryası ile kabatepe 
merkezine yanaşmaya karar verir.10 Hepimiz biliyoruz ki bu karar Çanakkale Savaşları ve Türk tarihi için bir dönüm noktası olmuştur. 

Mustafa Kemal Paşa olayları, doğru değerlendiriyor ve bunun sonucunda da doğru kararlar alıyordu. I.Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devletini yönetenlerin genel tavrı teslimiyeti. İtilaf devletlerinin, özellikle İngilizlerin her dediklerini yapmak onlara şirin gözükmek ve böylece sıkıntıları en az zararla atlatmak o dönem yöneticilerinin değerlendirmesiydi. Oysa Mustafa Kemal Atatürk daha İstanbul’da bulunduğu sıralarda arkadaşlarıyla birlikte olayları değerlendirmişti. 

Onun değerlendirmesi çok farklıydı. O diyor ki, “….içinde bulunduğumuz tarihte, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele, bunun da taksimini teminle uğraşılmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istikbali, Padişah, halife, hükûmet, bunlar, hepsi, medlülü kalmamış birtakım………….ibaretti… Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da hâkimiyeti millîyeye müsterit, bilekaydüşart müstakil yeni bir Türk Devleti teis etmek işte daha, İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar, bu karar olmuştur….”11 

Mustafa Kemal Atatürk’ün değerlendirmesi daha gerçekçidir. Devletin o günkü yöneticileri…. Hükûmet bu konuda üzerine düşeni tesbit etmiş ve ahaliye vaka ve sükunun korunmasını tavsiyeye karar vermiştir…”12 İşgale karşı koymayı direnmeyi önlemeye çalışan Mustafa Kemal Atatürk: “… Türk’ün haysiyet ve izzetinefis ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun evladır!. 

“...Binaenaleyh, YA İSTİKLAL YA ÖLÜM!...”13 diyordu. 

Eğer bugün, bu topraklarda hür bağımsız ve göğsümüzü gere gere Türküm diyerek yaşayabiliyorsak bunu Mustafa Kemal Atatürk’ün bu doğru değerlendirmelerine ve kararlarına bağlıyız. 

Konuya çok uzatmamak için Mustafa Kemal Atatürk’ün 1933 yılında bir soru üzerine Sovyetler Birliği’ni değerlendirmiştir. Onu yanına çağırıp şunları söylüyor. “…. Bu gün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi, parçalanabilir, ufalanabilir. 

Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından kaçabilir. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. 

İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir…. Bizim, bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir milletlerimiz vardır. 

Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnız o günü susup beklemek değildir hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır.? Manevi köprülerini sağlam tutarak dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli…”14 

Dikkat edelim. 60 yıl öncesinden, 2000’lerin değerlendirilmesi yapılıyor. Hem de büyük isabetle…. 

Bir liderde bulunması gereken “olaylar hakkında net bir görüş sahibi olma ve olayları doğru değerlendirme” özelliğine yönelik örneklerimizi burada kesiyoruz. 

Şimdi Mustafa Kemal Atatürk’ün bir başka liderlik özelliğini vurgulamak istiyoruz. Bu özellik de yanlışlarda ikaz edici ve önleyici olma özelliğidir. Eğer olayları doğru değerlendirebilir ve doğru kararlar alırsanız., vardığımız sonuçlara dayanarak ilgili ve yetkilileri yapılan ve yapılabilecek yanlışlardan korumak için ikaz edici olabilir ve yanlışları önleyebiliriz. Mustafa Kemal Atatürk, hayatı boyunca doğru bildikleri gerektiğinde ilgililere hep söylemiştir. Mondros mütarekesinden sonra, başbakan İzzet Paşa’ya birinde şöyle diyor : 

“ Bilhassa, sizce de yakinen malumdur ki, ben her ne hal ve vaziyette bulunursam bulunayım, doğru olduğum inandığım ve gerekenlere 
arzını ve duyurulmasını memleket hizmeti kabul ettiğim görüşlerimi bildirmekten kendimi engelleyemem…”15 

Mustafa Kemal Atatürk, 1907’de Suriye’deki görülebilen Makedonya’ya, 3.orduya atandı. Orada İttihat ve Terakki Cemiyeti ile temasa geçti. Bu cemiyete katıldı. Önemli görevler aldı. Ancak Cemiyetin yöneticileriyle, özellikle cemiyetin bazı faaliyetlerinin doğruluğu gerçekliği konusunda fikir ayrıcalığını belirtti. Cemiyetin o günkü yöneticilerine düşüncelerine uymuyordu. Mustafa Kemal Atatürk yine de fikirlerini açık açık söyledi ve yetkilileri uyardı. Cemiyet mensubu olarak, ordu içindeki faaliyetlerle ilgili kendisine verilen görevleri “yanlış olur” diye reddetti. Doğruluğuna inandığı konularla ilgili ve yetkili kişi ve kurumları hep uyardı. Sonuç almadığını görünce de cemiyetle ilgisini kesti.16 

Mustafa Kemal Atatürk ikaz görevine savaş içerisinde de devam etti. 

1917 yılında Suriye’de 2. ordu komutanlığına atanmıştı. Enver Paşa, İngilizlerden Bağdat’ı geri almak için Yıldırım orduları grubu ardında yeni kuvvet oluşturuyordu. Bunun başında da Alman general Falkenhein getirilmişti. Mustafa Kemal de bu yeni kuvvete dahil edilen 7. Ordu komutanı oldu ve Filistin’de görev aldı. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa 20 ve 24 Eylül 1917 tarihinde Başbakan Talat Paşa’ya, Başkumandan Enver Paşa’ya Bahriye Nazırı ve 9.ordu komutanı Cemal Paşa’ya Ordunun ve ülkenin durumunu tahlil eden ve ne yapılması gerektiğini bildiren uzun ve teşkilatlı raporlar yazdı. Raporlarda Alman General Falkenhein’in yanlış tutumunu ve bunun nedenlerini de anlattı. Raporda şu cümleler vardı. “… Ordu, harbin ilk dönemlerine göre fevkalade zayıftır. Birçok konuların mevcutları, lazım olanın beşte biri gibidir. Memleketin insan kaynakları ikmale muktedir değildir. …. Mülki hükûmetin tam bir acz içinde oluşu, bir 
zabıta kuvvetinin noksanlığından ve ihtiyaç derdiyle bütün memurlarda görülen rüşvet, vurgunculuk ve suistimallerden ve memurların keyfine dökülen hale gelmesinden ve adli işlerin kesinlikle yürümemesinden ileri gelmektedir… İçinde bulunduğumuz bataklıktan Almanlarla birlikte kurtulmak zararı ise de, Almanların bu zaruretten ve harbin uzamasından istifade ederek, bizi sömürge şekline sokmak ve memleketimizin bütün kaynaklarını kendi ellerine almak siyasetinin karşısındayım…. İyi idare edeceğim diye durmadan fedakarlıkta 
bulunmak, herhangi bir müttefike, ve özellikle Almanlara merhamet ve ihsan telkin etmeyip belki verdiklerimizden 100 kat fazlasına onları hırslandırır ve teşvik eder… (Bu durumda) Memleket tümüyle bizim elimizden çıkarak bir Alman sömürgesi haline girmiş olacaktır ve general Falkenhayn, bu maksat için, bizim borcumuz olan altınları ve Anadolu’dan getirdiğimiz son Türk kanlarını kullanmış olacaktır. 

Ya Falkenhayn asla Sina cephesinde vazife alamaz. Arabistan Başkumandanlığı emri altında olarak Sina’nın müdafaası yalnız 7. Ordu kumandanına ait olur. Ya da ben, 7. ordunun kumandasından affolunurum…”17 

Ancak raporlara Enver Paşa’nın cevabı kısa ve Falkenhein’i tutar şekilde olunca Mustafa Kemal Atatürk 7. Ordu komutanlığından istifa etti. 

Mustafa Kemal Paşa’nın ikaz edici ve önleyici özelliğine vereceğimiz son örnek de Mondros mütarekesi sırasındaki olaylardan bilindiği gibi. Hükûmet Mondros, mütarekesi şartlarını ordu komutanlarına bildirmiştir. Mütareke hükümlerini alan Mustafa Kemal Paşa Kilikya, Suriye kıtaatı, Tono, Irak gibi tanımlara açıklık getirilmesini istemiş ve İzzet Paşa’yı şöyle uyarmıştır: “….Pek ciddi ve samimi 
olarak arz ederim ki, mütareke şartları arasından anlaşmazlıkları giderecek tedbirler alınmadıkça, orduları terhis edecek ve İngilizlerin ihtiraslarının önüne geçmeye imkan kalmayacaktır... 18 

Nitekim İngilizler, Halep civarındaki ordularını desteklemek ve iaşelerini sağlamak bahanesiyle, İskenderun’da bulunan Mustafa Kemal Paşa’dan 
bölgenin teslim edilmesini istemişlerdir. Mustafa Kemal Paşa, mütareke şartlarına göre İskenderun’un işgaline hakları olmadığını bildirmiş ve “  
…İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile asker çıkarmaya teşebbüs edecek İngilizlere ateş açılmasını ….” emretmiştir.19 Bunun üzerine İngilizler başbakan İzzet Paşa’ya hakları yoksa da, Halep ve civarındaki ordularını bakmak için istihdamdan faydalanmak istemeleri de haklı bir istek mahiyetindedir…”20 direniş ve silahla karşı konulmamasını istemiştir. Bu isteğe Mustafa Kemal’in verdiği cevabı aşağıda vereceğiz ve onun liderlik karakterine bir kere daha şahit olacağız. Ancak, mukayese imkanı için, benzer bir durumda, bir başka Türk generalinin tavrını da burada aktarmak istiyoruz. İngilizler Kars’a girmek istediler. Oradaki ordu komutanı Yakup Şevki Paşa izin vermedi. İngilizler İzzet Paşa’ya müracaat ettiler ve o da Yakup Şevki Paşa İngiliz işgaline karşı konulmamasını bildirdi. Bunun üzerine Yakup Şevki Paşa bir telgraf çekerek düşüncelerini. Harbiye Nezaretine bildirdi: “… Mesele, istenen bir şeyi verip vermemek değildir. Önemli olan nokta, her istek ve teklifi düşünmeden yapmaktır. Her teklife itaat edilecekse bu usulün hem sonu ve hem de faydası yoktur. Bununla hiçbir tehlike kaldırılamaz… milleti, hükûmeti mümkün mertebe az zararla kurtarmak içinş her türlü mücadeleyi yapmakla beraber, daima bir varlık göstermek zaruridir. … İşte korkularım ve düşüncelerim budur. Bununla 
beraber hükûmetin vereceği talimatlara göre hareket edeceğim…”21 düşüncesi doğru olan Yakup Şevki Paşa Kars’ı boşalttı ve İngilizler işgal ettiler. Ama bakın daha öncesi benzer durumda Mustafa Kemal Paşa ne diyor. Ve ne yapıyor: 6 Kasım 1918’de Mustafa Kemal Paşa, İskenderun’u İngilizlere teslim edin diyen Ahmet İzzet Paşa’ya bir telgraf çekiyor ve şunları yazıyor: 

“…İngilizlerin aldatıcı muamele gösterecek emirleri tatbik etmeye yaradılışım müsait olmadığından, başkumandanlık erkan-ı harbiyesinin içtihadına uymadığım takdirde de bir çok ithamlar altında kalmaklığım tabi bulunduğundan, kumandayı hemen teslim etmek üzere; yerime yayın buyuracağınız zatın süratle gönderilmesini rica ederim...”22 

İşte 2 cesur ve millîyetçi komutan, İşte lider Mustafa Kemal’in farkı! 

Mustafa Kemal Atatürk’ün liderlik özelliklerinden üzerinde durmak istediğimiz bir diğeri de onun olaylar karşısında kararlı olması ve kararlı davranmasıdır. Kararlı olarak bir meselenin çözümünde sonuç getiren en önemli etmenlerin başında gelir. Bir olay karşısındaki kararlı tavrımız ve tutumumuz karşı tarafta çok iyi değerlendirilmektedir. Kararlı görünmediğimiz zaman, istek ve çıkarlarınızı 
elde etme şansınız çok zayıftır. Karşı taraf hemen sizi tereddüte sevkeden konular üzerine yoğunlaşır ve kendi isteklerini size kabul ettirebilir. Özellikle millî meselelerde mutlaka kararlı olmalı ve kararlı davranmalıdır. 

Mustafa Kemal Atatürk, daha millî mücadelenin başlarında en temel kararı vermiştir. Daha önce de söylediği gibi, o temel kararlar da şudur: “…. Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı o da hâkimiyeti millîyeye müstenit bila kaydüşart müstakil yeni bir Türk devleti tesis etmek…”23 Bütün mücadelesi boyunca da bu kararlılığını sürdürmüş ve yeri geldikçe adım adım bu kararlarını uygulamaya 
başlamıştır. Daha Samsun’a çıkışının 3.günü Başbakanlığa göndermeye başladığı raporlarda ve mücadele sırasında aldığı, aldırdığı kararlar da onun bu kararlı tutumunu görebiliyoruz. Millî egemenliğe dayalı, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak kararını bu raporlarda görelim: 

22 Mayıs’ta 

“…Millet, millî hâkimiyet esasını ve Türklük duygusunu ittihaz etmiştir. Bunun için savaşılacaktır...24 
22 Haziran’da Amasya Genelgesinde “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır….” diyor. Milletin kararı 25 23 Temmuz’da Erzurum 
kongresinde ise daha açık ifade ediyor: “ Kuvayi millîyeyi... Ve irade-i millîyeyi hâkim kılmak esastır...26 Milletin iradesini, milletin egemenliğini ülke yönetimine egemen kılmak esastır diyor. Aynı şeyi Sivas kongresinde de tekrarlayarak da ilan edecektir. TBMM… Mustafa Kemal Atatürk ne yapacağını ve ne yaptığını bilen kararlı bir liderdir. Daha Sofya’da askerî ateşe olarak bulunduğu yıllarda, 
ülkesi ve toplumu ile ilgili net kararlar sahibidir. O yıllarda arkadaş olduğu Avustralyalı Bayan Hilda’ya yazdığı mektupların birinde şöyle diyor: …. Türkiye’nin bu gidişi iyi değil… Türkiye’yi modern bir memleket yapmalı. Tıpkı batı gibi. Bu memleketi baştan aşağı değiştirmeli. Allah nasip ederse, günün birinde Türkiye’nin idaresinde söz sahibi olursam, bilirim yapacağım yenilikleri… Peçeyi hemen kaldırmalı, sonra bir erkek birden fazla kadınla evlenmemeli… Erkekler ve kadınlar eşit haklara sahip olmalı…”27 
Mustafa Kemal Atatürk bu kararlılığını hayatının her döneminde sürdürmüştür. Bakın benzer şeyleri Samsun’da mücadeleyi sürdürürken de benziyor. 

İstanbul hükûmetinin baskıları sonucu askerlikten ayrılmaya karar verdiği ve bütün yetki ve rütbelerini bırakarak milletin bir ferdi olarak mücadeleyi sürdürmeye karar verdiğini gösteriyor. O çok sıkıntılı anlarında bile kararlılığını, yaveri Mahzar Müfit Bey’e şöyle gösteriyor. 7-8 Temmuz 1919 gecesi sabaha karşı, uyumayan Mustafa Kemal Atatürk yaverini çağırır. Yaverine not defterini getirtir ve yaz der: 

“Zaferden sonra hükûmet şekli cumhuriyet olacaktır… bu bir, iki, Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç, tesettür kalkacaktır.Dört, Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir…” 28 

Bütün bunlar gösteriyor ki, Mustafa Kemal Atatürk kararlı olan ve hayatı boyunca da kararlı davranan bir liderdir. 

Son olarak da belirteceğimiz lider özelliği ise, Mustafa Kemal Atatürk’ün verdiği kararların arkasında durması ve kararlarının uygulanmasının veya gerçekleşmesinin takibini almasıdır. Karar almak, karar vermek elbette önemlidir. Ama alınan bu kararın arkasında durmak da bir o kadar önemlidir. Verdiğiniz kararların arkasında durmazsanız, aldığımız kararların da bir önemi ve bir anlamı olmaz. 
Mustafa Kemal Atatürk bunu en iyi bilenlerdendir. Her zamanda ulusu ile ilgili hayati kararların arkasında durmuş ve takipçisi olmuştur. 
Aşağıda vereceğimiz örnekler onun bu özelliğini net olarak ortaya koyan özelliklerdir. 

Bu örneklerden ilki 1922 yılı şubat ayındadır. Bildiğiniz gibi Mustafa Kemal Atatürk mücadeleyi başlatmış, yeni bir devlet kurmuş ve bağımsızlığı sağlamak için işgalciler ve onlara destek verenlerle savaş halindedir. Sakarya’da bir ölüm kalım mücadelesi verilmiş ve işgalci Yunan askerleri Eskişehir-Afyon hattına geri püskürtülmüştür. Ancak henüz, Misak-ı Millî’nin merkezini oluşturan Anadolu bile düşmandan tam olarak temizlenmemiştir. 1921 sonları ve 1922 yılı başlarında Mustafa Kemal Atatürk çok önemli kararlar arefesindedir. Bir yandan Türk ordusu bir genel taarruz için hazırlanıyor, harıl harıl askerî hazırlıklar yapılıyor, eksikler gideriliyor, bir yandan da çok yönlü siyasi görüşmeler devam ediyor. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları büyük baskılar altındadırlar. 
Bir yanda itilaf devletleri, bir yanda İstanbul hükûmeti, bir yanda Yunan kuvvetleri ve bir yanda da sabırsız bazı TBMM üyeleri. Ama bütün bunlara hazırlanmakta ve daha başka şeyler de yapmaktadır. O bir karar vermiştir. O karar Misak-ı Millîdir. Türklere meskun bölgelerde sınırları belli bir Türk yurdu oluşturacaktır. Onun kafasında Misak-ı Millî, Batı Trakyayla, Hatay ile Musul’u ile Anadolu ile birlikte vardır. O günlerde Mustafa Kemal Atatürk bir yandan Anadolu’yu kurtarma planları yaparken, Misak-ı Millî kararının arkasında 
duruyor, diğer yandan da Musul’u izliyordu. 1 Şubat 1922 tarihinde, Antep Sefirinin kuruluşunda büyür yararları görülen Yarbay Özdemir Bey’e gizli bir emir gönderiyordu. Bu emir Misak-ı Millî sınırlarının kapsadığı bölgenin zorla ele geçirilmesini önlemek ve İngilizlerin adı gçen bölgede özel menfaatleri bulunması dolayısıyla, milis yarbay rütbelerindeki Özdemir Bey’i, bir sivil kadronun başında milis olarak Musul-Revandız bölgesine gönderiyor. 

Diyor ki, …millî hükûmetimizin, İngilizlerle herhangi bir konferans münasebetiyle temas ve görüşmelere girişmeleri muhtemel olduğundan, bu olay hususi bir şekilde ve şahsi bir teşebbüs şeklinde göstermesi şimdilik daha uygun olur…”29 

Aldığı emir üzerine, Özdemir Bey, sivil giyindirilmiş bir grup askerle bölgeye gitmiş İngilizlere bölgede büyük zorluklar çıkarmış ve İngilizlerin bölgedeki aşiretleri kandırmasını önlemiş hatta İngilizlerle çarpışmıştır. 10 Mayıs 1923’de bölgeden dönmüştür. Amacımız, Özdemir Bey’in Revandız bölgesindeki faaliyetlerini anlatmak değil, Mustafa Kemal Atatürk’ün en sıkışık, en kritik, en hassas zamanlarda bile, verdiği kararların arkasında durduğunu göstermektir. 

Vereceğiniz ikinci örnek de çok bilinen bir örnektir. Aslında bunun 1.kısmını da Mustafa Kemal Atatürk’ün kararlılığında aktardık. Bu olayın devamı da, Mustafa Kemal Atatürk’ün kararlarının arkasında nasıl durduğunu gösteriyor. 

Mahzar Müfit Bey’e, Erzurum’da, 7-8 Temmuz 1919 gecesi “Türkiye, Cumhuriyet olacaktır, Padişah ve Hanedan hakkında zamanı gelince icabeden muamele yapılacaktır. Tesettür kalkacaktır. Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir. Diyen Mustafa Kemal Atatürk, bunları hayalcilik olarak değerlendiren ve yazmaktan vazgeçen Mahzar Müfit Beyi 1925 yılında, Kastamonu’da 
şapka giyilmesi ilan edip Ankara’ya dönünce orada bulunanlar arasında görür. Hemen yanına çağırır ve şöyle der: “….azizim Mahzar Müfit Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?30 

Mustafa Kemal 1919’da verdiği ve not ettiği kararlarının 1925’lerde de arkasında olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. 

Bu konuda vereceğimiz son örnek ise, yine Misak-ı Millî sınırlarımızla ilgili 1937 yılına ait bir olay. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden 1 yıl kadar önce konu Hatay meselesidir. Bilindiği gibi Hatay, Ankara ve Lozan Antlaşmasın’da, özel bir statü ile, Suriye sınırlarında kaldı Ancak, Suriye’de manda idaresi kuran Fransa, 1936 yılında Suriye’ye bağımsızlık verdi. Türkiye aynı bağımsızlığın Hatay’a da tanınmasını istedi. Fransa buna razı olmadı. Böylece de 1936’dan 1938, 39’a kadar Hatay meselesi, gittikçe gerginleşerek Türkiye’yi meşgul eden bir mesele oldu. Hatay Misak-ı Millî sınırlarımız içindeydi. Mustafa Kemal Atatürk bu kararının da arkasındaydı. 1919’larda verilen bu kararın gerçekleştirilmesi için yaklaşık 20 yıl sonra bir fırsat çıkmıştı. Aradan 20 yıl geçmişti ama Mustafa 
Kemal Atatürk hâlâ kararının arkasındaydı. 1937 yılında, 2 ayrı hatırada, Mustafa Kemal’in bu konudaki ısrarını ve kararlılığını bulabiliyoruz. 

Bunlardan biri, uzun süre Mustafa Kemal Atatürk’le birlikte Çankaya köşkünde bulunmuş Hasan Rıza Soyak o anılarında, 1937 yılında, Hatay meselesinin gergin olduğu ve heyecan yarattığı günlerde kendisine Mustafa Kemal’in şöyle dediğini belirtiyor: “….defalarca Fransız sefiri mösyö Ponsot’ya söylediğim gibi, dava (Hatay davası) benim şahsi davamdır ve icap ederse, yine şahsen halletmem 
gerekir; binaenaleyh, şayet böyle bir zaruret karşısında kalırsak, yani silahlı bir hareketle halletmek zorunda kalırsak, tutacağım yolu da çoktan kararlaştırmış bulunuyorum; böyle bir durumda; derhal devlet reisliğinden, hatta meb’usluktan istifa edeceğim; serbest bir vatandaş olarak, bu işte çalışan arkadaşlarla beraber, Hatay topraklarına geçeceğim…”31 

Aynı konuda Fahrettin Altay Paşa da hatıralarında şunları söylüyor. 1937 yılı bir kış günü Mustafa Kemal Paşa, Fahrettin Altay Paşa’nın evine geliyor. Kapıyı çalıyor kapıyı açınca Mustafa Kemal Paşa’yı dalgın ve düşünceli görüyor. Sonra diyor ki: “….Üşütmesinden korktuğum için …. Hava çok sert; soğuk alırsınız, içeri buyurun! …dediğim vakit, o, dalgın hali ile döndü ve bir masaya oturdu. bir 
şeyler söyleyeceğini bekliyordum ki, dudaklarından şu cümleler döküldü: 


“…Paşa, dedi, biliyor musun ben, Cumhurbaşkanlığı’nı bırakıp Hatay’da çete reisi olacağım ….”32 

Aldığınız bir kararın arkasında, milletvekilliğinden, hatta Cumhurbaşkanlığından vazgeçebilecek kadar durabilirseniz, sonuç almamak mümkün olur mu? İşte, Mustafa Kemal Atatürk böyle bir liderdi. 
Aslında onun çok farklı çok çeşitli liderlik özelliklerinden bahsetmek mümkün. Ancak biz, özellikle, Mustafa Kemal Atatürk’ün olaylar hakkında net bir görüşe sahip olduğunu, olayları doğru değerlendir diğini, yanlışlarla ikaz edici ve önleyici olduğunu, kararlı olduğunu, kararlı davrandığını ve kararlarının arkasında ısrarla durduğunu belirtmeye çalıştık. 

DİPNOTLAR;

1 Hamdullah Suphi Tanrıöver, Dağyolu, s. 
2 Lütfi Müfit, Harbiye’de Gazi Hazretleri ile bir sınıfta Ders, Vakit Gazetesi, 10 Ağustos 1934.(Ali Ciler, Semih Yalçın, Abdullah Hayat, s.113-114) 
3 Naci Sadullah, Harbiye’de 1317, Yedi Gün Dergisi, Yıl:2, c:III. Sayı:78, 5 Eylül 1934, s.4. 
4 Asım Gündüz, Hatıralarım Hazırlayan İhsan Ilgar, İst.1973. s.12, 13, 14. 
5 Asım Gündüz, A.g.e. s.14. 
6 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk Okul ve Genç Subaylık Anıları, İnkılap Kitabevi, İst. (tarih yok) s.60. 
7 Ali Güler, Suat Akgül, Atatürk ve Türk İnkılabı, Ocak yay. Ank, 1998, s.134. 
8 Yusuf Hikmet Bayu, Atatürk, Hayatı ve Eseri, Ankara, 1971, s.76. 
9 Ruşen Eşref Ünaydın, Mustafa Kemal ile Mülakat, İstanbul 1930, s.19. 
10 Celal Erikan. Komutan Atatürk, İş Bankası Yay.Ank.1972 s.130. 
11 Mustafa Kemal Atatürk, Hukuk, MFB basımı, İst.1973, s.12-13. 
12 Rıfkı Salim Burçak, Türk Devrim Tarihi, Ankara, 1973, s….. 
13 Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, MEB. İst.1973. s.13. 
14 İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Sofrası, Emre yay. İst. 1995, s.11-26. (Bu olayı    nakleden İhsan Sabri Çağlayangil’dir. Sabati Ataman, Kılıç Ali, Tevfik Rüştü 
ve Hikmet Bayur’da bu olayı doğrulamışlardır). 
15 Semih Takur, Ali Guk, Atatürk Hayatı-Düşünceleri ve Kimliği, Berkan Yay, Ankara, 2000 s.151. 
16 Ali Fethi Okyar, 3 Devirde Bir Adam, İst. 1980. s.150. 
17 Mustafa Kemal Atatürk’ün Bütün Eserleri-Kaynak yay. C.I. 2000, s.126129. 
18 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 147. 
19 Falih Rıfkı Atay, a.g.e., s.148. 
20 Falih Rıfkı Atay, a.g.e., s.148. 
21 Sebahattin Selek, Anadolu İhtilali, s.182. (HTVD. Seri No:1 s.168.) 
22 Genelkurmay ATEŞE Başkanlığı, HTVD, C.II, Sayı.29, Belge No.743. 
23 Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, MEB İst.1973, s.12-13 
24 Rıfkı Salim Burçak, a.g.e., s.39. 
25 Rıfkı Salim Burçak, a.g.e., s.43. 
26 Rıfkı Salim Burçak, a.g.e., s.46. 
27 Sadi Borak, Öyküleriyle Atatürk’ün Özel Mektupları, İstanbul, 1980, s.86, 87. 
28 Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C.I, Ank. 1966. s.131-134. 
29 Cemalettin Taşkıran, Atatürk ve Misak-ı Milliyeye ait bir belge, Yeni Türkiye, Yıl: 1998, sayı:23-24, s.249-250-251-252. 
30 Mazhar Müfit Kansu, a.g.e., s.134. 
31 Hazan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı - Kredi Yayınları, İstanbul, 1973. Cilt II., s.607. 
32 Fahrettin Altay, On Yıl Savaş ve Sonrası 1912 – 1922, İnsel Yayınları, 1970, s.494. 


***

5 Ekim 2017 Perşembe

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 9

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 9


DARBELER VE ABD’NİN ROLÜ VE EKONOMİK ÇIKARLAR..,
DARBELER VE EKONOMİ
Harun ÖZTÜRKLER 
ORSAM Ortadoğu Ekonomileri Danışmanı, 
Prof. Dr., Kırıkkale Üniversitesi 
ORSAM RAPORU,

Darbelerin ekonomik etkileri ile ilgili literatürün temel bulgularından birisi, askeri vesayetin varlığının uzun dönemde bu ülkelerde kişi başına geliri azalttığı yönündedir. 
Askeri vesayetteki derinleşme ile kişi başına gelirdeki azalma arasında yüksek bir korelasyon gözlenmektedir. 

Askeri rejimlerin ekonomilerin uzun dönem kalkınma patikalarını ve performanslarını olumsuz yönde etkiledikleri tarihsel bir tespittir. Piyasa ekonomilerinin en temel özelliklerinden birisi, ekonomik karar birimlerinin ihtiyaç duydukları bilgileri özgürce elde edebilecekleri ve bu bilgiler üzerine kurguladık ları kararlarının sonuçlarını değerlendirebilecekleri bir yasal ve kurumsal yapıya ihtiyaç duymalarıdır. Askeri darbeler, bu yasal ve kurumsal yapıyı ortadan kaldırarak, ekonomik karar birimlerinin rasyonel karar vermelerini önlemektedirler. Böylece, ekonomilerin sahip oldukları (kıt) kaynakların etkin/optimal olmayan bir dağılımı ortaya çıkmaktadır. 

Bunun bir sonucu olarak, bu ekonomiler kısa dönemde, teknoloji düzeyi veri iken bir ekonominin sahip olduğu tüm kaynakları tam ve etkin kullanarak üretebilecekleri gayrisafi yurtiçi hâsıla (GSYH) olarak tanımlanan potansiyel GSYH düzeyinin altına düşmektedirler. Kısa dönemde ortaya çıkan bu refah kaybı yanında, işgücü ve sermaye gibi temel üretim faktörlerinin uzun dönem ekonomik ve sosyal kalkınma için ihtiyaç duyulan faaliyet alanlarında kullanılması olarak tanımlanan optimal kaynak dağılımı bozulmakta ve ekonomiler uzun dönem kalkınma potansiyellerinin altında kalmaktadırlar. 

Askeri darbe dönemleri literatürde çoğu kez ‘ara dönem’ olarak adlandırılmakta dır. Buradaki ara dönem ekonomik anlamda ekonominin işleyişini düzenleyen kalkınma planları, orta vadeli ekonomik planlar, yıllık programlar, planlanan ekonomik reformlar, uluslararası reel ve finansal ekonomik ilişkileri düzenleyen yasal ve kurumsal yapının ya tümüyle askıya alınması ya da uygulama çerçeve ve yönteminin önemli ölçüde değiştirilmesi anlamına gelmektedir. Ara dönem ne kadar uzun ise, darbenin ekonomi üzerindeki negatif etkisi de o kadar büyük olmaktadır. Belirli bir ekonomik politika paketinin seçmenler tarafından onaylandığı demokratik süreçler sonrası iş başına gelen hükümetlerin, bu politika paketlerinin uygulamasının askıya alınmasının olumsuz etkisi sadece o süre ile sınırlı olmayacaktır. Ekonomik kalkınma ve sosyal gelişmenin temel belirleyicisi fiziksel ve insan sermayesine yapılan yatırımdır. Bu anlamda reel yatırımlar ise tanım gereği uzun dönem karar süreçlerini içerirler. 

Bu çerçevede, ulusal ve uluslararası yatırımcılar için en önemli karar değişkenlerinden birisi, uzun dönem politik ve ekonomik belirliliktir. Bir ülke tarihinde askeri darbenin bir kez bile gerçekleşmiş olması, yatırımcı nezdinde bu belirsizliğin kuşaklarca sürmesi anlamına gelmektedir. Böylece, darbe sonrası iş başına gelen sivil hükümetler olağan ekonomi politikalarının ötesinde bir içerik taşıyan ekonomi politikaları hazırlamak durumunda kalmaktadırlar. Böylesi bir zorluk, bu hükümetleri ulusal ve uluslararası yatırımcılara olağan dışı koşullar sağlama/ödün verme durumu ile yüz yüze bırakmaktadır. 

Verilen bu ödünler/teşvikler bir taraftan bütçe gelirlerini azaltmakta diğer taraftan ise bütçe harcamalarını artırmaktadır. Bu süreç, bu hükümetlerin ekonomik politika uygulamalarının performansı ile ilgili olarak ulusal ve uluslararası kamuoyunda olumsuz bir algı yaratmaktadır. 

Askeri darbelerin kullandığı en önemli ekonomik argümanlardan birisini, gelir dağılımının bozuk olması, giderek bozulması ile geniş halk kitlelerinin yoksulluk sınırının altında yaşıyor olması oluşturmaktadır. 

Askeri kadroların önemli bir kesiminin düşük gelir gruplarında yer alan ailelerden geliyor olmaları bu argümanın geliştirilmesi için uygun bir arka plan oluşturmaktadır. 
Bu argüman özellikle ekonomik transformasyon, yapısal dönüşüm ve radikal ekonomik reform dönemlerinde daha belirginhale gelmektedir. Ülkede yaşanan 
yapısal dönüşüm ve reformlar ile ilgili kuşku duyan, daha önemlisi bu dönüşüm ve reformların çıkarlarına aykırı olduğunu düşünen (elit/yeni elit) gruplar, bu süreçte darbelerin//darbecilerin en önemli destekçileri haline gelirler. Bu gruplar, politik ve ekonomik karar süreçlerinde etkin olduklarından, toplumda algı yanılgısı yaratacak asimetrik bilgi üretirler. Asimetrik bilgi, iktisatçıların ahlaki çöküntü adını verdikleri ve piyasa ekonomilerinin temel kurumlarından olan sözleşme sisteminin zayıflamasına neden olur. Böylece ulusal ve uluslararası yatırımcılar, üreticiler, tüketiciler gibi karar birimleri ekonomik faaliyetlerini ötelemeye başlarlar. Bir kez daha, ülke ekonomisi potansiyel kalkınma/büyüme düzeyinin altına düşmüş olur. Bu çerçevede doğal kaynak zenginliği, Ortadoğu ülkelerinin önemli bir kısmı ile örtüşen, darbeciler için bir diğer önemli motivasyon kaynağını/gerekçesini oluşturmaktadır. 

Tarihsel olarak değerlendirildiğinde, doğal kaynak fiyatlarında ortaya çıkan yüksek oranlı ve süreklilik arz eden artış dönemlerini otokratik rejimlerin izlediğini gözlemlemekteyiz. Bu süreçteki otokratik güdüyü ortaya çıkan ve petro-zenginlik adı verilen servetin paylaşılması oluşturmaktadır. 

Darbelerin ekonomik etkileri ile ilgili literatürün temel bulgularından birisi, askeri vesayetin varlığının uzun dönemde bu ülkelerde kişi başına geliri azalttığı yönündedir. Askeri vesayetteki derinleşme ile kişi başına gelirdeki azalma arasında yüksek bir korelasyon gözlenmektedir. Vesayetin darbeye dönüşmesi durumunda ise, kişi başına gelirde, iktisatçıların uzun dönemli resesyon adını verdikleri, kalıcı nitelikli azalma/uzun dönem değerinin altında kalma durumu ortaya çıkmaktadır. Makroekonomik bulgular, ayrıca, askeri vesayet ve rejimlerin, önemli sosyo-ekonomik problemler olan enflasyonu ve işsizliği artırdığına işaret etmektedir. Askeri vesayet ve rejimlerin, daha az belirgin olan, ancak ülkelerin uzun dönem yatırılabilir kaynakları ve böylece üretim kapasiteleri üzerinde oldukça büyük bir olumsuz bir etki yaratan yönü iç ve dış borçlarda ortaya çıkan artışlardır. 

Otokratik rejimlerin destek sağlamak için yaptıkları popülist sosyal harcamaların finansman ihtiyacı, ülkenin iç ve dış borç stoklarının artmasına neden olmaktadır. Üstelik bu borçlanma, istikrarlı ve güvenli bir ekonomi için olacağından çok daha yüksek bir faiz ödemeyi zorunlu kılmaktadır. Böylece uzun dönemde hükümet bütçeleri üzerinde yük artmakta ve hükümetlerin altyapı ve üretken yatırımlar için ayıracakları kaynaklar kısıtlanmaktadır. Bu bağlamdaki bir diğer önemli negatif sonuç, askeri harcamaların bütçe ve ulusal gelir içindeki payının ulusal güvenliğin gerektirdiği düzeyin oldukça üstüne çıkmasıdır. Bu durumda, ülke kaynaklarının verimli kullanılmamasının en iyi örneklerinden birisini oluşturmaktadır. 

< Sivil hükümetlerin seçim süreçlerinde oy toplamak için hazırladıkları ve önerdikleri ekonomi politikalarının ve bu politikaların uygulanması nın ülke insanlarının refahlarını en yükseğe çıkaracak ekonomi politikaları ve uygulamaları olduklarını önsel olarak söylemek elbette olanaklı değildir. >

Ancak bu, askeri rejimlerin sivil hükümeti ortadan kaldırması/baskı altına alması için bir neden teşkil edemez. Demokratik ülkelerde muhalefet partilerinin görevi, hükümetlerin ekonomi politikaları ve uygulamalarını izlemek, ekonomik refahı daha iyi kılacak politikaları oluşturmak ve buna kamuoyunu / oy verenleri ikna ederek, hükümeti değiştirmektir. Bu çerçevede kritik önemde bir konu, askeri müdahalelerin yalnızca muhalefetten rol çalmadığı, dahası piyasa ekonomilerinin temel sınıfı olan girişimci sınıftan da rol çaldığıdır. Girişimciler, üretim faktörlerini bir araya getirerek üretimi organize eden, ekonomik kaynakları alternatif kullanım alanları bağlamında ve-rimlilik/etkinlik ve kârlılık çerçevesinde sıralayan ve bu çerçevede kullanan sınıfı oluşturmaktadırlar. 

Bu sınıfın işlevinin zayıflatılması/ ortadan kaldırılması, piyasa temelli ekonomik ve sosyal gelişme modelinin de ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Yukarıda da ifade edildiği gibi, askeri rejimler girişimci sınıfı tümüyle ortadan kaldırmasalar bile, bu sınıfla piyasa ekonomisi değerleri tarafından belirlenen dışında bir ilişki biçimi içerisinde yer almaları bile, sözü edilen gelime modelinin sekteye uğraması anlamına gelecektir. 

Sonuç, en başta belirttiğimiz gibi, ülkenin uzun dönem kalkınma ve büyüme patikasının ve böylece ülke insanlarının refahlarının ülke kaynaklarının üretebileceğinin altında kalması olacaktır. 

Prof. Dr., Harun ÖZTÜRKLER 
ORSAM Ortadoğu Ekonomileri Danışmanı, 
Kırıkkale Üniversitesi 



***

DARBELER VE ABD’NİN ROLÜ: ÖNEMİ HEP SONRADAN ANLAŞILAN BİR BAĞLANTI 


DARBELER VE ABD’NİN ROLÜ VE EKONOMİK ÇIKARLAR..,

Ali BALCI 
Doç., Dr., Sakarya Üniversitesi 

ABD’nin Ortadoğu’yu üç somut pratik üzerinden disipline ettiği ve kontrol altında tuttuğu açık bir şekilde ortadadır ve bu Soğuk Savaş döneminden sonra da böyledir. 
İlki, fiili işgal. 1991 Körfez savaşı ve 2003 Irak işgali buna örnek verilebilir. İkincisi, bölge ülkeleri arasındaki savaşları ve iç çatışmaları kullanmak. 1980ler boyunca İran-Irak savaşında ABD’nin her iki tarafa da silah sattığını biliyoruz. Sonuncusu ise askeri darbeler yoluyla rejim değişikliğine gitmek. . 

Augustine J. Kposowa ve J. Craig Jenkins 1993 yılında yayımladıkları Afrika’da neden çok sık askeri darbe ve darbe teşebbüsü oluyor sorusunun cevabını aradıkları çalışmalarında çarpıcı bir istatistik paylaşırlar. 

Buna Göre, 

Latin Amerika’da her 4 ayda bir (1945-1971), 
Asya’da her 7 ayda bir (1945-1972), 
Ortadoğu’da her 3 ayda bir (19491972), 
Afrika’da ise her 55 günde bir (1960-1972) 

Darbe ya da Darbe girişimi olmuştur. 

Kposowa ve Jenkins, Afrika’da böylesine sık darbe olmasının nasıl açıklanabileceği noktasında kendilerinden önce geliştirilmiş dört açıklamayı bir araya getirirler. Bu açıklamalardan ilkine göre, yeni kurulmuş devletlerde gelişmemiş kamu kurumları ile hızlı bir değişim geçiren kalabalıklar (köyden kente göç, sanayileşme, hızla artan nüfus vs.) arasında çıkan gerilim askeri müdahaleye zemin hazırlar. İkincisine göre, güçlü ve homojen ordular özellikle üçüncü dünya ülkelerinde devletin diğer kurumları karşısında avantajlı/gelişmiş konumda oldukları için darbeye eğilimlidirler. Üçüncüsüne göre ise etnik çeşitliliğe sahip ülkelerde, etnik gruplar arasındaki farkın neden olduğu bir rekabet ortamı darbelerin gerçekleşmesini kolaylaştırır. Son olarak ise ekonomik olarak bağımlı ülkeler sürekli ekonomik sorunlarla ve dolayısıyla politik istikrarsızlıkla boğuştukları için darbe bu ülkelerde güçlü bir olasılıktır. 

Bu dört açıklama literatürde darbelerin nedenlerine ilişkin hâkim açıklama modellerini özetlemesi noktasında değerli. Fakat gerek Kposowa ve Jenkins’in 
bahsi geçen çalışması gerekse bu dört farklı analiz, bugünden bakıldığında bazı askeri darbelerin açıklanması noktasında önemli ölçüde eksik kalmaktadır. 
Örneğin Ağustos 2013’te CIA’nın 1953 yılında İran’daki darbeyi İngiliz istihbaratının desteği ile organize edip sonuca ulaştırdıklarına yönelik itirafını nasıl açıklamak gerekiyor? Diğer bir ifadeyle, ABD’nin dünyanın birçok bölgesinde bazı askeri darbeleri bizzat kendi eliyle organize edip başarıya ulaştırdığı bilgisi bir kenarda dururken, yukarıdaki dört açıklama modelini 1953’teki İran darbesine uyarlamakne kadar sağlıklı? Örneğin ‘petrolün millileşmesi ile birlikte devletin rantın dağıtılmasında etkinliğinin artması, rantın yeniden paylaşımı noktasında darbeyi etkin bir siyasal alternatife dönüştürmüştür’ yorumu yapılabilir. Fakat bu yukarıdaki bilginin elimizde olmadığı durumda ikna edici olabilecek bir açıklama biçimidir. Dolayısıyla, Ortadoğu özelinde, yeni bir araştırma sorusunu, yeni bir açıklama modeli geliştirecek şekilde şöyle formüle etmek gerekiyor: ABD’nin darbelerde temel aktör olarak devreye girmesini nasıl anlamalıyız? 

Bu soruya verilen en kestirme cevap, Soğuk Savaş ortamında Sovyetler Birliği ile yaşadığı güç mücadelesinde kritik ülkeleri yanına çekmek için başvurduğu 
bir yöntem şeklindedir. Örneğin, Türkiye’deki 1960 darbesinin arkasında ABD’nin olduğunu savunanların Adnan Menderes’in planlanan Moskova ziyaretine 
işaret etmesi bu kestirme cevabı doğrular. 

Foreign Policy dergisinde J. Dana Stuster imzalı 20 Ağustos 2013 tarihli bir yazıda, CIA’nın 7 farklı askeri darbede rol aldığının kesin olduğu belirtilmektedir. 
Bu darbelerden 1953 İran ve 1973 Şili darbesi epey meşhur olsa da, yazar CIA’nın 1961 Dominik Cumhuriyeti, 1954 Guatemala, 1964 Brezilya, 1960 Kongo ve 1963 Güney Vietnam darbelerinde aktif rol oynadığını yazmaktadır. Bu aktif rol sadece destekle sınırlı değil, yine aynı yazarın İran örneğinden belirttiği üzere, Musaddık’ın destekçilerinin satın alınması ve sokak gösterilerinin finansmanı gibi pratiklerde görüldüğü üzere, darbenin başından sonuna kadar CIA’nın temel aktör olduğu bir durum söz konusudur. 

Söz konusu yazıda bahsi geçen CIA’nın organize ettiği darbelerin hepsi Soğuk Savaş döneminde yaşanmış. Peki, göreli olarak darbelerin sayısının azaldığı 
Soğuk Savaş sonrası dönemde gerçekleşen askeri darbelerde ABD’nin bir rolü var mı? Örneğin 1999’da Pakistan, 2000 yılında Ekvator, 2002’de Venezüella, 
2013’te Mısır askeri darbeleri söz konusu olduğunda, ABD’nin bu darbelerin gerçekleşmesinde bir rolü olup olmadığı hakkında ne söylenebilir? Bu sorunun 
cevabı Soğuk Savaş döneminde yukarıda örneği verilenler kadar net olmasa da, örneğin Venezüella darbesi için hazırlanan CIA raporları darbeden Bush 
yönetiminin haberi olduğunu ve darbenin engellenmesi için bir şey yapmadığını açık bir şekilde göstermektedir. 

Yine 2013 Mısır darbesinde ABD’nin takındığı tavır, darbe öncesi darbeye giden süreçte sessiz kalmak ve darbe sonrasında darbe yönetimine 
askeri ve ekonomik yardımları artırmak gibi, birçok araştırmacıyı darbenin ABD tarafından üstü örtülü bir şekilde desteklendiği sonucuna vardırmaktadır. 
Benzer tartışma 15 Temmuz 2016’da başarısız bir darbe girişimi atlatan Türkiye örneği üzerinden de yapılmaktadır. 

Bu noktada sorulması gereken kritik soru şu: Bugün Soğuk Savaş dönemindeki ‘kötü’ mirası üzerine yeniden düşünmekle meşgul olduğumuz bir ülkenin 
Soğuk Savaş sonrası dönemde, dünya üzerindeki hegemonik gücünü sürdürdüğü göz önüne alırsa, darbeler ile bir ilişkisi olmadığı üzerinden yapılacak analizler 
bizi ne ölçüde doğruya götürür? Diğer bir ifadeyle Kposowa ve Jenkins örneğinde olduğu gibi darbenin yapıldığı ülkeye özgü koşullarına odaklanmak ve darbeler deki ‘dış desteği’ ihmal etmek bizi darbeye ilişkin eksik, hatta yanlış bir sonuca götürmez mi? 

 < Venezüella darbesi için hazırlanan CIA raporları darbeden Bush yönetiminin haberi olduğunu ve darbenin engellenmesi için bir şey yapmadığını açık bir şekilde göstermektedir. >

Örneğin 2013 Mısır darbesinde darbe öncesi meşruiyetin sağlanmasında Mısır’ın toplumsal siyasi yapısından hareketle bir analiz yapmak, Musaddık’ın 
devrilmesinden önce İran’daki toplumsal siyasi yapıya odaklanan çalışmalarda olduğu gibi, bizi eksik bir analiz ile baş başa bırakmaz mı? 2013 Mısır darbesinde ABD’nin bir rolü olup olmadığını, 1953 İran darbesinde olduğu gibi yıllar sonra ABD’li ve İngiliz yetkililerin itiraflarından sonra mı tartışmaya başlayacağız? 

ABD’nin Ortadoğu’yu üç somut pratik üzerinden disipline ettiği ve kontrol altında tuttuğu açık bir şekilde ortadadır ve bu Soğuk Savaş döneminden sonra da böyledir. İlki, fiili işgal. 1991 Körfez savaşı ve 2003 Irak işgali buna örnek verilebilir. İkincisi, bölge ülkeleri arasındaki savaşları ve iç çatışmaları kullan mak. 1980ler boyunca İran-Irak savaşında ABD’nin her iki tarafa da silah sattığını biliyoruz. Sonuncusu ise askeri darbeler yoluyla rejim değişikliğine gitmek. 

1953 İran darbesi konusunda bunun böyle olduğunu artık herkes kabul ediyor. 1949 Suriye darbesinde ve yine 1957-58 Suriye başarısız darbe girişiminde 
CIA’nın benzer bir rol oynadığına dair ciddi kanıtlar mevcut. Yine 1996’da Irak’ta Saddam Hüseyin’e yönelik darbe girişiminde ABD’nin temel planlayıcı olduğu daha sonra açığa çıktı. Patrick Cockburn’un o dönem yaptığı haberler, 1996 darbesini CIA’nın İngiliz İstihbaratı MI6 ile organize ettiğini ortaya koydu 
(Independent, 17 Şubat 1998). ABD’nin Ortadoğu üzerindeki kontrolü başka birçok metotların yanı sıra böylesine doğrudan metotlar yoluyla işler durumda. 
Fakat hala ABD’nin Ortadoğu’daki darbelerdeki rolüne ve bu darbeler üzerinden kurduğu iktidara ilişkin detaylı doyurucu çalışmalar okumaktan uzağız. 

Ali BALCI 
Doç., Dr., Sakarya Üniversitesi 
***