Ömer Laçiner etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ömer Laçiner etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2018 Pazar

Ömer Laçiner,in Hayal kırıklıkları ve bir gelir Kapısı olarak Birikim dergisi

Ömer Laçiner,in Hayal kırıklıkları ve bir gelir Kapısı olarak Birikim dergisi

15 Mart 2016 13:06 

Laçiner, her konuda Kendini hep haklı ve hiç yanılmamış göstermek için uğraşsa da “ Bir şeyi 40 defa söylersen olurmuş ” demekten öteye geçemiyor.

Fethullah Gülen cemaatinin düzenlediği Abant Platformu toplantılarının müdavimlerinden Birikim Dergisi kurucularından Ömer Laçiner, 
Nokta Dergisi ile bir röportaj gerçekleştirdi. Kürt sorunu ve PKK, Gülen cemaatine yönelik operasyonlar, CHP’nin Sosyal Demokrat HDP’nin Syriza olamaması ile AKP ve Recep Tayyip Erdoğan üzerine son dönemde sıklıkla servis edilen liberal tezleri tekrarladığı röportajında hiçbir siyasi sorumluluk duygusunun olmaması dikkat çekiyor.

Laçiner, her konuda kendini hep haklı ve hiç yanılmamış göstermek için uğraşsa da “bir şeyi 40 defa söylersen olurmuş” demekten öteye geçemiyor.

“PKK’nin Strateji değişikliğine Devlet hazır değil”

Röportaj, Haziran seçimlerinden sonra Kürt sorununundaki gelişmelerle başlıyor. Ömer Laçiner, geçtiğimiz Haziran ayından sonra başlayan çatışmaların 
ardından PKK’nin strateji değişikliğine gittiğini söylüyor. Dağ gerillalarının, yerini şehir gerillalarına bıraktığına ve PKK’nin işinin daha da kolaylaştığına 
dikkat çeken Laçiner, devletin böyle bir çatışmaya hazır olmadığını ileri sürüyor.

PKK’nin strateji değişiminin, örgütün lojistik gücünü de arttıracağını savunan Laçiner, “Gazze’de nasıl ki tüneller açıldıysa, Suruç’ta, Nusaybin’de, 
Kamışlı’da da inşaat halinde olan en az elli tane tünel var! Senin devlet olarak bunu engellemen mümkün değil! PKK eğer ‘Ben çatışmayı sürdüreceğim’ derse, 
Filistinlerin İsrail’e karşı sürdürdüğünden çok daha etkili sürdürebilir. Sadece Silopi’de, devletin gaddarlığı yüzünden 500 çocuğun dağa çıktığı söyleniyor. 
Ha, bundan sonra dağda gerilla görmeyeceksiniz! O iş bitti!” diyor.

“Erdoğan’ın nasıl başkanlık yapacağını biliyoruz”

2010 referandumunda anayasa değişikliğinden ya da 2013’e kadar AKP’ye verilen destekten hiç bahsetmeyince bunların hatırlanmayacağına ya da unutulacağına güvenen Laçiner, “Başkanlık muğlak bir konu, bu anlamda… Başkanlık sistemine geçildiğinde, Erdoğan’ın nasıl başkanlık yapacağını biliyoruz: “Adliye de bana bağlı olsun, Yasama’ya da emredeyim, Yürütme zaten benim elimde!” Bu manada “kuvvetlerin uyumu”, diktatörlük kurmak demektir. 100-150 yıllık merkeziyetçiliğin olduğu bir ülkede “ABD’de de başkanlık sistemi var” demek bir demagojidir. Bir de kuvvetin ve sayısal üstünlüğün, kendisine her türlü şeyi yapma imkânı verdiğini söyleyen bir insandan bahsediyoruz.” diyerek yıllarca “Kemalistlerin kuruntusu” diye hor gördükleri Erdoğan karşıtlığında kendine yer açmaya çalıştı.

Yeni umut CHP ama o da sosyal demokrat olamıyormuş

Ömer Laçiner, Haziran seçimlerinden sonra tekrar başlayan savaş ile birlikte HDP’nin gerilemesi ile bu kez de utangaç bir biçimde de olsa CHP’ye yanaşıyor. 
Laçiner, “CHP’nin kendi içinde barındırdığı iki eğilim var. Birinci şık, ulusalcı solculuk. O rafine milliyetçiliğe kaydığı anda bir “Beyaz Türk Partisi” olur. 
En fazla da yüzde 10 oy alır.” diyerek CHP’nin ulusalcılarla yollarını ayırmasını tekrarlarken bu kez CHP’ye yol da göstermeyi ihmal etmiyor.

“İkinci şık da sosyal demokratlık… Bunun sosyolojik bir temeli yok. Çünkü CHP’nin emekçi bir tabanı yok. 80’lerin ortalarından beri sosyal demokrat 
kimliğini CHP’ye giydirmeye çalışsalar da oturmuyor. Onlar, CHP’de hep sığıntı kadrolar oldu.” diyerek eleştirse de aklınca CHP’nin “sosyal demokrat” 
olmasını istediğini ifade etmeye buradan başlıyor. Elbette bu arada CHP’nin yoğun olarak oy aldığı Türkiye’nin sahil bölgelerinde yaşayanların ya da Alevi 
olanların arasında emekçi olmadığını da öğrenmiş oluyoruz.

Ama günün sonunda Laçiner için sosyal demokratlığın ölçütü Kürt sorunununda tavır almaktan öteye köy yok. “Dünyanın her yerinde sol partiler, o ülkedeki 
azınlıkların, hakları elinden alınmışların yanındadır. CHP, kendi partisindeki ulusalcıları kaybetmemek için bir türlü sosyal demokrat parti olamıyor. 1990’larda HADEP milletvekillerini kendi bünyelerine alarak iyi bir şey yaptılar, fakat ikinci seçimde oy kayıplarını buna yordular. 
Hâlbuki üç, dört sene bedel öderdiniz; ama sonunda oylarınızı arttırırdınız. Ecevit, ‘ortanın solu’ hareketini başlattığı zaman yüzde 25’ lere kadar düşen 
CHP’nin oyunu, yüzde 42’ye taşıdı.” diyen Laçiner “CHP’ci” sayılmamak için önlemini de alıyor ve CHP’nin bunu yapacak ne gücünün, ne de isteğinin 
olduğunu söylemeyi de ihmal etmiyor.

Liberal ütopya: HDP, Podemos ve Syriza gibi olabilirdi

Laçiner’in, bir “liberal ütopya” olarak tarif edilebilecek HDP’nin Syriza olması hayallerinin suya düşmesinden de üzgün olduğu da anlaşılıyor. Laçiner, 
“Haziran Seçimleri öncesinde yapılan anketlerde, ‘Bir dahaki seçimde HDP’ye oy verebilirim’ diyenlerin oy oranı yüzde 30’ları geçmişti. HDP bu yolda devam 
edebilseydi, bir sonraki seçimde yüzde 20’leri görebilirdi. Birkaç sene içinde de Podemos (İspanya) ve Syriza (Yunanistan) gibi sol bir hareket çıkabilirdi, 
HPD’den. Bunun için de 7 Haziran Seçimleri’nden önceki performansını sürdürmesi lazımdı. Israrlı barış arzusunu geçtiğimiz Temmuz ayına kadar da 
sürdürdü aslında.” dedi.

Bu ütopyanın suya düşmesinin sorumlusu olarak ise “7 Haziran’dan sonra sadece AKP ve Erdoğan’ın değil, MHP’nin de bütün okları HDP’ye çevrildi. 
Büyük bir kin ve ırkçılıkla üzerine gittiler. HDP bunu tek başına kaldırabilirdi; ama o sırada devreye PKK girdi! Eğer PKK’nın ‘Ateşkes bozulmuştur. 
Silahlı mücadeleyi başlatıyorum’ kararı olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu savaş politikasını zor işletirdi! Haziran’dan önce Diyadin’de provokasyon 
denendi. Diyarbakır’ın göbeğinde bomba atıldı. HDP binalarına saldırıldı… HDP bütün bunlara rağmen aklıselimle davrandı. Aynı şekilde sakin kalan PKK’nın, 
üstelik de HDP o kadar oy almışken savaşı başlatması, denklemi bozdu.” diyerek PKK’yi gördüğünü açıkladı.

Duy da inanma: Erdoğan liberallerle ittifak kurmamış

Laçiner, AKP ve Erdoğan’ın 2011 seçimlerinden sonra değiştiğini ileri sürerek dönemin AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun 2013 başlarında söylediği, 
“Geçtiğimiz 10 yıl içinde, bir tasfiye süreci ve bir tanımlama özgürlük, hukuk, adalet söylemi etrafında yaptıklarımıza paydaşlar vardı. İnşa dönemi onların 
arzu ettiği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar” sözlerini hatırlatırken konuyu Gülen cemaatine bağlayarak liberallerin AKP 
ile ortaklığını unutturmaya çalışıyor. Oysa Babuşçu o röportajında açıkça liberalleri de anıyordu.

“Cemaat’le iktidar kavgası da burada başladı. Cemaat, “Ben 2002’den beri bütün cephelerde seninle çarpıştım. Sana kadrolar verdim. Şimdi devleti yeniden dizayn ediyoruz. İktidarı bölüşme zamanı geldi” dedi!” diyen Laçiner bundan sonra Gülen cemaati ile AKP üzerine tezlerini sıralıyor.

“Erdoğan’ı ABD’lilerle Cemaat tanıştırdı”

Recep Tayyip Erdoğan’ı ABD’lilerle Gülen cemaatinin tanıştırdığını ifade eden Ömer Laçiner, “AKP’lileri, ABD’deki Lobilerle, Kongre Mahfilleriyle tanıştıran hep Cemaat’in adamlarıydı. AKP’lilerin öyle teşkilatları falan yoktu. Erdoğan, ‘Cemaat benimle mücadeleye karar verdiyse bunu ABD’nin onayı ve desteğiyle yapacaktır’ diye düşündü muhtemelen. Bunun içine sonra Avrupa’yı da kattı ” diye konuştu.

Bir gelir kapısı olarak Birikim dergisi: Gülen cemaatini eleştirince Refah Partililer 2 bin dergi alıp dağıttılar.

Laçiner, 1995 yılında Gülen cemaatinin siyasetin içinde olduğunu anlattığı yazısını Refah Partililerin “ Fotokopi yapıp dağıttığını ” da açıkladı. 
Ömer Laçiner, Gülen cemaatine ilişkin bir yazısını Milli Görüşçülerin fotokopi yapıp dağıtmasına ilişkin olayı şöyle aktardı:

“Ben 1995 yılında, 28 Şubat öncesi, Gülen Cemaati hakkında ‘siyasal olmayan İslam’ övgüleri düzüldüğü sırada bir yazı yazdım. ‘Saçmalamayın. Onların da 
bir siyaseti var; ama başka türlü!’ demiştim. Refah Partili olup da Cemaat’e karşı olanlar, bana tebrik telefonları etmeleri bir tarafa, 2 bin tane Birikim 
dergisi alıp dağıttılar! O yazıları fotokopi yapıp dağıttılar, teşkilatlarında.”

http://gazetemanifesto.com/2016/lacinerin-hayal-kirikliklari-bir-gelir-kapisi-olarak-birikim-dergisi-26846/


***

13 Şubat 2018 Salı

Büyük Orta doğu Projesi ve AKP

Büyük Orta doğu Projesi ve AKP


Ömer Laçiner 
(Sayı : 179 - Mart 2004)

Birbuçuk yıllık hükümet döneminin sonunda AKP, iktidar payını kendisinin bile beklemediği kadar sağlamlaştırmış, güçlendirmiş görünüyor. Bunun yanısıra ve bununla birlikte ani, geçici bir misafirmiş gibi karşılandığı merkez sağda artık ev sahibi durumuna geldiğine kendisi inandığı gibi, başkalarını, özellikle de buranın eski sahip ve varislerini de bunu ister istemez kabûl etme noktasına itmiş görünmekte.

Dahası da var. AKP -eğer “çözüm” sürecine girmiş Kıbrıs’ta faturası ona kesilecek bir soğuk duşla karşılaşılmazsa- Mart sonundaki yerel seçimlerde 3 Kasım 2002 genel seçiminden çok daha yüksek oranda oy toplamış, belki de yüzde 50 oranına varmış çıkacak. Genel hava ve anketlerin gösterdiği sonuç eğer gerçekleşirse, bu, AKP’nin hükümet ve parti olarak performansının dört dörtlük olmasından ziyade, konjonktürün AKP hesabına son derece elverişli bir seyir izlemesinin sonucu olacak.

Konjonktür etkisi derken ilk planda AKP’nin siyasal rakiplerinin 3 Kasım’da içine düştükleri perişanlıktan kurtulamayışlarını belirtmek gerekiyor. Bunun sosyo-politik arka planını AKP’nin iktidara gelişini analiz eden Birikim’deki çeşitli yazılarda ele almıştık. Bunlara eklenecek fazla bir şey yok. Merkez sağdaki rakipleri “küllerinden yeniden doğmak” için şu son onsekiz aydır sürdürdükleri çırpınışları belki de yerel seçimlerde uğrayacakları kesin gözüken hezimetle sona erdirebilir, kalıntıları orta vadede bir yeni sağ oluşum için fırsat kollamaya yönelirler. Deniz Baykal ve ekibinin adeta şimdiye kadar denedikleri tüm taklit kimlikleri kolajlayarak ortaya sürdükleri, asker bürokrat ağzıyla konuşan orta-küçük müteahhitlerin “sol- sosyal demokrat” etiketi altında toplaştıkları bir parti kimliği ile CHP’nin yaptığı “ana muhalefet”in kendisine değil ama AKP’ye epeyce bir puan kazandırdığı açık. Büyük ölçüde bu sayede AKP, merkez sağdaki yerini umduğundan fazla ve kısa sürede pekiştirebildiği gibi, merkez sola meyilli epeyce bir seçmenin oyunu en azından bu seçimlerde alacak gibi görünüyor. Bu olursa, Türkiye’de ve belki de dünyada bir “ilk” gerçekleşmiş olacak; hükümette yıpranması doğal olan iktidar partisi oy oranını dörtte bir oranında arttırırken “Ana muhalefet” belki de o oranda oy yitirmiş olarak çıkacak bu seçimden.

CHP’nin böylesi bir muhtemel bozgunu -ki bunu önleyecek değilse bile hafifletecek yegâne şey, umutsuz eski merkez sağ parti seçmenlerinin CHP’ye AKP’ye set çekmek için ödünç oy vermesidir- o onyıllardır tedavülde olan “merkez soldaki boşluk” edebiyatını elbette zirveye çıkarır ama o boşluğun nasıl dolabileceği sorusu daha epeyce bir süre muallakta kalır.

AKP’nin “merkez”deki güçlerle ilişkisi de beklenenden daha hızlı ve kolay biçimde “yoluna girdi”. Büyük sermaye artık açıkça AKP’ye övgü yağdırmaktan çekinmezken, Ordu komuta kademesinin AKP ile işbirliğinden giderek daha az rahatsız göründüğü dikkati çekti. AKP Ordu ile aralarında gerilim yaratacak her konuda, gerilim yarattırmaya matûf her konuda serinkanlı geri çekilmelerle, denemek için ona oy vermiş merkez sağ seçmen nezdinde olgunluk imtihanından başarıyla çıkmış olduğu gibi, Ordu komuta kadrosunu da sivri laikler karşısında rahatlattı.

Dış konjonktür de AKP lehine işledi. Oysa iktidarının ilk aylarında AB’den “müzakerelere başlama tarihi” almak için başlatılan iddialı, iyimser girişimden sonuç alınamamış, Kıbrıs’ta çözüm süreci kilitlenmiş, çok daha aktüel ve önemli olarak ABD’nin Irak’a saldırısına Türkiye’yi de ortak etme yönündeki baskısı AKP ve hükümeti iki cami arasında binamaz durumuna düşürmüş, izlenen yalpalanma politikası, AKP ve hükümeti her yönden gelen eleştirilere açık, kimseye yaranamamış hale düşürmüştü. Fakat daha sonra olaylar, AKP hükümetine yeni hamleler yapmak ve inisyatif kullanmak konusunda ciddi imkânlar açacak yönde gelişmiştir. Az sonra AKP’nin bu imkânı nasıl, ne yönde kullanmaya çalıştığını irdeleyeceğiz. Ancak şu noktayı şimdiden belirtebiliriz: AKP hükümetinin ülke kamuoyunu karşısına almak pahasına verdiği Irak’ın işgâline ABD yedeğinde katılma kararının Meclis’ten geçememesi, onun hem ABD nezdinde güvenilirliğini sarsmış hem de işgâle karşı çıkan -Almanya, Fransa eksenli- AB nezdinde hayli puan kaybetmesine neden olmuştu. Ancak ABD’nin “dünyaya kendi düzenini” empoze etme stratejisinin ilk ayağı Afganistan’da işlerin hiç de umduğu gibi gitmemesi ve ardından 2003 yazında Irak’ta da gidişin sarpa sarabileceği endişesinin artması karşısında -başta ABD ve AB olmak üzere-, bütün tarafların yeni bir durum değerlendirmesi ihtiyacı duymalarının sonucu olarak, Türkiye ve dolayısıyla AKP hükümeti, aylardır kendilerine karşı izlenen “kenarda dur, karışma” tutumunun değiştiğini, uluslararası politika sahnesine yeniden davet ve rol imkânı, fırsatı yakaladıklarını gördüler. 2003 yılı sonlarından şu son aylara kadar Türkiye’nin gördüğü yoğun diplomatik trafik, Çin’den Mısır’a, ABD’den İran’a ve Rusya’ya kadar dünya politikasında önemli ülkelerde yapılan üst düzey temas ve ziyaretler bunun göstergesidir. Öyle görünüyor ki, “uluslararası satranç”ta taşlar, ABD’nin “yeni dünya düzeni” atağının ilk hamlelerinin deneyimi ışığında yeniden düzenlenmekte ve Türkiye buradaki muhtemel pozisyonların hemen tümünde kritik rollerden birine aday gözükmektedir. Türkiye’ye şu son aylarda gösterilen “teveccüh” bu nedenledir ve yine bu nedenledir ki AKP’nin think-tank mekanizmalarından “Büyük Ortadoğu” gibi adlar altında analiz ve projeler dillendirilmektedir. Henüz kesin kararı verilmemiş, şekli belirlenmemiş, çoğu kritik noktası yuvarlak ifadelerle geçiştirilen bu projeler, AKP’nin yerel seçimlerden “zafer”le çıkması ve Kıbrıs’ta çözüm sürecinde ciddi bir “aksilik”le karşılaşmaması halinde 2004 ilkbaharından itibaren netleştirilmiş ve belki de yürürlüğe konulmuş olabilecek. Mevcut veriler ışığında daha şimdiden bir sonraki genel seçimden de tek başına iktidar olarak çıkması büyük ihtimal olan AKP’nin Türkiye’yi 2010’lu yıllara taşıyacak olan dış politika/stratejik tercihinin ne denli önemli olduğu tartışma götürmez. Bu bakımdan çok daha geniş bir analizi o tercihin detaylarıyla belli olacağı önümüzdeki aylarda yapmak üzere, şimdilik “tercih-proje”nin eskizinden bile çıkarılabilecek ana hatları üzerinde duracağız.

AKP kurmaylarından “Büyük Ortadoğu” projesi’nin hem genel bağlamıyla yani nasıl bir dünya -düzeni- tasarlandığı, esas alındığıyla hem de bu tasarım içinde Türkiye’nin rolüyle, ilişkili ön açıklamalar yapıldı. Bu ikinci bahsin Türkiye’ye verilen rol mü yoksa Türkiye’nin kendine biçtiği rol mü olduğu sorusu belirsiz. AKP kurmayları şüphesiz ikincisinin söz konusu olduğunu, Türkiye’nin -AKP hükümetinin, “devlet”in- bu rolü oynayabileceğine re’sen karar verdiklerini, muhataplarıyla buna göre konuştuklarını, konuşacaklarını belirten bir dil kullanıyorlar. Ancak, tarifine bakılırsa “Ortadoğu ve Kafkaslar”dan ibaret olmayıp İç ve Güneybatı Asya’yı da içerdiği çıkarsanabilecek bu “Büyük Ortadoğu”da Türkiye’nin bağımsız değilse bile özerk hamleler ve hele planlar uygulayabilecek bir “güç” olarak mı, yoksa buna muktedir güçlerden birinin yanında onun çizdiği çerçeve içinde mi hareket edeceği sorusuna ilk cevap lehinde yeterli argümanlar ileri sürüyor değiller. Kuşkusuz bundan daha önemli ve o noktayı da belirleyecek soru, söz konusu rolün içeriği ile ilgili.

Yine de irdelememize ilk sorudan başlayabiliriz. AKP’nin önde gelen kurmaylarından Ömer Çelik, Büyük Ortadoğu projesini “ABD’nin küresel güç olarak, demokrasi ve modernlikle dünyanın geri kalanını tanıştırma projesi” bağlamında sunmakta ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ABD’ye yaptığı o tantanalı ziyaret ve görüşmelerde “üst düzey” temaslara bizzat katılmış biri olarak Washington’dan sıcağı sıcağına yazdığı yazıda, (“Büyük Ortadoğu” Sabah, 1-2 Şubat 2004) o “... tanıştırma” projesinin “bir müdahale biçimi olmaktan çok, ‘küresel sorumluluk’un yerine getirilme yöntemi” olması gerektiğini söylemektedir. Çelik, yazısının sonunda “‘ABD yönetim çevrelerinde hâkim görüş’ün Büyük Ortadoğu projesinin bu bölgelere bir müdahale anlamı ya da imâsı taşımadığı, demokrasi ve özgürlük taleplerine yardımcı olmayı içerdiği yönünde” olduğunu bildiriyor ve “ABD’nin bu çizgide sabit kalması, AB’nin de bu çizginin siyasî değerlerini oluşturmak için katkı sağlaması”nın “dünya için yeni bir açılım” olacağının altını çiziyor.

Bu -hadi öyle diyelim- diplomatik ifadelerin tercümesi şöyle özetlenebilir. Ortada ABD liderliği -hegemonyası- ekseninde kurulması -zaten- tasarlanmış ve son deneyimler neticesinde yeniden gözden geçirilme zorunluluğu duyularak, AB’nin katkısının/katılımının elzem olduğu anlaşılmış bir dünya düzeni projesi var. ABD, Çelik’in yazısının bir yerinde yine diplomatik bir dille anlattığı üzre bu tasarımın “yerli” ayaklara dayanması gerektiğinin -eskisinden çok daha fazla- bilincine vararak, bunun ihtiyacını duyarak hareket etmek niyetindedir. Ve -gerisini de biz ekleyelim,- bu nedenle 2003’ün ilk sekiz dokuz ayında, arasında soğuk yeller estirdiği Türkiye’nin AKP’li başbakanını Washington’da alayı vala ile karşılayıp ona bu “yerli ayak” meselesinden kendisine epeyce bir “iş” çıkarabileceği teklifinde bulunmaktadır. Ve o teklif AKP’yi şaşırtacak kadar iştah kabartıcı ve ABD’nin bu “cömertliği” bir zayıf noktası olmaksızın göstermeyeceği de biliniyor olmalı ki, AKP hükümeti “biraz düşünmek” ihtiyacını duyuyor.

ABD’nin “demokrasi ve özgürlük taleplerine yardımcı olmak” biçiminde cilalanmış -içeriğini tahmin edebileceğimiz- teklifi elbette sürpriz değil. 2003’ün ikinci yarısından itibaren dünya ölçeğinde yoğunlaşan diplomatik trafik bir “yeniden mevzilenme” sürecine girildiğini zaten göstermekteydi. Ağır borç yükü ve hâlâ pamuk ipliğine bağlı ekonomik istikrarı ile Türkiye’nin bu “yeniden mevzilenme”de özerk bir tutum belirleme imkânının kısıtlılığı da ortada. AKP hükümeti ve devlet bu evrede ABD ve AB’nin daha sıkı, aralarındaki buzlar epey erimiş bir işbirliğine gireceğinin, ortak bir genel proje çerçevesinde hareket edeceklerinin güçlü sinyallerini almış olabilirler. Ve herhalde almış olmalılar ki, örneğin şimdiye kadar “Kıbrıs’ta çözümsüzlük” politikasında arkalarında ABD’nin zımni desteğini veya göz yummasını buldukları için “direnen” Denktaş ve onu koltuklayan Ordu Komuta kademesi, bu kez çözüm masasına oturtulmaya itiraz bile edemediler. Bunu, ABD’nin AB ile “yeni” işbirliği ve düzen stratejisini yürütmek için onun bir “sıkıntı”sını gidermekle verdiği bir taviz olarak yorumlamak herhalde doğrudur. Ve yine ABD Irak’ı işgâl operasyonu sırasında “itibarı”nı bir hayli zedelediği BM’den özür kabilinden “jestler”ini son zamanlarda arttırmış ise, ortada onun açısından oldukça ciddi bir durum var demektir. O nedenle Türkiye -yani AKP hükümeti ve devlet- her ne kadar “mevzilenme”deki yerini ve rolünü belirleme serbestisi yoksa da, o yer ve rol zaten belirlenmiş ve kabûllenilmiş ise de yine de “biraz düşünmek”, etrafı kolaçan etmek zorundadır. Ve daha da önemlisi bu belirlenmiş/benimsenmiş yer ve rolü, o “yeniden mevzilenme”nin koşulları bağlamında Türkiye toplumunun sindirimine uygun hale getirecek bir diskura ihtiyacı olacaktır.

AKP’nin, ABD’de halen iktidarı elinde tutan yeni muhafazakâr yaklaşımdan bir hayli/esaslı suretle etkilenmiş bir parti olduğunu sadece kendisine taktığı “muhafazakar demokrat” sıfatının çağrışımıyla söylemiyoruz. Bu, konuya aylar önce (Birikim Kasım-Aralık 2002, s. 163/164) Ahmet İnsel’in AKP üzerine yazısında zaten işaret edilmişti. Neo-liberalizmi ile birlikte düşünülmesi şart olan bu “muhafazakar demokrat”lığın ABD’nin “Büyük Ortadoğu” projesinde kendisine biçtiği rolün, projeyi örten demokrasi, özgürlük gibi sözcüklerin arasına sıkıştırılmış “piyasa ekonomisi taleplerine cevap vermek” ibaresinde yattığını tahmin etmek güç değil. Çelik’in yazısında ABD’nin “yeni imparatorluğu”nun eskileri gibi böl ve yönet politikası izlemediği, aksine “herkesin içinde yer aldığı düzenin belli kurallara bağlanması”na matûf bir stratejiye göre davrandığı ve bu stratejiyle kurulacak “küresel düzenin adil biçimde işlemesini sağlayacak kuralların yerleşikleşmesi”nin sağlanabileceğinden dem vuruluyor. Ve bunun bir “kazanımları paylaşmak” anlamına geleceği söyleniyor.

Bunun meali de şöyle yapılabilir. Türkiye -sermayesi, girişimcileri- ABD ve AB’ninkilerle birlikte Orta Asya’dan Akdeniz’e kadarki bir coğrafyada “serbest ticaret” seferine hazırlanmalıdır. Buralardaki “çağdaş olmayan düzenler” (deyim Çelik’indir ve bu bağlamda henüz piyasa ekonomisine tam geçememiş ülke ekonomileri demek oluyor) ABD’nin Irak’a kadar yaptığı türden -askerî- müdahale’lerle değil, o ülkenin içinden yerli unsurlar “teşvik” edilerek “modernize” edilecek, “demokratikleştirilecek”tir. Türkiye’nin birçok neden ve avantajıyla kolayca “koçbaşı”lığını üstleneceği bu “sefer”de Türk sermaye ve girişimcileri “yerel dinamikler”le irtibatın sağlanması, gerekli teminatların verilmesi rolünü oynayacaklardır. Bu ülkelerin tümünün de “devletçi” ya da “reel sosyalist” ekonomik düzenlerini “serbest piyasa” ve özelleştirme politikalarına doğru ilk açışta içine düştükleri dehşetengiz sefalet, yoksullaşma ve mafyalaşma furyasının ağır hasarından ürküp “daha ileri gitmek” için biraz mola veren halihazır yönetimleri bu tuhaf konsolidasyon sürecinde kendi tekellerine aldıkları gelir/servet kapılarını bırakmamak gibi “çağdaş olmayan bir düzen”sizliğe kalkışabilirler.* Bu durumda o kazanç/servet kapılarının kendi adlarına göz diken “yerel dinamikler”i herhalde ülkelerindeki bu “ekonomik terörizm”e karşı mücadeleye “teşvik” gayet de meşrû olacaktır.

Bu şekilde “yeni” bir içerik verilmiş “Terörizm” ve onunla mücadele safhası, o tür “terörist yönetim”lerin -bölge dikkate alındığında- kendilerine yakın sayacakları Rusya ve özellikle ekonomisi gayet hızlı biçimde “güç”lenen Çin’den destek arayabilecekleri de göz önüne alınmalıdır. “Kazanımların paylaşılması” edebiyatının bu yönüne Çelik’in yazısında hiç değinilmemesi, düşünülmediği anlamına da asla gelmiyor. Yokluğu ile varlığını besbelli eden şeyler vardır. Rusya, özellikle Çin’le “Büyük Ortadoğu”nun “sath-ı müdafaa”sında karşı karşıya gelineceği bu “proje”nin temelindeki kabûllerden biri, belkide birincisidir.

“Büyük Ortadoğu”nun halklarına gelince... Onlara Türk kardeşlerinin ağzından kendilerine “kırk katır mı kırk satır mı” alternatiflerinin fiilen sunulacağı günlerin yakın olduğu “müjdesi” verilmiş sayılabilir. Gerisi onlara ve bu kapışmada Türkiye halkına “kazanımdan pay almaya” en yakın, en avantajlı halkın kendisi olabileceğine dair imâlı mesajlar hazırlamakta olan AKP hükümetinin bu “müjde”li projesini aklına ve vicdanına sorması gereken Türkiye halkına kalmıştır.

(*) Ama Mesela Azerbaycan’da mahdum Aliyev, ülkesinde bu işi kişilik işi olarak değil “ekip” işi olarak yüreteceğinin teminatını verdiği böylece “çağdaş düzen”e uyduğu için muhaliflerini çağdışı yöntemlerle ezerken sadece sırtı sıvazlandı. Benzeri bir sürecin Gürcistan’da yaşanması ve Şevardnadze kliğinin tasfiye edilerek Saakaşvili’nin “ekip” işini yürütecek şahsiyet olarak ortaya çıkması da önemli bir paralellik sunmaktadır.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/3929/buyuk-ortadogu-projesi-ve-akp#.WoLhUyXFIdU


***

15 Ocak 2018 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 9

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 9


60 Yıllık Avrupa Birliği Barışının Sırrı,


Ela Bilgen
01 Nisan 2017


Birlik karşıtı popülist hareketler, göç sorunu, terör tehdidi ve Brexit’in yol açtığı krizlerle gündemden düşmeyen Avrupa Birliği son günlerde bir kutlamayla nefes almaya çalışıyor. 25 Mart 1957’de imzalanan Roma Antlaşması’yla Birliğin çekirdeğini oluşturan Avrupa Ekonomik Topluluğu kurulalı tam 60 yıl oldu. Bu 60. yaş, krizlerin aşılması ve bütünleşmenin pekiştirilmesi için bir fırsat olarak görülüyor. Bu fırsatı değerlendirmek için 25 Mart’ta AB kurumlarının temsilcileri ve üye devletlerin liderleri Roma Antlaşması’nın imzalandığı görkemli Palazzo dei Conservatori’de bir araya gelerek ortak bir deklarasyona imza attı. Birlikten çıkış işlemlerini resmen başlatan İngiltere Başbakanı Theresa May’in zirveye katılmamış olması dikkat çekse de AB, 27 üyeyle sapasağlam durduğu mesajını verdi.

Roma Deklarasyonu’yla ilk olarak Avrupa’nın “60 yıl önce, iki dünya savaşının neden olduğu yıkımın üstesinden gelmek için birbirine bağlanma kararı aldığı” ifade edildi. Barış, özgürlük, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi değerlerin benimsendiği ve sosyal koruma ve refahın sağlanması için güçlü bir ekonomik yapı oluşturulduğu hatırlatıldı. Avrupa’nın bugün Birlik içinde ve küresel ölçekte eşi benzeri görülmemiş zorluklarla karşı karşıya olduğu ve bölgesel çatışmalar, terörizm, artan göç baskısı, korumacılık ve sosyal ve ekonomik eşitsizlikle mücadele ettiği belirtildi. Bu nedenle de daha sıkı bir birlik oluşturmanın önemi vurgulandı. Deklarasyon’un dikkat çeken cümlesiyse üyelerin “birlikte ve aynı doğrultuda ama farklı hız ve yoğunluklarda hareket edeceği” ifadesiydi.

Polonya’nın son ana dek bildiriye imza atmaktan geri durduğu ve Yunanistan’ın da bildiri metnine itirazlar getirdiği yönündeki duyumlardan Deklarasyon’un dilinin yumuşatılmış olduğu anlaşılıyor. Nitekim “farklı hızlarda hareket etme” ifadesinin son dönemde yoğun biçimde tartışılan “çok vitesli Avrupa” ya da “değişken geometrili Avrupa” denilen modele işaret ettiği söylenebilir. Çok vitesli Avrupa, “kimi alanlarda daha çok derinleşme isteyen üyelerle daha az/yavaş derinleşmeden yana olan üyeler arasındaki görüş farklılığını gidermek için bulunan yol. Buna göre, alınan ortak kararla AB içinde farklı derinleşme halkalarının oluşması mümkün. Böylece isteyen üyeler ortak hedeflere daha hızlı ulaşırken kimisi bu uygulamalara katılmayı zamana yayabilmekte. Hatta bazı üyelerin oluşturulacak kimi ortak yapılara belirli şartlar çerçevesinde hiç dâhil olmaması da mümkün olabilmekte.” [I] Üye ülkeler arasında karar alma süreçlerine katılımda eşitsizliğe neden olacağı ve AB bütünlüğünü tehlikeye sokacağı endişesiyle Yunanistan ve Polonya’nın karşı çıktığı çok vitesli Avrupa fikri, karar ve uygulamaların hızlandırılması gerektiğini savunan Almanya, Fransa, İspanya, İtalya ve Belçika tarafından destekleniyor.

Aslında çok vitesli Avrupa fikri, Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker tarafından Mart başında yayınlanan Beyaz Kitap’ta Avrupa’nın geleceği için önerilen beş senaryodan da biri. Komisyon, Brexit’in başka üye devletleri tetiklemesini önlemek adına 2025’e dek AB için alternatif bir yol oluşturmaya çalışıyor. Çok vitesli Avrupa modeli, muhtemelen nispeten yoksul üyelerde oluşturduğu kötü çağrışımlar nedeniyle “daha fazlasını isteyenin daha fazlasını yapması” olarak anılıyor ve bazı üye devletlerin savunma, iç güvenlik, vergilendirme, toplumsal meseleler vb alanlarda tüm devletlerin oybirliğine muhtaç kararları beklemeden koalisyonlarla hareket edebileceği ifade ediliyor. Bunun yanı sıra bir AB federasyonuna gönderme yapan “birlikte daha fazlasını yapmak”, yani ulusal yetkilerin daha fazla oranda ulus-üstü AB kurumlarına aktarılması da senaryolar arasında. Öncelikli alanlar belirleyerek diğer alanlardan çekilmeyi içeren “daha azını daha etkin biçimde yapmak”, ortak pazar dışındaki faaliyet ve politikaları dışarıda bırakan “sadece ortak pazar” ve hâlihazırda AB gündeminde bulunan reformların sürdürülmesi anlamında “olduğu gibi devam etme” de diğer üç senaryoyu oluşturmakta.

60 yıl önce dört özgürlük; işgücünün, sermayenin, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı öngörüsüyle kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun bugünkü ağababaları daha fazla alanda ve daha etkin biçimde söz söylemek istiyor. Ancak diğer tarafta da söz söyleme hakkı talep eden Avrupa’nın sıradan insanları durmakta. Nitekim liderler Conservatori Sarayı’ndayken AB yanlısı ve karşıtı pek çok gösterici de Roma sokaklarını doldurdu. Bu iki grup protestocunun ortak noktasıysa Birlik politikalarına ve anti-demokratik Brüksel bürokrasisine/Avrokratlara yönelttikleri keskin eleştirilerdi.

DİEM25, Blockupy ve Solidar gibi Brüksel bürokrasinin daimi muhalifleri, Roma’daki etkinliklerine liderler zirvesinden birkaç gün önce başladılar ve çeşitli platformlarda sosyal haklar, toplumsal cinsiyet eşitliği, eğitim, göç, iklim ve enerji politikaları ve etkin yurttaşlık gibi pek çok alanda reform beklentilerini dile getirdiler. Neoliberal politikalar ve kemer sıkma tedbirleriyle tetiklenen milliyetçi hareketler ve toplumsal gerginlikler sonucunda Avrupa’nın çökme noktasına geldiği eleştirileri yapıldı. Avrupa’nın her yerinde sınırların, duvarların, tel örgülerin yükselmekte olduğu, göçmenlerinse demokrasi ve sosyal haklarla birlikte ilk kurbanlar olduğu vurgulandı. İçinde bulunulan dönemin normal bir zaman olmadığı ve tüm Avrupalıların tehlike altında olduğu ifade edildi. Roma sokakları, neoliberal politikaların bir zorunluluk olmadığını haykıran insanlarla dolup taştı.

AB’nin kuruluşuna dair kurumsal anlatı, iki dünya savaşının yıkımının ardından Avrupa halklarının ihtiyaç duyduğu barış ve refahın sağlanması amacını parlatır. Sokaktaki bu huzursuz tabloya rağmen, Roma’daki liderler zirvesinde de son 60 yıllık dönem, Avrupa tarihinin en uzun süren barış dönemi olarak anıldı ve AB’nin 2012’de Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüğü hatırlatıldı.

Ancak göstericilere kulak verildiğinde bu barış döneminin Avrupalılar açısından eşitlik ve adaleti, dolayısıyla toplumsal huzuru sağlayamadığı anlaşılıyor. Tam da bu nedenle Avrupa Birliği’ni bir barış projesi olarak ele almak, onun kuruluş amacını ve bugünkü varlık nedenini doğru biçimde analiz etmeyi güçleştiriyor. Zira kuruluşun tetikleyicisi Avrupa halklarının barış ve refah ihtiyacından çok, yeni hegemon olarak beliren ABD’nin ekonomik gelişmesi için gereken barış ve refah ihtiyacıydı. II. Dünya Savaşı’nın ardından 1929’dakine benzer bir ekonomik bunalımın yaşanmasını önlemek için ABD öncülüğünde önce sabit kur sistemi belirlenmiş, sonra bu sisteme iki güçlü para birimi eklenerek doların desteklenmesi kararlaştırılmıştı. Bu destekleyicilerse Savaş’ın yenilenleri Almanya ve Japonya olacaktı. Elbette güçlü para birimi için bu iki ülkede ağır sanayi kurulmalı ve üretilen mallar için de gereken talebi sağlayacak yakın ticaret bölgeleri oluşturulmalıydı. [II]

Gerçi savaşın acıları henüz tazeyken ve intikam duyguları yükselmişken Almanya’nın sanayisizleştirilerek cezalandırılması talepleri dile getiriliyordu ama ABD açısından Almanya’ya karşı yürütülen savaş sona ermiş, savaşın düzeni geçerliliğini kaybetmiş ve yeni bir düzen kurma ihtiyacı belirmişti. 16. yüzyıl başında Amerika kıtasında Papa’nın kurallarıyla bağlı olmayan “yerlilerle” tanışan Avrupalıların, Papalık düzeninden farklı bir düzen ihtiyacıyla modern uluslararası hukuka adım atmaları süreci tersine dönmüş gibiydi. Tıpkı 16. yüzyılda yerlilerin insanlaştırılarak yeni düzenin kapsamına alınması gibi, Almanlar da (uluslararası ceza mahkemeleri yoluyla) suçlarından arındırılarak “muhatap”laştırıldılar ve yeni düzen kapsamına alındılar.

Böylece tıpkı Birleşmiş milletler gibi bir yeni düzen çocuğu olarak doğan Avrupa Ekonomik Topluluğu yeni hegemon ABD’nin tam desteğiyle kuruldu. Henüz hegemonyasının sona erdiğini bu şekilde resmileştirmeye hazır olmayan bir önceki hegemon İngiltere’nin başlangıçta Topluluk üyeliğinden geri durması da şaşırtıcı değildi.

AB’nin kuruluş amacı daha derinde kapitalizmin önündeki engellerin aşılmasıydı. Fernand Braudel’in söylediği gibi [III] kapitalizm, ulus-devletin düzenleyiciliğine ihtiyaç duymaktaydı. Nitekim ulusal hükümetlerin kamu kaynaklarını batık bankaları kurtarmaya adadığı 2008 krizi de sermayedarların devletlerin düzenleyici gücüne ne kadar muhtaç olduğunu bir kez daha gösterdi.

Ancak Yannis Varoufakis’in hatırlattığı gibi 1929 Bunalımı’ndan [IV] “kapitalizmin ulusal düzeyle sınırlı kalarak etkili şekilde yürütülemeyeceği” dersi de çıkarılmıştı. II. Dünya Savaşı, dünya sistemini bir imparatorluğa dönüştürmeye çalışan faşizmlerin kapitalist ilerlemeyi durdurma girişimlerine sahne olmuştu. Savaşın ardından hızlanan Avrupa bütünleşmesi fikri, sistemi bir imparatorluğa çevirmeden, kontrollü biçimde, kapitalizme vurulan bu faşizm darbesinin tekrarlanmasını önlemeyi amaçlıyordu. Yani İngiltere hegemonyasının zayıflamasının kıtada oluşturduğu dengesizlik ABD hegemonyası tarafından Avrupa bütünleşmesi şeklinde doldurulmaktaydı.

Bugün artık ABD, hegemonik gücünü kaybederken Avrupa bütünleşmesinden/AB’den de desteğini çekiyor. Bu boşluktan doğabilecek fırsatları ilk görenin, deneyimli İngiltere olması da rastlantı olmayabilir. Bu aynı zamanda dünya ekonomi sisteminde ve dolayısıyla ulus-devlet düzeninde yapısal bir dönüşümle de eş güdümlü ilerlemekte. AB’nin parçalanması ve bir imparatorluğa dönüşmesi fikirleri aynı anda tartışılıyor: parçalanmazsa, muhtemelen bir imparatorluğa evrilecek. Trump’ın AB bürokratları tarafından bir tehdit olarak görülmesi de aslında ulus-devletlerin ve sermaye birikiminin sürdürülebilirliğinin tehdit altında olduğuna işaret ediyor. İmparatorluğa evrilme sürecinde AB’nin mevcut ayrıcalıklı kesimleri (Avrokratlar ve onlar tarafından desteklenen sermayedarlar) ayrıcalıklarını sürdürmenin yollarını aramakta. Avrupa halkları ise eşitsizliği pekiştirmiş olan eski düzeni, daha eşitlikçi bir düzenle değiştirme mücadelesi vermekte. Roma’da biri sniperlarla korunan kapalı bir salonda, diğeri başkentin tüm sokaklarında, birbirinden apayrı iki kutlama yapılmasının nedeni de bu.

[1] Erdem Denk, Avrupa Birliği, MEB, Ankara, Aralık 2016, http://www.erdemdenk.com/AB.pdf, s.115.
[2] Yanis Varoufakis, Küresel Minatouros, Çev. Ferhat Kohen, İstanbul, Encore Yayınları, Mayıs 2015, s. 84-89.
[3] “Kapitalizm ancak devletle özdeşleştiğinde, devlet olduğunda başarıya ulaşır.”, Fernand Braudel, Kapitalizmin Kısa Tarihi, Çev. İsmail Yerguz, 2. Baskı, İstanbul, Say Yayınları, 2014, s.62.
[4] Yanis Varoufakis, Küresel Minatouros, Çev. Ferhat Kohen, İstanbul, Encore Yayınları, Mayıs 2015, s. 75.

http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8238/60-yillik-avrupa-birligi-barisinin-sirri#.WlxeY65l8dU

...

AB Komisyonu: Geri Kabul Anlaşması yürürlükte

AB Komisyonu, 1 Haziran itibariyle Türkiye ile AB arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması'nın tüm hükümlerinin yürürlüğe girdiğini duyurdu. Buna göre, Türkiye üzerinden AB'ye kaçak giriş yapanlar geri gönderilebilecek.

 Türkei Dikili Rückführung von Flüchtlingen

AB Komisyonu'nun açıklamasına göre, 1 Haziran'dan itibaren anlaşmaya taraf olmayan Danimarka ve İrlanda dışındaki tüm AB üyesi ülkeler, Türkiye üzerinden AB topraklarına kaçak yollardan giriş yaptığı tespit edilen göçmenlerin geri gönderilmesini Türkiye'den talep edebilecek.

AB topraklarına Türkiye üzerinden girdiği tespit edilen kişilerin geri gönderilmesini öngören Geri Kabul Anlaşması 1 Ekim 2014 tarihinde kabul edilmişti. Anlaşmanın, Türk vatandaşı olmayan göçmenlerin de Türkiye'ye iadesini öngören son aşamasının 2017 yılında yürürlüğe girmesi bekleniyordu. Ancak Türkiye ile AB arasındaki mülteci krizi konusundaki yakın işbirliği nedeniyle bu tarih öne çekildi. Geri Kabul Anlaşması'nın tüm hükümleriyle uygulanması, Türk vatandaşlarına Schengen Bölgesi'nde vize serbestisi tanınmasının ön koşullarından birini oluşturuyor.

Türkiye ile AB arasındaki mülteci mutabakatı çerçevesinde, mart ayından bu yana Türkiye'den Yunan adalarına kaçak yollardan geçtiği tespit edilen ve Yunanistan'da iltica başvurusunda bulunmayan sığınmacılar Türkiye'ye geri gönderiliyor. Ancak iadeler şu ana kadar Türkiye ile Yunanistan arasındaki ikili bir mutabakata dayanıyordu.

Komisyondan yapılan açıklamada, "Anlaşmanın üçüncü ülke vatandaşlarına ilişkin maddelerinin yürürlüğe girmesi Türkiye'nin vize muafiyeti sürecinde talep edilen kriterlerin yerine getirilmesi konusunda bir adım daha atmasını sağlıyor" denildi.


 Ömer Celik,

AB Bakanı Ömer Çelik

Bakan'dan vize açıklaması

AB, vize muafiyeti için Türkiye'den terörle mücadele yasasının değiştirilmesinin de aralarında bulunduğu 5 kriteri daha yerine getirmesini istiyor. Türkiye'nin toplamda 72 kriteri yerine getirmesi gerekiyor.

Brüksel'de temaslarda bulunan AB Bakanı Ömer Çelik Geri Kabul Anlaşması ile vize muafiyetinin ayrı düşünülemeyeceğini söyledi. Çelik, "Ahde vefa ilkesi gereğince, geri kabul anlaşması, yürürlüğe girmesi, vize serbestisi, gönüllü yerleştirme, 33. faslın açılması bunların hepsi bir pakettir ve bir biri ile bağlı elementlerdir. Bu elementlerin birini diğerinden ayırdığınızda yeni başlayan ivmenin kimyasal özelliğini bozarsınız. Bu kimyasal özelliğin korunması sürecin bundan sonra ilerlemesi açısından son derece kritik bir anlam ifade ediyor. Bu sebeple Türkiye'nin talep ettiği vize serbestisi konusunun hayata geçmesi fevkalâde önemlidir" dedi. Bakan Çelik, "Terörle mücadele yasasında değişiklik yapmamız beklenmemelidir" dedi.

Avrupa Parlamentosu, Türkiye tüm koşulları yerine getirmediği sürece vize muafiyeti konusunun parlamentonun gündemine alınmayacağını açıklamıştı.

© Deutsche Welle Türkçe

dpa/Reuters/DW, BÖ/ÇA


http://www.dw.com/tr/ab-komisyonu-geri-kabul-anla%C5%9Fmas%C4%B1-y%C3%BCr%C3%BCrl%C3%BCkte/a-19299023

...













Juncker: Erdoğan iki kere düşünsün

AB Komisyon Başkanı Jean-Claude Juncker Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı mülteci anlaşmasını bozmadan önce iyi düşünmesi gerektiği konusunda uyardı.

 Jean-Claude Juncker ve Tayyip Erdoğan
AB Komisyon Başkanı Jean-Claude Junker, "Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın AB ile varılan mülteci anlaşmasını feshetmeden önce iki kere düşünmesi gerektiğini" söyledi.

AB Komisyonu Başkanı Paris'te yaptığı açıklamada, "Erdoğan, anlaşmayı feshedecekse Türk gençlerine, iş insanlarına ve gazetecilere şu an neden kendi topraklarında neden sıkışıp kaldıklarını ayrıca Türklerin Avrupa'da neden serbestçe dolaşamadığını açıklamak zorunda kalır" dedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen hafta yaptığı açıklamada, "söz verildiği gibi AB'de Türklere vizesiz dolaşım hakkı 30 Haziran'da verilmezse, Türk tarafının AB ile varılan mülteci anlaşmasını feshedeceğini" söylemişti.

Mart ayında Türkiye ile AB arasında varılan mülteci anlaşması, Türkiye'den yasadışı yollarla Yunan adalarına geçmiş sığınmacıların geri gönderilmesini kapsıyor. AB ise mutabakat kapsamında Türkiye'ye gönderilecek her bir Suriyeliye karşı, Türkiye'den bir Suriyelinin Avrupa'ya kabul edilmesini taahhüt etmişti.

Avrupa Parlamentosu Türkiye'nin 72 kriterin tamamını yerine getirmesi halinde vize serbestîsi konusunun gündeme alınacağını açıkladı ve bu konuda geri adım atılmayacağının sinyalini verdi. AB Komisyonu'nun Türkiye'den yerine getirmesini talep ettiği koşullar arasında terörle mücadele yasasının değişmesi ve "terör" tanımının yeniden yapılması da bulunuyor.

© Deutsche Welle Türkçe

afp/MK/BÖ

http://www.dw.com/tr/juncker-erdo%C4%9Fan-iki-kere-d%C3%BC%C5%9F%C3%BCns%C3%BCn/a-19296533


...........


' Türkiye ile Yapılan anlaşmaya Güvenilmemeli '

Avusturya Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz, AB'yi mülteci kriziyle mücadelede Türkiye ile yapılan mülteci anlaşması konusunda uyardı.



Sebastian Kurz

Avusturya Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz Der Spiegel dergisine verdiği demecinde, Avrupa Birliği'ni mülteci krizinin çözümünde Türkiye ile yapılan anlaşmaya güvenilmemesi konusunda uyardı.

Kurz, "Aksi takdirde sonunda biz de yalnız bırakılacağız" dedi. Avusturya Dışişleri Bakanı ayrıca Türkiye ile ne pahasına olursa olsun bir anlaşma yapılmasına karşı olduğunu da sözlerine ekledi.

Kurz, anlaşma sayesinde ancak kısa süreliğine yükün hafifleyeceğine dikkat çekerek, anlaşmanın sadece bir B Planı işlevi görebileceğini ifade etti. Bakan anlaşmaya bel bağlamak yerine, öncelikli çözümün dış sınırlarını koruyabilecek durumda güçlü bir Avrupa olmak olduğunu kaydetti.

Sebastian Kurz, "Bunu yapmazsak, farklı devletlere ve hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi kişiliklere bağımlı bir Avrupa'da yaşarız. Ve bağımlılık tehlikelidir" dedi. Türkiye söz konusu olduğunda da vize muafiyetinde bir istisna yapılmaması gerektiğini belirtti.

Türkiye ile AB arasındaki mülteci anlaşması, Türkiye'den yasadışı yollarla Yunan adalarına geçmiş sığınmacıların geri gönderilmesini kapsıyor. Türkiye'ye gönderilecek her bir Suriyeliye karşı, Türkiye’den yasal yollarla bir Suriyeli Avrupa'ya kabul edilecek.

Türkiye anlaşmanın bir parçası olarak vize muafiyeti sağlanmasını bekliyor. Ancak vize muafiyeti konusu son dönem Türkiye ile AB arasında tartışmaya dönüştü. Özellikle de Türkiye'nin 72 kriter arasında yer alan terörle mücadele yasasında reforma gidilmesi şartını kabul etmemesi nedeniyle süreçte ilerleme kaydedilemiyor.

© Deutsche Welle Türkçe

DW, dpa, GA/BW

http://www.dw.com/tr/t%C3%BCrkiye-ile-yap%C4%B1lan-anla%C5%9Fmaya-g%C3%BCvenilmemeli/a-19286652


10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 8

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 8


Karlofça'dan Helsinki'ye,


Mehmet Altan 

( BİRİKİM DERGİSİ Sayı : 128 - Aralık 1999)


Türkiye’nin Avrupa Birliği Helsinki Zirvesi’nden beklediği gerçekleşmesi halinde “tam üye adaylığı”, Osmanlı’nın Avrupa’daki askerî üstünlüğü kaybettiği 1699 Karlofça’dan sonra başlayan “Batılılaşma” serüveninin en yeni halkasını oluşturacak.

Osmanlı Devleti’nde 18. yüzyılda başlayan ve devletin düştüğü bunalımı Batılı devlet ve toplum yapısını örnek alarak gidermeyi amaçlayan Batılılaşma siyaseti, henüz hedefine ulaşmış değil. Üstelik tarihsel rakibimiz Yunanistan, Avrupa Birliği üyesi, ama biz değiliz, üstelik Helsinki Zirvesi’nde Yunanistan’ın bizim üyelik beklentimizi “veto” etme yetkisi de var.

Batılılaşma tarihi, bizim neden “hedefe” ulaşamadığımızı hiçbir başka açıklamaya gerek bırakmayacak bir şekilde anlatmakta...

Osmanlı’da Batılılaşma, askerî yenilgiler sonucu gündeme geldiği için, savunma alanından başlıyor. Yeniçeri Ocağı’nın Lale Devri’ni bir ayaklanma ile sona erdirmesi “yeni bir ordu” ihtiyacını gündeme getirdi. Nizam-ı Cedit adlı “yeni ordu” bu ihtiyaçtan doğdu. Selim yeni ordu kurdu ama eskisini de lağvetmedi. Kurumsal reformlar gene bir ayaklanma ile sona erdi. Nizam-ı Cedit Hareketi’ne Kabakçı Mustafa son verdi.

1807 yılındaki bu ayaklanma ertesinde iktidar olan II. Mahmut da kendinden öncekiler gibi reforma ordudan başladı. Ancak Batılılaşma atılımı karşısındaki en büyük engelin Yeniçeri Ocağı olduğunu görünce, “kanlı bir harekâttan” sonra Yeniçeri Ocağı’nı 1826’da lağvetti. Yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye’yi kurdu. Bu ordunun eğitimini de Avrupalı subaylara bıraktı. Ardından bürokraside reform yapıldı.

Sırasıyla Tanzimat, birinci ve ikinci Meşrutiyet bunları izledi. Yenileşme sürekli “üstyapı kurumları” ile sınırlı kaldı. Osmanlı’nın üretim yapısı temelde hiç değişmedi.

BİR CUMHURİYET BİLANÇOSU

Cumhuriyet’in ilânı Batılılaştırma adına keskin bir virajı aldı, ama ülkenin üretim profilini değiştiremedi.

Dünya Bankası’nın hazırladığı World Development Report 1999/2000 adlı çalışma, Avrupa Birliği tam üyeliği beklentisi içinde olan Türkiye’nin bulunduğu ekonomik düzeyin net bir resmini çekmiş bulunmakta.

206 dünya ülkesi açısından, kişi başına gelir sıralamasında 89. sıradayız. 3.160 dolarla, Avrupa Birliği’nin en fakir ülkesi Portekiz’e yetişmemiz için, kişi başına gelirimizi üçe katlamamız gerekmekte.

1963 ile 1998 yılları arasında kişi başına gelirimiz yılda ortalama yüzde 1.5 oranında büyümüş. Bu Tunus’un performansından bile düşük.

Cumhuriyet virajına rağmen, işgücü piyasasında en az kadın bulunan ülkeler sıralamasında hatırı sayılır bir başarı sahibiyiz.

Eğitime en az harcama yapan ülkeler sıralamasında 10. sıradayız. 76 yıllık Cumhuriyet dönemi sonunda, okula gidilen yılların toplamı, nüfusun okullaşma kapsamındaki bölümüne eşit dağıttığımızda hepimiz ilkokul dörtten terkiz. Belki de bu eğitime en az kaynak ayıran ülkelerden biri olmanın kaçınılmaz sonucu.

206 ülke arasında kamu sağlık harcaması açısından yapılan bir sıralamada da çok arkalardan gelmekteyiz. Papua Yeni Gine, Zambiya gibi ülkelerin bile bütçelerinden sağlığa ayırdıkları pay Türkiye’den fazla.

Kalkınmanın önemli işaretlerinden biri sayılan “ticari enerji” tüketme açısından ise 56. sıradayız. İran, Bulgaristan, Yunanistan bizden daha fazla ticari enerji tüketiyor.

Karlofça’dan beri Batılı olmaya çalışan devlet geleneği, onca zamana rağmen, vatandaşından vergi toplama sorununu çözmüş değil. En az vergi toplayan ülkeler sıralamasında 22’nciyiz. Toplanan vergilerin millî gelire oranı yüzde 15.2. Belçika’da aynı oran yüzde 43, Hollanda’da yüzde 42.7, Fransa’da yüzde 39.2 ve İngiltere’de yüzde 33.5.

Devletin gelir ve gider dengesini sağlama noktasından çok uzak olduğunu, bütçe açığının millî gelire oranlayan sıralamaya bakınca görüyoruz. Bütçe açıkları açısından dünya dördüncüsüyüz. 1997 yılı itibariyle bizden daha fazla bütçe açığı veren ülkeler arasında Lübnan, Arnavutluk ve Yunanistan var. Ancak, Yunanistan 1997 yılı içindeki yüzde 9’luk bütçe açığını millî gelirinin yüzde 1.5’ine indirmeyi başarmış bulunuyor. Bizde ise bu oran yüzde 12.

Batılılaşma şiarına rağmen “piyasa ekonomisi” kavramından epeyce uzaklarda seyrettiğimizi ise verdiğimiz “sübvansiyon” ispatlıyor. En fazla sübvansiyon veren ülkeler sıralamasında ilk 31’e giriyoruz.

Gene bilgi çağında en çok askerî harcama yapan 16. ülkeyiz. Bu konuda Fas, Pakistan gibi ülkeler ile çekişmekteyiz.

“ ALT YAPI ” DEVRİMLERİNİN ADI YOK

Cumhuriyet döneminin “kendi kendi” ile kıyaslayınca epey bir yol aldığımızı söyleyebiliriz. Ama Dünya Bankası Raporu gibi bir dünya klasmanı yapıldığında durumumuzun pek de parlak olmadığı ortada. Bunca süreye rağmen “zenginleşmeyi” başaramadığımız görülüyor.

Ekonomik zenginliği sağlayacak bir altyapı dönüşümü gerçekleşmeyince, üstyapı kurumlarının da reformları tam anlamıyla toplumun malı olamıyor. Türkiye’de işkence, yazılı metinlere bakılırsa 1856’da Islahat Fermanı ile yasaklanır. Halbuki 1999 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ağzından işkencenin varlığı bir kez daha teyit ediliyor.

Toplumların hem zenginleşip, hem özgürleşmesi gelişmenin topallamadan serpilmesine bağlı. Toplumların topal olup olmadığının en sağlıklı röntgenini “üretim tarzı” kavramı belirler.

Üretim tarzı, o ülkenin hem “insan-doğa” ilişkisini, hem de üretim güçlerinin niteliğinden şekillenen “insan-insan” ilişkisini açıklar.

Karasaban ile üretim yapan bir toplumda, örneğin insan ilişkileri büyük devasa sanayinin geliştiği kentlerdeki gibi olmaz. Eğer ülkenin para kazanmasındaki en önemli faktör toprak ve onu işleme biçimi de karasaban ise; mülkiyet, bölüşüm ve güç ilişkileri de o çerçevede oluşur.

Sanayi hâkim, fabrikalar etkin ise, üretim güçleri o aşamaya gelmişse, insanın insanla ilişkisini şekillendiren “üretim ilişkileri” de dönüşür. İşçi-patron anlayışı da farklaşır, kentlerdeki yaşam çerçevesi de toprak kökenli yaşam kurallarına benzemez.

İnsanın doğa ile ilişki düzeyini belirten ve üretim araçlarının gelişmişlik seviyesini tespit eden “üretim güçleri” bir yandan, o üretim yapılan çerçeveye göre oluşan insan-insan ilişkisi ya da “üretim ilişkileri” öte yandan beraberce “üretim tarzı” kavramının içeriğini doldurur.

Türkiye bugün toprak unsurunu ekonomik yaşamında silebilmiş değil, köylülük kendini hissettiren bir ağırlıkta. İşçi sınıfı çok daha önceden gelmesi gereken noktaya gelemediği gibi, burjuvazi de bir türlü yeryüzü düzeyindekilerle yarışacak bir serpilmeye uğramadı.

O nedenle, yalpalaya yalpalaya yaşadığımız sanayi dönemi boyunca, “muassır medeniyet” seviyesi de sağlanmadı.

YENİ BİR DÖNEM, YENİ BİR UMUT

Toprak egemen ise, ilişkiler de toprak yasalarına göre oluşur. Sanayi egemen ise, toplumsal ilişkiler de ona göre şekillenir. Daha düne kadar, ülke coğrafyasının yapabildiği birikim, insanlığın ulaştığı en ileri düzeyde çok daha etkendi. Örneğin, Türkiye üretim tarzını yeryüzünün en ileri üretim tarzı seviyesine taşıyamadığı için, gerek insan-doğa ilişkisi, gerek insan-insan ilişkisi, her türlü makyaja rağmen kendi özüne göre uyguluyordu. Tanzimat Fermanı ilân ediliyor, ama hukuku bu topraklardaki yapı üretmediği için, uygulaması hep keyfe göre olageliyordu.

Bu kural her ülke için geçerliydi. Örneğin, Afganistan da aşiretler hâkimiyeti, toplumsal çerçeveyi kendine göre çizmekteydi. Norveç ise başka bir düzeydeki bir yaşamın ifadesiydi. Bunları aynı noktada eşitleme olanağı yoktu. Uluslararası kurallar, ülke içlerinde kayboluveriyordu.

İletişim devrimi ise ya da bir başka “sanayi sonrası dönem”, bu geleneği köklü bir şekilde değiştirme yolunda. Kol gücünün yerini “beyin gücü” alıyor, onun da “üretim aracı” bilgisayarlar... Bilgisayarların konduğu her nokta, yeryüzü ile eşit, en ileri düzeyde üretim aracının olduğu bir “üretim gücünü” temsil ediyor.

Afganistan’da bilgisayarla çalışan ve üreten bir birim ile Kanada’daki arasında “insan-doğa” ilişkisi açısından fark kalmıyor. Afganistan’daki de, Kanada’daki de, doğayı bilgisayarlar vasıtasıyla dönüştürüyor. Üretim araçları açısından eğer bilgisayarlar üretimde kullanılıyorsa, ülkenin kendi birikimi dışında yeryüzü ile bir eşitlenmeye gidiyor. Aşiret düzeyini aşmayan bir bölgede veya toprak düzeninden, sanayi dönemine geçememiş bir ülkede de ya da bilgi çağını daha derinden yakalamış diyarlarda da eğer bilgisayarların devreye girdiği mevkiler varsa, üretim biçimi evrensel bir çizgide birleşmiş sayılıyor.

Eğer, toplumun iktisadî sistemi “altyapı”yı; din, hukuk, ahlâk gibi kurumlar da, bu sisteme göre şekillenen “üstyapı”yı oluşturuyor ise, daha önceki dönem ile bilgi çağını yeniden değerlendirmek gerekiyor.

Çünkü ülkelerin “altyapıları” artık, kendi toplumsal birikimleriyle ilintili değil, bilgi çağının çalışma biçimi ile ilişki kurma paylarına göre belirleniyor.

Örneğin, Hindistan’da Kalküta bölgesi dünyanın en ciddi bilgisayar programcılığı yapan bölgesi. Artık orası yeryüzünün en ileri aşamasında bir iktisadî sistem sınıflamasına girmiş, O halde, o bölgede “üstyapı” kurumlarının da, o üretim güçlerinin güvencesini sağlayacak bir biçimde yeniden oluşturulmasına ihtiyaç var. Küreselleşme rüzgârı, yeryüzünün bilgi çağı ile ilişki kuran her üretim noktasını, üstyapı kurumları olarak da güvence altına alacak değişimi zorluyor. Evrensel hukuk kurallarının ya da evrensel bir tek anayasa kavramının özündeki anlamı bu. Madem her noktada bilgisayarlar sayesinde en ileri üretim ilişkisine sahip olunuyor, o zaman ileri düzeyde bir “üstyapı” dönüşümü de sağlanmalı.

Piyasa ekonomisi, demokrasi ve insan haklarının, eski dönemin emperyalist ülkeler tarafından samimiyetle terennüm edilmelerini, yeryüzündeki üretim tarzı biçiminin dönüşümüyle birlikte değerlendirme gereksinimi var.

ÜRETİM TARZI VE AVRUPA BİRLİĞİ

Uluslararasılaşma ile bilgisayarlaşma özdeş sayılacak kadar içiçe. Türkiye istediğimiz anlamda sanayileşemedi, istediğimiz anlamda da özgürleşemedi. Şimdi bizim kendi toplumsal dinamiklerimiz ile başaramadığımızı, yeryüzü dinamikleriyle başarma dönemine giriyoruz.

Kendi coğrafyamızdaki kültürel birikimimiz bizi hâlâ yarı sanayileşmiş bir köylü toplumu olarak tanımlıyor. O nedenle de üstyapı kurumları, yeryüzünün ittirmesiyle makyajlanmış ama fiili uygulaması, bu topraklardaki üretim gücü düzeyinde kalmış. Yargısız infaz yaygınlığından, fikir suçuna kadar fiili her türlü uygulama, yeryüzünün geldiği üstyapı kurumlarının ruhundan da, Türkiye’nin kabul etmiş göründüğü yazılı metinlerden de çok geri. Ama ülkenin fiili üretim gücü ve üretim ilişkisi ile orantılı.

Şimdi bu talihsizliğin aşılması şansı var. Eğer ülkenin iktisadî yapısını, bilgisayar ile irtibatlı her nokta, yeryüzünün en ileri üretim ilişkisi olarak farklılaştıracaksa, bu kez “insan-insan” ilişkisini de, yani ülkenin tüm üstyapısal kurumlarını da, bölge özelliklerini dikkate almadan geliştirecek.

Bunu dış dinamiklerin rüzgârıyla daha hızlı yaparız. Avrupa Birliği ile halvet olan bir Türkiye’nin müktesebatı da Avrupa hacminde sayılacak. Evrensel bir noktaya daha hızlı taşınacağız. Üretim ilişkileri de, üretim güçleri de, altyapı da, üstyapı da Avrupa Birliği gelişmişlik düzeyinde olmaya daha çabuk alışacak. Bu daha hızlı gerçekleşecek.

Bu yeni durumun eskisinden farkı, çağdaşlığın bu kez “toplumsal topallığın” çaresizliğine düşmeden gerçekleşme imkânı. Çünkü üretim tarzı köylülük ise, üstyapı kurumlarının sanayi ülkelerinden kopya edilmesi özünde çok uygulanabilir olamıyordu. Halbuki, şimdi bilgisayarların devreye girdiği mekânlarda, üretim tarzı da değişmiş sayılıyor. O halde, üstyapı kurumları da, bu noktalarda üretim yapan insanların ve o üretimin devamlılığını sağlama güvencesi açısından dönüşmek mecburiyetinde. Kısacası eğer yeryüzüne bilgisayar vasıtası ile katılıyorsan, yaşam çerçeven de evrensel hukuk, insan hakları, demokrasi...

Avrupa Birliği üyeliği bizim, Karlofça’dan bu yana ulaşamadığımız, ulaştıklarımızın ise topal kaldığı bir coğrafyada, üretim tarzının içeriğini bizim gönlümüzün istediği gibi dolduracak evrensel bir zıplamayı sağlar. Bizim kendi cevherimizle yapamadığımız dönüşümü, dünyanın cevherini de bizimkilere katarak yaparız. İçimiz de, dışımız da muassır medeniyete uygun bir öze kavuşur. Bilgisayar ile üretir, evrensel hukuk kuralları ile yaşarız.


http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5098/karlofca-dan-helsinki-ye#.WlxdE65l8dU

....

Avrupa Yerimiz mi, Yöremiz mi?

Ömer Laçiner 

(BİRİKİM DERGİSİ Sayı : 128 - Aralık 1999)


2000’li yıllara girişin Türkiye için yeni bir çağın başlangıcı olacağını söylememiz için o kadim millenarizmin efsununa kapılmış olmamız gerekmiyor.

Alametler o denli sıklaştı ve olaylar öylesine ardarda gelip Türkiye’yi bir kavşak noktasına doğru sürükledi ki; bu ülkede herkes, her türden kurum ve kuruluş, -aslında çok daha önceden yapılması gereken- bir iç hesaplaşmayı yapmak ve bunu şu önümüzdeki kısa dönem içinde kesin bir karara, bir tercihe dönüştürmekten artık kaçınamayacakları bir duruma itildi.

Şimdiye kadar Türkiye’de bireylerden devlete kadar tüm özneler, fazla derinine inilmeden sahiplenilmiş görüşlerle, şeklen benimsenmiş değerlerle oluşturulan ve böyle olunca da yamalı bohça görüntüsünden kurtulamayan siyasal-sosyal kimlik ve rollerle yürüyegeldikleri yolun sonuna gelmişlerdir artık.

Örneğin, hem tüm insanlığı kapsayacak bir tasavvur olarak sosyalizmi hem de “millî” ve otarşik düzen fikirlerini birbirine bir biçimde yamayabilen “ortalama sosyalist” düşünüş kalıbıyla, bunun kapasitesiyle nereye kadar gidilebilir ki? Bu kalıptan çıkamamanın, küreselliği kendiliğinden gerektiren yeni üretici güçlere, onun maddi ve zihni dinamiklerine vakıf olamamanın, bunların ördüğü bir sosyalizm tasavvuru oluşturamamanın aczini yansıttığı bu denli ortadayken üstelik.

Hem liberalizmi, hem de temel hak ve özgürlük kısıtlamalarını, hem sivil iktidar fikrini, hem de “devlet”in dokunulmaz iktidar payını birbirine teyelleyen sağ demokrat gelenek bu bezirgan tutumuyla daha ne kadar varolabilecektir.

Merkez sol, “aslında var mıydı ki” dedirten varlığıyla, “devleti kuran parti” nostaljisi ile sosyal demokrat olma hülyası arasında gidip gelmekten soluksuz kalmış haliyle daha ne kadar yaşayabileceğini düşünmektedir acaba?

Talibancı eğilimlerden Hıristiyan demokratlar gibi olmaya, İslâm’la neo-liberalizmi eklemleyebilmiş yırtıcı kapitalistlerden bir İslâmî sosyalizm hayal edebilenlere kadar uzanan gayet geniş İslâmî hareket tayfının bütün bu unsurları daha ne kadar “aynı geminin yolcularıyız” diyebileceklerdir? Örneğin Avrupa Birliği’ne giriş önkoşullarının önümüze koyduğu koordinatlar içinde nerede ve nasıl durmak gerektiği konusu, herkesten fazla onlar için hayatî bir kimlik belirleme sorunu değil midir?

Aynı şey soy Türk milliyetçiliğinin siyasal hareketi için de bir noktaya kadar sözkonusu değil midir? 1980’lere hattâ ’90’lara kadar “Türkün Türkten başka dostu yoktur” sloganıyla ABD emperyalizminin Soğuk Savaş politikalarına yaslanmayı birarada götürebilmiş bu hareket, o yolun sonuna geldiğinde bu kez de onu ikinci parti ve iktidarın büyükçe ortağı konumuna taşıyıveren Avrupa ve “iç düşman” karşıtı milliyetçi galeyanının daha henüz dumanı tüterken, bu dalgadan gıdalandığını bilmesine rağmen, şimdi öncelikle o “iç düşman” teranesini terketmeyi şart koşan ve onu Türk -dost- olmayanların dünyasına çeken bir Avrupa’ya katılma protokolü karşısında ne yapacaktır?

Körfez’de, Marmara’da, yani Türkiye’nin kalbi sayılan bu bölgedeki deprem, tıpkı kalp krizinin kişiyi kendi sağlığı ve yaşam biçimine ilişkin radikal kararlar almaya yöneltmesi gibi, Türkiye toplumunun da “sağlıklı” bir toplum olmanın önkoşul ve gereklerine ne ölçüde sahip olduğu, buna nelerin engel olduğu ve ne yapılması gerektiği konusunda kaçınılmaz bir ilgilenme haline yöneltti. Bu ilgi henüz sözü edilir bir hareketlenmeye, pratik adım girişimlerine dönüşmüş sayılamaz ise de ve hattâ sözkonusu ilginin özellikle sorguladığı devletin günler geçtikçe duruma yeniden hâkim olduğu gibi bir görüntü var ise de; süreç bir kere başlamıştır ve potansiyel dağılmamıştır.

İki yıl önce AB’ye aday üyelik başvurusu geri çevrilen Türkiye’nin bu kez adeta bir oldu-bitti çabukluğuyla aday üyeliğe kabul sürecine sokulması, bu toplumun geleceği açısından şüphesiz son derece önemli bir gelişme. Aralık ayında büyük ihtimalle resmîleşecek olan Türkiye’nin aday üyeliği, Türkiye’nin deprem felaketine uğraması ile kabaran şefkat ve yardım duygularıyla adını vermiş bir karar değil elbette. Fakat, Türkiye’nin aday üyeliğe daveti, tam da deprem felâketi ortasında Türkiye, dünyanın sırf düşman milletler toplamı olmadığını “keşfettiği”, o milliyetçi paranoyanın zihnî, insanî duyguları ve hattâ yeteneği körelten kıskacının dünyanın her köşesinden -özellikle de en düşman bilinenlerden- uzanan yardım elleriyle açıldığı bir sırada yapılması, sanki bir iklim değişikliği etkisi yarattı. Türkiye’nin aday üyelik müracaatının geri çevrilmesinden beri esen ve Abdullah Öcalan’ın ele geçirilme sürecinde doruğuna varan anti-Avrupa ve milliyetçi galeyan halinin soğuk iklimi, yerini zaten toplumsal bilincimizin ortasında bir yerlerde bulunan Avrupa’ya gıpta duygusunun estirdiği sıcak havaya bırakıverdi.

Türkiye’nin Avrupa’yla ilişkisinde bu tür gelgitler, iklim değişiklikleri çokça olur. Ama bu kez doğan sıcak hava esintisi, daha öncekilerden hayli farklı bağlama oturduğu ve gerçek anlamda toplumsal talep gözeneklerinde dolaşıma girdiği için son derece ciddi sonuçlara gebe bir olgu olarak görülmelidir.

Bağlam farkı derken kasdettiğimiz şudur: Bilindiği gibi, çok yakın zamanlara kadar Türkiye -yani “devlet” ve egemen sınıf- için, Avrupa’ya katılmak hemen hemen yalnızca ekonomik ihtiyaç ve çıkar hesapları ile ele alınan bir konu idi. Gerçi Avrupa Birliği’nin bir önceki aşamasında, yani AET döneminde Avrupa için de esas olan bu kıstaslardı. Oysa AB’ye geçiş ile ekonomik kıstaslardan belki de daha önplanda olarak hukuki-siyasal kıstaslar “katılma”yı belirler hale geldi. Dolayısıyla 1980’lerin ortalarından itibaren Türkiye’nin önüne konulan katılma koşulları, “devlet”in -Türkiye’ye özgü- siyasal belirleyiciliği ile, yargı sistemi ile, temel hak ve özgürlükler ile, kısacası demokratik bir düzen ve işleyiş ile ilgili taleplerin yerine getirilmesiydi. Türkiye’de “devlet” ve yönetenler katı, bu taleplerin egemenlik haklarımıza müdahale, dahası -özellikle o yıllarda ağırlaşan ve kanlı bir mecrada seyreden “Kürt sorunu” ile gerekçelendirildiği ölçüde- Türkiye’yi parçalama art niyetinin ürünü sayarak, yerine getirilmemesi için direndi. Bu direncine Kürt sorunu üzerinden kabaran Türk milliyetçiliğini kullanarak toplum çoğunluğunu da ortak edebildi. İki yıl önce Türkiye’nin aday üyeliğinin geri çevriliş nedeni de buydu.

Şimdi, 1999 Ekim’inde, Avrupa, yerine getirilmesini istediği koşulların hiçbirinden vazgeçmeksizin Türkiye’nin aday üyeliğe kabul edileceği mesajını verirken, kamuoyunun çok geniş bir kesimi bunu gayet sevindirici bir gelişme olarak karşılıyor. Ve üyelik önkoşulları arasında örneğin “Kürt sorunu”nun çözümüne nasıl yaklaşılması gerektiğine dair cümleler ve dahası Abdullah Öcalan’a yapılacak uygulamanın bu konuda test olacağına dair örtük uyarılar yeralmasına rağmen. Çok değil üç beş ay önce “bu malzeme” yeni bir “Avrupa bize düşman” dalgasına bol bol yetebilecekken bu kez gürültü değil sadece mırıldanmalar duyuluyor. Gerçi bu önkoşullardan gayet “rahatsız” olan ve o “malzeme”yi tepe tepe kullanmaya teşne olanlar elbette var ve azımsanmayacak güç ve sayıya da sahipler. Bunu “Türkiye’yi bölmek istiyorlar” ve “Bağımsızlığımız elden gidiyor” sloganlarıyla bir millî dalgaya, “bağımsız son Türk devleti”ni koruma hamlesine tahvil etmeyi de düşünmüyor değillerdir. Ama Körfez depremi ertesinin Türkiye halkının bu dalgaya kanmayacağını, katılmayacağını da seziyorlar herhalde. Ve ayrıca öyle anlaşılıyor ki; Türkiye toplumu deprem felâketinin aynasında, devletinin baskı ve denetim dışında ne yapabildiğini, beceri, yetenek, kapasite ve kaynak kullanımı konusunda hal-i pür melâlini yani “kutsallık” zırhı altında neyin varolduğunu ve gizlendiğini açıkça görebildiği gibi; bu esef verici manzarada kendisinin devletle ilişkisinde ataletinin, yurttaş gibi değil teba gibi davranagelmiş olmasının da payını farketme noktasına gelmiştir. Bu oluşmaya açıkça ifadeye hazır teşhisin gerektirdiği devletin demokratikleştirilerek etkinleşmesi yoluyla çözüm fikrinin Avrupa Birliği’nce Türkiye’ye şart koşulan siyasal-hukuki düzenlemelerin birbiriyle örtüştüğünü de görebilmektedir.

Dolayısıyla uzun ve sancılı “Batılılaşma” tarihimizde ilk kez “Batılı olma”nın ilk normları ile Türkiye halkının yurttaş olarak ihtiyaçları ve talepleri arasında bir kesişmenin, geniş bir rezonansın yaşandığı bir momente varmış oluyoruz.

Türkiye’nin AB’ye katılması sürecini hızlandırmak veya süresiz ertelemek kararını yakında verecek olan iktidar bloku, bakalım bunu mu dikkate alacak, yoksa şimdiye dek yerine getirip getirmeyeceğine dair hiçbir şey söylemediği o “önkoşullar”ın millet ve devlet açısından kabul edilemez olduğu bahanesine mi sığınacak?

Ama bilinmelidir ki her iki durumda da şu bahsettiğimiz momentin hâlâ geçerli olduğunu kanıtlamak da Türkiye halkının görevi, kendine borcudur.


http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5089/avrupa-yerimiz-mi-yoremiz-mi#.Wlxdma5l8dU


9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

...

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 5

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 5


AVRUPANIN  EŞİĞİNDE , BEKLEMEK,


Ömer Laçiner 

( BİRİKİM DERGİSİ SAYI : 128 - Aralık 1999 )


Aralık’taki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin AB aday üyeliğine kabul edilmesi kesin gibi bir şey. Bilindiği üzre, aday üyeliğinin tescili ile birlikte Türkiye’nin tam üyeliğe geçiş koşullarını düzenleyen bir protokol, bir proje de yürürlüğe girecek. Buna göre Türkiye’nin, AB organlarının denetim yetkisi altında maliyesini, siyasî ve hukuki düzenini tam üyelik normlarına uyarlayacağı -asgari on yıl tahmin edilen- bir geçiş süreci öngörülüyor. Dolayısıyla Türkiye’nin 2020’lere doğru Avrupa’ya tamamen entegre olmasını hedefleyen bir perspektif konuluyor önümüze.

Eğer son anda -Türkiye tarafından- bir pürüz çıkarılmaz ve tam üyeliğe doğru gidiş süreci resmen başlatılır, buna ilişkin protokol yeni bin yılla birlikte yürürlüğe girer ise; bunun Türkiye tarihinde ancak TC Devleti’nin kuruluşu ile kıyaslanabilecek önem ve kapsamda bir süreç, bir gelişme olacağı açıktır.

Çünkü; her şeyden önce bir ulus-devlet olarak TC, böyle bir sürece girmekle, tıpkı kurucu ulus-devletler, sonradan katılanlar ve katılacak olanlar gibi, bağımsızlık-egemenlik gibi olmazsa olmaz sayılagelen vasıflarını, işlev ve yetkilerini oluşmuş ve oluşmakta olan Birlik organlarına tedricen devretmeyi ve pek de uzak sayılamayacak bir gelecekte neredeyse özerk idari birimler haline gelmeyi kabullenmiş olmaktadır. Geleceğin Avrupası, Avrupa Birliği, üye ulus-devletlerin federal idarelere dönüştüğü ABD benzeri bir yapı mı olur; yoksa Avrupa’nın “çekirdeği”ni oluşturan kurucu ulusların fiilen hâkim ulus statüsüne sahip oldukları emperyal bir “süper ulus devlet” modeline doğru mu evrilir; ya da her türden yatay ilişki, iletişim ve etkileşimi olağanüstü çoğaltan ve hızlandıran 2. endüstriyel devrim imkân ve dinamiklerinin siyasete katılım, karar ve icra “mekanizma”larını temelden bir değişime zorladığı, örneğin doğrudanlaştırdığı yepyeni bir siyaset ve düzen pratiği mi doğar bilemeyiz. Ama kesin olan bir şey var ki; Avrupa Birliği’nin üye ve aday üye ulus-devletlerinin tümü de -ne denli demokratik/çoğulcu... karakterde olurlarsa olsunlar- yukarıda bahsedilen alternatif biçimlerin en kolay intibak edilebilir görünenine bile geçilirken zorlanacaktır. Fakat bunların hiçbiri Türk ulus-devletinin zorlanma derecesiyle kıyaslanamaz.

Bu zorlanmanın, Türkiye’de temel hak ve özgürlükler kategorisinin, demokrasi ve kültürünün Avrupa “merkez” ülkelerine göre “gelişmemiş” oluşu gibi hemen akla gelen bir nedeninden ve bunun yanısıra da yine Türkiye’de o ülkelerdekinden çok farklı bir “devlet” anlayışı ve “geleneği”nin varoluşundan sözedebiliriz. Fakat bu zorlanma nedenlerini “besleyen” ve bu ülkenin son ikiyüz yıllık tarihinin hemen her siyasal sorun ve döneminde -ve elbette bu yeni dönemeçte de- adeta bir “üst belirleyen” olarak etkili olan bir faktörden de sözetmek şarttır. Türkiye’nin tarih ve kimlik sorunu olarak kestirmeden ifade edebileceğimiz, ikiyüz yıllık gayet sancılı ve karmaşık “Batılılaşma” sorunsalımızın toplumsal bilinç -ve özellikle de- bilinçaltı “müktesebatı”dır bu.

Kendisini Avrupa’ya hem yakın hem farklı, onu hem düşman hem model sayagelmiş, üstelik bu zıt teşhis ve tariflerin kol gezdiği yüzyıllık tarihinin siyasal kavgaları içinde teşekkül etmiş saflaşma/kamplaşmalarında tarafların tavır ve fikirleri o zıt teşhislerden birini dillendirirken ötekini bilinç altında besleyerek, karşıt siyasal söylemlerini bu tuhaf bileşimle oluşturarak kuragelmiş bu ülkede, “Avrupa’nın bir parçası olma”ya doğru gidiş için “yapısal düzenlemeler” fiilen gündeme geldiğinde bu tarihsel mirasın bir kez daha harmanlanacağı gelişmelerle karşılaşmamız kaçınılmazdır.

“Körfez depremi”nden, hattâ biraz daha geriye giderek “28 Şubat”tan beri bu bağlamda değerlendireceğimiz gelişmeler zaten gündemimizdedir. Az sonra daha ayrıntılı olarak ele alacağımız bu gelişmelerin başlıcalarına şu noktada değinmek gerekiyor. Çünkü biraz önce bahsettiğimiz Batı/Batılılaşma ile ilgili zıt teşhislerin her ayrı siyasal harekette, her siyasal kamplaşmanın taraflarının söyleminde bir biçimde harmanlanmış oluşu, bu son dönem gelişmelerinde gayet açıklıkla görülebilmektedir.

Bunların içinde en çarpıcı görüneni elbette son yüzyıllık tarihimiz boyunca “Batılılaşma”nın karşısında yeralmış ve ’90’lı yılların ortalarına kadar da bu “alamet-i farika”sını, bu “varoluş nedeni”ni korumuş olan “İslâmî hareket”in çok büyük çoğunluğu ile şimdi “Avrupa’ya entegrasyon”un savunucularından biri, taraftarı haline gelmesidir. Buna mukabil şimdi Avrupa Birliği’ne dahil olma konusunda en muhalif değilse bile en fazla muhalefet şerhi koyan akım da, yakın tarihimiz boyunca “Batılılaşma”nın şampiyonluğunu kimselere bırakmamış Atatürkçülerdir. Kuşkusuz İslâmî hareketin bu “yeni” tavrı güncel, dönemsel siyasî ihtiyaçlarıyla -kapatılma, yasaklanma tehditlerini önlemek, “devlet”in onu kamusal alandan sürüp çıkarmaya dönük aralıksız girişimlerini durdurtmak- örtüşen bir “takiye” diye görülebilir. Fakat genel İslâmî hareketin tarihinde Cemaleddin Afgani’lere uzanan, Said-i Nursi’nin görüşlerinden beslenen hareketlerce genişletilen hayli güçlü bir modernleşmeci İslâm yorumunun hep varolageldiği de bilinmelidir.

“Batı”ya hem karşı çıkan hem öykünen, onu hem “anti”si hem de benzeri, aynısı saymanın kararsız “bileşimi”, bu ülkede hangi ad altında olursa olsun teşekkül etmiş tüm siyasal akım ve hareketler için sözkonusudur. Hemen tamamen “Batı”nın tarihsel deneyimi, fikriyatı ve zihniyet dünyası içinde, bunlar üzerinde temellendirilerek, evrensel bir geçerlilik iddiası ve idealiyle ortaya çıkan sosyalist ve liberal akımların Türkiye’deki en kök salabilmiş temsilcilerinde bile bunu görmek zor değildir.

Şüphesiz sorun, siyasal literatürümüzün Batı ile ilgili kavram ve tanımlarının -farklılık, benzerlik, düşman veya ortak vb.- düz anlamlarında ifade edilebilenle sınırlı olsaydı bunu doğal, kaçınılmaz saymak mümkündü. Çünkü bu haliyle o kelimeler eşitler arası bir ilişkiden, karşılaştırmadan sözetmiş olurlardı. Oysa o kavram ve tanımlar, başından itibaren hem “Batı”nın siyasal literatüründe hem de özellikle Türkiye siyasetinde bir eşitsizlik ilişkisini, bir üstünlük-aşağılık bağıntısını vurgulamak üzre anlamlandırılmışlardır. Burada da, her ne kadar sözkonusu kavram ve tanımlarla ifade edilen ilişki ve bağıntı nesnel bir durumu anlatmaktan çok varoluşsal bir olguya işaret eder gibidir. Dolayısıyla her durum ve devirde moral-psikolojik bir boyut içerirler.

Daha önce de bahsettiğimiz kararsız “bileşim”, yani iki karşıt tanımın kamplaşan taraflardaki çapraz varlığı, burada da geçerlidir. Örneğin “Batı”yla benzerliğimizi, benzer/o düzeyde olabileceğimizi savunanlar “biz”i Batı’yla kapasite olarak bile eşit göremeyen, onu adeta ontolojik bir üstünlük konumunda varsayan bir dil ve üslûp kullanırken, bunu dengeleyecek üstünlük kompleksi ihtiyacını, Batı’nın bize, bizim gibilere benzemez, ayrı, farklı veya düşman bir dünya olduğunu iddia edenleri -örneğin İslâmî hareket ve kesimlere karşı- keskin bir aşağılama lügati kullanarak giderirler. Batı’yla benzemezliğimizi, öne çıkaran, dolayısıyla “Batılılaşma”yı reddeden akımlarda ise bu tavır bizim Batı ile eşit hattâ üstün olduğumuz iddia ve duygusunu içeriyor sanılsa ve bu söylemde o iddia ve duyguyu ifade eden sözler bulunsa da gerçekte, bu tür hemen tüm akımlar, soy Türk milliyetçiliği ve İslâmî akımın ana mecrası, siyasal hareket olarak şekillenişlerinin başlangıcından itibaren hem Batı, hem de Batılılaşma akımları karşısında bir aşağılık kompleksi ile malüldürler.

Fakat aşağılık kompleksi gibi kabullenilmesi, hele çetin bir siyasal mücadelede karşı tarafın ithamı olarak kabullenilmesi çok zor olan bir davranış, düşünüş özelliği, genellikle tam aksinin sözkonusu olduğu izlenimini verecek jestlere düşkünlükle varlığını belli eder. Türkiye’de soy Türk milliyetçiliğinin ve İslâmî fanatizmin “Batı” ve Batıcılığın şekli yönlerine, giyim ya da eğlence tarzı gibi sözde sembolik görünümlerine karşı gösterdikleri şiddetli tepkinin kaynağında bu vardır. İçki satılan yerlere örf ve adetlerimize “yabancı” eserler oynayan tiyatrolara saldırıp ve çoğu kez “galip” çıktıkları bu tepki eylemlerine “Batı”yı Batıcılığı yenmek onlara “güç göstermiş, üstünlük sağlamış” gibi bir anlam yükleyivermek bunun tipik ve sık rastlanan tezahürleridir.

Batılılaşma yanlısı cephede ve sosyalizm gibi tarihen bu cephenin içinde -değilse bile- yanında yeralmış hareketlerde ise aynı kompleks bu denli kaba biçimlerde gözükmez. Genellikle örtük ve dolayımlıdır. Türkiye’nin “Batılı” formattan açıkça farklı, o formatın tamamen dışında sayılan “özellikleri”ne, hele bunlar Batılılaşma karşıtlarına sahipleniliyorsa gösterilen tepki bu kompleksin en sık dışavurum biçimidir. Bu bahiste, Batı’da artık yalnızca yabancı düşmanı, neo-faşist dilde barınabilen, alabildiğine aşağılayıcı sıfatlarla yüklü bir dil revaçtadır. Şüphesiz, devlet ve iktidarı ellerinde tutagelen Batılılaşmacı kesimlerin, özgürce varolmalarını, kısıtladıkları -İslâm’a referanslı- Batıcılık karşıtı kesimler karşısında kendilerini -bu bağlamda- bir üst-egemen sınıf konumunda görüp, ötekilere aşağı sınıf muamelesinin her türünü mübah saymaları gibi bir durum da var. Ama bu üst sınıf olarak kendilerini örnek alınan Batı’nın üst sınıflarıyla kıyasladığında hissettiği ve hissettirilen ezici mesafeyi kapatamama aczi, onun sözünü ettiğimiz alt sınıflarına dönük aşağılayıcı tepkide boy verir. Batılılaşmacı akımla tarihsel yanyanalığı Türkiye sosyalist hareketinin diline de bu tepki söylemini bulaştırmıştır.

Söz buraya gelmişken bu Batılılaşmacı akımın radikal söylemi -Kemalizm- ile sosyalistlerin dönem dönem birlikte kullandıkları bir kavramdan da söz etmeliyiz. Bu, çoğu kez Batı ile özdeşleştirilen emperyalizm kavramıdır.

Bilindiği üzre yaygın ve hayli kökleşmiş kullanımıyla emperyalizm, Batı’nın sosyo-kültürel, bilimsel, düşünsel boyutlarını yani onun bir uygarlık olarak ele alınmasını bir yana bırakıp, onu sadece ekonomik-askerî ve diplomatik bir mekanizma, yani bir güç ve hegemonya aygıtı olarak ele alan bir içeriğe sahiptir. Başlıca kapitalist toplumların geniş sömürgelere sahip oldukları, sömürgeler için dünya savaşlarına giriştikleri dönemde, bu iki olguyu açıklama amacıyla oluşturulmuştur.

Türkiye gibi, “Batılılaşma” akımının mevcut yönetici tabakalar arasından, yani güç ve hegemonyanın hiç de yabancısı olmayan, bunu kendi tebaaları üzerinde bizzat uygulayan kesimlerden doğduğu ülkelerde, bu akımların kapitalizmin bir toplum biçimi olarak da bir üst aşamaya geçişi anlamına gelen emperyalizmi, bu yönüyle değil, etkin bir güç ve hegemonya aygıtına sahip devletler olarak algılaması normaldir; konumlarının, devlet ve güç sayesinde yerine getirdikleri işlevlerinin, bu işlevle belirlenen bakış açılarının gereğidir bu.

Bu bakış açısı içinde, emperyalizmde, onun devletine güç ve hegemonya olarak yansıyan yönü başatlaştırmaları, buna gıpta etmeleri ve bu gıpta etmenin Batılılaşmanın temel güdüsü olması doğaldır. Ama bu bakış açısı, emperyalist aşamadaki kapitalist toplumun hemen tüm yapısını, kurumlarını ve işleyişini güç ve hegemonya mekanizmasının parçaları olarak görmeyi ve değerlendirmeyi de getirir. Böylece o toplumlardan gelen her tür etkiyi, etkilenmeyi emperyalist bir eylem veya amaç taşıyıcısı olarak görmenin de kapısı açılır.

Sosyalistlerin pratik politikada kullandıkları emperyalizm kavramı da nesnel ve bilimsel verilere dayalı görünümüne rağmen, Batı toplumlarını “dışa dönük” bir güç ve hegemonya aygıtı formatında sunar. Bu sunuş şüphesiz reddedilemez ama Batı toplumlarının insanlığa kazandırdığı, temel hak ve özgürlükler, demokratik ilke ve kurallar, bilim ve bilimsel yaklaşım gibi gerçek katkıların ters bir perspektiften yorumuna da kapı açar. Bu edinim ve kazanımların emperyalizme -ve kapitalizme- rağmen gerçekleştirildiği ve daha da geliştirilmesine onun ket vurduğu fikrine asla rağbet etmeyen bu güç ve hegemonya endeksli yaklaşım, hak ve özgürlükler ile demokrasiyi Batılı halkların güç, hegemonya ve sömürü -emperyalizm- aygıtına katılma bedeli olarak görmeye eğilimlidir. Halkların o hak ve özgürlükleri, demokratik imkânları kullanıp “sistem”i işlemez kılabildikleri durumlar ise, güç ve hegemonyaya kilitlenmiş yaklaşımlar tarafından en iyi ihtimalle, demokrasinin, temel hakların “sistem”in zayıf noktası, zayıflatıcı unsuru olduğu biçiminde yorumlanır. Ama bu yorum, o hak ve özgürlüklerin, demokrasinin “bizim” sistemimiz için de zayıf nokta olacağı fikrini de içerir kaçınılmaz olarak.

Öteki sistemler, toplumlar, siyasal hareketler sözkonusu olduğunda hak ve demokrasi talebinde bulunmak, “kendi” sistemimiz ve hareketimiz sözkonusu olduğunda bunların yokluğunu veya kısıtlılığını savunabilmek, hakların ve demokrasinin zayıflatıcı bir faktör sayılması fikrinden hareket edildiğinde gayet tutarlı bir tavır olmaktadır. Güç ve hegemonya arayışı ve bunun için mücadelede kendini zayıflatmamak ve rakibin zayıflaması için uğraşmak temel kural ise bu tavrı çifte standart diye eleştirmek de anlamsızdır.

1980’lere kadar “Batı” kendi “anavatanı” içinde bir demokratik hak ve özgürlükler rejimi yürürlükteyken, hegemonya alanındaki ülkelerin benzer bir rejime sahip olup olmamalarına aldırmadı. Batılı devlet ve hükümetler bu ülkelerde muhalif hareketlerin hak ve özgürlük taleplerinin vahşice ezilmesine ses çıkarmadıkları gibi, sayısız defalar o ülkelerin kısıtlı demokrasilerini yıkıp tam bir dikta rejimi kuran hareketlerin destekçisi ve teşvikçisi de oldular. Ama öte yandan aynı dönem boyunca bu Batı’nın demokratik kamuoyu, kuruluş ve hareketleri egemenlerinin, devlet ve hükümet organlarının o tavrını, salt protesto etmekle kalmayıp, demokrasi ve “kuruluş” için mücadele eden “Batı nüfuz sahası” içindeki hareketleri fiilen desteklediler.

1970’lerden itibaren Batı devletleri ile Batı demokratik kamuoyu, kuruluş ve hareketleri arasındaki bu tavır makası kapanmaya başladı. Hükümetler “komünizm tehlikesi” gibi, eskiden akan suları durduran gerekçelerle yapılan darbelere bile destek vermekten kaçınır oldular. Giderek bu tutum daha da netleşti darbeler ve demokratik hakları kısıtlayan hükümetleri siyasal baskı ve yaptırımlar yoluyla caydırmak özellikle Kıta Avrupa’sı devletlerinin ve teşekkül halindeki birlik organlarının ilkesel bir politikası haline geldi. Eski tutumunu sürdüren ABD’nin de 1990’larda birlikte aynı rotaya girmekte olduğu gözlendi.

Bu değişikliğin “sosyalist sistem”in çöküşü ile şüphesiz ilişkisi vardır. Bütün olayları, özellikle de bu dünya ölçeğindeki gelişmeleri güç ve hegemonya mücadelesi perspektifinden görebilenler, sadece buradan bakarak anlamlandırabilenler, kapitalist-emperyalist devletlerin bu yeni politikasını da güç mantığı içinde ele alacaklardır. Bu politika, güç mücadelesinde “rakipsiz” kalan kapitalist-emperyalist metropollerin orta politikası olarak göründüğü ölçüde -ki öyle görünüyor- onların temel haklar ve demokrasi vurgusu da dünyanın kapitalist-emperyalist güç odaklarının hegemonyasını pekiştirme aracı, düzeneği olarak görülecektir. Nitekim “insan hakları”nın emperyalizmin yeni egemenlik ve sömürü aracı-gerekçesi olduğunu öne süren “teori”ler gecikmemiştir.

Bu tür “teori”lere sığınmak anti-emperyalizme koşullanmış akımlar için hiç de şaşırtıcı sayılamaz. Çünkü bunlar her ne kadar bir toplumsal devrimden, dönüşümden söz ediyor olsalar da aslında güç ve iktidarın büyüsüne kapılmış hareketlerdir. “İlk gençlik” çağlarında o güç ve iktidarı gerçekten de bir toplumsal dönüşümün aracı olarak istiyor olabilirler. Ama siyasal hareket mecrasına yoğunlaştıkça, yani dünyayı, her tür olay ve gelişmeyi güç-iktidar mücadelesinin mantığı ve kalıpları içinde görmeye alıştıkça amaç silikleşir, araçlar amaçlaşır. “Azgelişmiş”, yarı sömürge ülkelerin devlet kadrolarından çıkan “anti-emperyalist” hareketler için öyle “ilk gençlik” saflıkları da yoktur pek. Onlar en baştan beri dünyayı devlet üzerinden ve bir güç oyunu olarak algılamaktadırlar zaten.

Daha önce de değinildiği gibi “anti-emperyalist” yaklaşımın bu iki versiyonu da başlangıçtan beri temel hak ve özgürlükleri ile demokrasiyi emperyalizmin güç ve hegemonya mekanizmasının bir parçası ya da eklentisi olarak görmeye eğilimlidirler. Emperyalizmin demokrasiyi kendi sömürge ve bağımlı ülkelerinde geçerli kılmak için uğraşmadığı, aksine bu tür uğraş ve çabaları ezdiği dönemlerde demokrasiyi “emperyalizmi zayıflatan” bir faktör olarak görüp savunabilmişlerdir. Ancak bu sorunu, demokrasiyi bir değer, amaç olarak benimseme şeklinde olmamıştır. Aksine dünyayı güç-iktidar gözlüğünden kavradığı için demokrasiyi de gücü dağıtan, güç yoğunlaşmasına ket vuran bir faktör olarak görmüştür. O nedenle de demokrasinin emperyalist gücü zayıflattığı gibi gücü-iktidarı elde ettiğinde kendi düzeninin gücünü de zayıflatacağı yargısına varması zor olmamış ve anti-emperyalizme koşullu “zafer” kazanan tüm hareketler demokrasi ile ilgisiz, temel hak ve özgürlükleri fiilen yok sayan rejimler oluşturmuşlardır.

Bu rejimleri kuran hareketler vaktiyle demokrasiyi temel hak ve özgürlükleri savunmuş talep etmiş olmaları ile şimdi demokrasiden uzak oluşları arasındaki “çelişki”yi, emperyalist kuşatma, dış tehdit, toplumun henüz o olgunlukta olmayışı gibi argümanlarla mazur göstermeye çalışırlardı. O dönemde emperyalist ülke devletlerinin de kendi metropollerindeki “demokrasi”yi nüfuz sahalarındaki ülke toplumlarına layık saymamalarının gerekçeleri de o argümanların “komünizm” tehdidi ile oluşturulmuş simetrikleri idi.

1990’ların başında, ABD de dahil tüm Batı devletleri “yeni dünya düzeni”nden bahseder olduklarında, bu düzeni, serbest piyasa yasalarının engelsiz işlediği bir global dünya ekonomik düzeni ile temel hak ve özgürlüklere dayalı demokratik rejimlerle yönetilen ülkeler olarak tasarladıklarını ilan ettiler özetle. Bu “ilke”lere uymayan, kasden ihlal eden ülkelere “Uluslararası toplum”un -adına kendilerinin- yaptırım ve hattâ müdahale hak ve yetkisi olacağını da duyurdular. Bundan epey önce Avrupa Birliği de üye adayı ülkelerde öncelikli arayacağı önkoşulun demokrasi ve temel haklar rejimi olduğunu ilan etmiş, Birliğin andlaşmalı ticari ilişkiler kuracağı ülkelerde de en azından mevcut haklar düzeyinin gerilememesi koşuluna dikkat edeceğini duyurmuştu.

1990’lı yılları kapitalizmin, tarihsel rakibi “sosyalizm”in çöküşü ile hem tek alternatif olduğunu kabul ettirdiği hem de ideal gelişme koşullarına sahip olduğu bir dönem başlangıcı sayabiliriz. Bu noktasında kapitalizmin ve onun doruğunu yaşayan emperyalist ülkelerin serbest pazar ile birlikte demokrasiyi de “düzenler”inin ilk iki bileşeni saymaları, kapitalizm-serbest pazar ve demokrasinin “özdeş” oldukları anlamına mı gelir? Eğer böyle ise bunlardan herhangi birine “karşı” olmak diğer ikisine de karşı olmayı zorunlu kılacaktır.

Bir başka yaklaşım da kurgulanabilir. Burada özdeşlik ilişkisi değil, bir tür zincir ilişkisi varsayılır. Batı, kapitalizminden ziyade onun güç ve hegemonya boyutunu ifade eden emperyalizmi ile tanımlanır. Emperyalizmin rakipsiz yani ideal koşullarda olduğu da dikkate alınarak; onun bu ideal koşullarında “hegemonya alanı”na demokrasiyi “dikte etmesi”nde demokrasi emperyalizmin en ideal hegemonya aracıdır sonucuna varılır.

Kendini bildi bileli “Batı”yı emperyalist sıfatını mutlaka ekleyerek, hattâ sadece emperyalizm diyerek tarif etmiş olan “sol”un, 1990’lardan beri bu emperyalizmin Türkiye gibi ülkelere demokratikleşme yönündeki telkin ve “baskı” yapagelmekte oluşunu açıklamaya, bu olguya bir nedensellik aftetmeye çalışırken, şu yukarıdaki türden formüllendirmelere girişenlere sıkça rastlanabiliyor. Şüphesiz, Türkiye’nin özel tarihinde, sözkonusu demokratikleşme taleplerinin yıllarca mücadelesini vermiş bir sosyalist hareket, o taleplerinin ve genel olarak demokrasinin bir emperyalizm aracı olabileceği önkabulünü sindiremediği ama öte yandan da “emperyalizm”le aynı talepler üzerinden yanyana duruyor olmayı yediremediği için genellikle bloke olmuş durumda.

Bu sosyalist eğilimler, emperyalizm ile onun bu demokrasi ısrarı geçici, dönemsel bir politika, bir manevra olarak niteleseler bile sorun çözümlenmiş olmuyor. Örneğin AB’nin Türkiye’ye üyelik sürecine girebilmesi için demokratikleşme önkoşulunu şart koyması karşısında kendilerini yine bir açmazla karşı karşıya kalmış sayıyorlar. Çünkü bir yandan, Batı’yı, Avrupa’yı emperyalist diye nitelemiş, örneğin Türkiye’nin AET’ye katılmasına neredeyse sömürgeleşme diyerek şiddetle muhalefet etmiş bir tarihten gelmekteler, ama aynı tarihi bugün gündemdeki demokratikleşme talepleri için mücadele ederek yaşadıklarını da unutmuyorlar. Bu durumda Türkiye’nin AB’ye katılmasına karşı mı, taraftar mı olduklarını söylemekte zorlanıyorlar.

Oysa, sosyalizmin kaynağındaki amaç ve değerlerden hareketle duruma bakılırsa -ki aslî yaklaşım bu olmalıdır- Türkiye’yi, Türkiye halkını çok daha geniş bir coğrafyanın halklarıyla yanyana hattâ içiçe getirebilme özelliğini de taşıyan bir projeye, herkesten önce sosyalistler -sırf bu nedenden dolayı bile- istekli olmalıdırlar. Çünkü insanî olan hiçbir şey sosyalistlere yabancı olamayacağı gibi, enternasyonal mahiyet taşıyan hiçbir şey de sosyalistler dışında olamazlar. Batı’dan, Avrupa’dan demokrasinin varolup olmaması bile bu ilke önünde ikincildir.

Kaldı ki Batı toplumları -sürekli olamamış, doğrudan demokrasi denemelerini saymazsak- insanlık tarihinin demokrasi bahsinde ulaşabileceği en üst noktadadırlar. Demokrasi felsefesi idealleri açısından daha alınacak çok mesafe olduğu, Avrupa’da ulaşılmış bu düzeyin birçok iç engel ve tıkanıklıkları olduğu elbette iddia edilebilir ve kanıtlanabilir de. Ancak yukarıdaki tespitin değerini de azaltmaz bu. Batı’da demokrasinin bu düzeyine iktisadi-toplumsal düzenin emperyalist bir mahiyet kazanmasıyla birlikte, bu süreçte eşanlı olarak gelindiği de doğrudur. Ama bu emperyalizm ile demokrasinin ne özdeşliği ne içiçeliği anlamına gelir. Birbirlerine rağmen gelişen, çatışarak gelişen iki süreç sözkonusudur. Eğer emperyalizm, dev sermaye blokları, tekeller ve denetim ve baskı ağları ise, demokrasi de aynı mekânda onların insani değer ve ihtiyaçlara, temel haklara, ortak ve evrensel çıkarlara tecavüzünü sınırlayabilen güç, kurum ve dinamiklerdir. Dolayısıyla Batı, Avrupa her zaman ve şimdi de bir mücadele alanıdır ve uzun süredir burada bir mütareke havası sürmekte ise de bu sadece mücadelenin araç ve yöntemlerinde uzlaşılmış olmasından doğan bir görünümdür. Mücadele sürmektedir ve sürecektir. Çünkü hem demokrasi bu düzeye varabilmesini ve daha da ileri noktalara varabilmesini -bu ve ileride daha farklı biçimler alabilecek, tarafları değiştirebilecek- mücadeleye borçludur ve hem de “sistem”, üzerinde şu anda kendisinin şekillendiği, yönlendirebildiği, ama hiç de kendisiyle özdeş olmadıklarını bildiği dönüştürücü dinamiklerin bu mücadeleden beslendiğinin farkındadır. Çünkü “sistem”, kapitalizmdir her şeyden önce. Ve Marx’ın dediği gibi bu “sistem” “üretici güçlerde sürekli devrimler yapmaksızın varolamaz.” Bu devrimlerin bir noktada onun sonunu da getireceğini bilse bile, kaçınamaz bundan.

Batı, Avrupa Birliği, tarih içinde edindiği konumu, imkân ve potansiyelleri ile bugün ve görülebilir gelecekte de dünyanın gidişatının en fazla belirlendiği bir “mekân” ve platform. Bu ülkede popüler, ortalama algı Avrupa Birliği’ne katılmaya zengin sofrasına ilişmek gibisinden bir anlam ve içerik yüklüyor olabilir. Bu, Türkiye’nin başka pek az ülkede yaşanmış sancılı Batılılaşma ve Batı ile ilişkiler tarihimizin bizde bıraktığı tortunun, “Batı”ya göre “ikinci sınıf” olduğumuz duygusunun benimsetebildiği “küçük çıkar”cı, hiç de onurlu sayılamayacak bir yaklaşım.

Aynı duygu ve yaklaşımdan hiç de uzak olmayan devlet ve egemenlerimiz, şimdi gündeme gelen kapsamlı entegrasyon projesinin, Türkiye siyasal sınırları içinde her tür avantajından keyiflerince yararlandıkları konumlarını, bunun sağladığı gücü, orta vadede kaybedilme ihtimalini de düşünüyorlar. Sınırları, dolayısıyla konumlarını koruma siperlerini giderek geçirgenleştirecek bir entegrasyon sürecinin bu ihtimali önlemesi, en azından geciktirmesi için AB’nin siyasal önkoşullarını “bağımsızlığımızın, egemenliğimizin” kaybedebileceği gerekçesi altında reddetmeyi de düşünüyorlar.

Bunu yapıp yapmayacaklarını henüz bilmiyoruz. Şu noktada hayli zayıf bir ihtimal gibi görünse de bu red tavrı alındığında neler olabileceğini, orta vadede bu ülkede nelerin yaşanabileceği konusunu bir yana bırakıyoruz. Çünkü şu noktada bizi özel olarak sosyalistlerin, içten demokratların tavrı ilgilendiriyor.

Onlar eğer sıfatlarının kaynağında, odağında yeralan değer ve amaçların sahibi iseler, koşullarının olumsuzluğuna, fiilî imkânlarının azlığına, kısıtlılığına rağmen ve hattâ içinden geldikleri topluma, o Avrupa’da “ikinci sınıf” gözüyle bakılmasının yüküne de tahammül ederek, toplum ve hareket olarak, tarihin şu noktasında insanlığın kaderinin en fazla belirlendiği bu “arena”da yeralmanın koşulsuz savunucuları olmalıdırlar. Değer ve inançlarının sınanacağı en zengin ama en zor platformdur burası. Bu zorluğu göğüslemek, hem kendi hareketine hem içinden geldiği topluma ve benzer toplumlara, bu platformda layık görülebilecek -şu son birkaç yüzyılın tortularına bulanmış- “muameleyi” adım adım geriletebilmenin sınavını vermeye istekli olmalıdırlar. Bundan kaçınmak -hangi bahane altında olursa olsun- bir zaaf itirafıdır.

Bundan gerisi de gericiliktir, özgüvensizlik ve özsaygısızlıktır.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5092/avrupa-nin-esiginde#.Wlxbj65l8dU


6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

....