15 Ekim 2019 Salı

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 2

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 2




GİRİŞ 

Orta Doğu, en geniş anlamda batıda Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Somali, Etiyopya, Sudan ve Mısır’dan başlayarak doğuda Umman Körfezi’ne kadar uzanan ve Irak, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman’ı içine alan, kuzeyde Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerini kapsayan, ayrıca İran, Afganistan ve Pakistan’ın da dahil edildiği, güneyde ise Suudi Arabistan’dan Yemen’e uzanan Arap yarımadasını çevreleyen ve ortada Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Filistin’in yer aldığı bir coğrafya olarak tanımlanabilir. ABD’nin “Büyük Orta Doğu Projesi” de aslında bu geniş coğrafyayı kapsamakta. 

Bununla beraber, daha dar anlamda, ama daha yaygın kullanımı itibariyle, batıda Mısır, kuzeyde Türkiye ve İran’ın yer aldığı, doğuda yine Umman Körfezi’ne, güneyde ise Aden Körfezi ve Yemen’i içine alan bölge Orta Doğu olarak tanımlanabilir. İkinci tanım itibariyle Mısır’ın batısında yer alan 
bölgeler Kuzey Afrika kavramı içinde, Afganistan ve Pakistan ise Güney Asya ya da Güney Batı Asya coğrafyası içinde düşünülmektedir. 

Hangi tanım dikkate alınırsa alınsın, Orta Doğu’dan söz edildiğinde daha ziyade dinsel anlamda Müslümanların, etnik anlamda ise Türk, Arap ve Farsların çoğunluğu oluşturduğu bir bölgeden söz edilmektedir. Bununla beraber, İslâmiyetin yanında Yahudilik ve Hıristiyanlık da diğer önemli dinler olarak bölgedeki siyasal gelişmelerde her zaman önemli bir role sahip olmuşlardır. Bölgenin ağırlıklı olarak Araplar, Türkler ve Farslardan oluşan yapısında, Kürtlerin ve Yahudilerin de belirleyici bir rol oynadığını ve oynamaya devam ettiğini söylemek mümkündür. 

Bölge her halükârda tarihin her döneminde tüm dünyanın dikkatini üzerine çeken bir bölge olagelmiştir. Bu önemi bir anlamda insanlık tarihinin burada başlamasından kaynaklanmaktadır. 

Hem Arapların (aynı zamanda Müslümanların) hem de Yahudilerin atası sayılan Hz. İbrahim aslında Orta Doğuludur. Irak’ta (Ur) doğan İbrahim önce Urfa’ya oradan Kudüs yakınlarındaki Kenanilerin ülkesine, El-Halil’e göç etmiş buradan bir ara Mısır’a geçmişse de tekrar buraya geri dönmüştür ve şu an bu topraklarda yatmaktadır. 
Hz. Musa, Hz. Yakub ve Hz. Yusuf da buralıdır. Herkes iyi bilir ki Hz. İsa da buralıdır. Kudüs’ün hemen güneyinde ilk yerleşim yeri olan Beytüllahim’de (Bethlehem) doğan Hz. İsa aslen Filistin’in kuzeyinde bulunan ve 1948’de İsrail tarafından işgal edilen Nasırıye (Nezareth)’lidir. Hıristiyan dünyası Kudüs’te Yahudiler tarafından çarmıha gerildiğine inanır. Son Peygamber Hz. Muhammed de bu topraklarda doğmuştur ve bu topraklarda yatmaktadır. İslâmiyet burada doğmuş ve gelişmiştir. 

Miraç olayı Mescid-i Aksâ’da gerçekleştiği için Kudüs’ün Müslümanlar için ayrı bir önemi vardır. Yaklaşık yüzyıl doğrudan, iki yüzyıl ise dolaylı olarak bölgeyi 
etkilemiş olan Haçlı seferleri karşısında Müslüman Arap dünyasının Hıristiyan Batı’nın egemenliği altına girmesi önce Selâhaddin Eyyübi, sonraki süreçte ise Memlük, Selçuk ve Osmanlı Türkleri tarafından engellenmiştir. Selçuklular dönemi, Sünnî Müslümanların özellikle de Abbasi halifelerinin eski saygınlığını tekrar kazandıkları yıllar olmuştur. Bizans İmparatorluğu’na son veren ve yarı Avrupa’yı egemenliği altına alan Osmanlı İmparatorluğu dönemi ise Müslüman dünyanın Batı dünyası karşısında kendi kültür ve değerlerini en geniş anlamda yaşadığı, koruyup geliştirdiği bir dönem olarak bilinir. 

Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeden ayrılması Batılı güçler için yeni bir fırsat olarak değerlendirilmiş ve bölgeyi egemenlikleri altına alarak emperyalist amaçlarına uygun şekilde biçimlendirmişlerdir. 

Ayrıca bölge bu dinsel ve tarihsel nedenlerin yanında ekonomik anlamda da son derece hayati bir öneme sahiptir. Kuzey Afrika, Orta Asya ve Kafkasya bölgesini de içine alan Büyük Orta Doğu adı verilen bu bölgede dünya petrol rezervlerinin % 60’ı, doğal gaz rezervlerinin ise yaklaşık % 50’si bulunmaktadır. 

Dar anlamdaki Orta Doğu’yu dikkate aldığınızda bile bu oranlar % 50 ve % 40’ın altına düşmemektedir. 
Yaklaşık 1.6 trilyon varil dolayında olduğu bilinen kanıtlanmış dünya petrol 
rezervlerinin 850-900 milyar varili (Kafkasya ve Orta Asya dahil) ve toplam 208 
trilyon metreküp olan dünya doğal gaz rezervinin 108 trilyon metreküpü 
(Kafkasya ve Orta Asya dahil) söz konusu büyük Orta Doğu’da bulunmaktadır. Bu bölge gerçekten dünyanın enerji merkezidir. Uzun ömürlü, ucuz ve oldukça bol olan bu enerji kaynağı dünya ekonomisi açısından oldukça yaşamsal bir değer taşımaktadır. Bu bölgede egemenlik sağlama bir devlete dünya hegemonyasını ele geçirme ya da sürdürme; dünya ekonomisine yön verme; kimin ne kadar üreteceğine ya da tüketeceğine karar verme yetkisini elinde bulundurma imkânını vermektedir. Bölge dünya silâh piyasası için en önemli pazar niteliğindedir. Dünya silâh ithalatının % 75’i bu bölge ülkeleri tarafından gerçekleştirilmektedir. 

Bunların dışında bölge jeopolitik teorisyenlerin de dikkatlerini üzerinde yoğunlaştırdıkları bir bölge olagelmiştir. Mackinder’in “dünya adası” olarak tanımladığı bölge ve Spykman’ın “rimland” olarak tanımladığı bölgeler buradadır. Ayrıca Mahan’a göre bir dünya imparatoru olmak için önemli deniz ticaret yollarına hâkim olmak gerektiğine göre, Hürmüz Boğazı, Aden Körfezi ve Babel Mendep Boğazı, Süveyş Körfezi ve Cebeli Tarık Boğazı bu bölgede yer almaktadır. Bu bölgede egemenlik kurmayı başaran bir devletin dünya gücü olması sorgulanmaz. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu, sonra Birleşik Krallık, Soğuk Savaş döneminde ise bölgeyi doğrudan ve dolaylı etkileri altına alan ABD ve SSCB, bu sa-yede dünya gücü olmuşlardır. 

Bölge aynı zamanda geleneksel ve modern demokratik ülkelerin yan 
yana bulunduğu bir bölgedir. Bölgenin parlamenter sisteme sahip en 
demokratik ülkesi Türkiye’dir. Ayrıca İsrail’in de bölgede demokratik 
parlamenter sisteme sahip bir diğer önemli ülke olduğu bilinmektedir. 
1948’de kurulduğundan beri bu özelliğini devam ettirmektedir. 
1979 devrimiyle kendine özgü, Şiî inancına uygun bir rejime sahip olan İran’ın 
seçilmiş bir parlamentosu, serbest seçimlerle oluşmuş bir devlet başkanı 
bulunmasına rağmen bütün denetimin dini liderin ve dinsel bürokrasinin 
elinde olması sistemin demokratik olma iddiasına gölge düşürmektedir. 
Özellikle 2005 Haziranında yapılan seçimleri muhafazakârların adayı 

Mahmud Amedinecad’ın kazanması, hem ABD’den kaynaklanan baskıya 
hem de reformcu olarak bilinen Hatemi’nin bu konuda yeterli ve gerekli 
adımları atmamasına bir tepki olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca Mısır, 
bölgede parlamenter rejimle yönetilen bir ülke olmakla beraber uzun 
yıllar demokratikleşme ve demokratik katılım konusunda gerekli açılımları yapamayan ve 2011 başında başlayan Arap Baharının ilk yaşandığı 
ülkeler arasında yer alan Mısır’da Mübarek rejiminin sona ermesiyle yeni 
bir dönemin başladığına inanılmıştı. Fakat 2012'de cumhurbaşkanı seçilen Mursi'nin bir yıl bile geçmeden 2013 Temmuzunda devrilmesi büyük 
bir hayal kırıklığına yol açmıştır. Öte yandan uzun yıllar Baas’ın koyu 
baskısı altında yaşayan Suriye halkı Beşir Esad’la beraber dış dünyaya 
açılmaya başlamış ve önemli reformları hayata geçirmeye çalışmışsa da 
bu çok kısa sürmüş ve yerini tekrar koyu bir otoriter rejim almıştır. Sonuçta 2011 Martında başlayan halk hareketleri 3,5 yılı bulmuş ve 200,000’in üzerinde insanın hayatını kaybetmiş olmasına rağmen Esad rejiminin yönetimi bırakmamakta israr etmesi ülkeyi kaosa sürüklemiştir. 

Monarşiyle yönetilen Ürdün ise bölgede serbest seçimle oluşan parlamentosu ve çok sesli siyasal yapısı ile özellikle II. Abdullah’tan sonra daha demokratik bir görünüme sahip olmuştur. Ancak bu durum Kral’ın yasama ve yürütmede en nihai aşamada temel belirleyici konumda olması gerçeğini değiştirmemektedir. Suriye ve İsrail arasında sıkışmış olan Lübnan, 1920’lerden itibaren demokratik parlamenter sistemi uygulamaya başlamış olmasına karşılık gerek etnik çeşitliliği nedeniyle yaşadığı iç savaşlardan gerekse Marunîlerin İsrail’i, Müslümanların ise Suriye’yi doğal müttefik olarak görmeleri bu devletin kendi başına politika üretmesine engel olmuş; hatta bağımsız bir devlet olma görüntüsüne gölge 
düşürmüştür. Özellikle İsrail’in 2000 Mayısında 1978’den beri işgal etmiş 
olduğu Güney Lübnan’ı terk etmesinden sonra 2005 Nisanında Suriye’nin de 1976 iç savaşı esnasında ülkeye sokmuş olduğu askeri gücünü çekmesi üzerine ülkede yeni bir demokratik siyasal süreç başlamışsa da Suriye krizi bu ülkeyi de istikrarsızlaştırmıştır. Bölgenin güneyinde bulunan birleşik Yemen her şeye rağmen demokratikleşme konusunda çok ciddi bir kararlılık sergilemiş olsa da bunun yeterli olmaması ve Ali Abdullah Salih’in 2011 başında başlayan halk hareketleri karşısında iktidarını sürdürmekte israr etmesi yaklaşık 2000 kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan olayların yaşanmasına yol açmış, ancak sonunda iktidarı bırakmak zorunda kalmıştır. Maalesef bu süreç Yemen'e istikrar getirmemiş ve özellikle 2014 Temmuzunda artış gösteren Husi ayaklanması 
sonucu ülke kaosa sürüklenmiştir. Bunların dışında birer hanedanlık rejimleri olan Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, Katar, BAE ve Umman’ın yer aldığı Basra Körfezi bölgesinde ise demokrasi oldukça yavaş ilerlemektedir. Yine de Suudi Arabistan’da 2005 Şubat-Nisan aylarında ilk yerel seçimlerin yapılması, Kuveyt’te ise kadınlara oy hakkının gündeme taşınması olumlu gelişmelerdir. Ayrıca söz konusu ülkelerde ekonomik liberalizm ve serbest piyasa ekonomisine geçiş daha hızlı gerçekleşmektedir ve bu konuda epey bir mesafe alınmıştır. Bölgede özel mülkiyet sınırlanmadığı ve özel girişimcilik engellenmediği gibi yabancı sermayeyi ülkeye çekmek için ek tedbirlere başvurulmaktadır. 

Bunlardan özellikle BAE ve Katar dünyanın en önemli ticaret, bankacılık ve finans merkezleri arasında yer almaktadır. 

Basra Körfezi ülkelerindeki hızlı nüfus artışına rağmen, kişi başına düşen milli gelir, Irak ve İran dışında oldukça yüksektir. 
Söz konusu ülkeler açısından, milli gelirin nerdeyse tamamına yakını petrolden kaynaklanmaktadır. Irak’ta uzun süren Baas döneminde söz konusu olan tek 
parti diktatörlüğünun 2003’teki Amerikan işgaliyle yıkılmasıyla yeni yapı 
kurulmuş ve İran’da da 1979’a kadar söz konusu olan Pehlevi hanedanlığı dönemindeki monarşinin yıkılmasıyla beraber İslami bir rejim kurulduysa da her iki ülkede de özgür ve insan haklarına saygılı bir yapının olduğu söylenemez. Emirlik ve sultanlıkla yönetilen diğer Körfez ülkelerinde ise özellikle yerli halk için ekonomik refahın yüksek ve siyasal hakların dışında her türlü özgürlükten (basın özgürlüğü, seyahat özgürlüğü, medeni haklar ve özgürlükler ile eğitim ve yaşam özgürlüğü) yararlanma imkanının söz konusu olması şimdilik monarşiyle yönetilmeyi bir sorun haline getirmemektedir. Bunlar arasında kişi başına düşen milli gelirin en yüksek olduğu ülke Katar’dır. Yaklaşık 100,000 dolar olarak görünen kişi başına düşen milli gelirle dünyanın refah düzeyi en yüksek ikinci ülkesi konumundadır. Bunu yaklaşık 50,000 dolar kişi başına gelirle BAE ve 
Kuveyt; 25,000 dolar ile Suudi Arabistan, Bahreyn ve Umman izlemektedir. İlgili ülkelerin tümünde yabancılar nüfusun yaklaşık yüzde 75’ini oluşturduğundan yerli halk için bu rakamlar en az iki katı olarak görülmelidir. 

Söz konusu ülkelerde siyasal özgürlüklerin genişletilmesi konusunda yavaş da olsa bazı adımlar atılmaktadır. 

Tekrar İran’a dönmek gerekirse bu ülkede 1979 devriminden sonra 
rejimin adı İslam Cumhuriyeti olarak değişmiş olsa da, ülkenin otoriter 
karakterinde henüz ciddi bir değişiklik söz konusu olmamıştır. Milli gelirin 400 milyar dolayında olduğu İran'da zenginlik daha ziyade dini elitin elinde toplanmaktadır. Ekonomi, esas olarak rejimin devrilmesi sonrasında ülkeye hakim olan ve devlete yakın olan belli bir kesimin kontrolüne girmiş ve çeşitlendirilememiştir. Ülkede tüm gelirler askeri sanayiye ve özellikle de nükleer faaliyetlere ve yeni silah programlarına harcanmaktadır. Irak’ta da 2003 Martına kadar Saddam ve Baas tarafından kontrol edilen otoriter bir yönetim yapısı bulunmaktaydı. 

Askeri anlamda söz konusu ülkelerden İran ve Irak ile bir ölçüde Suudi Arabistan dışındaki ülkeler arasında çok ciddi bir güç farkı söz konusu değildir. Ancak yine de bunlardan da Kuveyt ve BAE’ni toprak ve nüfus bakımından ayrı ele almak gerekir. Umman da bu kategoride yer alsa da yeterli ekonomik imkânlara sahip olmaması göreli olarak onu daha zayıf hale getirmektedir. Nüfus olarak yaklaşık 2 milyon nüfusa sahip olan Katar, 1.3 milyon nüfusa sahip olan Bahreyn’den toprak, nüfus ve özellikle ekonomik zenginlik bakımından çok üstündür. 

Genel olarak Irak ve İran dışındaki bu ülkeler zengin kaynaklara sahip olmalarına karşılık yeterli askeri güce sahip olmamaları sürekli bir güvenlik sorunu yaşamalarını beraberinde getirmektedir. 

Körfez bölgesi alt sisteminde yer alan bölge ülkeleri arasında ekonomik, siyasal, güvenlik veya diğer alanlarda bölgesel işbirliğini öngören bazı örgütlenmeler bulunmaktadır. Bu tür örgütlenmeler söz konusu ülkeler arasındaki ilişkileri ve etkileşimi sürekli kılmaktadır. Bu anlamda OPEC ve OAPEC özellikle bu bölgedeki petrol üreticisi ülkelerin öncülüğünde kurulmuş örgütlenmelerdir. Ayrıca 1981 Mayısında, İran ve Irak dışındaki altı ülkeyi bir araya getiren ve ekonomik ve güvenlik konularında işbirliğini öngören Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) her ne kadar bölgesel konularda fazla işlevsel olamasa da, karşılıklı ilişkilerin sürekliliğini sağlaması bakımından bir ortak mekanizma olarak değerlendirilebilir. 

Ayrıca, tüm bölge ülkeleri İslam Konferansı toplantılarında ve İran dışındaki diğer bölge ülkeleri Arap Birliği örgütü çerçevesindeki toplantılarda bir araya gelmektedir. Bununla beraber etnik, mezhep ve ideolojik farklılıklar ile halen devam eden sınır ve toprak sorunları bölge ülkeleri arasındaki kuşku ve güvensizliğin yerini tam bir işbirliğinin almasını engellemektedir. Her bir devlet kendi güvenliğini bir dış desteğe dayanarak sağlamaya çalışmaktadır. Özellikle küçük devletlerin İran karşısında zayıf askerî yapılara sahip olmaları, ABD ile güvenlik temelinde askerî ilişkiler içinde olmalarına yol açmaktadır. 

Birinci Bölüm 



ORTA DOĞU’NUN SOSYO - KÜLTÜREL YAPISI VE OSMANLI SONRASINDA ORTADOĞU’DA SİYASET 


I. ORTA DOĞU’DA TOPLUMSAL VE KÜLTÜREL YAPI 

Genel anlamda Orta Doğu, bilindiği gibi, kuzeyde Türkiye ve İran’dan başlayıp doğuda Umman’a güneyde Yemen’e batıda ise Mısır’a kadar uzanan ve etnik anlamda Araplar, Farslar ve Türkler’in dinsel anlamda ise Müslümanların egemenliğinde olmuş bir bölgedir. Bunların dışında I. Dünya Savaşı sonrası dönemde Yahudiler son dönemde ise Kürtler bölge siyasetinde önemli birer aktör haline gelmişlerdir. 

1. ORTA DOĞU’DA YAHUDİ TOPLUMU 

1948’de İsrail adıyla bölgede siyasî bir varlık olarak ortaya çıkan Yahudiler de Müslümanlar gibi, kendilerinin Hz. İbrahim’in soyundan geldiğine inanmaktadır lar. Kitabı Mukaddes’in a “Eski Ahit” bölümünün Tekvin kısmında anlatıldığı kadarıyla1 -ki bu kısımda daha ziyade İsrail tarihinin başlangıcı ve Kenan’a yerleştikleri ana kadar olan kısmı anlatılır- M.Ö. yaklaşık 1750’lerde ya da 18. yüzyılın ikinci yarısında Kaldelilerin (Keldaniler ya da Babiller) Ur kentinden (Irak’ta) Harran bölgesine göç eden İbrahim’e b Allah, bir gece rüyasında buradan Kenan2 olarak da bilinen El-Halil’e (Hebron) göç etmesini bildirir.3 Bunun üzerine Hara Daha ziyade Hıristiyanların kutsal kitabı olarak bilinen İncil, “Eski Ahit” (Tevrat ve Zebur) ve “Yeni Ahit” (İncil)’den oluşmaktadır. 

Yahudiler sadece Eski Ahit’e (eski antlaşma) inanırken, Hıristiyanlar her ikisini de kutsal kabul edip Kitabı Mukaddes adı altında birleştirmişlerdir. 

Eski Ahit’in Hz. Musa’nın olduğu kabul edilen ilk beş kitabına Tekvin denir; Zebur ise Hz. Davud’un kitabı olarak bilinen ve Eski Ahit içine alınmış olan kısımdan oluşmaktadır. 

b Tevrat’ta Allah’ın, doksan yaşına ulaşan Abram’a görünüp ona “İşte ahdim seninledir ve birçok milletin babası olacaksın ve artık adın bundan sonra İbrahim (İng. Abraham) olacak” dediği ve İbrahim sözcüğünün cumhurun babası anlamına geldiği ifade edilmektedir. 

İşte İbrani sözü, Abram, Abraham, İbrahim adlarından gelmektedir. İran’dan ayrılan Hz. İbrahim c, karısı Sara (ya da Sâre) ve yeğeni Lut’la birlikte Kenan’a gelerek yerleşir. Kısa bir süre sonra Kenan bölgesinde kıtlık baş göstermesi üzerine karısı Sara ve yeğeni Lut ile birlikte Mısır’a geçen Hz. İbrahim burada Firavun tarafından kötü muamele görür ve tekrar Kenan’a geri döner (yeğeni Lut ise daha doğuya Lut Gölü civarına yerleşir). Ancak ilerlemiş yaşına rağmen bir türlü çocuklarının olmaması Sara’nın, hizmetçileri Hacer’le Hz. İbrahim’in evlenmesine izin vermesine yol açar ve Hacer’den İbrahim’in İsmail adında bir erkek çocuğu olur. Hz. İbrahim’in tahminen 100, Sara’nın ise 90 yaşında olduğu bir sırada, çok yaşlanmış olmalarına rağmen Sara’nın da İshak adında bir oğlu olur. Aslında her ikisi de Sami ırkından olan Arapların ve Yahudilerin ayrılıkları işte burada başlar ve Araplar İsmail’in, Yahudiler ise İshak’ın soyundan devam eder. Her ne kadar Yahudiler Hz. İbrahim’in sadece kendi ataları olduğunu iddia etseler de Müslümanların Kâbesi (Mekke’de) olan kutsal mabedin de Hz. İbrahim tarafından yapılmış olduğu bilinmektedir. Ayrıca Hz. İshak ve ondan sonra gelen Hz. Yakub da dahil olmak üzere İsrail oğullarının atası olarak kabul edilen tüm peygamberlerin kutsallığına Müslümanlar da inanmaktadır. 

c Tevrat'a göre Allah, söz konusu rüyada Hz. İbrahim'e Nil'den Fırat'a kadar bölgeyi kendisine ve nesline (milletine) verdiğini ifade etmiştir. 

Buradan yola çıkarak Yahudiler Nil ile Fırat arasındaki bölgeyi Yahudi toprağı (vadedilmiş topraklar) olarak görürler. 

Tekvin’de Hz. İshak’ın oğlu olan Yakub’un isminin Yahova (Allah) tarafından İsrail olarak değiştirildiğine yer verilir. Nitekim Yakub’un 12 oğlu arasından en çok sevdiği Yusuf’un onu çok kıskanan kardeşleri tarafından bir kuyuya bırakılması ve onun Mısırlı tüccarlar tarafından götürülerek Firavun’un vezirine satılması, vezirin karısı Züleyha’nın iftirası üzerine zindana atılması, Firavun tarafından cezalandırılmak üzere zindana atılan ve orada Yusuf’la tanışan bir Saray görevlisinin Yusuf’un iyi bir rüya yorumcusu olduğunu ve Firavun’un gördüğü ve ülkede hiç bir kimsenin tatmin edici bir yorum getiremediği rüyasını yorumlayabileceğini söylemesi üzerine zindandan çıkarılması ve yaptığı yorumun Firavun tarafından isabetli bulunarak Mısır hazinesinin başına getirilmesi olayları gerek Tevrat’ta gerekse Kuran’da yaklaşık olarak benzer şekillerde ifade edilen konulardandır. 

Hz. Yusuf, Firavun’un rüyasını Mısır’da 7 yıl bolluk olacağı ancak bunun arkasından  7 yıl kurak bir dönemin başlayacağı şeklinde yorumladığı için bolluk 
döneminde gerekli tedbirleri de almıştı. Kuraklık başladığında Mısır’ın dışından Mısır’a gelen kafileler arasında yer alan Yusuf’un kardeşlerinin Yusuf tarafından tanınması üzerine, Yusuf hem kardeşlerinin hem de babasının Mısır’a yerleşmesi ni sağlar. Böylece İsrail oğulları Mısır’a yerleşmiş olur. 

Ancak zaman içinde İsrail oğullarının Mısır’da sayıca artmasından rahatsız olan Firavun, İbranî kadınlardan doğan tüm erkek çocukların öldürülmesini emreder. 
Bunun üzerine Hz. Yakub’un oğullarından Levi’nin sülalesinden bir kadın, dünyaya getirdiği erkek çocuğunu bir sepete koyarak Nil’e bırakır. 
Firavun’un eşi tarafından bulunan bu çocuk Hz. Musa olup, Firavun (II. Ramses) ve karısı tarafından büyütülür. Ancak Musa’nın peygamberlik iddiası o sırada 
tahtta bulunan Firavun (III. Ramses) ile Musa’nın karşı karşıya gelmesine yol açar ve Allah, Hz. Musa’dan Mısır’ı terk etmesini ister. 
Bunun üzerine Hz. Musa kavmini de alarak Mısır’ı terk eder. Musa’nın kavmini alarak Mısır’ı terk etmesine veya bazılarına göre Yahudilerin Mısır’dan 
çıkarılması olayına d “Exodus” denmektedir ve Exodus’un M.Ö. yaklaşık 1176’da gerçekleştiği tahmin edilmektedir.
d İslam inanışına göre peygamberler Allah’tan emir gelmedikçe bulundukları mekanı terk etmezler. 

Yaklaşık 40 yıl Sina çölünde süren bir yolculuktan sonra M.Ö. 1136 yılında önce Kenan’a (Filistin’e) gelerek memleketin iç bölgelerine yerleşen Hz. Musa’nın 
kavminin başına onun ölümü üzerine komutanlarından Yuşa, (bu kişi Yuşa peygamber olup, İstanbul’da bu adla bir mekân ve bir mezarın bulunduğu bilinmektedir) geçmiştir. İşte sonunda İsrail halkını oluşturacak olan bu göçebe topluluk Kenan ülkesine girdiğinde burada kendileri gibi Samî asıllı, ama yerleşik bir hayat yaşayan ve tarımla uğraşan bir halkla karşılaşırlar. Kitabı Mukaddes’in Yuşa (Yeşu) kısmında anlatıldığı kadarıyla, yerli halkların kökünün kazınması İbranîlerin açık politikası olarak gösterilmektedir. İbranîlerin başına Yuşa’nın ölümünden sonra Hz. Davut geçmiştir. Hz. Davut zamanında, yaklaşık M.Ö. 1030 yılında ilk Yahudie devleti kuruldu.
e Yahudi sözcüğü Yahuda adından gelmektedir ve Yakub’un oğlu ya da oğulları anlamında kullanılmaktadır. 

Hz. Davut’un ölümünden sonra kavmin başına geçen Hz. Süleyman zamanında bugünkü Mescid-i Aksa'nın ve ağlama duvarının bulunduğu yerde bir mabet yaptırılmıştır. 

Hz. Davut zamanında kurulmuş olan Yahudi devleti, Hz. Süleyman’ın ölümüyle 70 yıl yaşadıktan sonra iç çekişmeler yüzünden güneyde başkenti Kudüs olan Yahuda krallığının dışında kuzeyli kabilelerin ayrılmasıyla M.Ö. 930’da (veya 922’de) kuzeyde başkenti Samiriye (ya da Nablus) olan İsrail krallığı adıyla ikinci bir devlet kurulmuştur. Bu bölünmenin getirdiği zayıflıktan yararlanan Asur Kralı III. Tiglat-Pileser başkenti Nablus olan İsrail’i (Samiriye) M.Ö. 722’de ortadan kaldırmıştır. 

Bu işgal sırasında Asur İmparatorluğu içinde değişik yerlere dağıtılan ve asimile olan on dolayındaki İsrail kabilesi tarih içinde kaybolup gitmiştir. Nablus’ta kalan 200 kadar Yahudi ailesi (Samiriler veya Samariten) ise kendilerini hâlâ İsrail oğullarının gerçek torunları olarak görmektedirler.5 

Güneydeki iki kabileden oluşan Yahuda devleti ise M.Ö. 589’da (bazı kaynaklarda 586’da) İkinci Babil Devletinin Kralı Nabukadnezar (Buhtunnasır) tarafından yıkılmıştır. 
Kudüs’te bulunan Yahudi halkın bir kısmı burada bırakılarak büyük bir kısmı Babil ülkesine (Irak’a) getirilmiştir. Geride kalanlarla kukla bir yönetim oluşturarak barış yapmayı düşünen Babil hükümdarı için ise bunu gerçekleştirmek pek mümkün olmazken, Babil’e getirilen Yahudiler için tarih içinde yeni bir sürgün hayatına alışmaktan başka seçenek kalmamıştır. M.Ö. 538’de Babil ordusunun Persler tarafından yenilmesi üzerine Babillerin varlığına son veren Pers Kralı Büyük Cirus (Keyhüsrev) Yahudilerin kendi topraklarına dönmesine izin vermişse de bir kısmı geri dönmeyi tercih ederken, çoğu Babil ülkesindeki yeni hayatlarına alışmış olduklarından geri dönmek yerine burada kalmayı yeğlemişlerdir. Yahudiler refah içinde bir dönem geçirdikleri Perslerin egemenliğinin ardından, M.Ö. 331’de Pers Kralı III. Darius’u mağlup eden Makedonya Kralı Büyük İskender’in egemenliğine girmişlerdir.6 

3.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder