Aliyev etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aliyev etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2021 Cuma

2021 YILINDA TÜRKİYE NİN İÇ VE DIŞ SİYASİ GÜNDEMİ NELER OLACAK?

2021 YILINDA TÜRKİYE NİN İÇ VE DIŞ SİYASİ GÜNDEMİ NELER OLACAK?





Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Giriş

Covid-19 pandemisi, derinleşen ekonomik kriz, Türkiye’nin büyük devletlerle (ABD ve Avrupa ülkeleri) yaşadığı diplomatik sorunlar, devam eden Suriyeli mülteci krizi ve siyasetteki kısır tartışmalarla geçen zorlu 2020 yılının ardından, bugünden itibaren yeni bir yıla başlıyoruz. 2021’in Türkiye’ye ve dünyaya huzur, barış, sağlık, bol kazanç ve mutluluk getirmesi dilekleriyle, bu yazıda ülkemizin 2021 yılı iç ve dış siyasi gündeminde hangi konuların öne çıkacağına dair öngörülerimi ileteceğim.

1. Koronavirüsle mücadele: Aşı zamanı!

2021 yılı, kuşkusuz, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de pandemi ile mücadelede “aşı yılı” olacaktır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin Sinovac şirketinin geliştirdiği ve geçtiğimiz gün ülkemize 3 milyon doz düzeyinde ithal edilen ilk kısım aşının ardından, Türkiye, 83 milyonluk nüfusunu Covid-19 (koronavirüs) salgınına karşı bağışık hale getirebilmek için, yaklaşık 200 milyon doz düzeyinde aşı ithal etmek zorundadır (doktoralara göre, hastalığa karşı bağışıklık kazanabilmek için herkes en az 2 defa aşı olmak zorundadır). Dolayısıyla, Çin’den gelen ilk ve daha çok deneme amaçlı “Sinovac aşısı”nın ardından, Türkiye’deki hükümetin ve kurumsal devlet yapısı içerisinde bu konuda yetkili olan T.C. Sağlık Bakanlığı’nın, aşının geri kalan kısmının nereden ithal edileceği veya “yerli aşı” çalışmalarının gidişatına göre ne ölçüde yerli aşının kullanılacağına karar vermesi gerekmektedir. Türkiye’nin önünde birçok alternatif bulunmaktadır; Alman BioNTech firması ve Amerikan Pfizer işbirliğinde üretilen ve Türk bilim insanları Uğur Şahin ve Özlem Türeci’nin geliştirdikleri aşı, kuşkusuz bu konuda ilk seçeneklerden birisi olacaktır. Dünyayı kurtaracak aşıyı iki Türk doktorun geliştirmesi, Türk bilim insanlarının yeterli imkânlar verildiğinde neler başarabildiklerinin görülmesi anlamında da oldukça manidar bir gelişmedir. Ayrıca İngiltere’de Oxford Üniversitesi’nin geliştirdiği “Oxford-AstraZeneca” aşısı da geçtiğimiz gün itibariyla tıbbi onayları almış ve uygulamaya geçilmiş durumdadır. Amerikan Moderna şirketi tarafından geliştirilen aşı da ABD’de kullanıma geçilmiş ve onay almış bir tercihtir. Bir diğer seçenek, kuşkusuz, Rusya’da geliştirilen “Sputnik V corona” aşısıdır. Bu aşılardan Rus ve Çin aşılarını teknoloji transferi ile birlikte Türkiye’de de geliştirmek mümkün gözükmektedir. Batılı aşıları ise daha çok ithal ederek kullanmak tercihi ön plana çıkmaktadır.
 
Almanya’daki Türk doktorlar Uğur Şahin ve Özlem Türeci, geliştirdikleri yüzde 90’ın üzerinde etkili aşıyla tıp dünyasında çığır açtılar Bu noktada, Türk hükümetinin vereceği karar, 3 temel parametreye dayanacaktır. Bunlar; bilimsel (aşının iyileştirme oranı), ekonomik (maddi koşullar) ve siyasidir (aşının ithal edileceği ülke ile Türkiye arasındaki siyasi ilişkilerin durumu). İdeal formül, henüz aşılamanın ilk aşamasında olduğumuz da düşünülürse, aşıda çeşitlilik politikası gütmek ve ilk birkaç milyonluk aşılamanın ardından hastaların durumunu dikkatle takip ederek, sonraki büyük alımları buna göre yapmak olacaktır. Bu konuda kararın T.C. Cumhurbaşkanlığı Sağlık Politikaları Kurulu ve Sağlık Bakanlığı tarafından verileceği ve kararın tüm bu parametreler ışığında en doğru tercih olacağına dair herhangi bir kuşkuya yer olmamalıdır. Bu konuyu muhalefet partilerinin politize etmeye çalışmaması da, vatandaşın aklının bulandırılmaması anlamında son derece gerekli, hatta elzemdir.
Birçok bilimadamının öngörüsüne göre, aşılanmanın başarıyla yapılması durumunda, 2021 yılı sonbahar aylarından itibaren hayatın tamamen normale dönmesi ve ekonominin ve sosyal hayatın kısıtlanmalardan kurtulması mümkün gözükmektedir. Lakin, pandemi döneminde uygulamaya başladığımız maske takımı, sosyal mesafe ve kalabalığa karışmama gibi bazı önlemlerin daha uzun aylar ve belki de yıllar boyunca devam edeceğini belirtmek gerekir.  Şu da bilinmektedir ki, dünya tarihindeki pandemiler (İspanyol gribi vs.), genelde 18 aylık süreçte etkili olmakta ve sonra giderek etkisini kaybetmektedir. Covid-19 virüsünün Çin’in Wuhan şehrinde 2020 yılı başlarında ortaya çıktığı ve Mart ayından itibaren tüm dünyada etkili hale geldiği düşünülürse, 2021 Eylül’den itibaren hastalığın belinin kırılacağı iddia edilebilir. Bu konuda karşılaştırmalı bir gözle bakınca, Türk hükümeti geçer bir not almayı başarmıştır. Zira ABD ve Birleşik Krallık (İngiltere) gibi ülkelere bakılınca, pandemi ile mücadelede siyasi iktidarların çok daha başarısız oldukları görülmektedir. Ancak elbette Yeni Zelanda, Avustralya, Almanya, Güney Kore, Japonya gibi demokratik ülkelerle ve Çin gibi otoriter yönetimlerle kıyaslandığında, Türk hükümeti başarısız bulunabilir.

2. Türkiye ekonomisi ne olacak?

2021’de ikinci önemli konu, hiç şüphesiz, son birkaç yıldır olumsuz giden Türkiye ekonomisinin toparlanması meselesi olacaktır. Ankara, artık dünya piyasaları ile uyumlu ve eski günlerde olduğu gibi sıcak parayı ve dış yatırımları kendisine çekebilen bir ülke haline dönmek zorundadır. Zira resmi rakamların ötesinde, yükselen döviz (dolar ve avro/euro) kurları nedeniyle, Türkiye’de halkın hissettiği enflasyon, açıklanan rakamlardan çok daha fazladır. Pazar ve marketten alışveriş yapan biri olarak, kişisel gözlemim, Türkiye’de yüzde 30 düzeyinde bir enflasyonun olduğu şeklindedir. Bu durum, enflasyonla mücadele için faiz oranlarının da artmasına neden olduğu için, ekonomiyi verimsizleştirmektedir. Bu nedenle, ekonomi yönetiminde ilk yapılacak iş, enflasyonu kontrol altına almak ve yeni iş imkânları yaratmak olmalıdır. Zira işsizlik ve genç işsizliği de önemli bir sorun haline gelmiş durumdadır.

Türkiye’de, 2020 yılı içerisinde halkın alım gücü giderek düşerken, pandemi koşulları da buna tuz-biber ekmiş ve durumu daha da ağırlaştırmıştır. Dolayısıyla, Türkiye’nin, dış politikasını ve iç siyasetini daha fazla yatırımcı çekecek ve piyasalara güven verecek şekilde dizayn etmesi şarttır. Bunun yolu ise, kuşkusuz, insan hakları ve demokrasiye dayalı bir hukuk devleti olmaktan geçmektedir. Bu, AK Parti hükümeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın rahatlıkla başarabileceği bir husustur. Zira Türkiye, en demokratik günlerini de AK Parti iktidarında 2002-2009 döneminde yaşamış ve AB’ye uyum sürecinde inanılmaz süratli ve başarılı demokratikleşme reformları yapmıştır.

Bir diğer önemli yöntem ise masrafları kısmak olacaktır. Bu noktada, Suriye ve Libya gibi ülkelere yönelik dış askeri operasyonların başarıyla icra edilmesinin ardından diplomasi ile mücadeleye devam edilmesi ve askeri harcamaların azaltılması en akılcı seçenektir. Devlette şatafat yerine Bülent Ecevit dönemlerine özgü bir sadelik, tutumluluk ve verimlilik uygulamalarının yaygınlaştırılması da bence Kamu Yönetimi adına doğru bir hamle olabilir.

3. Türk-Amerikan ilişkilerinde CAATSA sonrası yeni dönem: Joe Biden Türkiye’yi kaybetmemeli!

2021 yılı, Türk-Amerikan ilişkileri açısından da kritik bir yıl olacaktır. 2020 yılı sonunda Türkiye’ye yönelik olarak ABD Kongresi’nin baskısının da etkisiyle, Donald Trump yönetimi, giderayak CAATSA yaptırımlarını düşük düzeyli de olsa devreye sokmuş ve Türk savunma sanayiini, özellikle de Savunma Sanayii Başkanlığı’nı (SSB) hedef alan bazı kısıtlamaları uygulamaya geçirmiştir. Bu ortamda, birkaç hafta içerisinde, Demokrat Joe Biden, 46. ABD Başkanı olarak göreve başlayacaktır. Çok deneyimli ve dış politikayı iyi bilen bir kişi olan Biden, Türkiye’ye önem vermekte, ancak son dönemde ülkemize oldukça eleştirel yaklaşmaktadır. Bu eleştirilerin bir bölümü Türkiye’deki rejimin demokrasi ve insan hakları konusundaki eksik ve hatalı uygulamalarından, ancak bir bölümü de tamamen Batılı önyargı ve bilgisizliklerden kaynaklanmaktadır. İşte bu ikinci kısmı düzeltebilmek adına, Ankara, 2021’de Washington’da büyük bir diplomasi atağı başlatmalıdır. Yeni atanan Büyükelçimiz Murat Mercan, bu işi yapabilecek kapasitede oldukça birikimli ve ABD’yi iyi bilen bir siyasetçidir. Her ne kadar diplomat olmasa da, Mercan, iyi bir ekip kurarak bu işi rahatlıkla başarabilir. Bu bağlamda, ABD’deki Türk diyasporası ve Türk lobisinin de artık güçlü ve kurumsal bir yapıya oturması gerekmektedir. Zira önceden bu işi yapan Gülen cemaati, artık Türkiye aleyhinde bir pozisyon almış durumdadır. Bu nedenle, ABD’deki etkili Türklerin Dışişleri Bakanlığı ve Büyükelçilik tarafından belli bir koordinasyon içerisinde görevlendirilmeleri ve dış politikada birlikte hareket etmeleri Türkiye adına önemli bir kazanım olabilir. Ayrıca Türkiye’nin yeniden demokratik reformlar yapmaya başlaması da Biden yönetiminin Ankara’ya bakışını müspet yönde etkileyecektir. Bu konuda, bir dönem PKK terör örgütü elebaşısı Abdullah Öcalan’ın idam kararının infaz edilmemesine bile devlet istikrarı adına büyük tepki göstermeyen iktidar ortağı MHP’nin de sorumlu davranması şarttır. Zira ekonominin ve ABD ile ilişkilerin kötüye gitmesi, Türkiye’nin her alanda kötü gitmesine neden olmaktadır.
 

Murat Mercan
Bir diğer önemli konu, CAATSA yaptırımlarına konu olan S-400 krizini halletmek ve F-35 programına geri dönmek olacaktır. Bu konuda; S-400’leri aktive etmeden bu konuyu soğutmak ve yaptırımların kalkmasının ardından uygun koşullarda çözmeye çalışmak ve ABD ile daha da zıtlaşarak S-400’leri aktive etmek ve daha ağır yaptırımlara hazırlanmak gibi iki temel seçeneğimiz bulunmaktadır. Her ne kadar hükümet ve stratejik çevrelerde ilk görüş ağır bassa da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin geleneğinde kullanmayacağı silahı alıp depoya kaldırmak kültürünün olmaması nedeniyle, iki ülke arasındaki krizin daha da derinleşmesi imkân dahilindedir. Bu da, 2021’de Türk-Amerikan ilişkilerinin ne derece zorlu geçebileceğini göstermektedir. Bu konuda devletin iktidar ve muhalefetiyle birlikte ortak hareket etmesi yine oldukça gerekli ve önemlidir. Bence, şu aşamada konuyu soğutmak ve gelişmelere göre hareket etmek en doğru strateji olacaktır.
Bunların yanında, ABD’nin Kürt yanlısı politikalarının Biden yönetiminde de devam etmesini beklemek yerinde olacaktır. Ancak Biden’ın kurumsal yapılara ve NATO’ya önem vermesi, Ankara için yeni dönemde bir avantaj olacaktır. Ankara, yeni dönemde NATO operasyonlarına koşulsuz destek vermeli ve bu sayede NATO kanadından destek sağlayarak, ABD ile masaya avantajlı oturmalıdır. Bir diğer avantaj ise, Biden’ın demokrasiye verdiği büyük önemdir. Dolayısıyla, Trump döneminde ABD’nin en iyi müttefikleri haline gelen Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkeler yerine, Türkiye’nin İsrail’den sonra ABD’nin iyi bir Ortadoğu partneri olması mümkün gözükmektedir. Biden yönetiminin İran’la nükleer anlaşmayı (JCPOA) yenilemeye sıcak bakması da Ankara için iyi bir haberdir. Zira Türkiye, sorunlarına ve rekabet algısına karşın, İran’la siyasi ve ticari ilişkilerin devamından yanadır. Ancak Biden’ın Rusya’ya karşı daha sert politikalar geliştireceğinin beklenmesi, Rusya ile birçok ortak proje (Akkuyu Nükleer Santrali, Türk Akımı vs.) geliştiren Türkiye adına olumsuz olabilir. Son olarak, Biden döneminde ABD-AB ilişkilerinde bahar havası eseceği için, Türkiye, iki büyük cephe ile doğrudan karşı karşıya gelmemek konusunda çok dikkatli olmalıdır. Zira aynı anda iki büyük bloktan da yaptırımlar gelmesi durumunda, Türkiye ekonomisi, büyük bir felaket senaryosu ile karşı karşıya kalabilir.
Son olarak, her ne kadar Ankara’nın eli zayıf gözükse de, Biden yönetiminin de Türkiye’yi kaybetmek gibi bir lüksü olmadığını belirtmek gerekir. Zira Türkiye oyun kurucu bir aktör olmayı tam olarak beceremese de, Türkiye’siz planların Ortadoğu’da başarılı olması da mümkün değildir. Zira Ankara, müthiş bir oyun bozucu savunmacı aktördür. Bu süreçte İsrail’le de ilişkilerin düzeltilmesi ya da en azından kriz algısından çıkarılması ise çok önemli ve avantajlı bir gelişme olacaktır.

4. Türkiye-AB ilişkileri: Pozitif gündem zamanı!

2021’de bir diğer çok önemli siyasi mesele Türkiye-AB ilişkileri olacaktır. Bu konuda mucize beklememek gerekir; ancak atılacak birkaç ufak adımla ilerleme sağlanması gayet mümkündür. Öncelikle, Türkiye’ye yönelik yaptırımların gündeme gelmesine neden olan Doğu Akdeniz krizi konusunda, Ankara, Atina (Yunanistan) ile istikşafi görüşmelere yeniden başlamalıdır. Bu, elbette Yunan tarafının talepleri kabul edilecek anlamına gelmemelidir; ancak askeri müdahale yerine diplomasinin gündemde olması, tansiyonu düşürecek ve Avrupa’daki Türkiye algısını düzeltecektir. Ayrıca Türkiye’nin tutuklu gazeteciler, sivil toplumcular (Osman Kavala) ve siyasetçiler (HDP lideri Selahattin Demirtaş) gibi konularda demokrasi ve hukuk devletine uygun adımlar atması (örneğin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları uygulamak gibi), Avrupa’da olumlu karşılanacaktır. Reform sürecinin yeniden başlaması hükümetin yapısı nedeniyle kolay gözükmese de, geçmişte MHP’nin üçlü koalisyon (DSP-MHP-ANAP) döneminde reformlara destek verdiği düşünülürse, bu da imkân dahilindedir.
 

Ersin Tatar ve Recep Tayyip Erdoğan

AB ile ilişkilerde pozitif gündem yaratacak bir diğer konu, Kıbrıs’ta iki toplum lideri arasında görüşmelerin başlaması olacaktır. KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, Türkiye’ye çok yakın ve Ankara’nın sözünden çıkmayan bir liderdir. Tatar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “Cumhurbaşkanımız” diyecek kadar Türkiye yanlısıdır. Bu nedenle, Tatar gibi güvenilir bir aktör masadayken, Ankara’nın müzakereden kaçmaması gereklidir. Zira müzakereden kaçan Ankara, Kıbrıslı Rumlara ve Yunanistan’a siyasi koz sağlamaktadır. Birleşmiş Milletler denetiminde yapılacak müzakerelerde, Türkiye, alışılageldik şekilde iki bölgeli, iki toplumlu, siyasi eşitliğe dayalı ve Türkiye’nin garantörlük hakkı ve askeri mevcudiyetini koruyan bir çözümü savunmaya devam etmeli ve çözümsüzlüğün Rum kaynaklı olduğunu tüm dünyaya -2004 Annan Planı sürecinde olduğu gibi- ispatlamalıdır. Bu şekilde olursa, AB’nin taraflı bakış açısında da yumuşama olabilir.

AB ile ilişkilerde bir diğer önemli hedef, Gümrük Birliği’nin kapsamının genişletilerek güncellenmesi olmalıdır. Bu, hem Ankara, hem de Brüksel’in lehine ve tüm Avrupa ekonomilerini ve Türkiye ekonomisini olumlu yönde etkileyecek bir gelişme olacaktır. Zira mevcut haliyle, Gümrük Birliği, birçok alanı (hizmetler, işlenmemiş tarım ürünleri) kapsamayan yetersiz bir niteliktedir. Türkiye’nin üçüncü ülkelerle olan ekonomik ilişkilerinde daha bağımsız hareket edebilmesi anlamında da, müzakere masasında Gümrük Birliği’nin güncellenmesi aşamasında bazı imtiyazlar elde edilmeye çalışabilir. Türkiye için AB ile ilişkileri düzeltmek, dış ticaretimizin sınırlı olduğu 2000’li yılların aksine artık bir seçenek değil, zorunluluktur; zira Türkiye’deki büyük firmaların ihracatları büyük oranda Avrupa’ya olmaktır. Dolayısıyla, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz kaynaklı olarak Ankara’ya yönelik ekonomik yaptırımların başlaması halinde, Türkiye, sonuçları 2001 ekonomik krizinden çok daha ağır olacak derin bir ekonomik krizle karşı karşıya kalabilir. Bu, bir distopya senaryosu değildir; Türkiye’deki büyük şirketlerin dış ticaret bilançoları incelenirse, ihracatlarının büyük oranda Avrupa yönümlü olduğu kolaylıkla fark edilecektir. Bu şirketlerin yüzbinlerce insana istihdam sağladığı da düşünülürse, AB ile ilişkileri bozmaya çalışmak, günümüzde artık neredeyse “vatana ihanet”le eşdüzey hale gelmiştir bile denilebilir.

AB ile ilişkilerde bir diğer önemli kazanım ise Fransa ile ilişkileri düzeltmek olacaktır. Türkiye’yi AB içerisinde yaptırımlara karşı kısmen de olsa koruyan Almanya’da Angela Merkel’in 2021’de Başbakanlığı bırakacak olması nedeniyle, Fransa ve bu ülkenin Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, 2021’de ve 2022’de yeniden seçilirse (ki büyük olasılıkla seçilecektir) sonraki süreçte AB içerisinde çok güçlü bir konuma gelecektir. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı sürekli Macron ile polemiklere sürükleyen ve Fransa’nın Doğu Akdeniz’de tamamen Türkiye karşıtı pozisyon almasına neden olan dahiyane (!) stratejik tercihin yerine, bu ülke ile ilişkileri düzeltmeye çalışmak daha doğru bir strateji olacaktır. Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ ve çevresindeki Ermenistan işgali altındaki topraklarını yakın zamanda kurtardığı da düşünülürse, Fransa ile Türkiye arasında varoluşsal ve çok mühim bir mesele kalmamıştır. Doğu Akdeniz anlaşmazlıkları ise, müzakere masasında rahatlıkla çözülebilecek ya da en azından ötelenebilecek niteliktedir.
Türkiye, AB ile ilişkilerde artık şunu fark etmelidir; AB ile ilişkiler, Birleşik Krallık (İngiltere) ya da Rusya ile ilişkiler gibi bir ikili ilişkiler konusu değildir. AB, birçok konuda ortak hareket etmeyi başaran 27 üyeli dev bir Birliktir. Bu nedenle, çok taraflı müzakerelerle AB içerisindeki çatlakları da kullanarak avantajlı konum elde etmek ve AB ile ilişkileri mutlaka belli bir düzeyde ve istikrar ortamında tutmak gerekmektedir.

5. Azerbaycan ile derinleşen stratejik ilişkiler

2010’larda başlayan Türkiye-Azerbaycan yakınlaşması ise 2020’lerde de devam edecektir. Bu, hem halkın tercihlerine uygun, hem de iki ülkenin de menfaatinedir. Azerbaycan, Türkiye’ye uygun koşullarda petrol ve doğalgaz arz etmekte, Türkiye de Azerbaycan Ordusu’na eğitim, silah ve mühimmat desteği sağlamakta ve Azerbaycan ekonomisini geliştirmektedir. Yeni dönemde, Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan üçlü ortaklığına, Ermenistan’ı da dahil etmek artık mümkündür. Zira Ermenistan, işgal altında tuttuğu Azerbaycan topraklarını terk etmiştir. Bu nedenle, Ermenistan’ı kazanmaya çalışmak çok doğru bir girişim olur. Türkiye ve Azerbaycan, ekonomik güçleri sayesinde, Ermenistan’da çok etkili bir ekonomik aktör haline gelerek, bu ülkenin Türk karşıtı tarihsel duruşunu birkaç yıl içerisinde değiştirmeyi başarabilirler. Bu konuda ABD, AB ve Rusya da Ermenistan-Türk yakınlaşmasına destek olacaktır. Bu, Türkiye’nin 1915 tehciri nedeniyle oluşan olumsuz algıları değiştirmesine de yardımcı olabilir. Bu konuda herhangi bir çekince olmamalıdır; zira şu an artık bir karış Türk toprağı bile işgal altında değildir!
 

Aliyev-Erdoğan
Türkiye-Azerbaycan ilişkilerini daha da geliştirmek adına bazı somut öneriler de yapılabilir. Bunlar; ekonomide tüm gümrük ve kota uygulamalarının kaldırılması, başkentler Ankara ve Bakü’de kampüsleri olacak bir Azerbaycan-Türkiye Dostluk Üniversitesi’nin kurulması, karşılıklı olarak yatırım ve vatandaşlık alma hizmetlerinin kolaylaştırılması, büyük Türk spor kulüplerinin (Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray, Trabzonspor) Azerbaycan’da da kulüp (şube) açmaları ve bazı oyuncularını bu ülke ligine göndermeleri, Azerbaycan’a Karabağ Savaşı’nda büyük bir zafer kazandıran Türk büyüğü Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in Ankara’da uygun bir yere heykelinin dikilmesi gibi girişimler olabilir.

6. Rusya ile ilişkiler: Sorunları masada çözelim…

Türk dış politikasının 2021 yılındaki bir diğer önemli gündem maddesi de Rusya ile ilişkiler olacaktır. Rusya, Türkiye’nin önemli bir ekonomik partneridir. Türkiye’nin, gelişen siyasi ve ekonomik ilişkiler nedeniyle, ABD ve AB baskısıyla Rusya ile ilişkileri bozmak lüksü artık yoktur. Ancak, Rusya ile işbirliğini enerji ve ekonomi alanlarında sınırlı tutmak ve siyasi ilişkilerde birçok cephede yaşanan sorunları (Suriye, Güney Kafkasya, Libya vs.) masada çözmeye çalışmak daha yerinde bir strateji olabilir. Zira, Rusya, askeri açıdan Türkiye’den halen üstün bir güçtür. Batı yaptırımları nedeniyle zor günler geçiren Rusya da, Türkiye ile ilişkilerde gerginlik istemeyecektir. Bu bağlamda, Rusya ile ilişkileri ekonomik ve kültürel alanlarda geliştirmek ve askeri-siyasi anlaşmazlıkları da görüşerek ve karşılıklı tavizlerle çözmeye çalışmak en doğru yöntemdir. Bu anlamda, Rusya’nın artık Karabağ’da da askeri varlığının olduğunu ve buradaki Ermenilere vatandaşlık vererek bölgeyi uzun vadede etkileyebilecek stratejik girişimler yaptığını da akılda tutmak ve gerekli önlemleri almak gerekmektedir. Son olarak, Rusya’nın Suriye rejimiyle birlikte İdlib’de askeri bir atak başlatmasının Türkiye’ye milyonlarca yeni mülteci akınına neden olacağını görmek ve Suriye’de mevcut durumu askeri operasyonlar ya da maceracı yöntemlerden ziyade diplomasiyle çözmek gerektiğini idrak etmek gerekmektedir.
Sonuç
Sonuç olarak, 2021 yılının 2020’den iyi geçmesini beklemek yerinde olacaktır. Özellikle 2021’in ikinci yarısından itibaren, aşının yaygınlaşmasıyla birlikte, ekonomide gözle görülür bir canlanma yaşanacak ve bu da insanların moralini düzeltecektir. Bunun devamı niteliğinde, ABD ve AB ile ilişkilerde pozitif gündemler yaratılması, her şekilde Türkiye’nin lehine olacaktır. Türkiye, artık Soğuk Savaş dönemindeki gibi tek bir blok ya da devletin müttefiki olarak hareket edemez; bu nedenle, tüm devletler ve bloklarla iyi ilişkiler kurmak, Ankara’nın temel hedefi olmalıdır. Ancak bu durum, haklı olduğumuz davalarda geri adım atacağımız anlamına gelmemelidir. Türkiye ve diğer Türk devletleri, uluslararası hukukla ulusal çıkarlarını örtüştürdükleri alanlarda (Kıbrıs Barış Harekâtı-1974, Dağlık Karabağ Zaferi-2020), sert güce başvurmaktan çekinmeyeceklerdir. Bu ise, Türk şovenizminden değil, uluslararası hukuk ve topluma saygıdan kaynaklanmaktadır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Uluslararası Politika Akademisi – (UPA) – 
2021 YILINDA TÜRKİYE’NİN İÇ VE DIŞ SİYASİ GÜNDEMİ NELER OLACAK?


***

21 Ocak 2021 Perşembe

ERDOĞAN VE ALİYEV, STAR RAFİNERİSİNİN TEMELİNİ ATTI

 ERDOĞAN VE ALİYEV, STAR RAFİNERİSİNİN TEMELİNİ ATTI




Erdoğan, Aliyev, Star Rafinerisi, temelini attı, İlham Aliyev, Azerbaycan ,



Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi 
Yıl: 5 
Sayı: 17 
Kış 2012 

Erdoğan ve Aliyev, Star Rafinerisinin temelini attı Petkim sahasına yapılan Socar&Turcas’ın 5 milyar dolarlık yatırımı olan Star Rafinerisi'nin temeline ilk harcı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev koydu. 

Türkiye Özel sektör tarihinin tek noktaya yapılmış en büyük yatırımının temeli, İzmir’in Aliağa ilçesinde atıldı. Petkim sahasına yapılan Socar&Turcas’ın 5 milyar dolarlık yatırımı olan Star Rafinerisi'nin temeline ilk harcı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev koydu. Aliyev ve Erdoğan, yaptıkları konuşmada Türkiye ve Azerbaycan’ın “İki devlet, bir millet” 
olduğunu vurguladı. 

İki lider de konuşmalarına, birbirlerine  “Kardeşim” diye hitap ederek  başladı. Başbakan Erdoğan, Van’da  meydana gelen depremden sonra Azerbaycan’ın kısa sürede gönderdiği  yardım ve enkaz altında kalanların  kurtarılması için yaptığı müdahale için  teşekkür etti. Azerbaycan’ın üç uçakla Van’a ulaştırdığı yardımların vatandaşlara  dağıtıldığını belirten Erdoğan, “Allah, Azerbaycan’ı da Türkiye’yi de  böyle afetlerden korusun. Kardeşliğimizi daim etsin.” dedi. Star Rafinerisi’nin  İzmir ve Türkiye için bir gurur kaynağı  olduğunu belirten Erdoğan, inşa aşamasında  10 bin, devreye alındığında da bin kişiye istihdam sağlayacağını kaydetti. Bu yatırımın aynı zamanda Türkiye’nin 2023 yılı hedeflerine ulaşmasına katkı yapacağını söyledi. 

Erdoğan, yatırıma verdiği destek sebebiyle Cumhurbaşkanı Aliyev’e de teşekkür etti. Azerbaycan’ın 20 yıl önce bağımsızlığına kavuştuğunu hatırlatarak, “Azerbaycan bağımsızlığını ilan ettiğinde, her bir Azeri kardeşimiz ne kadar sevindiyse biz de o kadar sevindik. 20 yıl boyunca da Azerbaycan’ın kalkınması için bir kardeş olarak samimi mücadele verdik. Aramızda çok büyük yatırımlara imza attık. Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol ve doğalgaz hattından sonra ‹Demir İpek Yolu' olarak da adlandırılan Bakü-Kars Demiryolu'nda son aşamaya geldik. Bugünkü yatırımla ise bir başka büyük yatırımı ülkelerimizin hizmetine sunuyoruz.” şeklinde konuştu. 

"Bölgede İstikrar İstiyoruz" 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye ve Azerbaycan’ın bölgelerinde barıştan, huzurdan, istikrardan ve refahtan başka hiçbir şey istemediğini söyledi. Bölgede husumetin değil, dayanışmanın hasıl olmasını istediklerini kaydeden Erdoğan, şunları kaydetti: 
“Kıbrıs meselesinde, Karabağ meselesinde, Kafkasya'nın huzura kavuşmasında, terör meselesinde Azerbaycan ile aynı yöne bakıyor, ortak hedef ve idealleri taşıyoruz. Karabağ’daki işgal, benim Azeri kardeşlerimin yüreğini ne kadar dağlıyorsa biliniz ki her bir Türkiye vatandaşımın da yüreğini o kadar dağlıyor. 

Biz iki devlet, tek millet olduğumuz kadar aynı zamanda tek yüreğiz.” 

"Bölge Ülkeleri Teröre Karşı Ortak Tavır Almalı" 

Başbakan Erdoğan, Türkiye’deki terör saldırılarının acısını Azerilerin de yüreğinde hissettiğini belirterek, “İşte onun için Karabağ’da işgal sona erinceye kadar Azerbaycan ile omuz omuza mücadeleye devam edeceğiz. Terörle mücadelemizde, dost ve kardeş ülke Azerbaycan’ın samimi desteğine her zaman müteşekkir kalacağız. Azerbaycan ile kurduğumuz bu kardeşlik ilişkisini, esasen bölgedeki tüm ülkelerle arzu ediyoruz. Azerbaycan ve Türkiye, kardeşlik içinde nasıl geleceğe yürüyor ve kalkınıyorsa istiyoruz ki bölgenin diğer ülkeleriyle de bu şekilde dayanışma içinde olalım. 
Tüm dünya, bölgemizdeki tüm ülkeler artık şunu anlamalı ki terör, bizim güvenlik güçlerimiz ve bizim sivillerimizi vurduğu kadar insanlığın ortak vicdanını da 
vuruyor. Terör her kurşun sıktığında, bizi hedef aldığı kadar bu bölgenin barışı, kardeşliği, huzuru ve dayanışmasını da hedef alıyor. Bölgemizdeki ve dünyadaki her ülkeyi teröre karşı çok net tavır almaya, insanlığın ortak sorunu terörle ortak mücadeleye davet ediyoruz. Teröre müsamaha gösteren her ülke, göz yumduğu terörün bir gün gelip kendisini de hedef alacağını artık görmeli, anlamalı. Görüyorsunuz işte, Azerbaycan ile Türkiye el ele veriyor, kardeşlik içinde çok büyük ortak yatırımlar yapıyor. Dile kolay, 10 bin kişi inşaat aşamasında iş sahibi olacak. İnşallah Aliyev ile bu kardeşliği tüm dünyaya emsal göstermeye devam edeceğiz. El ele, omuz omuza ve kalp kalbe istikrarı ve huzuru tesis edeceğiz bölgede.” şeklinde konuştu. 

"Bu Yatırım Birlikteliğimizi Gösteriyor" 

Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ise depremde ölenlere Allah'tan rahmet ve yaralılara şifa dileyerek başladığı konuşmasında, daima Türkiye ile yan yana olacaklarını söyledi. Aliyev, “Çünkü bizim birliğimiz, hem bugünü güçlendirir hem de tarihi esaslara sürüklenir. Türkiye ile Azerbaycan, bütün meselelerde aynı yerdeyiz. Bugünkü merasim, birliğimizi gösteriyor. Biz birlikte çok iş yaptık ve yapacağız.” dedi. 
Azerbaycan’ın 20 yıllık bir özgürlükten sonra kardeş Türkiye’ye yatırımlara başladığını belirten Cumhurbaşkanı Aliyev, Türk şirketlerini de kendi ülkesinde yatırıma çağırdı. Petkim’in yapacağı yatırımların, hem Azerbaycan’a hem de Türkiye’ye hizmet edeceğine dikkat çekerek, iki ülke arasındaki yatırımların kardeşliği pekiştireceğini kaydetti. Gelecekte yeni güzel yatırımların temellerinin atılacağına inandığını vurgulayan Aliyev, Türkiye’ye verdikleri doğalgazın miktarını önümüzdeki yıllarda arttırmak istediklerini de söyledi: 

“Güçlü siyasi irade olduğunda bütün meseleler halledilebilir. Bizim bağımsızlığımızı ilk tanıyan ülke Türkiye oldu. 
Bizim dünyada tanınmamızda esas rolü kardeşimiz oynadı. Azerbaycan’ın en çetin anlarında bize ilk desteği veren Türkiye oldu. Bugün Azerbaycan, öz desteğini Türkiye'ye vermeye hazırdır. Bu bizim kardeşlik borcumuzdur. Biz birbirimizden ayrılamayız.” 

Cumhurbaşkanı Aliyev, Türkiye’nin dünyada büyük bir güç olmaya başladığını ve bunun da kendilerini sevindirdiğini belirterek, “Türkiye, büyük uğurlu ve şerefli yol seçmiştir. Türkiye, dünyada güç merkezi haline gelmiştir. 
O merkez ki öz siyasetini dostluk üzerine inşa ediyor.” diye konuştu. 

Açılış Yapıp Temel Attılar İki lider, anı defterinden sonra geleceğe mektup yazıp bir kapsüle koyarak rafinerinin temeline attı. Ardından son dört yıldır Petkim’de devam eden yaklaşık 270 milyon dolarlık yatırımı temsilen AYPE-T Fabrikası’nı açtılar. Ayrıca Azerbaycan’ın kurucusu Haydar Aliyev adına yaptırılan, 720 öğrenci kapasiteli Haydar Aliyev Endüstri Meslek Lisesi’nin temelini attılar. Lisede Azeri öğrenciler de eğitim görecek. 

Star Rafinerisi, 2015 yılında üretime geçecek. Yatırımla Petkim alanında rafineri, petrokimya, enerji ve lojistik entegrasyonu sağlanarak, kümeleme modeli çerçevesinde ham petrolle başlayan ve nihai ürünle biten katma değer zinciri hayata geçirilecek. Yatırımın devreye alınmasıyla Türkiye’nin cari açığı, bugünkü rakamlarla 2 milyar dolar azalacak. 

Cari Açığı 2 Milyar Dolar Azaltacak 

* Star Rafinerisi, yıllık 10 milyon ton kapasiteli olacak. Dünyanın en ileri teknolojisi ve çevre standartlarına sahip olacak. 
* 5 milyar dolara mal olacak rafinerinin inşa aşamasında, yan sanayiyle birlikte 10 bin kişi istihdam edilecek. 
* Tek bir petrol türüne bağımlı kalmadan Ural, Azeri, İran ve Kerkük petrollerini işleyebilecek esnek üretim prosesine sahip olacak. 
* Rafineride yıllık üretilecek 1 milyon 660 bin ton nafta, Petkim’in temel hammaddesi olarak kullanılacak. 
Böylece nafta ihtiyacının yüzde 80’ini ithalatla karşılayan Petkim’in dışa bağımlılığı nı azaltacak. Bu da cari açığı yıllık 2 milyar dolar azaltacak. 
* Naftanın yanısıra 5 milyon 950 bin ton ultra düşük kükürtlü motorin, 500 bin ton jet yakıtı, 500 bin ton reformat, 630 bin ton petrokok, 240 bin ton otogaz, 415 bin ton karışık ksilen, 75 bin ton olefinik LPG ve 145 bin ton kükürt üretilecek. 

Avrasya Birliği Yolunda İlk İmzalar Atıldı

    Borç krizi ile mücadele eden Avrupa Birliği ülkelerinde yönetimler değişirken, Rusya’nın öncülüğünde Avrasya Birliği ete kemiğe büründü. 
Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev ve Belarus Cumhurbaşkanı Aleksander Lukaşenko, Avrasya Ekonomik Topluluğu’na hazırlık için çalışacak Avrasya Ekonomik Komisyonu’nun kuruluşu ile ilgili belgeyi imzaladı. 
Rusya’nın 18 yıldır müzakerelerini sür dürdüğü Dünya Ticaret Örgütü üyeliği temellerinde hazırlanan ekonomik topluluk Avrasya Birliği projesinin öncüsü 
olacak. Üç ülke arasında ekonomik konularda entegrasyon öngören yeni yapının 2012 başında aktif hale gelmesi bekleniyor. 
    Rusya Devlet Başkanı Medvedev imza töreni sonrası yaptığı açıklamada Asya-Pasifik bölgesinde ekonomik entegrasyon öngören Avrasya Ekonomik Topluluğunun 2015’den önce hazır olabileceğini kaydetti. Kazak ve Belarus liderleri ile birlikte basının sorularını cevaplayan Medvedev, 

“Ön koşullar ortaya çıkarsa çalışmalarımızı hızlandırabiliriz” dedi. 

Birçok komşu ülkenin yeni ekonomik oluşumla ilgili olduğuna değinen Rusya lideri, “Yaşam bize çok yönlü işbirliğinin önemli bir kaynak olduğunu gösteriyor. Bağımsız Devletler Topluluğu ve EurAsEc topluluğu ülkelerinin yeni ekonomik yapıya ilgi duyması bunun göstergesi” tespitinde bulundu. 
Yeni ekonomik modelin Avrupa Birliği’nin karşılaştığı sorunlarla karşılaşmayacağını ve tüm üye ülkelerin eşit ekonomik pozisyonları olacağına değinen Medvedev, “Biz entegrasyon sürecinde bu tür sorunlardan kaçınmak istiyoruz. Öncelikle biz süreci sabırlı bir şekilde götürüyoruz. Avrasya Birliğimize kimin dahil olacağını biliyoruz” şeklinde konuştu. 
Kazak ve Belarus liderleri ekonomik entegrasyon sürecinde yapıcı katkıları için Rusya’ya teşekkür ederken, Nazarbayev 4 Kasım’da Rusya’da yapılacak parlamento seçimlerde iktidar partisi Birleşik Rusya’ya başarılar diledi. 
Avrasya Birliği’ne giden süreçte hükümetler arası ortak komisyon tek bir ekonomik bölge oluşturulması yönünde çalışacak. Sovyet sonrası ilk siyasi oluşumun öngörüldüğü yapıda Komisyon’un tarafsız olması ve bir kısım ulusal yetkileri zamanla devralması planlanıyor. Kremlin Avrasya Ekonomik Topluluğu’nun kuruluş tarihi ile ilgili herhangi bir açıklamada bulunmazken, Vedomosti gazetesi 2015’i işaret etti. Medvedev’e göre ise bu süreç daha önce de tamamlanabilir. 

Avrasya Ekonomik Topluluğu’nun ilk üyeleri Rusya, Kazakistan ve Belarus. Eski Sovyet ülkeleri ise zamanla birliğe dahil olabilecek. Putin Avrasya Birliği düşüncesini ortaya attığı makalesinde Avrupa Birliği tecrübesinden istifade edileceğini vurgulamış, eski Sovyet ülkeleri için de tarihi bir adım olacağını kaydetmişti. Sovyetler Birliği’nin dağılmasını 20. yüzyılın en büyük trajedisi olarak tanımlayan Putin, basitçe eski SSCB’nin canlandırılacağı ile ilgili iddiaları reddediyor. 

Uzmanlar muhtemel krizlere karşı bölge ülkelerinin kendilerini koruyabilmeleri için birlik oluşturmalarının tek alternatif olduğuna dikkat çekerken, RT’ye açıklamada bulunan Moskova Devlet Üniversitesi’nden İgor Panarin, “Avrasya Birliği AB, ABD ve Asya arasında mal, hizmetler ve iş gücü açısın dan güvenli bir koridor olacak” dedi. Avrasya Birliği’nde iş gücü serbest dolaşımı açısından da Shengen tarzı bir oluşum öngörülüyor. 

***

13 Şubat 2018 Salı

Büyük Orta doğu Projesi ve AKP

Büyük Orta doğu Projesi ve AKP


Ömer Laçiner 
(Sayı : 179 - Mart 2004)

Birbuçuk yıllık hükümet döneminin sonunda AKP, iktidar payını kendisinin bile beklemediği kadar sağlamlaştırmış, güçlendirmiş görünüyor. Bunun yanısıra ve bununla birlikte ani, geçici bir misafirmiş gibi karşılandığı merkez sağda artık ev sahibi durumuna geldiğine kendisi inandığı gibi, başkalarını, özellikle de buranın eski sahip ve varislerini de bunu ister istemez kabûl etme noktasına itmiş görünmekte.

Dahası da var. AKP -eğer “çözüm” sürecine girmiş Kıbrıs’ta faturası ona kesilecek bir soğuk duşla karşılaşılmazsa- Mart sonundaki yerel seçimlerde 3 Kasım 2002 genel seçiminden çok daha yüksek oranda oy toplamış, belki de yüzde 50 oranına varmış çıkacak. Genel hava ve anketlerin gösterdiği sonuç eğer gerçekleşirse, bu, AKP’nin hükümet ve parti olarak performansının dört dörtlük olmasından ziyade, konjonktürün AKP hesabına son derece elverişli bir seyir izlemesinin sonucu olacak.

Konjonktür etkisi derken ilk planda AKP’nin siyasal rakiplerinin 3 Kasım’da içine düştükleri perişanlıktan kurtulamayışlarını belirtmek gerekiyor. Bunun sosyo-politik arka planını AKP’nin iktidara gelişini analiz eden Birikim’deki çeşitli yazılarda ele almıştık. Bunlara eklenecek fazla bir şey yok. Merkez sağdaki rakipleri “küllerinden yeniden doğmak” için şu son onsekiz aydır sürdürdükleri çırpınışları belki de yerel seçimlerde uğrayacakları kesin gözüken hezimetle sona erdirebilir, kalıntıları orta vadede bir yeni sağ oluşum için fırsat kollamaya yönelirler. Deniz Baykal ve ekibinin adeta şimdiye kadar denedikleri tüm taklit kimlikleri kolajlayarak ortaya sürdükleri, asker bürokrat ağzıyla konuşan orta-küçük müteahhitlerin “sol- sosyal demokrat” etiketi altında toplaştıkları bir parti kimliği ile CHP’nin yaptığı “ana muhalefet”in kendisine değil ama AKP’ye epeyce bir puan kazandırdığı açık. Büyük ölçüde bu sayede AKP, merkez sağdaki yerini umduğundan fazla ve kısa sürede pekiştirebildiği gibi, merkez sola meyilli epeyce bir seçmenin oyunu en azından bu seçimlerde alacak gibi görünüyor. Bu olursa, Türkiye’de ve belki de dünyada bir “ilk” gerçekleşmiş olacak; hükümette yıpranması doğal olan iktidar partisi oy oranını dörtte bir oranında arttırırken “Ana muhalefet” belki de o oranda oy yitirmiş olarak çıkacak bu seçimden.

CHP’nin böylesi bir muhtemel bozgunu -ki bunu önleyecek değilse bile hafifletecek yegâne şey, umutsuz eski merkez sağ parti seçmenlerinin CHP’ye AKP’ye set çekmek için ödünç oy vermesidir- o onyıllardır tedavülde olan “merkez soldaki boşluk” edebiyatını elbette zirveye çıkarır ama o boşluğun nasıl dolabileceği sorusu daha epeyce bir süre muallakta kalır.

AKP’nin “merkez”deki güçlerle ilişkisi de beklenenden daha hızlı ve kolay biçimde “yoluna girdi”. Büyük sermaye artık açıkça AKP’ye övgü yağdırmaktan çekinmezken, Ordu komuta kademesinin AKP ile işbirliğinden giderek daha az rahatsız göründüğü dikkati çekti. AKP Ordu ile aralarında gerilim yaratacak her konuda, gerilim yarattırmaya matûf her konuda serinkanlı geri çekilmelerle, denemek için ona oy vermiş merkez sağ seçmen nezdinde olgunluk imtihanından başarıyla çıkmış olduğu gibi, Ordu komuta kadrosunu da sivri laikler karşısında rahatlattı.

Dış konjonktür de AKP lehine işledi. Oysa iktidarının ilk aylarında AB’den “müzakerelere başlama tarihi” almak için başlatılan iddialı, iyimser girişimden sonuç alınamamış, Kıbrıs’ta çözüm süreci kilitlenmiş, çok daha aktüel ve önemli olarak ABD’nin Irak’a saldırısına Türkiye’yi de ortak etme yönündeki baskısı AKP ve hükümeti iki cami arasında binamaz durumuna düşürmüş, izlenen yalpalanma politikası, AKP ve hükümeti her yönden gelen eleştirilere açık, kimseye yaranamamış hale düşürmüştü. Fakat daha sonra olaylar, AKP hükümetine yeni hamleler yapmak ve inisyatif kullanmak konusunda ciddi imkânlar açacak yönde gelişmiştir. Az sonra AKP’nin bu imkânı nasıl, ne yönde kullanmaya çalıştığını irdeleyeceğiz. Ancak şu noktayı şimdiden belirtebiliriz: AKP hükümetinin ülke kamuoyunu karşısına almak pahasına verdiği Irak’ın işgâline ABD yedeğinde katılma kararının Meclis’ten geçememesi, onun hem ABD nezdinde güvenilirliğini sarsmış hem de işgâle karşı çıkan -Almanya, Fransa eksenli- AB nezdinde hayli puan kaybetmesine neden olmuştu. Ancak ABD’nin “dünyaya kendi düzenini” empoze etme stratejisinin ilk ayağı Afganistan’da işlerin hiç de umduğu gibi gitmemesi ve ardından 2003 yazında Irak’ta da gidişin sarpa sarabileceği endişesinin artması karşısında -başta ABD ve AB olmak üzere-, bütün tarafların yeni bir durum değerlendirmesi ihtiyacı duymalarının sonucu olarak, Türkiye ve dolayısıyla AKP hükümeti, aylardır kendilerine karşı izlenen “kenarda dur, karışma” tutumunun değiştiğini, uluslararası politika sahnesine yeniden davet ve rol imkânı, fırsatı yakaladıklarını gördüler. 2003 yılı sonlarından şu son aylara kadar Türkiye’nin gördüğü yoğun diplomatik trafik, Çin’den Mısır’a, ABD’den İran’a ve Rusya’ya kadar dünya politikasında önemli ülkelerde yapılan üst düzey temas ve ziyaretler bunun göstergesidir. Öyle görünüyor ki, “uluslararası satranç”ta taşlar, ABD’nin “yeni dünya düzeni” atağının ilk hamlelerinin deneyimi ışığında yeniden düzenlenmekte ve Türkiye buradaki muhtemel pozisyonların hemen tümünde kritik rollerden birine aday gözükmektedir. Türkiye’ye şu son aylarda gösterilen “teveccüh” bu nedenledir ve yine bu nedenledir ki AKP’nin think-tank mekanizmalarından “Büyük Ortadoğu” gibi adlar altında analiz ve projeler dillendirilmektedir. Henüz kesin kararı verilmemiş, şekli belirlenmemiş, çoğu kritik noktası yuvarlak ifadelerle geçiştirilen bu projeler, AKP’nin yerel seçimlerden “zafer”le çıkması ve Kıbrıs’ta çözüm sürecinde ciddi bir “aksilik”le karşılaşmaması halinde 2004 ilkbaharından itibaren netleştirilmiş ve belki de yürürlüğe konulmuş olabilecek. Mevcut veriler ışığında daha şimdiden bir sonraki genel seçimden de tek başına iktidar olarak çıkması büyük ihtimal olan AKP’nin Türkiye’yi 2010’lu yıllara taşıyacak olan dış politika/stratejik tercihinin ne denli önemli olduğu tartışma götürmez. Bu bakımdan çok daha geniş bir analizi o tercihin detaylarıyla belli olacağı önümüzdeki aylarda yapmak üzere, şimdilik “tercih-proje”nin eskizinden bile çıkarılabilecek ana hatları üzerinde duracağız.

AKP kurmaylarından “Büyük Ortadoğu” projesi’nin hem genel bağlamıyla yani nasıl bir dünya -düzeni- tasarlandığı, esas alındığıyla hem de bu tasarım içinde Türkiye’nin rolüyle, ilişkili ön açıklamalar yapıldı. Bu ikinci bahsin Türkiye’ye verilen rol mü yoksa Türkiye’nin kendine biçtiği rol mü olduğu sorusu belirsiz. AKP kurmayları şüphesiz ikincisinin söz konusu olduğunu, Türkiye’nin -AKP hükümetinin, “devlet”in- bu rolü oynayabileceğine re’sen karar verdiklerini, muhataplarıyla buna göre konuştuklarını, konuşacaklarını belirten bir dil kullanıyorlar. Ancak, tarifine bakılırsa “Ortadoğu ve Kafkaslar”dan ibaret olmayıp İç ve Güneybatı Asya’yı da içerdiği çıkarsanabilecek bu “Büyük Ortadoğu”da Türkiye’nin bağımsız değilse bile özerk hamleler ve hele planlar uygulayabilecek bir “güç” olarak mı, yoksa buna muktedir güçlerden birinin yanında onun çizdiği çerçeve içinde mi hareket edeceği sorusuna ilk cevap lehinde yeterli argümanlar ileri sürüyor değiller. Kuşkusuz bundan daha önemli ve o noktayı da belirleyecek soru, söz konusu rolün içeriği ile ilgili.

Yine de irdelememize ilk sorudan başlayabiliriz. AKP’nin önde gelen kurmaylarından Ömer Çelik, Büyük Ortadoğu projesini “ABD’nin küresel güç olarak, demokrasi ve modernlikle dünyanın geri kalanını tanıştırma projesi” bağlamında sunmakta ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ABD’ye yaptığı o tantanalı ziyaret ve görüşmelerde “üst düzey” temaslara bizzat katılmış biri olarak Washington’dan sıcağı sıcağına yazdığı yazıda, (“Büyük Ortadoğu” Sabah, 1-2 Şubat 2004) o “... tanıştırma” projesinin “bir müdahale biçimi olmaktan çok, ‘küresel sorumluluk’un yerine getirilme yöntemi” olması gerektiğini söylemektedir. Çelik, yazısının sonunda “‘ABD yönetim çevrelerinde hâkim görüş’ün Büyük Ortadoğu projesinin bu bölgelere bir müdahale anlamı ya da imâsı taşımadığı, demokrasi ve özgürlük taleplerine yardımcı olmayı içerdiği yönünde” olduğunu bildiriyor ve “ABD’nin bu çizgide sabit kalması, AB’nin de bu çizginin siyasî değerlerini oluşturmak için katkı sağlaması”nın “dünya için yeni bir açılım” olacağının altını çiziyor.

Bu -hadi öyle diyelim- diplomatik ifadelerin tercümesi şöyle özetlenebilir. Ortada ABD liderliği -hegemonyası- ekseninde kurulması -zaten- tasarlanmış ve son deneyimler neticesinde yeniden gözden geçirilme zorunluluğu duyularak, AB’nin katkısının/katılımının elzem olduğu anlaşılmış bir dünya düzeni projesi var. ABD, Çelik’in yazısının bir yerinde yine diplomatik bir dille anlattığı üzre bu tasarımın “yerli” ayaklara dayanması gerektiğinin -eskisinden çok daha fazla- bilincine vararak, bunun ihtiyacını duyarak hareket etmek niyetindedir. Ve -gerisini de biz ekleyelim,- bu nedenle 2003’ün ilk sekiz dokuz ayında, arasında soğuk yeller estirdiği Türkiye’nin AKP’li başbakanını Washington’da alayı vala ile karşılayıp ona bu “yerli ayak” meselesinden kendisine epeyce bir “iş” çıkarabileceği teklifinde bulunmaktadır. Ve o teklif AKP’yi şaşırtacak kadar iştah kabartıcı ve ABD’nin bu “cömertliği” bir zayıf noktası olmaksızın göstermeyeceği de biliniyor olmalı ki, AKP hükümeti “biraz düşünmek” ihtiyacını duyuyor.

ABD’nin “demokrasi ve özgürlük taleplerine yardımcı olmak” biçiminde cilalanmış -içeriğini tahmin edebileceğimiz- teklifi elbette sürpriz değil. 2003’ün ikinci yarısından itibaren dünya ölçeğinde yoğunlaşan diplomatik trafik bir “yeniden mevzilenme” sürecine girildiğini zaten göstermekteydi. Ağır borç yükü ve hâlâ pamuk ipliğine bağlı ekonomik istikrarı ile Türkiye’nin bu “yeniden mevzilenme”de özerk bir tutum belirleme imkânının kısıtlılığı da ortada. AKP hükümeti ve devlet bu evrede ABD ve AB’nin daha sıkı, aralarındaki buzlar epey erimiş bir işbirliğine gireceğinin, ortak bir genel proje çerçevesinde hareket edeceklerinin güçlü sinyallerini almış olabilirler. Ve herhalde almış olmalılar ki, örneğin şimdiye kadar “Kıbrıs’ta çözümsüzlük” politikasında arkalarında ABD’nin zımni desteğini veya göz yummasını buldukları için “direnen” Denktaş ve onu koltuklayan Ordu Komuta kademesi, bu kez çözüm masasına oturtulmaya itiraz bile edemediler. Bunu, ABD’nin AB ile “yeni” işbirliği ve düzen stratejisini yürütmek için onun bir “sıkıntı”sını gidermekle verdiği bir taviz olarak yorumlamak herhalde doğrudur. Ve yine ABD Irak’ı işgâl operasyonu sırasında “itibarı”nı bir hayli zedelediği BM’den özür kabilinden “jestler”ini son zamanlarda arttırmış ise, ortada onun açısından oldukça ciddi bir durum var demektir. O nedenle Türkiye -yani AKP hükümeti ve devlet- her ne kadar “mevzilenme”deki yerini ve rolünü belirleme serbestisi yoksa da, o yer ve rol zaten belirlenmiş ve kabûllenilmiş ise de yine de “biraz düşünmek”, etrafı kolaçan etmek zorundadır. Ve daha da önemlisi bu belirlenmiş/benimsenmiş yer ve rolü, o “yeniden mevzilenme”nin koşulları bağlamında Türkiye toplumunun sindirimine uygun hale getirecek bir diskura ihtiyacı olacaktır.

AKP’nin, ABD’de halen iktidarı elinde tutan yeni muhafazakâr yaklaşımdan bir hayli/esaslı suretle etkilenmiş bir parti olduğunu sadece kendisine taktığı “muhafazakar demokrat” sıfatının çağrışımıyla söylemiyoruz. Bu, konuya aylar önce (Birikim Kasım-Aralık 2002, s. 163/164) Ahmet İnsel’in AKP üzerine yazısında zaten işaret edilmişti. Neo-liberalizmi ile birlikte düşünülmesi şart olan bu “muhafazakar demokrat”lığın ABD’nin “Büyük Ortadoğu” projesinde kendisine biçtiği rolün, projeyi örten demokrasi, özgürlük gibi sözcüklerin arasına sıkıştırılmış “piyasa ekonomisi taleplerine cevap vermek” ibaresinde yattığını tahmin etmek güç değil. Çelik’in yazısında ABD’nin “yeni imparatorluğu”nun eskileri gibi böl ve yönet politikası izlemediği, aksine “herkesin içinde yer aldığı düzenin belli kurallara bağlanması”na matûf bir stratejiye göre davrandığı ve bu stratejiyle kurulacak “küresel düzenin adil biçimde işlemesini sağlayacak kuralların yerleşikleşmesi”nin sağlanabileceğinden dem vuruluyor. Ve bunun bir “kazanımları paylaşmak” anlamına geleceği söyleniyor.

Bunun meali de şöyle yapılabilir. Türkiye -sermayesi, girişimcileri- ABD ve AB’ninkilerle birlikte Orta Asya’dan Akdeniz’e kadarki bir coğrafyada “serbest ticaret” seferine hazırlanmalıdır. Buralardaki “çağdaş olmayan düzenler” (deyim Çelik’indir ve bu bağlamda henüz piyasa ekonomisine tam geçememiş ülke ekonomileri demek oluyor) ABD’nin Irak’a kadar yaptığı türden -askerî- müdahale’lerle değil, o ülkenin içinden yerli unsurlar “teşvik” edilerek “modernize” edilecek, “demokratikleştirilecek”tir. Türkiye’nin birçok neden ve avantajıyla kolayca “koçbaşı”lığını üstleneceği bu “sefer”de Türk sermaye ve girişimcileri “yerel dinamikler”le irtibatın sağlanması, gerekli teminatların verilmesi rolünü oynayacaklardır. Bu ülkelerin tümünün de “devletçi” ya da “reel sosyalist” ekonomik düzenlerini “serbest piyasa” ve özelleştirme politikalarına doğru ilk açışta içine düştükleri dehşetengiz sefalet, yoksullaşma ve mafyalaşma furyasının ağır hasarından ürküp “daha ileri gitmek” için biraz mola veren halihazır yönetimleri bu tuhaf konsolidasyon sürecinde kendi tekellerine aldıkları gelir/servet kapılarını bırakmamak gibi “çağdaş olmayan bir düzen”sizliğe kalkışabilirler.* Bu durumda o kazanç/servet kapılarının kendi adlarına göz diken “yerel dinamikler”i herhalde ülkelerindeki bu “ekonomik terörizm”e karşı mücadeleye “teşvik” gayet de meşrû olacaktır.

Bu şekilde “yeni” bir içerik verilmiş “Terörizm” ve onunla mücadele safhası, o tür “terörist yönetim”lerin -bölge dikkate alındığında- kendilerine yakın sayacakları Rusya ve özellikle ekonomisi gayet hızlı biçimde “güç”lenen Çin’den destek arayabilecekleri de göz önüne alınmalıdır. “Kazanımların paylaşılması” edebiyatının bu yönüne Çelik’in yazısında hiç değinilmemesi, düşünülmediği anlamına da asla gelmiyor. Yokluğu ile varlığını besbelli eden şeyler vardır. Rusya, özellikle Çin’le “Büyük Ortadoğu”nun “sath-ı müdafaa”sında karşı karşıya gelineceği bu “proje”nin temelindeki kabûllerden biri, belkide birincisidir.

“Büyük Ortadoğu”nun halklarına gelince... Onlara Türk kardeşlerinin ağzından kendilerine “kırk katır mı kırk satır mı” alternatiflerinin fiilen sunulacağı günlerin yakın olduğu “müjdesi” verilmiş sayılabilir. Gerisi onlara ve bu kapışmada Türkiye halkına “kazanımdan pay almaya” en yakın, en avantajlı halkın kendisi olabileceğine dair imâlı mesajlar hazırlamakta olan AKP hükümetinin bu “müjde”li projesini aklına ve vicdanına sorması gereken Türkiye halkına kalmıştır.

(*) Ama Mesela Azerbaycan’da mahdum Aliyev, ülkesinde bu işi kişilik işi olarak değil “ekip” işi olarak yüreteceğinin teminatını verdiği böylece “çağdaş düzen”e uyduğu için muhaliflerini çağdışı yöntemlerle ezerken sadece sırtı sıvazlandı. Benzeri bir sürecin Gürcistan’da yaşanması ve Şevardnadze kliğinin tasfiye edilerek Saakaşvili’nin “ekip” işini yürütecek şahsiyet olarak ortaya çıkması da önemli bir paralellik sunmaktadır.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/3929/buyuk-ortadogu-projesi-ve-akp#.WoLhUyXFIdU


***