Büyük Orta Doğu Projesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Büyük Orta Doğu Projesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ekim 2019 Salı

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 2

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 2




GİRİŞ 

Orta Doğu, en geniş anlamda batıda Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Somali, Etiyopya, Sudan ve Mısır’dan başlayarak doğuda Umman Körfezi’ne kadar uzanan ve Irak, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman’ı içine alan, kuzeyde Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerini kapsayan, ayrıca İran, Afganistan ve Pakistan’ın da dahil edildiği, güneyde ise Suudi Arabistan’dan Yemen’e uzanan Arap yarımadasını çevreleyen ve ortada Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Filistin’in yer aldığı bir coğrafya olarak tanımlanabilir. ABD’nin “Büyük Orta Doğu Projesi” de aslında bu geniş coğrafyayı kapsamakta. 

Bununla beraber, daha dar anlamda, ama daha yaygın kullanımı itibariyle, batıda Mısır, kuzeyde Türkiye ve İran’ın yer aldığı, doğuda yine Umman Körfezi’ne, güneyde ise Aden Körfezi ve Yemen’i içine alan bölge Orta Doğu olarak tanımlanabilir. İkinci tanım itibariyle Mısır’ın batısında yer alan 
bölgeler Kuzey Afrika kavramı içinde, Afganistan ve Pakistan ise Güney Asya ya da Güney Batı Asya coğrafyası içinde düşünülmektedir. 

Hangi tanım dikkate alınırsa alınsın, Orta Doğu’dan söz edildiğinde daha ziyade dinsel anlamda Müslümanların, etnik anlamda ise Türk, Arap ve Farsların çoğunluğu oluşturduğu bir bölgeden söz edilmektedir. Bununla beraber, İslâmiyetin yanında Yahudilik ve Hıristiyanlık da diğer önemli dinler olarak bölgedeki siyasal gelişmelerde her zaman önemli bir role sahip olmuşlardır. Bölgenin ağırlıklı olarak Araplar, Türkler ve Farslardan oluşan yapısında, Kürtlerin ve Yahudilerin de belirleyici bir rol oynadığını ve oynamaya devam ettiğini söylemek mümkündür. 

Bölge her halükârda tarihin her döneminde tüm dünyanın dikkatini üzerine çeken bir bölge olagelmiştir. Bu önemi bir anlamda insanlık tarihinin burada başlamasından kaynaklanmaktadır. 

Hem Arapların (aynı zamanda Müslümanların) hem de Yahudilerin atası sayılan Hz. İbrahim aslında Orta Doğuludur. Irak’ta (Ur) doğan İbrahim önce Urfa’ya oradan Kudüs yakınlarındaki Kenanilerin ülkesine, El-Halil’e göç etmiş buradan bir ara Mısır’a geçmişse de tekrar buraya geri dönmüştür ve şu an bu topraklarda yatmaktadır. 
Hz. Musa, Hz. Yakub ve Hz. Yusuf da buralıdır. Herkes iyi bilir ki Hz. İsa da buralıdır. Kudüs’ün hemen güneyinde ilk yerleşim yeri olan Beytüllahim’de (Bethlehem) doğan Hz. İsa aslen Filistin’in kuzeyinde bulunan ve 1948’de İsrail tarafından işgal edilen Nasırıye (Nezareth)’lidir. Hıristiyan dünyası Kudüs’te Yahudiler tarafından çarmıha gerildiğine inanır. Son Peygamber Hz. Muhammed de bu topraklarda doğmuştur ve bu topraklarda yatmaktadır. İslâmiyet burada doğmuş ve gelişmiştir. 

Miraç olayı Mescid-i Aksâ’da gerçekleştiği için Kudüs’ün Müslümanlar için ayrı bir önemi vardır. Yaklaşık yüzyıl doğrudan, iki yüzyıl ise dolaylı olarak bölgeyi 
etkilemiş olan Haçlı seferleri karşısında Müslüman Arap dünyasının Hıristiyan Batı’nın egemenliği altına girmesi önce Selâhaddin Eyyübi, sonraki süreçte ise Memlük, Selçuk ve Osmanlı Türkleri tarafından engellenmiştir. Selçuklular dönemi, Sünnî Müslümanların özellikle de Abbasi halifelerinin eski saygınlığını tekrar kazandıkları yıllar olmuştur. Bizans İmparatorluğu’na son veren ve yarı Avrupa’yı egemenliği altına alan Osmanlı İmparatorluğu dönemi ise Müslüman dünyanın Batı dünyası karşısında kendi kültür ve değerlerini en geniş anlamda yaşadığı, koruyup geliştirdiği bir dönem olarak bilinir. 

Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeden ayrılması Batılı güçler için yeni bir fırsat olarak değerlendirilmiş ve bölgeyi egemenlikleri altına alarak emperyalist amaçlarına uygun şekilde biçimlendirmişlerdir. 

Ayrıca bölge bu dinsel ve tarihsel nedenlerin yanında ekonomik anlamda da son derece hayati bir öneme sahiptir. Kuzey Afrika, Orta Asya ve Kafkasya bölgesini de içine alan Büyük Orta Doğu adı verilen bu bölgede dünya petrol rezervlerinin % 60’ı, doğal gaz rezervlerinin ise yaklaşık % 50’si bulunmaktadır. 

Dar anlamdaki Orta Doğu’yu dikkate aldığınızda bile bu oranlar % 50 ve % 40’ın altına düşmemektedir. 
Yaklaşık 1.6 trilyon varil dolayında olduğu bilinen kanıtlanmış dünya petrol 
rezervlerinin 850-900 milyar varili (Kafkasya ve Orta Asya dahil) ve toplam 208 
trilyon metreküp olan dünya doğal gaz rezervinin 108 trilyon metreküpü 
(Kafkasya ve Orta Asya dahil) söz konusu büyük Orta Doğu’da bulunmaktadır. Bu bölge gerçekten dünyanın enerji merkezidir. Uzun ömürlü, ucuz ve oldukça bol olan bu enerji kaynağı dünya ekonomisi açısından oldukça yaşamsal bir değer taşımaktadır. Bu bölgede egemenlik sağlama bir devlete dünya hegemonyasını ele geçirme ya da sürdürme; dünya ekonomisine yön verme; kimin ne kadar üreteceğine ya da tüketeceğine karar verme yetkisini elinde bulundurma imkânını vermektedir. Bölge dünya silâh piyasası için en önemli pazar niteliğindedir. Dünya silâh ithalatının % 75’i bu bölge ülkeleri tarafından gerçekleştirilmektedir. 

Bunların dışında bölge jeopolitik teorisyenlerin de dikkatlerini üzerinde yoğunlaştırdıkları bir bölge olagelmiştir. Mackinder’in “dünya adası” olarak tanımladığı bölge ve Spykman’ın “rimland” olarak tanımladığı bölgeler buradadır. Ayrıca Mahan’a göre bir dünya imparatoru olmak için önemli deniz ticaret yollarına hâkim olmak gerektiğine göre, Hürmüz Boğazı, Aden Körfezi ve Babel Mendep Boğazı, Süveyş Körfezi ve Cebeli Tarık Boğazı bu bölgede yer almaktadır. Bu bölgede egemenlik kurmayı başaran bir devletin dünya gücü olması sorgulanmaz. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu, sonra Birleşik Krallık, Soğuk Savaş döneminde ise bölgeyi doğrudan ve dolaylı etkileri altına alan ABD ve SSCB, bu sa-yede dünya gücü olmuşlardır. 

Bölge aynı zamanda geleneksel ve modern demokratik ülkelerin yan 
yana bulunduğu bir bölgedir. Bölgenin parlamenter sisteme sahip en 
demokratik ülkesi Türkiye’dir. Ayrıca İsrail’in de bölgede demokratik 
parlamenter sisteme sahip bir diğer önemli ülke olduğu bilinmektedir. 
1948’de kurulduğundan beri bu özelliğini devam ettirmektedir. 
1979 devrimiyle kendine özgü, Şiî inancına uygun bir rejime sahip olan İran’ın 
seçilmiş bir parlamentosu, serbest seçimlerle oluşmuş bir devlet başkanı 
bulunmasına rağmen bütün denetimin dini liderin ve dinsel bürokrasinin 
elinde olması sistemin demokratik olma iddiasına gölge düşürmektedir. 
Özellikle 2005 Haziranında yapılan seçimleri muhafazakârların adayı 

Mahmud Amedinecad’ın kazanması, hem ABD’den kaynaklanan baskıya 
hem de reformcu olarak bilinen Hatemi’nin bu konuda yeterli ve gerekli 
adımları atmamasına bir tepki olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca Mısır, 
bölgede parlamenter rejimle yönetilen bir ülke olmakla beraber uzun 
yıllar demokratikleşme ve demokratik katılım konusunda gerekli açılımları yapamayan ve 2011 başında başlayan Arap Baharının ilk yaşandığı 
ülkeler arasında yer alan Mısır’da Mübarek rejiminin sona ermesiyle yeni 
bir dönemin başladığına inanılmıştı. Fakat 2012'de cumhurbaşkanı seçilen Mursi'nin bir yıl bile geçmeden 2013 Temmuzunda devrilmesi büyük 
bir hayal kırıklığına yol açmıştır. Öte yandan uzun yıllar Baas’ın koyu 
baskısı altında yaşayan Suriye halkı Beşir Esad’la beraber dış dünyaya 
açılmaya başlamış ve önemli reformları hayata geçirmeye çalışmışsa da 
bu çok kısa sürmüş ve yerini tekrar koyu bir otoriter rejim almıştır. Sonuçta 2011 Martında başlayan halk hareketleri 3,5 yılı bulmuş ve 200,000’in üzerinde insanın hayatını kaybetmiş olmasına rağmen Esad rejiminin yönetimi bırakmamakta israr etmesi ülkeyi kaosa sürüklemiştir. 

Monarşiyle yönetilen Ürdün ise bölgede serbest seçimle oluşan parlamentosu ve çok sesli siyasal yapısı ile özellikle II. Abdullah’tan sonra daha demokratik bir görünüme sahip olmuştur. Ancak bu durum Kral’ın yasama ve yürütmede en nihai aşamada temel belirleyici konumda olması gerçeğini değiştirmemektedir. Suriye ve İsrail arasında sıkışmış olan Lübnan, 1920’lerden itibaren demokratik parlamenter sistemi uygulamaya başlamış olmasına karşılık gerek etnik çeşitliliği nedeniyle yaşadığı iç savaşlardan gerekse Marunîlerin İsrail’i, Müslümanların ise Suriye’yi doğal müttefik olarak görmeleri bu devletin kendi başına politika üretmesine engel olmuş; hatta bağımsız bir devlet olma görüntüsüne gölge 
düşürmüştür. Özellikle İsrail’in 2000 Mayısında 1978’den beri işgal etmiş 
olduğu Güney Lübnan’ı terk etmesinden sonra 2005 Nisanında Suriye’nin de 1976 iç savaşı esnasında ülkeye sokmuş olduğu askeri gücünü çekmesi üzerine ülkede yeni bir demokratik siyasal süreç başlamışsa da Suriye krizi bu ülkeyi de istikrarsızlaştırmıştır. Bölgenin güneyinde bulunan birleşik Yemen her şeye rağmen demokratikleşme konusunda çok ciddi bir kararlılık sergilemiş olsa da bunun yeterli olmaması ve Ali Abdullah Salih’in 2011 başında başlayan halk hareketleri karşısında iktidarını sürdürmekte israr etmesi yaklaşık 2000 kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan olayların yaşanmasına yol açmış, ancak sonunda iktidarı bırakmak zorunda kalmıştır. Maalesef bu süreç Yemen'e istikrar getirmemiş ve özellikle 2014 Temmuzunda artış gösteren Husi ayaklanması 
sonucu ülke kaosa sürüklenmiştir. Bunların dışında birer hanedanlık rejimleri olan Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, Katar, BAE ve Umman’ın yer aldığı Basra Körfezi bölgesinde ise demokrasi oldukça yavaş ilerlemektedir. Yine de Suudi Arabistan’da 2005 Şubat-Nisan aylarında ilk yerel seçimlerin yapılması, Kuveyt’te ise kadınlara oy hakkının gündeme taşınması olumlu gelişmelerdir. Ayrıca söz konusu ülkelerde ekonomik liberalizm ve serbest piyasa ekonomisine geçiş daha hızlı gerçekleşmektedir ve bu konuda epey bir mesafe alınmıştır. Bölgede özel mülkiyet sınırlanmadığı ve özel girişimcilik engellenmediği gibi yabancı sermayeyi ülkeye çekmek için ek tedbirlere başvurulmaktadır. 

Bunlardan özellikle BAE ve Katar dünyanın en önemli ticaret, bankacılık ve finans merkezleri arasında yer almaktadır. 

Basra Körfezi ülkelerindeki hızlı nüfus artışına rağmen, kişi başına düşen milli gelir, Irak ve İran dışında oldukça yüksektir. 
Söz konusu ülkeler açısından, milli gelirin nerdeyse tamamına yakını petrolden kaynaklanmaktadır. Irak’ta uzun süren Baas döneminde söz konusu olan tek 
parti diktatörlüğünun 2003’teki Amerikan işgaliyle yıkılmasıyla yeni yapı 
kurulmuş ve İran’da da 1979’a kadar söz konusu olan Pehlevi hanedanlığı dönemindeki monarşinin yıkılmasıyla beraber İslami bir rejim kurulduysa da her iki ülkede de özgür ve insan haklarına saygılı bir yapının olduğu söylenemez. Emirlik ve sultanlıkla yönetilen diğer Körfez ülkelerinde ise özellikle yerli halk için ekonomik refahın yüksek ve siyasal hakların dışında her türlü özgürlükten (basın özgürlüğü, seyahat özgürlüğü, medeni haklar ve özgürlükler ile eğitim ve yaşam özgürlüğü) yararlanma imkanının söz konusu olması şimdilik monarşiyle yönetilmeyi bir sorun haline getirmemektedir. Bunlar arasında kişi başına düşen milli gelirin en yüksek olduğu ülke Katar’dır. Yaklaşık 100,000 dolar olarak görünen kişi başına düşen milli gelirle dünyanın refah düzeyi en yüksek ikinci ülkesi konumundadır. Bunu yaklaşık 50,000 dolar kişi başına gelirle BAE ve 
Kuveyt; 25,000 dolar ile Suudi Arabistan, Bahreyn ve Umman izlemektedir. İlgili ülkelerin tümünde yabancılar nüfusun yaklaşık yüzde 75’ini oluşturduğundan yerli halk için bu rakamlar en az iki katı olarak görülmelidir. 

Söz konusu ülkelerde siyasal özgürlüklerin genişletilmesi konusunda yavaş da olsa bazı adımlar atılmaktadır. 

Tekrar İran’a dönmek gerekirse bu ülkede 1979 devriminden sonra 
rejimin adı İslam Cumhuriyeti olarak değişmiş olsa da, ülkenin otoriter 
karakterinde henüz ciddi bir değişiklik söz konusu olmamıştır. Milli gelirin 400 milyar dolayında olduğu İran'da zenginlik daha ziyade dini elitin elinde toplanmaktadır. Ekonomi, esas olarak rejimin devrilmesi sonrasında ülkeye hakim olan ve devlete yakın olan belli bir kesimin kontrolüne girmiş ve çeşitlendirilememiştir. Ülkede tüm gelirler askeri sanayiye ve özellikle de nükleer faaliyetlere ve yeni silah programlarına harcanmaktadır. Irak’ta da 2003 Martına kadar Saddam ve Baas tarafından kontrol edilen otoriter bir yönetim yapısı bulunmaktaydı. 

Askeri anlamda söz konusu ülkelerden İran ve Irak ile bir ölçüde Suudi Arabistan dışındaki ülkeler arasında çok ciddi bir güç farkı söz konusu değildir. Ancak yine de bunlardan da Kuveyt ve BAE’ni toprak ve nüfus bakımından ayrı ele almak gerekir. Umman da bu kategoride yer alsa da yeterli ekonomik imkânlara sahip olmaması göreli olarak onu daha zayıf hale getirmektedir. Nüfus olarak yaklaşık 2 milyon nüfusa sahip olan Katar, 1.3 milyon nüfusa sahip olan Bahreyn’den toprak, nüfus ve özellikle ekonomik zenginlik bakımından çok üstündür. 

Genel olarak Irak ve İran dışındaki bu ülkeler zengin kaynaklara sahip olmalarına karşılık yeterli askeri güce sahip olmamaları sürekli bir güvenlik sorunu yaşamalarını beraberinde getirmektedir. 

Körfez bölgesi alt sisteminde yer alan bölge ülkeleri arasında ekonomik, siyasal, güvenlik veya diğer alanlarda bölgesel işbirliğini öngören bazı örgütlenmeler bulunmaktadır. Bu tür örgütlenmeler söz konusu ülkeler arasındaki ilişkileri ve etkileşimi sürekli kılmaktadır. Bu anlamda OPEC ve OAPEC özellikle bu bölgedeki petrol üreticisi ülkelerin öncülüğünde kurulmuş örgütlenmelerdir. Ayrıca 1981 Mayısında, İran ve Irak dışındaki altı ülkeyi bir araya getiren ve ekonomik ve güvenlik konularında işbirliğini öngören Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) her ne kadar bölgesel konularda fazla işlevsel olamasa da, karşılıklı ilişkilerin sürekliliğini sağlaması bakımından bir ortak mekanizma olarak değerlendirilebilir. 

Ayrıca, tüm bölge ülkeleri İslam Konferansı toplantılarında ve İran dışındaki diğer bölge ülkeleri Arap Birliği örgütü çerçevesindeki toplantılarda bir araya gelmektedir. Bununla beraber etnik, mezhep ve ideolojik farklılıklar ile halen devam eden sınır ve toprak sorunları bölge ülkeleri arasındaki kuşku ve güvensizliğin yerini tam bir işbirliğinin almasını engellemektedir. Her bir devlet kendi güvenliğini bir dış desteğe dayanarak sağlamaya çalışmaktadır. Özellikle küçük devletlerin İran karşısında zayıf askerî yapılara sahip olmaları, ABD ile güvenlik temelinde askerî ilişkiler içinde olmalarına yol açmaktadır. 

Birinci Bölüm 



ORTA DOĞU’NUN SOSYO - KÜLTÜREL YAPISI VE OSMANLI SONRASINDA ORTADOĞU’DA SİYASET 


I. ORTA DOĞU’DA TOPLUMSAL VE KÜLTÜREL YAPI 

Genel anlamda Orta Doğu, bilindiği gibi, kuzeyde Türkiye ve İran’dan başlayıp doğuda Umman’a güneyde Yemen’e batıda ise Mısır’a kadar uzanan ve etnik anlamda Araplar, Farslar ve Türkler’in dinsel anlamda ise Müslümanların egemenliğinde olmuş bir bölgedir. Bunların dışında I. Dünya Savaşı sonrası dönemde Yahudiler son dönemde ise Kürtler bölge siyasetinde önemli birer aktör haline gelmişlerdir. 

1. ORTA DOĞU’DA YAHUDİ TOPLUMU 

1948’de İsrail adıyla bölgede siyasî bir varlık olarak ortaya çıkan Yahudiler de Müslümanlar gibi, kendilerinin Hz. İbrahim’in soyundan geldiğine inanmaktadır lar. Kitabı Mukaddes’in a “Eski Ahit” bölümünün Tekvin kısmında anlatıldığı kadarıyla1 -ki bu kısımda daha ziyade İsrail tarihinin başlangıcı ve Kenan’a yerleştikleri ana kadar olan kısmı anlatılır- M.Ö. yaklaşık 1750’lerde ya da 18. yüzyılın ikinci yarısında Kaldelilerin (Keldaniler ya da Babiller) Ur kentinden (Irak’ta) Harran bölgesine göç eden İbrahim’e b Allah, bir gece rüyasında buradan Kenan2 olarak da bilinen El-Halil’e (Hebron) göç etmesini bildirir.3 Bunun üzerine Hara Daha ziyade Hıristiyanların kutsal kitabı olarak bilinen İncil, “Eski Ahit” (Tevrat ve Zebur) ve “Yeni Ahit” (İncil)’den oluşmaktadır. 

Yahudiler sadece Eski Ahit’e (eski antlaşma) inanırken, Hıristiyanlar her ikisini de kutsal kabul edip Kitabı Mukaddes adı altında birleştirmişlerdir. 

Eski Ahit’in Hz. Musa’nın olduğu kabul edilen ilk beş kitabına Tekvin denir; Zebur ise Hz. Davud’un kitabı olarak bilinen ve Eski Ahit içine alınmış olan kısımdan oluşmaktadır. 

b Tevrat’ta Allah’ın, doksan yaşına ulaşan Abram’a görünüp ona “İşte ahdim seninledir ve birçok milletin babası olacaksın ve artık adın bundan sonra İbrahim (İng. Abraham) olacak” dediği ve İbrahim sözcüğünün cumhurun babası anlamına geldiği ifade edilmektedir. 

İşte İbrani sözü, Abram, Abraham, İbrahim adlarından gelmektedir. İran’dan ayrılan Hz. İbrahim c, karısı Sara (ya da Sâre) ve yeğeni Lut’la birlikte Kenan’a gelerek yerleşir. Kısa bir süre sonra Kenan bölgesinde kıtlık baş göstermesi üzerine karısı Sara ve yeğeni Lut ile birlikte Mısır’a geçen Hz. İbrahim burada Firavun tarafından kötü muamele görür ve tekrar Kenan’a geri döner (yeğeni Lut ise daha doğuya Lut Gölü civarına yerleşir). Ancak ilerlemiş yaşına rağmen bir türlü çocuklarının olmaması Sara’nın, hizmetçileri Hacer’le Hz. İbrahim’in evlenmesine izin vermesine yol açar ve Hacer’den İbrahim’in İsmail adında bir erkek çocuğu olur. Hz. İbrahim’in tahminen 100, Sara’nın ise 90 yaşında olduğu bir sırada, çok yaşlanmış olmalarına rağmen Sara’nın da İshak adında bir oğlu olur. Aslında her ikisi de Sami ırkından olan Arapların ve Yahudilerin ayrılıkları işte burada başlar ve Araplar İsmail’in, Yahudiler ise İshak’ın soyundan devam eder. Her ne kadar Yahudiler Hz. İbrahim’in sadece kendi ataları olduğunu iddia etseler de Müslümanların Kâbesi (Mekke’de) olan kutsal mabedin de Hz. İbrahim tarafından yapılmış olduğu bilinmektedir. Ayrıca Hz. İshak ve ondan sonra gelen Hz. Yakub da dahil olmak üzere İsrail oğullarının atası olarak kabul edilen tüm peygamberlerin kutsallığına Müslümanlar da inanmaktadır. 

c Tevrat'a göre Allah, söz konusu rüyada Hz. İbrahim'e Nil'den Fırat'a kadar bölgeyi kendisine ve nesline (milletine) verdiğini ifade etmiştir. 

Buradan yola çıkarak Yahudiler Nil ile Fırat arasındaki bölgeyi Yahudi toprağı (vadedilmiş topraklar) olarak görürler. 

Tekvin’de Hz. İshak’ın oğlu olan Yakub’un isminin Yahova (Allah) tarafından İsrail olarak değiştirildiğine yer verilir. Nitekim Yakub’un 12 oğlu arasından en çok sevdiği Yusuf’un onu çok kıskanan kardeşleri tarafından bir kuyuya bırakılması ve onun Mısırlı tüccarlar tarafından götürülerek Firavun’un vezirine satılması, vezirin karısı Züleyha’nın iftirası üzerine zindana atılması, Firavun tarafından cezalandırılmak üzere zindana atılan ve orada Yusuf’la tanışan bir Saray görevlisinin Yusuf’un iyi bir rüya yorumcusu olduğunu ve Firavun’un gördüğü ve ülkede hiç bir kimsenin tatmin edici bir yorum getiremediği rüyasını yorumlayabileceğini söylemesi üzerine zindandan çıkarılması ve yaptığı yorumun Firavun tarafından isabetli bulunarak Mısır hazinesinin başına getirilmesi olayları gerek Tevrat’ta gerekse Kuran’da yaklaşık olarak benzer şekillerde ifade edilen konulardandır. 

Hz. Yusuf, Firavun’un rüyasını Mısır’da 7 yıl bolluk olacağı ancak bunun arkasından  7 yıl kurak bir dönemin başlayacağı şeklinde yorumladığı için bolluk 
döneminde gerekli tedbirleri de almıştı. Kuraklık başladığında Mısır’ın dışından Mısır’a gelen kafileler arasında yer alan Yusuf’un kardeşlerinin Yusuf tarafından tanınması üzerine, Yusuf hem kardeşlerinin hem de babasının Mısır’a yerleşmesi ni sağlar. Böylece İsrail oğulları Mısır’a yerleşmiş olur. 

Ancak zaman içinde İsrail oğullarının Mısır’da sayıca artmasından rahatsız olan Firavun, İbranî kadınlardan doğan tüm erkek çocukların öldürülmesini emreder. 
Bunun üzerine Hz. Yakub’un oğullarından Levi’nin sülalesinden bir kadın, dünyaya getirdiği erkek çocuğunu bir sepete koyarak Nil’e bırakır. 
Firavun’un eşi tarafından bulunan bu çocuk Hz. Musa olup, Firavun (II. Ramses) ve karısı tarafından büyütülür. Ancak Musa’nın peygamberlik iddiası o sırada 
tahtta bulunan Firavun (III. Ramses) ile Musa’nın karşı karşıya gelmesine yol açar ve Allah, Hz. Musa’dan Mısır’ı terk etmesini ister. 
Bunun üzerine Hz. Musa kavmini de alarak Mısır’ı terk eder. Musa’nın kavmini alarak Mısır’ı terk etmesine veya bazılarına göre Yahudilerin Mısır’dan 
çıkarılması olayına d “Exodus” denmektedir ve Exodus’un M.Ö. yaklaşık 1176’da gerçekleştiği tahmin edilmektedir.
d İslam inanışına göre peygamberler Allah’tan emir gelmedikçe bulundukları mekanı terk etmezler. 

Yaklaşık 40 yıl Sina çölünde süren bir yolculuktan sonra M.Ö. 1136 yılında önce Kenan’a (Filistin’e) gelerek memleketin iç bölgelerine yerleşen Hz. Musa’nın 
kavminin başına onun ölümü üzerine komutanlarından Yuşa, (bu kişi Yuşa peygamber olup, İstanbul’da bu adla bir mekân ve bir mezarın bulunduğu bilinmektedir) geçmiştir. İşte sonunda İsrail halkını oluşturacak olan bu göçebe topluluk Kenan ülkesine girdiğinde burada kendileri gibi Samî asıllı, ama yerleşik bir hayat yaşayan ve tarımla uğraşan bir halkla karşılaşırlar. Kitabı Mukaddes’in Yuşa (Yeşu) kısmında anlatıldığı kadarıyla, yerli halkların kökünün kazınması İbranîlerin açık politikası olarak gösterilmektedir. İbranîlerin başına Yuşa’nın ölümünden sonra Hz. Davut geçmiştir. Hz. Davut zamanında, yaklaşık M.Ö. 1030 yılında ilk Yahudie devleti kuruldu.
e Yahudi sözcüğü Yahuda adından gelmektedir ve Yakub’un oğlu ya da oğulları anlamında kullanılmaktadır. 

Hz. Davut’un ölümünden sonra kavmin başına geçen Hz. Süleyman zamanında bugünkü Mescid-i Aksa'nın ve ağlama duvarının bulunduğu yerde bir mabet yaptırılmıştır. 

Hz. Davut zamanında kurulmuş olan Yahudi devleti, Hz. Süleyman’ın ölümüyle 70 yıl yaşadıktan sonra iç çekişmeler yüzünden güneyde başkenti Kudüs olan Yahuda krallığının dışında kuzeyli kabilelerin ayrılmasıyla M.Ö. 930’da (veya 922’de) kuzeyde başkenti Samiriye (ya da Nablus) olan İsrail krallığı adıyla ikinci bir devlet kurulmuştur. Bu bölünmenin getirdiği zayıflıktan yararlanan Asur Kralı III. Tiglat-Pileser başkenti Nablus olan İsrail’i (Samiriye) M.Ö. 722’de ortadan kaldırmıştır. 

Bu işgal sırasında Asur İmparatorluğu içinde değişik yerlere dağıtılan ve asimile olan on dolayındaki İsrail kabilesi tarih içinde kaybolup gitmiştir. Nablus’ta kalan 200 kadar Yahudi ailesi (Samiriler veya Samariten) ise kendilerini hâlâ İsrail oğullarının gerçek torunları olarak görmektedirler.5 

Güneydeki iki kabileden oluşan Yahuda devleti ise M.Ö. 589’da (bazı kaynaklarda 586’da) İkinci Babil Devletinin Kralı Nabukadnezar (Buhtunnasır) tarafından yıkılmıştır. 
Kudüs’te bulunan Yahudi halkın bir kısmı burada bırakılarak büyük bir kısmı Babil ülkesine (Irak’a) getirilmiştir. Geride kalanlarla kukla bir yönetim oluşturarak barış yapmayı düşünen Babil hükümdarı için ise bunu gerçekleştirmek pek mümkün olmazken, Babil’e getirilen Yahudiler için tarih içinde yeni bir sürgün hayatına alışmaktan başka seçenek kalmamıştır. M.Ö. 538’de Babil ordusunun Persler tarafından yenilmesi üzerine Babillerin varlığına son veren Pers Kralı Büyük Cirus (Keyhüsrev) Yahudilerin kendi topraklarına dönmesine izin vermişse de bir kısmı geri dönmeyi tercih ederken, çoğu Babil ülkesindeki yeni hayatlarına alışmış olduklarından geri dönmek yerine burada kalmayı yeğlemişlerdir. Yahudiler refah içinde bir dönem geçirdikleri Perslerin egemenliğinin ardından, M.Ö. 331’de Pers Kralı III. Darius’u mağlup eden Makedonya Kralı Büyük İskender’in egemenliğine girmişlerdir.6 

3.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

13 Şubat 2018 Salı

Büyük Orta doğu Projesi ve AKP

Büyük Orta doğu Projesi ve AKP


Ömer Laçiner 
(Sayı : 179 - Mart 2004)

Birbuçuk yıllık hükümet döneminin sonunda AKP, iktidar payını kendisinin bile beklemediği kadar sağlamlaştırmış, güçlendirmiş görünüyor. Bunun yanısıra ve bununla birlikte ani, geçici bir misafirmiş gibi karşılandığı merkez sağda artık ev sahibi durumuna geldiğine kendisi inandığı gibi, başkalarını, özellikle de buranın eski sahip ve varislerini de bunu ister istemez kabûl etme noktasına itmiş görünmekte.

Dahası da var. AKP -eğer “çözüm” sürecine girmiş Kıbrıs’ta faturası ona kesilecek bir soğuk duşla karşılaşılmazsa- Mart sonundaki yerel seçimlerde 3 Kasım 2002 genel seçiminden çok daha yüksek oranda oy toplamış, belki de yüzde 50 oranına varmış çıkacak. Genel hava ve anketlerin gösterdiği sonuç eğer gerçekleşirse, bu, AKP’nin hükümet ve parti olarak performansının dört dörtlük olmasından ziyade, konjonktürün AKP hesabına son derece elverişli bir seyir izlemesinin sonucu olacak.

Konjonktür etkisi derken ilk planda AKP’nin siyasal rakiplerinin 3 Kasım’da içine düştükleri perişanlıktan kurtulamayışlarını belirtmek gerekiyor. Bunun sosyo-politik arka planını AKP’nin iktidara gelişini analiz eden Birikim’deki çeşitli yazılarda ele almıştık. Bunlara eklenecek fazla bir şey yok. Merkez sağdaki rakipleri “küllerinden yeniden doğmak” için şu son onsekiz aydır sürdürdükleri çırpınışları belki de yerel seçimlerde uğrayacakları kesin gözüken hezimetle sona erdirebilir, kalıntıları orta vadede bir yeni sağ oluşum için fırsat kollamaya yönelirler. Deniz Baykal ve ekibinin adeta şimdiye kadar denedikleri tüm taklit kimlikleri kolajlayarak ortaya sürdükleri, asker bürokrat ağzıyla konuşan orta-küçük müteahhitlerin “sol- sosyal demokrat” etiketi altında toplaştıkları bir parti kimliği ile CHP’nin yaptığı “ana muhalefet”in kendisine değil ama AKP’ye epeyce bir puan kazandırdığı açık. Büyük ölçüde bu sayede AKP, merkez sağdaki yerini umduğundan fazla ve kısa sürede pekiştirebildiği gibi, merkez sola meyilli epeyce bir seçmenin oyunu en azından bu seçimlerde alacak gibi görünüyor. Bu olursa, Türkiye’de ve belki de dünyada bir “ilk” gerçekleşmiş olacak; hükümette yıpranması doğal olan iktidar partisi oy oranını dörtte bir oranında arttırırken “Ana muhalefet” belki de o oranda oy yitirmiş olarak çıkacak bu seçimden.

CHP’nin böylesi bir muhtemel bozgunu -ki bunu önleyecek değilse bile hafifletecek yegâne şey, umutsuz eski merkez sağ parti seçmenlerinin CHP’ye AKP’ye set çekmek için ödünç oy vermesidir- o onyıllardır tedavülde olan “merkez soldaki boşluk” edebiyatını elbette zirveye çıkarır ama o boşluğun nasıl dolabileceği sorusu daha epeyce bir süre muallakta kalır.

AKP’nin “merkez”deki güçlerle ilişkisi de beklenenden daha hızlı ve kolay biçimde “yoluna girdi”. Büyük sermaye artık açıkça AKP’ye övgü yağdırmaktan çekinmezken, Ordu komuta kademesinin AKP ile işbirliğinden giderek daha az rahatsız göründüğü dikkati çekti. AKP Ordu ile aralarında gerilim yaratacak her konuda, gerilim yarattırmaya matûf her konuda serinkanlı geri çekilmelerle, denemek için ona oy vermiş merkez sağ seçmen nezdinde olgunluk imtihanından başarıyla çıkmış olduğu gibi, Ordu komuta kadrosunu da sivri laikler karşısında rahatlattı.

Dış konjonktür de AKP lehine işledi. Oysa iktidarının ilk aylarında AB’den “müzakerelere başlama tarihi” almak için başlatılan iddialı, iyimser girişimden sonuç alınamamış, Kıbrıs’ta çözüm süreci kilitlenmiş, çok daha aktüel ve önemli olarak ABD’nin Irak’a saldırısına Türkiye’yi de ortak etme yönündeki baskısı AKP ve hükümeti iki cami arasında binamaz durumuna düşürmüş, izlenen yalpalanma politikası, AKP ve hükümeti her yönden gelen eleştirilere açık, kimseye yaranamamış hale düşürmüştü. Fakat daha sonra olaylar, AKP hükümetine yeni hamleler yapmak ve inisyatif kullanmak konusunda ciddi imkânlar açacak yönde gelişmiştir. Az sonra AKP’nin bu imkânı nasıl, ne yönde kullanmaya çalıştığını irdeleyeceğiz. Ancak şu noktayı şimdiden belirtebiliriz: AKP hükümetinin ülke kamuoyunu karşısına almak pahasına verdiği Irak’ın işgâline ABD yedeğinde katılma kararının Meclis’ten geçememesi, onun hem ABD nezdinde güvenilirliğini sarsmış hem de işgâle karşı çıkan -Almanya, Fransa eksenli- AB nezdinde hayli puan kaybetmesine neden olmuştu. Ancak ABD’nin “dünyaya kendi düzenini” empoze etme stratejisinin ilk ayağı Afganistan’da işlerin hiç de umduğu gibi gitmemesi ve ardından 2003 yazında Irak’ta da gidişin sarpa sarabileceği endişesinin artması karşısında -başta ABD ve AB olmak üzere-, bütün tarafların yeni bir durum değerlendirmesi ihtiyacı duymalarının sonucu olarak, Türkiye ve dolayısıyla AKP hükümeti, aylardır kendilerine karşı izlenen “kenarda dur, karışma” tutumunun değiştiğini, uluslararası politika sahnesine yeniden davet ve rol imkânı, fırsatı yakaladıklarını gördüler. 2003 yılı sonlarından şu son aylara kadar Türkiye’nin gördüğü yoğun diplomatik trafik, Çin’den Mısır’a, ABD’den İran’a ve Rusya’ya kadar dünya politikasında önemli ülkelerde yapılan üst düzey temas ve ziyaretler bunun göstergesidir. Öyle görünüyor ki, “uluslararası satranç”ta taşlar, ABD’nin “yeni dünya düzeni” atağının ilk hamlelerinin deneyimi ışığında yeniden düzenlenmekte ve Türkiye buradaki muhtemel pozisyonların hemen tümünde kritik rollerden birine aday gözükmektedir. Türkiye’ye şu son aylarda gösterilen “teveccüh” bu nedenledir ve yine bu nedenledir ki AKP’nin think-tank mekanizmalarından “Büyük Ortadoğu” gibi adlar altında analiz ve projeler dillendirilmektedir. Henüz kesin kararı verilmemiş, şekli belirlenmemiş, çoğu kritik noktası yuvarlak ifadelerle geçiştirilen bu projeler, AKP’nin yerel seçimlerden “zafer”le çıkması ve Kıbrıs’ta çözüm sürecinde ciddi bir “aksilik”le karşılaşmaması halinde 2004 ilkbaharından itibaren netleştirilmiş ve belki de yürürlüğe konulmuş olabilecek. Mevcut veriler ışığında daha şimdiden bir sonraki genel seçimden de tek başına iktidar olarak çıkması büyük ihtimal olan AKP’nin Türkiye’yi 2010’lu yıllara taşıyacak olan dış politika/stratejik tercihinin ne denli önemli olduğu tartışma götürmez. Bu bakımdan çok daha geniş bir analizi o tercihin detaylarıyla belli olacağı önümüzdeki aylarda yapmak üzere, şimdilik “tercih-proje”nin eskizinden bile çıkarılabilecek ana hatları üzerinde duracağız.

AKP kurmaylarından “Büyük Ortadoğu” projesi’nin hem genel bağlamıyla yani nasıl bir dünya -düzeni- tasarlandığı, esas alındığıyla hem de bu tasarım içinde Türkiye’nin rolüyle, ilişkili ön açıklamalar yapıldı. Bu ikinci bahsin Türkiye’ye verilen rol mü yoksa Türkiye’nin kendine biçtiği rol mü olduğu sorusu belirsiz. AKP kurmayları şüphesiz ikincisinin söz konusu olduğunu, Türkiye’nin -AKP hükümetinin, “devlet”in- bu rolü oynayabileceğine re’sen karar verdiklerini, muhataplarıyla buna göre konuştuklarını, konuşacaklarını belirten bir dil kullanıyorlar. Ancak, tarifine bakılırsa “Ortadoğu ve Kafkaslar”dan ibaret olmayıp İç ve Güneybatı Asya’yı da içerdiği çıkarsanabilecek bu “Büyük Ortadoğu”da Türkiye’nin bağımsız değilse bile özerk hamleler ve hele planlar uygulayabilecek bir “güç” olarak mı, yoksa buna muktedir güçlerden birinin yanında onun çizdiği çerçeve içinde mi hareket edeceği sorusuna ilk cevap lehinde yeterli argümanlar ileri sürüyor değiller. Kuşkusuz bundan daha önemli ve o noktayı da belirleyecek soru, söz konusu rolün içeriği ile ilgili.

Yine de irdelememize ilk sorudan başlayabiliriz. AKP’nin önde gelen kurmaylarından Ömer Çelik, Büyük Ortadoğu projesini “ABD’nin küresel güç olarak, demokrasi ve modernlikle dünyanın geri kalanını tanıştırma projesi” bağlamında sunmakta ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ABD’ye yaptığı o tantanalı ziyaret ve görüşmelerde “üst düzey” temaslara bizzat katılmış biri olarak Washington’dan sıcağı sıcağına yazdığı yazıda, (“Büyük Ortadoğu” Sabah, 1-2 Şubat 2004) o “... tanıştırma” projesinin “bir müdahale biçimi olmaktan çok, ‘küresel sorumluluk’un yerine getirilme yöntemi” olması gerektiğini söylemektedir. Çelik, yazısının sonunda “‘ABD yönetim çevrelerinde hâkim görüş’ün Büyük Ortadoğu projesinin bu bölgelere bir müdahale anlamı ya da imâsı taşımadığı, demokrasi ve özgürlük taleplerine yardımcı olmayı içerdiği yönünde” olduğunu bildiriyor ve “ABD’nin bu çizgide sabit kalması, AB’nin de bu çizginin siyasî değerlerini oluşturmak için katkı sağlaması”nın “dünya için yeni bir açılım” olacağının altını çiziyor.

Bu -hadi öyle diyelim- diplomatik ifadelerin tercümesi şöyle özetlenebilir. Ortada ABD liderliği -hegemonyası- ekseninde kurulması -zaten- tasarlanmış ve son deneyimler neticesinde yeniden gözden geçirilme zorunluluğu duyularak, AB’nin katkısının/katılımının elzem olduğu anlaşılmış bir dünya düzeni projesi var. ABD, Çelik’in yazısının bir yerinde yine diplomatik bir dille anlattığı üzre bu tasarımın “yerli” ayaklara dayanması gerektiğinin -eskisinden çok daha fazla- bilincine vararak, bunun ihtiyacını duyarak hareket etmek niyetindedir. Ve -gerisini de biz ekleyelim,- bu nedenle 2003’ün ilk sekiz dokuz ayında, arasında soğuk yeller estirdiği Türkiye’nin AKP’li başbakanını Washington’da alayı vala ile karşılayıp ona bu “yerli ayak” meselesinden kendisine epeyce bir “iş” çıkarabileceği teklifinde bulunmaktadır. Ve o teklif AKP’yi şaşırtacak kadar iştah kabartıcı ve ABD’nin bu “cömertliği” bir zayıf noktası olmaksızın göstermeyeceği de biliniyor olmalı ki, AKP hükümeti “biraz düşünmek” ihtiyacını duyuyor.

ABD’nin “demokrasi ve özgürlük taleplerine yardımcı olmak” biçiminde cilalanmış -içeriğini tahmin edebileceğimiz- teklifi elbette sürpriz değil. 2003’ün ikinci yarısından itibaren dünya ölçeğinde yoğunlaşan diplomatik trafik bir “yeniden mevzilenme” sürecine girildiğini zaten göstermekteydi. Ağır borç yükü ve hâlâ pamuk ipliğine bağlı ekonomik istikrarı ile Türkiye’nin bu “yeniden mevzilenme”de özerk bir tutum belirleme imkânının kısıtlılığı da ortada. AKP hükümeti ve devlet bu evrede ABD ve AB’nin daha sıkı, aralarındaki buzlar epey erimiş bir işbirliğine gireceğinin, ortak bir genel proje çerçevesinde hareket edeceklerinin güçlü sinyallerini almış olabilirler. Ve herhalde almış olmalılar ki, örneğin şimdiye kadar “Kıbrıs’ta çözümsüzlük” politikasında arkalarında ABD’nin zımni desteğini veya göz yummasını buldukları için “direnen” Denktaş ve onu koltuklayan Ordu Komuta kademesi, bu kez çözüm masasına oturtulmaya itiraz bile edemediler. Bunu, ABD’nin AB ile “yeni” işbirliği ve düzen stratejisini yürütmek için onun bir “sıkıntı”sını gidermekle verdiği bir taviz olarak yorumlamak herhalde doğrudur. Ve yine ABD Irak’ı işgâl operasyonu sırasında “itibarı”nı bir hayli zedelediği BM’den özür kabilinden “jestler”ini son zamanlarda arttırmış ise, ortada onun açısından oldukça ciddi bir durum var demektir. O nedenle Türkiye -yani AKP hükümeti ve devlet- her ne kadar “mevzilenme”deki yerini ve rolünü belirleme serbestisi yoksa da, o yer ve rol zaten belirlenmiş ve kabûllenilmiş ise de yine de “biraz düşünmek”, etrafı kolaçan etmek zorundadır. Ve daha da önemlisi bu belirlenmiş/benimsenmiş yer ve rolü, o “yeniden mevzilenme”nin koşulları bağlamında Türkiye toplumunun sindirimine uygun hale getirecek bir diskura ihtiyacı olacaktır.

AKP’nin, ABD’de halen iktidarı elinde tutan yeni muhafazakâr yaklaşımdan bir hayli/esaslı suretle etkilenmiş bir parti olduğunu sadece kendisine taktığı “muhafazakar demokrat” sıfatının çağrışımıyla söylemiyoruz. Bu, konuya aylar önce (Birikim Kasım-Aralık 2002, s. 163/164) Ahmet İnsel’in AKP üzerine yazısında zaten işaret edilmişti. Neo-liberalizmi ile birlikte düşünülmesi şart olan bu “muhafazakar demokrat”lığın ABD’nin “Büyük Ortadoğu” projesinde kendisine biçtiği rolün, projeyi örten demokrasi, özgürlük gibi sözcüklerin arasına sıkıştırılmış “piyasa ekonomisi taleplerine cevap vermek” ibaresinde yattığını tahmin etmek güç değil. Çelik’in yazısında ABD’nin “yeni imparatorluğu”nun eskileri gibi böl ve yönet politikası izlemediği, aksine “herkesin içinde yer aldığı düzenin belli kurallara bağlanması”na matûf bir stratejiye göre davrandığı ve bu stratejiyle kurulacak “küresel düzenin adil biçimde işlemesini sağlayacak kuralların yerleşikleşmesi”nin sağlanabileceğinden dem vuruluyor. Ve bunun bir “kazanımları paylaşmak” anlamına geleceği söyleniyor.

Bunun meali de şöyle yapılabilir. Türkiye -sermayesi, girişimcileri- ABD ve AB’ninkilerle birlikte Orta Asya’dan Akdeniz’e kadarki bir coğrafyada “serbest ticaret” seferine hazırlanmalıdır. Buralardaki “çağdaş olmayan düzenler” (deyim Çelik’indir ve bu bağlamda henüz piyasa ekonomisine tam geçememiş ülke ekonomileri demek oluyor) ABD’nin Irak’a kadar yaptığı türden -askerî- müdahale’lerle değil, o ülkenin içinden yerli unsurlar “teşvik” edilerek “modernize” edilecek, “demokratikleştirilecek”tir. Türkiye’nin birçok neden ve avantajıyla kolayca “koçbaşı”lığını üstleneceği bu “sefer”de Türk sermaye ve girişimcileri “yerel dinamikler”le irtibatın sağlanması, gerekli teminatların verilmesi rolünü oynayacaklardır. Bu ülkelerin tümünün de “devletçi” ya da “reel sosyalist” ekonomik düzenlerini “serbest piyasa” ve özelleştirme politikalarına doğru ilk açışta içine düştükleri dehşetengiz sefalet, yoksullaşma ve mafyalaşma furyasının ağır hasarından ürküp “daha ileri gitmek” için biraz mola veren halihazır yönetimleri bu tuhaf konsolidasyon sürecinde kendi tekellerine aldıkları gelir/servet kapılarını bırakmamak gibi “çağdaş olmayan bir düzen”sizliğe kalkışabilirler.* Bu durumda o kazanç/servet kapılarının kendi adlarına göz diken “yerel dinamikler”i herhalde ülkelerindeki bu “ekonomik terörizm”e karşı mücadeleye “teşvik” gayet de meşrû olacaktır.

Bu şekilde “yeni” bir içerik verilmiş “Terörizm” ve onunla mücadele safhası, o tür “terörist yönetim”lerin -bölge dikkate alındığında- kendilerine yakın sayacakları Rusya ve özellikle ekonomisi gayet hızlı biçimde “güç”lenen Çin’den destek arayabilecekleri de göz önüne alınmalıdır. “Kazanımların paylaşılması” edebiyatının bu yönüne Çelik’in yazısında hiç değinilmemesi, düşünülmediği anlamına da asla gelmiyor. Yokluğu ile varlığını besbelli eden şeyler vardır. Rusya, özellikle Çin’le “Büyük Ortadoğu”nun “sath-ı müdafaa”sında karşı karşıya gelineceği bu “proje”nin temelindeki kabûllerden biri, belkide birincisidir.

“Büyük Ortadoğu”nun halklarına gelince... Onlara Türk kardeşlerinin ağzından kendilerine “kırk katır mı kırk satır mı” alternatiflerinin fiilen sunulacağı günlerin yakın olduğu “müjdesi” verilmiş sayılabilir. Gerisi onlara ve bu kapışmada Türkiye halkına “kazanımdan pay almaya” en yakın, en avantajlı halkın kendisi olabileceğine dair imâlı mesajlar hazırlamakta olan AKP hükümetinin bu “müjde”li projesini aklına ve vicdanına sorması gereken Türkiye halkına kalmıştır.

(*) Ama Mesela Azerbaycan’da mahdum Aliyev, ülkesinde bu işi kişilik işi olarak değil “ekip” işi olarak yüreteceğinin teminatını verdiği böylece “çağdaş düzen”e uyduğu için muhaliflerini çağdışı yöntemlerle ezerken sadece sırtı sıvazlandı. Benzeri bir sürecin Gürcistan’da yaşanması ve Şevardnadze kliğinin tasfiye edilerek Saakaşvili’nin “ekip” işini yürütecek şahsiyet olarak ortaya çıkması da önemli bir paralellik sunmaktadır.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/3929/buyuk-ortadogu-projesi-ve-akp#.WoLhUyXFIdU


***

21 Aralık 2016 Çarşamba

ABD SURİYE İLİŞKİLERİNDEKİ DEĞİŞİM


ABD SURİYE İLİŞKİLERİNDEKİ DEĞİŞİM,



ABD SURİYE İLİŞKİLERİNDEKİ DEĞİŞİM
No: 03 . Mart 2009 
www.orsam.org.tr
Temel Hususlar 
Hazırlayan: Oytun Orhan, 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı 






ORSAM


• ABD-Suriye ilişkilerinde iyileşme beklentisi haklı gerekçelere dayanmakla birlikte değişimin boyutu konusunda temkinli olmak gerekmektedir. 
Gerginliğe neden olan konular varlığını sürdürdükçe genel anlamda sorunlu ilişkiler devam edecektir. “Diyalogu dışlamayan gerginlik” dönemine geri dönüş olabilir. Bunun tek istisnası Suriye’nin Golan Tepeleri sorununu çözmesi olabilir. İsrail’le barış sağlanırsa Suriye’nin çıkar tanımlamaları, tehdit algılamalarında köklü bir değişim oluşacaktır. 
• Suriye, üzerindeki siyasi baskının ve ekonomik yaptırımların yumuşatılması karşılığında Tahran ile ilişkileri kesme gibi bir politika değişikliğine gitmeyecektir. Ancak Irak’tan çekilme, Lübnan, HAMAS-El Fetih uzlaşısı gibi bazı konularda ABD’yi rahatlatacak işbirliği girişimleri olabilir. 

• ABD’nin yumuşak gücüyle Ortadoğu’ya dönüşü Türkiye’nin son yıllarda ön plana çıkan bölgesel rolünü sınırlandırabilir. ABD muhtemelen bölgede 
yeniden arabuluculuk rolüne soyunacaktır. Ancak ABD Türkiye’yi dışlayıcı bir yaklaşım sergilemeyecektir. Türkiye’nin varlığı barış şansını artıracaktır. Olası barış görüşmeleri sürecinin başında Türkiye’nin aktif olması ancak nihai aşamada ABD’nin ön plana çıkması beklenebilir. 

• Suriye’nin eksen değiştirmesini beklemek gerçekçi değildir. Suriye muhtemelen bölgedeki geleneksel ilişkilerini koruyan ancak daha fazla 
alternatifi olan yeni bir model geliştirebilir. Bu yeni model, doğası gereği İran-Suriye ittifakına neden olan unsurlarda yumuşama sağlayacaktır. 
Ancak Suriye bir tercih durumunda kalmayacaktır. Bu süreç Türkiye-Suriye ilişkilerinin daha da derinleşmesine yol açabilir. 



GÜNDEM - ANALİZ 
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 

ABD-Suriye İlişkilerinde Değişim ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki Rolü 

No: 03 . Mart 2009 
www.orsam.org.tr
Temel Hususlar 
Hazırlayan: Oytun Orhan, ORSAM Ortadoğu Uzmanı 
ORSAM

• ABD-Suriye ilişkilerinde iyileşme beklentisi haklı gerekçelere dayanmakla birlikte değişimin boyutu konusunda temkinli olmak gerekmektedir. 
Gerginliğe neden olan konular varlığını sürdürdükçe genel anlamda sorunlu ilişkiler devam edecektir. “Diyalogu dışlamayan gerginlik” dönemine geri dönüş olabilir. Bunun tek istisnası Suriye’nin Golan Tepeleri sorununu çözmesi olabilir. İsrail’le barış sağlanırsa Suriye’nin çıkar tanımlamaları, tehdit algılamalarında köklü bir değişim oluşacaktır. 

• Suriye, üzerindeki siyasi baskının ve ekonomik yaptırımların yumuşatılması karşılığında Tahran ile ilişkileri kesme gibi bir politika değişikliğine gitmeyecektir. Ancak Irak’tan çekilme, Lübnan, HAMAS-El Fetih uzlaşısı gibi bazı konularda ABD’yi rahatlatacak işbirliği girişimleri olabilir. 

• ABD’nin yumuşak gücüyle Ortadoğu’ya dönüşü Türkiye’nin son yıllarda ön plana çıkan bölgesel rolünü sınırlandırabilir. ABD muhtemelen bölgede 
yeniden arabuluculuk rolüne soyunacaktır. Ancak ABD Türkiye’yi dışlayıcı bir yaklaşım sergilemeyecektir. Türkiye’nin varlığı barış şansını artıracaktır. Olası barış görüşmeleri sürecinin başında Türkiye’nin aktif olması ancak nihai aşamada ABD’nin ön plana çıkması beklenebilir. 

• Suriye’nin eksen değiştirmesini beklemek gerçekçi değildir. Suriye muhtemelen bölgedeki geleneksel ilişkilerini koruyan ancak daha fazla 
alternatifi olan yeni bir model geliştirebilir. Bu yeni model, doğası gereği İran-Suriye ittifakına neden olan unsurlarda yumuşama sağlayacaktır. 
Ancak Suriye bir tercih durumunda kalmayacaktır. Bu süreç Türkiye-Suriye ilişkilerinin daha da derinleşmesine yol açabilir. 

GÜNDEMANALİZ ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ABD-Suriye İlişkilerinde Değişim ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki Rolü 

İÇİNDEKİLER 

Giriş 






1. ABD-Suriye İlişkilerinin Genel Seyri    2 

2. Başkan Bush DönemindeABD-Suriye İlişkileri 3 

3. Başkan Obama ve ABD-Suriye İlişkileri 5 

4. İlişkilerde Değişim ve Türkiye için Riskler Fırsatlar 6 


Giriş 


Başkan Barack H. Obama ile beraber ABD dış politikasında önceki döneme göre farklılık beklentisi çok güçlüdür. Obama’nın dış politikada getireceği değişim beklenen kadar olmasa bile önemsiz de olmayacaktır.1 Politikaların özü aynı kalsa da diplomasiye yaklaşım, kullanılacak dış politika araçları hatta dış politika öncelik sıralamasında değişimler bile önemli farklar yaratabilir. 


Bush döneminin sona ermesini ve Obama’nın görevi devralmasını bekleyen ülkelerin başında Suriye geliyordu. ABD-Suriye ilişkileri 2001 sonrasında 
belki de ilişkilerin tarihi boyunca olmadığı kadar tek boyutlu (baskı ve izolasyon) bir nitelik kazanmıştır. Daha önceki dönemlerde gerginlik ağır bassa da sınırlı ve dönemsel işbirliği her zaman varlığını korumuştu. Suriye, Obama ile beraber ABD’yle diyalog sürecinin yeniden başlayacağı beklentisi 
içindedir.2 

Çalışmamızda, yeni dönemde iki ülke ilişkilerinde yaşanacak değişimin boyutu ve bunun Türkiye için yaratacağı sonuçlar değerlendirilecektir. Ancak değişimi gerçekçi bir zeminde analiz edebilmek için ilk iki bölümde ilişkilerin kısa tarihi ve ilişkiyi şekillendiren konular ele alınacaktır. 

**********
1. ABD-Suriye İlişkilerinin Genel Seyri 

ABD-Suriye ilişkileri Hafız Esad’ın 1970 yılında iktidara gelişinden sonraki dönemde inişli çıkışlı bir seyir izlemeye başlamıştı. ABD o dönemde, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’daki etkinliğini sınırlamaya çalışırken, Suriye Sovyetler’in en önemli bölgesel müttefiklerinden biriydi. İsrail-Filistin Sorunu’nun çözümü konusunda he iki ülke farklı bakış açılarına sahipti. Daha çok baskı ve gerginliğin hâkim olduğu ilişkiler yine de diyalogu dışlamıyordu. 

ABD Ortadoğu Barış Süreci nedeniyle zaman zaman Suriye ile diyaloga girme ihtiyacı duyuyordu. Dönemsel işbirliği ABD açısından büyük çaplı olmasa da bazı getiriler sağlıyordu. 1973 Yom Kippur Savaşı sonrası İsrail ve Suriye arasında 1974’te imzalanan sınır düzenlemesine ilişkin anlaşma bunlar arasındaydı. Suriye 1979 yılında ABD’nin “teröre destek veren devletler” listesine alındı. ABD, 1986 yılında bir İsrail uçağının bombalanması girişiminde Suriye’nin de parmağı olduğu gerekçesiyle büyükelçisini geri çekti. Ancak bir sene sonra Suriye’nin Ebu Nidal örgütünü ülke dışına çıkarması ve Lübnan’da rehin alınan ABDlinin kurtarılmasında yaptığı yardım karşılığında ilişkiler yeniden büyükelçilik seviyesine çıkarıldı.3 

1990’larda ve Başkan Bill Clinton döneminde ilişkiler iki yönlü devam etti. Suriye bir yandan “teröre destek veren devletler” listesinde yer aldı, diğer yanda da ABD’nin İsrail-Suriye arasındaki arabuluculuk rolü devam etti. George H. W. Bush ve Bill Clinton dönemlerinde Saddam Hüseyin’i çevrelemek, 
Barış Süreci’ni canlandırmak, enerji güvenliğini korumak ABD’nin öncelikleriydi. Bütün bunlar Suriye ile diyalogu zorunlu kılıyordu.4 

İki kutuplu sistemin son bulması taraflar açısından yeni işbirliği gerekliliği doğurdu. ABD, Sovyetler’in yıkılışını Golan Tepeleri sorununu çözmek açısından 
bir fırsat olarak görüyordu. Suriye için ise ABD ile işbirliği neredeyse zorunluluktu. Sovyetler’in yıkılışı Suriye’nin en önemli uluslararası askeri 
ve siyasi desteğini kaybetmesi anlamına geliyordu. Bu ortamda Suriye’nin sorunlu ilişkilere sahip olduğu Batı ve ABD’ye yönelik yeni bir açılım sergilemesi 
gerekiyordu. Bu düşünce değişiminin ilk sonucu Suriye’nin 1. Körfez Savaşı’nda koalisyon kuvvetleri içinde yer alarak ABD’ye destek vermesi oldu. Suriye, desteği karşılığında Lübnan’da rahat hareket etme konusunda ABD’nin yeşil ışığını aldı ve Lübnan’daki Suriye karşıtı grupları ülke dışına çıkardı.5 

Suriye aynı yıl içinde İsrail ile barış sürecine katılma kararı aldı. 1991 yılındaki Madrid Barış Konferansında Suriyeli yetkililer İsraillilerle aynı masada 
yer aldı. Bu süreçte ABD-Suriye arasında üst düzey birçok ziyaret gerçekleşti ve ekonomik ilişkiler paralel olarak gelişti.6 Suriye’nin İran’la, Hizbullah’la ilişkisi, radikal Filistinli örgütlere desteği gibi gerginlik unsurları varlığını sürdürürken belli alanlarda işbirliği sürüyordu. “İşbirliğini dışlamayan gerginlik” döneminin son ayaklarından biri dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’ın 2000 yılında Suriye eski lideri Hafız Esad ile dönemin İsrail Başbakanı Ehud Barak arasında Cenevre’de Golan Tepeleri sorununun çözümüyle ilgili yürüttüğü arabuluculuktu. Bu girişim çözüme çok yaklaşmışken Suriye’nin Galile Gölü’ne çıkışını sağlayacak yaklaşık 100 metrelik bir sınır düzenleme sorunu nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanmıştı. 

ABD bazı dönemlerde Suriye ile angajmana girerek kazanımlar sağlasa da Suriye’nin bölgesel politikalarında istediği boyutta bir değişim sağlayamıyordu. 
Bütün bu süreçten ilişkilerin mantığına ilişkin şu sonuca ulaşılabilir: Suriye, ABD açısından Ortadoğu’da bir yandan sorunun merkezinde yer alırken diğer taraftan çözümün de merkezinde yer almaktadır. Suriye’nin bölgeye bakışı ve politikaları ABD ile örtüşmemektedir. Bu durum ABD ile sürekli gergin ve sorunlu ilişki modeli doğurmaktadır. Ancak Suriye diğer birçok devletten farklı olarak baskının çok yoğunlaştığı, ilişkilerin kopma noktasına geldiğini hissettiği anlarda geri adım atmakta, ABD açısından sorunların çözümünde aktif olarak yer almaktadır. Bu da ABD’nin her ne kadar bölge politikalarından hoşlanmasa da Suriye’yi tamamen göz ardı etmesini engellemektedir. Ancak angajman dönemleri Suriye’nin bölgesel ilişkilerinde köklü değişim sağlayamamaktadır. Bu durum 2000’lerin başından itibaren ABD’nin Suriye politikasında yeni bir dönem başlatmıştır. 



2. Başkan Bush Döneminde ABD-Suriye İlişkileri George Bush’un 2001 yılında görevi devralması sonrası iki ülke ilişkilerini belirleyen unsurlar şunlardı: 

ABD Açısından Suriye’nin;

- İran ile ilişkisi, 
- Lübnan politikası,
- Irak politikası,
- Filistin sorununa yaklaşımı ve “teröre destek” konusu,
- Kitle imha silahı geliştirdiği iddiaları,
- Demokratikleşme ve insan hakları konuları. 

< Suriye, ABD açısından Ortadoğu’da bir yandan sorunun merkezinde yer alırken diğer taraftan çözümün de merkezinde yer almaktadır. 
Suriye’nin bölgeye bakışı ve politikaları ABD ile örtüşmemektedir. >


ABD’de Yeni Muhafazakâr ekibin Suriye politikasının temeli baskı, izolasyon, tehdit, askeri saldırı, rejim değişikliği yolu ile Şam’ın bölgesel politikalarında değişim sağlamaya dayanıyordu. 

Suriye açısından ABD’nin;

- Tehdit, baskı, izolasyon ve rejim değişikliği politikaları,
- Suriye’nin bölgesel kaygılarını dikkate almaması ve hayati çıkar alanlarına müdahale etmesi, 
- Irak’taki ordusunun Suriye’de yarattığı yaşamsal tehdit algılaması, 
- Hariri Suikastı Uluslararası Mahkemesi’ni, Suriye üzerinde siyasal baskı aracına dönüştürmesi, 
- İsrail’e verdiği koşulsuz ve sınırsız destek. 

2001 yılında George Bush’un başkanlık görevini üstlenmesiyle beraber “diyalogu dışlamayan gergin ilişki” modeli uzun yıllar sonra ilk kez değişmeye 
başladı. ABD’de Yeni Muhafazakâr ekibin Suriye politikasının temeli baskı, izolasyon ve tehdit (askeri saldırı, rejim değişikliği) yolu ile Şam’ın bölgesel 
politikalarında değişim sağlamaya dayanıyordu. Verilen teşviklerin Suriye yönetimi tarafından yanlış algılandığını düşünen Yeni Muhafazakârlar 
sadece baskı yoluyla Suriye’nin politikalarının değiştirilebileceği fikrindeydi. Hatta yönetim içinde Suriye’nin baskı yoluyla bile göstermelik bazı 
geri adımlar atabileceğini, gerçek bir dönüşüm için rejimin tamamen değiştirilmesi gerektiğini savunanlar bile bulunuyordu.7 Bu bakış açısı uzun 
yıllar inişli çıkışlı seyreden ilişkilere olumsuz anlamda istikrar kazandırdı. Suriye’ye askeri saldırı ve rejim değişikliği senaryoları bu dönemde sıkça 
gündeme geldi. Gerilen ilişkiler sadece Yeni Muhafazakâr ekibin iktidara gelişiyle açıklanamazdı. 11 Eylül saldırılarının ABD’nin Ortadoğu vizyonu 
ve tehdit sıralamasında yarattığı değişim, ilişkileri daha gergin bir noktaya taşıdı. 11 Eylül sonrasında Ortadoğu Barış Süreci artık ABD’nin bölge 
önceliği olmaktan çıkmıştı. İsrail-Suriye barış görüşmelerinin bu çerçevede geri plana atılması ABD’nin Suriye ile angajmana girme ihtiyacını ortadan 
kaldırıyordu. Buna ek olarak küresel terörizmle mücadele artık ABD’nin yeni tehdit önceliği idi. Dünyayı “ya bizden ya da onlardan olanlar” şeklinde 
algılayan yönetim “karşı kampta” gördüğü tüm ülkelere karşı sert politikalar izlemeye başladı. ABD’nin “teröre destek veren devletler” listesinde 
yer alan Suriye’nin bu vizyon değişikliğinden olumsuz etkilenmesi kaçınılmazdı. 

  ABD’nin bundan sonraki Suriye politikasına “ ya değişim ya ilişkileri bitirme” anlayışı hâkim olmaya başladı. Suriye’nin bu talep karşısında, yıllardır 
yürütmekte olduğu bölgesel ittifak sisteminden hem de garantiler almadığı bir ortamda vazgeçmesi beklenemezdi. Böylece şiddeti sürekli artan 
gerginlik dönemi başlamış oldu. Bu dönemin ilk somut ürünü 2002 yılında ABD Kongresi’ne sunulan ve Suriye’ye ekonomik ve siyasi yaptırımlar uygulanmasını 
öngören “ Suriye Sorumluluk Yasası ” oldu. Dönemin ABD Başkanı George Bush, “ Terörizmle mücadele için yeteri kadar çaba göstermediği” gerekçesiyle bir sonraki yıl yasa tasarısını imzaladı. İlişkiler artık tek boyutlu bir nitelik kazanmıştı: Yaptırımlar, baskı ve izolasyon yoluyla Suriye dış politikasında değişim. 

İlişkileri daha da karmaşıklaştıran ABD’nin Irak’ı işgali oldu. Bu işgal iki açıdan ilişkileri olumsuz etkiledi. Birincisi ABD’nin dış politika önceliğinde 
Irak en başa yerleşti ve diğer tüm konuların önemi nispi olarak azalmaya başladı. Ortadoğu Barış Süreci’nin geri plana atılması ABD’nin Suriye ile angajmana girme ihtiyacını azalttı. İkinci etken, 

    < ABD ve Suriye’nin Irak konusunda farklı bakış açılarına sahip olmalarıydı. Suriye, Irak işgaline başından itibaren karşı çıktı. ABD’nin, kendi sınırlarındaki askeri varlığını yaşamsal bir tehdit olarak algılıyordu. >  

Yeni Muhafazakâr yönetimin Suriye’yi dışlayan hatta kimi zaman rejim değişikliğini gündeme getiren bakış açısı bu tehdit algılamasını haklı gerekçelere dayandırıyordu. 
Yine o dönemde, sonradan başarısız olsa da, “ Büyük Orta Doğu Projesi ” kapsamında bölgenin otoriter devlet yapılarının “demokratikleştirilmesi” ABD’nin hedefleri arasındaydı. 
Sıradaki hedef Suriye mi? ” sorusu o dönemde ciddi bir olasılık olarak tartışılıyordu. Suriye bu ortamda Irak politikasını doğal olarak ABD’nin başarısızlığı üzerine oturttu. Irak’ın istikrar ve güvenliğine katkı yapmadığı gibi ABD’nin iddiasına göre sınırlarını direnişçilere açmaya başladı. ABD güvenlik 
birimleri raporlarına göre, Irak’ta yakalanan direnişçilerin büyük çoğunluğu ya Suriye orijinli ya da diğer Arap ülkelerinden gelip Suriye sınırından 
Irak’a sızan kişilerden oluşuyordu.8 Karşılıklı meydan okumaya dönüşen ilişki zaman zaman çatışmayı bile gündeme getiriyordu. Sıcak takip kapsamında 
ABD’nin Suriye sınırlarına taşan saldırılarının9 yanı sıra bölgesel ortamı fırsat gören İsrail’in eylemleri de oluyordu. 2003 yılında Hayfa’da İslami 
Cihad’ın üstlendiği terör saldırısına karşılık İsrail, Şam’ın yakınlarındaki bir bölgeyi örgüte ait olduğu iddiasıyla bombaladı. ABD, saldırıdan dolayı 
İsrail’i eleştirmekten kaçınırken, Suriye’nin terörizmle savaşta “yanlış tarafta” olduğu mesajını veriyordu.10 Suriye’ye gözdağı vermek için Beşar Esad’ın 
sarayı üzerinde İsrail uçaklarının uçurulması da aynı dönemde gerçekleşti. 

Bu dönemde ABD’nin Suriye’ye yönelik baskı ve izolasyon politikası Avrupa Birliği (AB) tarafından şüpheyle karşılanıyordu. AB Suriye’nin bölgesel 
politikalarından rahatsız olsa da tamamen dışlamanın fayda sağlamayacağını düşünüyordu.11 ABD, Suriye politikası konusunda AB’yi kendi yanına çekemiyordu. 
Ancak Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri suikastı Suriye politikası konusundaki dengeyi ABD lehine çevirdi. Refik Hariri ile yakın ilişkileri bulunan Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın yanı sıra diğer Avrupa ülkeleri de, suikastta parmağı olduğunu düşündüğü Suriye ile ilişkileri askıya aldı. AB ile Suriye arasındaki Ortaklık Anlaşması rafa kaldırıldı. Baskı politikası üzerinde sağlanan uzlaşı Suriye’yi yoğun bir uluslararası baskı altında bırakıyor, süreç Lübnan’daki askerlerini tamamen geri çekmeye kadar götürüyordu. ABD artık Suriye’nin hayati çıkar alanlarına girmeye başlamıştı. 

Lübnan’da sağlanan “başarı” ABD’de baskı politikalarının doğruluğu şeklinde bir algı yarattı. Ancak Bush döneminin sonlarına gelindiğinde ABD açısından 
şöyle bir tablo ortaya çıkıyordu: Suriye halen radikal Filistinli örgütlere ev sahipliği yapıyor ve İran ile ilişkiler sınırlanmanın ötesinde daha da 
derinleşiyordu.12 Lübnan’dan askerlerini çekmiş olsa da Suriye’nin bu ülkedeki etkinliği farklı araçlarla sürüyordu. ABD, Lübnan Meclis seçimlerinde 
Suriye karşıtı 14 Mart Bloğunun çoğunluğu elde etmesiyle dengeleri tamamen kendi lehine değiştirdiğini düşünüyordu. Ancak Lübnan Hükümeti’nin 
Beyrut havaalanında Hizbullah’a ait izleme aygıtlarını kaldırma girişimi sonrası baş gösteren kriz büyüyerek Hizbullah’ın Beyrut’un önemli bir bölümünü 
ele geçirmesine kadar gitti. Silahlı güç yoluyla oluşan yeni durum Lübnan’da siyasi dengelerin yeniden çizilmesi gerekliliğini doğurdu ve bu yeni durum ABD aleyhine ve Suriye lehine bir dağılım yarattı. Dolayısıyla “havuç ve sopa” politikalarının çözüm üretememesi gibi baskı ve izolasyon uygulamaları da Suriye’nin bölge politikalarında köklü bir değişime neden olmadı. 

    <  … yeni durum ABD aleyhine ve Suriye lehine bir dağılım yarattı. “Havuç ve sopa” politikalarının çözüm üretememesi gibi baskı ve izolasyon uygulamaları da Suriye’nin bölge politikalarında köklü bir değişime neden olmadı. >


Son derece karmaşık ve çözümü zor İsrail-Filistin Sorunu ile başlamak daha işi başında başarısızlığa neden olabilir. “Önce Suriye” sorunu çözülerek İsrail-Filistin meselesi için daha uygun koşullar yaratabilir. 

Bu politikanın başarısız olmasındaki en büyük etkenlerden biri tek boyutlu olmasıydı. Suriye taviz verdiğinde herhangi bir olumlu açılım ya da ödülle 
karşılaşmıyordu. Dolayısıyla ilişkilerde rahatlama olmuyordu. Baskı politikasının işe yaradığını düşünen ABD yönetimi yeni taleplerle geliyordu. Bu 
durum Suriye tarafında taviz vermenin sürdürülemez olduğu çünkü taleplerin sonu gelmeyeceği düşüncesini doğurdu. 

*****

3. Obama ve ABD-Suriye İlişkileri 

Seçim kampanyası döneminde Barack Obama’nın Ortadoğu sorunlarının çözümüne yönelik ifadeleri Bush dönemi yaklaşımlarından farklılık taşıyordu. 
Obama, ABD’nin yeni dönem dış politikasının temelinde diplomasi, diyalog, çok taraflılık, arabuluculuk gibi yumuşak güç unsurlarının yatacağı sinyallerini verdi.13 Suriye yönetimi de tüm diyalogun kesildiği ve sadece “sopanın” yer aldığı tek boyutlu ilişki modelinin Obama ile beraber değişeceği 
beklentisi taşıyordu.14 

Obama’nın başkanlık koltuğuna oturur oturmaz ilk icraatlarından biri Ortadoğu Özel Temsilciliği’ne George Mitchell’i atamak oldu. Bu atama Bush döneminde ikinci plana düşen Ortadoğu Barış Süreci’nin yeniden ABD’nin bölgesel öncelikleri arasına gireceğinin işaretiydi. George Mitchell ismi ise sorunların çözümünde izlenecek yola ilişkin “olumlu” sinyaller veriyordu. Daha önce Kuzey İrlanda sorununun çözümünde başarılı bir görev üstlenmiş Mitchell diyalogu seven, arabulucu ve tarafsız kimliğiyle ön plana çıkıyordu. 


Suriye ile ilişkilerde değişim beklentisi yaratan bir diğer unsur yeni yönetimin Ortadoğu Barış Süreci’nin farklı ayakları arasında İsrail-Suriye barışına 
öncelik veren yaklaşımıdır. Buradaki temel mantık şudur: 

    < Son derece karmaşık ve çözümü zor İsrail-Filistin Sorunu ile başlamak daha işi başında başarısızlığa neden olabilir. “Önce Suriye” sorunu çözülerek İsrail-Filistin meselesi için daha uygun koşullar yaratılabilir. > 

İsrail çevresinde güvenli bir ortam sağlanacak ayrıca Suriye’nin soruna ilişkin “yapıcı olmayan” yaklaşımı engellenecektir. Hepsinden önemlisi İran bölgede 
yalnızlaştırılarak zayıflayacak, Hizbullah ve HAMAS ile arasındaki bağlantı koparılacaktır. Bu politikanın başarı şansı ayrı bir tartışma konusu olsa da Obama ekibinden gelen işaretler Suriye ile angajman politikasının hayata geçirileceği yönündedir. 

İsrail ve Filistin iç politikasında yaşanan gelişmeler dikkate alındığında, kısa vadede İsrail-Filistin uyuşmazlığının çözümünde ilerleme sağlamak zordur. 
Aşırı sağ eğilimli İsrail Hükümeti’nin Kudüs ve Batı Şeria’daki yerleşim birimleri ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı gibi konularda adım atma ihtimali son derece düşüktür. Bu kesimler her ne kadar Golan Tepeleri’nin Suriye’ye iadesine de şiddetle karşı çıksa da ABD’nin baskılarına ne kadar direnecekleri meçhuldür. Sonuçta, önceki Demokrat yönetim sırasında da ABD hem İsrail-Filistin hem de İsrail-Suriye konularında aktif bir tutum sergilemişti. Şimdi de Ortadoğu politikasında değişimin üç kilit sahnesi vardır: İran, Irak ve İsrail-Filistin sorunu. Irak’ta değişim başlamış ancak sonuçlanması 2011’i bulacaktır. İran ile bazı sinyaller olmasına rağmen belirsizlik söz konusudur. Filistin’de ise HAMAS’ın rolü ABD’nin elini kolunu bağlamaktadır. 

Bu nedenle Suriye meselesi daha da ön plana çıkmaktadır. ABD yönetimi İsrail üzerinde “Filistin konusunda adım atmıyorsun Suriye konusunda at” şeklindeki baskısını artırabilir. ABD tarafından da pek hoş karşılanmayan yeni İsrail Hükümeti’nin bu baskıya direnme gücü de az olacaktır. Bu nedenle ABD-İsrail-Suriye görüşmeleri Ortadoğu Barış Süreci’nin belki de işleyen tek boyutu haline gelebilir. 

Gelinen aşamada ABD tarafından politika değişikliğine yönelik henüz ciddi bir adım atılmamıştır. Değişimin boyutu şimdilik karşılıklı jestler ve bazı 
işaretlerle sınırlıdır.15 
Değişimin ilk sinyalleri üst düzey ABD’li yetkililerin açıklamalarıydı. Dışişleri Bakanı Hillary Clinton henüz koltuğuna oturmamışken Senato Dış İlişkiler Konseyi’nde, “diplomasinin dış politikanın bekçisi olacağını ve Suriye’yi Ortadoğu’da yapıcı aktör olmaya teşvik etmek gerektiğini” söylüyordu.16 
Obama başkan seçildikten sonra ilk kutlayanlardan biri Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad oldu. Olumlu jestlerin ardından küçük çaplı da olsa bazı somut adımlar gelmeye başladı. Bunlar içinde en önemlisi ABD Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Senatör John Kerry’nin gerçekleştirdiği Şam ziyareti oldu. Kerry “Esad ile görüşmesinin Obama yönetimi ve Dışişleri’nin bilgisi ve onayı kapsamında gerçekleştiğini" söyledi. Bu ziyaret Bush döneminden kopuş olmasa da politikanın tarzına ilişkin bir değişimin göstergesi olabilir. 

Kerry, Suriye’deyken “çok kısa süre içinde farklı konularda Suriye ile gerçek işbirliği” beklentisini dile getirdi.17 Aynı tarihlerde Suriye’nin resmi El Baas gazetesi, Suriye Ulaştırma Bakanı Yarub Bedr’e dayandırdığı haberde, “ABD Ticaret Bakanlığının yıllardır hizmet dışı olan Suriye Havayollarına ait iki adet Boeing 747 tipi uçağın yedek parçalarını sağlamayı kabul ettiğini” duyurdu.18 Daha sonra ABD Hazine Bakanlığı, Suriyeli bir vakfa 500,000 doların aktarılmasına izin verdi. İlk bakışta fazla anlam ifade etmiyor gibi gözüken bu adımlar ekonomik ambargo kapsamında düşünüldüğünde önem kazanabilir. Her şeyden önce bir zihniyet değişiminin ve Suriye’ye uygulanan ekonomik ambargonun sonlandırılacağının işaretleri olabilir. ABD tarafından gelen jestlere karşılık Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad The Guardian gazetesine verdiği demeçte, “Ortadoğu barış sürecinde Washington’u başhakem olarak görmeyi umduklarını ve bölgede ABD’nin yedeği olmadığını ifade etti.19 Bu sürecin en son ve önemli adımı ise Suriye’ye büyükelçi atanacağı iddialarıdır. ABD Dışişleri Bakanı Clinton’ın son İsrail ziyareti sırasında “iki Amerikalı üst düzey diplomatın görüşmeler için Suriye’ye gideceğini” açıklaması20 Şam’a yeniden Amerikan 
büyükelçisi atanmasına giden süreci başlatabilir. ABD, 2005 yılında Hariri suikastı sonrasında büyükelçisini geri çekmişti. 

Obama dönemi ile beraber ABD-Suriye ilişkilerinde yumuşamayı gerekli kılan faktörler şu şekildedir: 

ABD Açısından; 

-ABD’nin Obama dönemi Ortadoğu öncelikleri Irak’tan çekilme, İran nükleer sorunu ve Ortadoğu Barış Süreci olacaktır. Bu konularda başarı sağlamak için Suriye’nin işbirliği kilit önem taşıyacaktır. Suriye, Irak’ta yumuşak geçiş için katkı sağlayabilir. HAMAS-El Fetih arasındaki uzlaşı sürecinde aktif rol oynayabilir. 

İran ile arasına mesafe koyması sağlanabilirse ABD tarafından “olumsuz” olarak ifade edilen İran’ın bölgesel rolü sınırlanmış olur. 

  < Gelinen aşamada ABD tarafından politika değişikliğine yönelik henüz ciddi bir adım atılmamıştır. Değişimin boyutu şimdilik karşılıklı jestler ve bazı işaretlerle sınırlıdır. Değişimin ilk sinyalleri üst düzey ABD’li yetkililerin açıklamalarıydı. >


<   Pragmatik eğilimler sergileyen Suriye, Ortadoğu’da belli bir kampa angaje olmayı muhtemelen tercih etmiyordur. Bölgede İran’dan farklı bir pozisyona sahip olan Suriye, sorunlar olsa da Batı’ya karşı kapıların açık olduğu bir ilişki arayışındadır. >


Zayıflayan İran’ın nükleer sorun konusundaki eli zayıflar. 

-Bush dönemi “baskı ve izolasyon” politikaları çözüm üretemedi. ABD, bazı kazanımlar elde etmekle beraber Suriye’nin bölgesel rolünde arzuladığı değişimi 
sağlayamadı. İran’la ilişkisini sınırlamak isterken Suriye’yi daha çok bu ülkeye itti. 

-Irak’ın güvenlik durumunda sağlanan iyileşme Suriye ile kriz çıkaran başlıklardan birini ortadan kaldırdı. 

Suriye Açısından; 

-Dış politikada genel olarak pragmatik eğilimler sergileyen Suriye, Ortadoğu’da belli bir kampa angaje olmayı muhtemelen tercih etmiyordur. 
Bölgede İran’dan farklı bir pozisyona sahip olan Suriye, sorunlar olsa da Batı’ya karşı kapıların açık olduğu bir ilişki arayışındadır. 

-Irak işgali, Lübnan’dan askerlerin geri çekilmesi ve yaptırımlar Suriye ekonomisini sarsmaktadır. ABD ile ticaretin sınırlı olması ve dünya ekonomisine 
fazla entegre olmaması nedeniyle yaptırımlardan doğrudan etkilenmemektedir. 

Ancak yaptırımlar Batılı şirketleri Suriye’ye yatırım yapma konusunda kaygılandırarak dolaylı etki yapmaktadır. Suriye siyasi izolasyonu kırarak 
ekonomik olarak da rahatlamayı istemektedir. 

İlişkilerde iyileşme beklentisi haklı gerekçelere dayanmakla birlikte değişimin boyutu konusunda temkinli olmak gerekmektedir. Gerginliğe neden 
olan konular varlığını sürdürdükçe genel anlamda sorunlu ilişkiler devam edecektir. “Diyalogu dışlamayan gerginlik” dönemine geri dönüş olabilir. İki 
ülkenin İsrail-Filistin, Lübnan, Irak, İran gibi konulardaki farklı pozisyonları istikrarlı ve tam işbirliğine dayalı bir ilişkinin ortaya çıkmasına engel olacak-
tır. Bunun tek istisnası Suriye’nin Golan Tepeleri sorununu çözmesi olabilir. İsrail’le barış sağlanırsa Suriye’nin çıkar tanımlamaları, tehdit algılamalarında 
köklü bir değişim oluşacaktır. Suriye, ABD ile ilişkilerde sorun yaratan konularda değişim taahhüdü vermese de yeni durum Suriye’nin bölgesel rolünde kendiliğinden değişim yaratacaktır. 

Ekonomik yaptırımlar, Birleşmiş Milletler Hariri Suikastı Araştırma Komisyonu gibi baskı unsurları Obama döneminde de muhtemelen kullanılmaya 
devam edecektir. Ancak ilişkilerin seyrine göre bunlarda bir yumuşama oluşabilir. Suriye için büyük önem taşıyan Lübnan konusunda yeni yönetim 
de geri adım atmayacaktır. 1990’larda olduğu gibi Suriye’nin işbirliği karşılığında Lübnan’da etkinlik kurmasına izin verilmeyecektir. Artık Lübnan 
ABD açısından bölge önceliklerinden biri olmaya başlamıştır. Fuat Sinyora Hükümeti’ne destek devam edecektir.21 Yeni yönetim İsrail’e Golan sorununu 
çözmesi için Suriye ile barış masasına oturması konusunda baskı yapabilir.ABD’nin Suriye ile angajman politikası bu zemin üzerinde yürüyecektir. 
Suriye de üzerindeki siyasi baskının ve ekonomik yaptırımların yumuşatılması karşılığında Tahran ile ilişkileri kesme gibi bir politika değişikliğine 
gitmeyecektir. Beşar Esad iki eksen arasında tercihe zorlanma konusundaki duruşunu “Washington’la iyi ilişkiler, Tahran’la kötü ilişkiler anlamına 
gelmemeli” sözleriyle ifade etmektedir.22 Bu nedenle uzun yıllara dayanan bölgesel ittifak sistemini koruyacaktır. Ancak Irak’tan çekilme, Lübnan, 
HAMAS-El Fetih uzlaşısı gibi bazı konularda ABD’yi rahatlatacak işbirliği girişimleri olabilir. 

*****

4. İlişkilerde Değişim ve Türkiye için Riskler Fırsatlar Sürecin Türkiye üzerindeki etkileri iki başlık altında toplanabilir. 

Birincisi ABD’nin Ortadoğu’da yeniden yumuşak gücünü kullanmaya başlaması; ikincisi de ABD-Suriye yakınlaşmasının Türkiye açısından olası sonuçlarıdır: 



1. ABD’nin 11 Eylül sonrasında Ortadoğu’da yürüttüğü güce dayalı ve tek taraflı politikalar yumuşak güç unsurları açısından bölgede boşluk doğurmuştur. 
Türkiye karşılıklı ekonomik bağımlılık yaratarak, sorunların barışçıl yollarla çözümünü savunarak, arabulucu rol üstlenerek, bölgesel kutuplaşmada 
kendini tarafsız konumlandırarak bu boşluğu doldurmuştur. ABD’nin eskiden olduğu gibi arabuluculuk rolünü aktif olarak üstlendiği bir durum olsaydı Türkiye için muhtemelen bu denli geniş bir oyun alanı doğmuş olmayacaktı. Obama yönetimi ile beraber ABD bölgede caydırıcılığının yanına yumuşak gücünü de ekleyecek gibi gözükmektedir. ABD’nin yumuşak güce dayalı dış politik araçları kullanmasının Türkiye’nin bölgesel rolüne etkisi konusunda üç farklı sonuç doğabilir: 

a.   < ABD’nin yeni dönem politikaları Türkiye’de, son yıllarda artan etkinliğinin azalacağı kaygısına neden olabilir. Bu kaygı, ABD’nin yeniden İsrail-Filistin ve İsrail-Suriye barış sürecine angaje olarak Türkiye’nin oyun alanını sınırlandıracağı mantığına dayanmaktadır. >  

Daha önce Türkiye’nin üstlendiği işleve artık ihtiyaç kalmayacağı düşünülebilir. Türkiye’nin arabuluculuğu sırasında dahi ABD’nin masada olmasını zorunluluk kabul eden taraflar, arabuluculuk için istekli bir ABD yönetimi ile karşılaşacaktır. 

b. ABD’nin Ortadoğu’da yumuşak gücünü kullanarak Türkiye’nin pozisyonuna yaklaşması ABD-Türkiye arasında daha etkin işbirliği yaratabilir. Daha önce ilişkilerde kriz yaratan girişimler (Türkiye’nin Suriye ile ilişkileri gibi) tersine ABD tarafından desteklenebilir. ABD kendisinin aktif olacağı süreçte Türkiye’yi dışlayarak değil Türkiye’nin son yıllarda kazandığı güven, itibar ve etkinliği kullanarak süreci yürütmeye çalışabilir. Obama’nın Ortadoğu Özel Temsilcisi Mitchell’in Türkiye ziyareti sırasında “Ortadoğu barışının sağlanması konusunda Türkiye’nin önemli bir güç olduğunu ve liderlik beklediklerini” ifade etmesi23 bu olasılığı güçlendirmektedir. Türkiye, Irak Savaşı sonrası oluşan kamplaşmada nispeten tarafsız kalarak kendine has bir yer edinmiştir. Ancak bu pasif bir tarafsızlıktan ziyade etkin, taraflarla diyalog içinde bir tarafsızlıktır. Türkiye’nin bu gücü ABD tarafından önemli bir değer olarak görülebilir. 

c. Muhtemelen ikinciye daha yakın olmakla birlikte iki olasılığın karışımı bir durum oluşabilir. ABD’nin yumuşak gücüyle Ortadoğu’ya dönüşü ABD’nin yeni dönem politikaları Türkiye’de, son yıllarda artan etkinliğinin azalacağı kaygısına neden olabilir. Bu kaygı, ABD’nin yeniden İsrail-Filistin ve İsrail-Suriye barış sürecine angaje olarak Türkiye’nin oyun alanını sınırlandıracağı mantığına dayanmaktadır. 

< Türkiye üzerinden Batı’ya da açılım çabası içinde olan Suriye ABD’nin diyalog çabalarına olumlu yanıt verecektir. Ancak Suriye’den bir eksen değişikliğine gitmesini beklemek gerçekçi değildir. Suriye daha fazla alternatifli yeni bir model geliştirebilir. >

Türkiye’nin son yıllarda olduğu kadar ön plana çıkmasını sınırlandırabilir. ABD muhtemelen bölgede yeniden arabuluculuk rolüne soyunacaktır. Ancak 
ABD Türkiye’yi dışlayıcı bir yaklaşım sergilemeyecektir. Türkiye’nin varlığı barış şansını artıracaktır. Son yıllarda ABD Ortadoğu’da önemli ölçüde güven kaybı yaşamıştır. ABD ile bölge aktörleri arasında diyaloga geçilmeden bir güven inşa edilmesi gerekmektedir. Türkiye bu anlamda önemli işlev üstlenebilir. Türkiye’nin son yıllarda özellikle Suriye üzerinde sağladığı etkinlik bölge aktörlerinin iknası için fırsat sunabilir. Dolayısıyla barış görüşmeleri 
sürecinin başında Türkiye’nin aktif olması ancak nihai aşamada ABD’nin ön plana çıkması beklenebilir. 

2. ABD-Suriye yakınlaşmasının Türkiye’ye olası etkileri hakkında ise şöyle bir değerlendirme yapılabilir: ABD’nin angajman politikasının gerekçelerinden 
biri “Suriye’yi İran’dan nasıl uzaklaştırabiliriz?” arayışıdır. Esasen Bush dönemindeki baskı ve izolasyon politikalarının amaçlarından biri de buydu. 
Ancak Suriye’nin dışlanması tersi sonuç üretti ve güvensizleşen, yalnızlaşan Suriye gittikçe İran’la yakınlaşmaya başladı. Suriye, İran ile ittifakın zorunluluğuna inansa da dengelerin çok fazla İran lehine değişmesini de muhtemelen istememektedir. Örneğin Lübnan’da eskiden belirleyici Suriye iken, 
İran yönetimi Hizbullah aracılığı ile etkinliğini bu ülkeye yayma şansına sahip olmuştur. Birçok gerekçeleri olmakla birlikte Suriye’nin Türkiye ile yakınlaşma 
çabaları İran’a alternatif oluşturabilmek açısından da önem taşımaktadır. 

Türkiye’nin de bu açılıma karşılık vermesi ile iki ülke ilişkileri son yıllarda büyük bir hızla ilerlemiştir. Öyle ki Türkiye ile ilişkiler Suriye dış politikasının 
ana unsurlarından biri haline gelmiştir.24 

Zaten Suriye bölgede İran’dan farklı bir çizgi takip ettiğini hem daha yumuşak söylemi hem de somut işbirliği girişimleri ile göstermiştir. Lübnan Devlet 
Başkanlığı krizinin çözümünde olumlu rol oynamış, Annapolis Zirvesi’ne İran’ın memnuniyetsizliğine rağmen katılmış, Türkiye ve Fransa’nın açılımlarına 
karşılık vermiş, Avrupa Birliği ile ilişkilerini nispeten iyi bir seviyeye taşımış ve daha önce dondurulan AB-Suriye Ortaklık Anlaşması imzalanmıştır. Dolayısıyla Türkiye üzerinden Batı’ya da açılım çabası içinde olan Suriye ABD’nin diyalog çabalarına olumlu yanıt verecektir. Ancak Suriye’den bir eksen değişikliğine gitmesini beklemek gerçekçi değildir. Suriye muhtemelen bölgedeki geleneksel ilişkilerini koruyan ancak daha fazla alternatifli yeni bir model geliştirebilir. Bu yeni model, doğası gereği İran-Suriye ittifakına neden olan unsurlarda yumuşama sağlayacaktır. Ancak Suriye bir tercih yapmak durumunda kalmayacaktır. Bu süreç Türkiye-Suriye ilişkilerinin daha da derinleşmesine (İran’a rağmen değil) yol açabilir. 

Artık Türkiye-Suriye ilişkilerindeki olumlu gelişmeler Bush dönemindeki gibi Türkiye-ABD ilişkilerinde gerginlik unsuru olmayacaktır. Dolayısıyla ABD-Suriye ilişkilerinde olası iyileşme Türkiye’nin bölgesel rolü, Türkiye-ABD ve Türkiye-Suriye ilişkileri açısından olumlu sonuçlar verebilir. 


DİPNOTLAR 


1 Obama döneminde ABD dış politikasında yaşanması muhtemel değişimin boyutları konusunda bkz.: Şanlı Bahadır Koç, “Yeni ABD Başkanı Barack Obama ve Türk Amerikan İlişkileri”, Stratejik Analiz, Cilt 9 sayı 104, Aralık 2008. 

2 “ Suriye Obama Döneminden Umutlu ”, NTVMSNBC, 18 Şubat 2009, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/475925.asp 

3 “Engaging Syria? U.S. Constraints and Opportunities”, International Crisis Group, Middle East Report No. 83, 11 Şubat 2009. 

4 Mona Yacoubian, Scott Lasensky; “Dealing With Damascus”, Council on Foreign Relations, CSR NO. 33, Haziran 2008. 

5 O dönemde ülkenin en güçlü Suriye karşıtı ismi olan General Michel Aoun’a karşı askeri operasyon düzenlenerek sürgüne gönderilmiştir. 

6 “Engaging Syria? U.S. Constraints and Opportunities”, 11 Şubat 2009. 

7 Başkan yardımcısı Dick Cheney’in Suriye’den sorumlu danışmanlığına getirilen David Wurmser bu isimlerin başında geliyordu. 

Bunun yanında Douglas Feith, Eliot Abrams, Paula Dobriansksy, ve Michael Rubin de aynı yönde düşünceye sahipti. David Wurmser’in Suriye rejiminin yıkılması gerekliliği konusundaki örnek açıklaması için bkz.: “US Must Break Iran and Syria Regimes”, Daily Telegraph, 5 Ocak 2007, http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/1565235/US-’must-break-Iran-and-Syria-regimes’.html. 

8 ABD’li yetkililerin bu konudaki suçlamalarına örnek olarak bkz.: “Rumsfeld Warns Syria: Stop Assisting Iraq”, Fox News, 28 Mart 2003, 
http://www.foxnews.com/story/0,2933,82377,00.html

9 Sekiz kişinin ölümüyle sonuçlanan son saldırı içlerinde en kapsamlısıydı: “US Helicopter Raid Inside Syria”, BBC News, 27 Ekim 2008, 
http://news.bbc.co.uk/1/hi/world/middle_east/7692153.stm. 

10 “Bush Calls Sharon to Discuss Latest Violence”, CNN.com, 5 Ekim 2003, http://www.cnn.com/2003/US/10/05/mideast.us/index.html. 

11 AB ile Suriye arasındaki Ortaklık Anlaşması süreci o dönemde devam ediyordu. Bunun yanı sıra ABD yaptırımlarına rağmen AB’nin Suriye ile ticareti geliştirme arayışına örnek için bkz.: Ian Black, “Europe to Seek Syria Trade Deal”, Guardian, 13 Mayıs 2004, http://www.guardian.co.uk/world/2004/may/13/syria.eu. 

12 İran etki alanına girişinin somut argümanları konusunda bkz.: “Dealing With Damascus”, Haziran 2008. 

13 Obama döneminde yumuşak gücün kullanımına ilişkin örnek haber ve değerlendirme için bkz.: David E. Sanger, “Obama’s Advisers to Back Soft Power”, International Herald Tribune, 1 Aralık 2008, http://www.iht.com/articles/2008/12/01/america/obama.php; Henri Astier, “Obama: Soft Power’ and Hard 
Reality”, BBC News, 24 Kasım 2008, http://news.bbc.co.uk/2/hi/americas/7743267.stm. 

14 David Ignatius, “A New Partner In Syria?”, Washington Post, 24 Ocak 2008, http://www.washingtonpost.com/wpdyn/content/story/2008/12/23/ST2008122303162.html; Syria’s Assad Seeks Dialogue with 

U.S. Under Obama, Reuters, 31 Ocak 2009; Syria’s Assad Ready to Cooperate with Obama, Reuters, 17 Ocak 2009, http://uk.reuters.com/article/UKNews1/idUKTRE50U2OP20090131. 

15 “Suriye Obama döneminden Umutlu, NTVMSNBC, 18 Şubat 2009, http://arsiv.ntvmsnbc.com/ news/475925.asp. 

16 Hillary: ABD Sorunları Tek Başına Çözemez, Hürriyet USA, 13 Ocak 2009, http://www.hurriyetusa. com/haber/haber_detay.asp?id=19470. 

17 “US Sen. Kerry Hopeful After Syria Talks, Washington Post, 21 Şubat 2009, http://www.washingtonpost.com/wpdyn/content/article/2009/02/21/AR2009022100460.html. 

18 “ABD, Suriye Havayollarına Yedek Parça Vermeyi Kabul Etti”, Milliyet, 8 Şubat 2009, 
http://www.milliyet.com.tr/Dunya/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1057085. 

19 “Ortadoğu Sürecinde ABD’nin Yedeği Yok”, Hürriyet, 19 Şubat 2009, http://www.hurriyet.com.tr/dunya/11034130.asp. 

20 “Clinton Batı Şeria’da”, BBC Türkçe, 4 Mart 2009, http://www.bbc.co.uk/turkish/news/ story/2009/03/090304_westbankclinton.shtml. 

21 ABD Senatörü John Kerry Şam ziyareti sırasında “ülkesinin bölgeye yönelik yeni bir diplomatik yaklaşım içerisine gireceğini ifade etmiştir. 
Ancak ülkesinin beklentilerini de sıralamıştır: “Hizbullah’ın silahsızlandırılması, Filistinliler ile ilgili sorunların çözümü bağlamında yardım ve Suriye’nin Lübnan’ın siyasi bağımsızlığına saygı göstermesi. 

22 Suriye’den ABD’ye İşbirliği Çağrısı, NTVMSNBC, 17 Ocak 2009, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/472576.asp. 

23 “Mitchell: Obama Türkiye’yi Takdir Ediyor”, Milliyet, 26 Şubat 2009, http://www.milliyet.com.tr/Dunya/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1064557&Kategori=dunya&b=Mitchell:%20Obama%20Turkiyeyi%20takdir%20 ediyor. 

24 “Engaging Syria? U.S. Constraints and Opportunities”, 11 Şubat 2009. 

ORSAM 
Mithatpaşa Caddesi No:46/3-4 
06420 Kızılay/ANKARA 
Tel: +90 (312) 430 26 09 
Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr 
orsam@orsam.org.tr 



****