İNGİLTERE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İNGİLTERE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2020 Cumartesi

Emperyalizmin “Kürt” Kartı., BÖLÜM 5

Emperyalizmin “Kürt” Kartı.,  BÖLÜM 5


Emperyalizmin Kürt Kartı, İhsan Şerif Kaymaz,Kürt sorunu,emperyalizm,İngiltere,İsrail,Irak,Türkiye,ABD,Suriye,



İsrail, bu amaçla Erbil’de büyük ve modern bir havaalanı inşa etmiştir. (Harita-2) 


ABD ve İsrail, Şah döneminde (1950’lerden 1970’lere kadar) yaptıkları 
uygulamanın aynısını, fakat tam ters yöne gerçekleştirmektedirler. O zaman 
Kürtleri kullanarak Irak içlerinde terörist eylemler düzenlemek için İran topraklarından yararlanıyorlardı. Şimdi İran’a karşı Irak topraklarından yararlanmaktadırlar. Değişmeyen, tek şey Kürtlerin kullanılıyor olmasıdır. 
Son dönemde Kuzey Irak’ta yaşanan gelişmelerin Türkiye’ye yönelik olumsuz yansımaları PKK terörünün tırmanışa geçmesinde kendisini göstermiştir. 
Terör tırmanırken, Türk Ordusu’nun kayıpları da giderek artmaktadır. 
Terörist saldırılar, genellikle Kuzey Irak’ta üslenen gruplarca gerçekleştirilmekte, 
Türkiye’nin terör üslerinin ortadan kaldırılması yönündeki istemleri ise, sağır kulaklardan dönmektedir. ABD’nin bu konuda etkisiz kalması, bu ülkenin yetkili organlarınca, Irak’taki Amerikan işgaline karşı süre giden direnişe dayandırılmakta dır. Irak’ta zor durumda bulunan ABD, yalnızca Kuzey Irak’taki Kürtlerin desteğine sahiptir; PKK’ya karşı askeri bir operasyon düzenleyerek bu tek destek noktasını da yitirmeyi göze alamaz denmektedir.61 

İran, Kuzey Irak’ta kendisi için tehdit oluşturan yapılanmaya karşı gerekli önlemleri almış, askeri müdahale ile sınırda belli bir güvenlik koridoru oluşturmuş tur. Türkiye ise, tüm kayıplarına karşın bunu bir türlü yapamamıştır. Askeri kanatla hükümet arasındaki bir tür “kedi-fare oyunu”62 yüzünden aylardır süren müdahale söylentilerinin içi bir türlü doldurulamamıştır. Hükümet, Batı’nın, 
kendisi için yaşamsal olduğunu düşündüğü maddi desteğini yitirmekten çekinmektedir. 

Öte yandan asker kanadının da bazı kaygıları olduğu anlaşılmaktadır. 
Kuzey Irak’a yönelik bir askeri operasyonun anlamı, sınırın 3-5 kilometre 
içini hedef alan sınırlı bir müdahale değildir. Türkiye, sıcak takip hakkını kullanarak, bunu zaten her zaman yapmaktadır. Sorun, daha derin bir harekâtın 
Batı tarafından tolore edilmeyeceği endişesidir. 

Türkiye, 1983-1997 yılları arasında 36 kez Kuzey Irak’a yönelik sınırötesi 
operasyon yapmıştır. Hatta 1997 yılında 50 bin askerle sınırın 200 kilometre 
içine kadar girilmişti. Fakat o zaman koşullar çok farklıydı. Bağdat’ta, 
Kürt irredentist ulusçuluğuna gem vurulması gerektiği konusunda Ankara ile 
aynı görüşte olan Saddam Hüseyin yönetimi vardı. ABD, Türkiye ile arasındaki 
NATO ittifakını bugünkünden çok daha fazla önemsiyordu. Irak, dünyanın 
bir numaralı gündem maddesi değildi. Bugün, Bağdat’ta merkezî otorite diye 
adlandırılabilecek bir yönetim yoktur; ülke fiilen işgal altındadır. Kuzey Irak’ta 
de facto Kürdistan yönetimi iş başındadır. ABD ve İsrail başta olmak üzere tüm 
Batı’nın desteğine sahip olan bu yönetim, PKK’nın arkasında durmaktadır. 
Soğuk Savaş dönemindeki ve 1990’lardaki önceliklerini büyük ölçüde değiştirmiş 
olan ABD’nin stratejik hesapları içinde Kürtlerin ağırlığı ciddi olarak artmış bulunmaktadır. Türkiye’nin ise, her ne olursa olsun Batı’dan kopamayacağı 
ve denetim altında tutulacağına kesin olarak inanılmaktadır. Bir sonraki 
adım, Kerkük’ün Kürdistan özerk yönetimi sınırları içine dâhil edilmesi 
olacaktır. Türkiye’nin karşı çıkışlarına bakılmaksızın, bu süreç de kararlılıkla 
uygulanmaktadır. Kerkük’ün zengin petrol yataklarına da bu yolla el koyma 
beklentisi, ABD ve İsrail’in gözünde Kürtlerin değerini daha da arttırmaktadır. 
Fakat hepsinden önemlisi, tıpkı 90 yıl önce İngiliz emperyalistlerinin gördüğü 
gibi, ABD-İsrail ikilisi de Kürt ulusçuluğunu, bölgeye yönelik en güçlü potansiyel jeo-stratejik silah olarak görmektedir. Bu silahı kullanarak, kritik Türk-Arap-İran üçgenini denetim altında tutabileceklerini hesaplamaktadırlar. ABD ve İsrail, nihai amaçlarının bağımsız Kürdistan yaratmak olduğu gerçeğini açığa vurmaktan özenle kaçınmaktadırlar. Bu arada, bir yandan terör konusunda Türkiye’ye umut verici mesajlar gönderirken, bir yandan da PKK’ya el altından silah ve lojistik destek sağlamaktadırlar. Irak’taki varlığının uzun süreli olacağını hesaplayan ABD, burada Kore modelini uygulayarak 14 kalıcı askeri üs kurmayı tasarlamaktadır. Kürt medyasına göre bu üslerden 3 tanesi Kuzey Irak’ın Kürt bölgelerinde -Erbil, Dohuk ve Süleymaniye’de-kurulacaktır.63 Bu ise, ABD’nin Türkiye’deki İncirlik üssüne olan gereksinimini büyük ölçüde ortadan kaldıracak bir gelişmedir. Türk Ordusu’nun sınır ötesi operasyon yapacağı söylentileri artınca, iki Amerikan uçağı Türkiye-Irak sınırını “yanlışlıkla” ihlal etti. Bu, Amerikan diplomasisinin ince bir uyarısıydı. “Sınırı geçersen karşında beni bulursun” denmek isteniyordu. Bundan kısa bir süre sonra, yıllardır sözde Ermeni soykırım savlarına karşı çıkan ve bu konuda Amerikan Kongresi’ndeki girişimleri sürekli olarak etkisiz kılan ABD’deki en büyük Yahudi lobi kuruluşu AIPAC, Ermeni soykırım savlarını tanıdığını açıkladı. 
Türkiye’nin İsrail nezdindeki yoğun girişimleri sonucunda AIPAC, açıklamasını 
geri çekti ve Türkiye’ye bu konuda herhangi bir yaklaşım değişikliği bulunmadığı güvencesi verildi. Kuşkusuz ne AIPAC’ın İsrail hükümetinden, ne de İsrail’in ABD’den bağımsız hareket etmesi söz konusu değildir. Yani bu da yine ince bir diplomasi oyunuydu. Türkiye’ye “uyumlu” davranmazsa nelerin olabileceği anımsatılıyordu. 

Türkiye tüm bu uyarıları dikkate almayıp, Kuzey Irak’a kapsamlı bir müdahalede 
bulunsaydı, bu stratejik bir hata olurdu. Bir yıl önce Güney Lübnan’a müdahale eden İsrail Ordusu’nun Hizbullah direnişini kıramadığı ve hedeflerine tam olarak ulaşamadığı gözden kaçırılmaması gereken bir gerçektir. Kaldı ki, Kuzey Irak’a müdahale eden Türk Ordusu, karşısında yalnız gerilla güçlerini değil, yıllardır Amerikalı ve İsrailli uzmanlarca eğitilip silahlandırılan düzenli “Kürt Ordusu”nu bulabilirdi. Türk Ordusu, kendisini Kürtlerin, Arapların, İranlıların, Amerikalıların, İsraillilerin dahil olduğu bir büyük bataklığın içinde bulabilirdi. Olasılıkla bu, Kuzey Irak’taki de facto Kürdistan devletinin resmen tanınması sürecini kısaltan bir gelişme olurdu. Resmen tanıma için zaten fırsat kollayan Batılılar, bunu bir fırsat olarak değerlendirebilirlerdi. 

Sonuç: 

Bölgeyi Bekleyen Gelecek Bağımsız “Kürdistan” devleti projesinin gerçek sahibi ve mimarı, başından beri İsrail’dir. İsrail, “peripheral strategy” adını verdiği temel stratejisi içinde önemli bir yer tutan Kürdistan stratejisini daha 1930’larda, İsrail devleti kurulmadan önce oluşturmuş, o zamandan beri de başarıyla uygulayarak bugün gelinen noktaya ulaşmıştır. Kürdistan tasarısının, Türkiye Cumhuriyeti topraklarını hedef almadığını düşünmek saflık olur. Kuzey Irak’ta kurulacak bir 
devlet, hiç kuşku yok ki, daha uzun dönemli bir planın ilk halkasını oluşturacaktır. 
Gelecekte Ortadoğu için suyun petrolden çok daha büyük bir stratejik değer kazanacağı da, Ortadoğu’nun su kaynaklarının Doğu Anadolu’da bulunduğu 
da, gelecekte bu kaynakları denetleyebilen gücün, tüm Ortadoğu’yu denetleyeceği de bir sır değildir. Nitekim İngiliz istihbarat uzmanlarının bu saptamayı daha 90 yıl önce yapmış olduklarını gördük. Bu bağlamda, İsrail’in, GAP bölgesinden bol miktarda toprak satın alması elbette bir rastlantı değildir. 

İsrail’in Kürtlere ilgisi ne yenidir; ne de amaçsızdır. İsrail’in Kürtlere ve 
Kürt coğrafyasına duyduğu ilgi, uzun vadeli stratejisinin bir gereğidir. 64 
İsrailli, Alman ve Hintli genetik uzmanlarından oluşan bir araştırma ekibince yapılan kapsamlı bir araştırmanın sonuçları 2001 yılında açıklanmıştır. 
Ekibin başında Hebrew Üniversitesi profesörlerinden Ariella Oppenheim 
ve Marina Feurman bulunuyordu. Araştırma raporunda Yahudilerle Kürtler 
arasındaki genetik benzeşmenin, Yahudilerle Araplar arasındaki genetik yakınlıktan daha fazla olduğu ileri sürülüyordu.65 Oysa Araplarla Yahudilerin 
aynı etnik kökenden -Sami kökünden- geldikleri ve konuştukları dillerin de 
-Arapça ve İbranice- Semitik dil grubundan olduğu bilinmektedir. Kürtler ise 
İranî dilinin lehçelerini konuşmaktadırlar. Dolayısıyla araştırmanın inandırıcılığı 
ve bilimsel geçerliliği son derece tartışmalıdır. Tarihte ırkçılıktan en fazla zarar görmüş halk olan Yahudilerin, ırksal köklerini araştırmak, Kürtlerle aralarında ırksal bir yakınlık kurmak ve bunu tam da bu dönemde yapmak gereksinimini duymuş olmaları dikkat çekicidir. Bu “bilimsel” araştırmanın arkasında geleceğe ilişkin siyasal hesapların bulunduğu anlaşılmaktadır. 

Bugün Kuzey Irak’ın yönetsel denetimi görünüşte IKDP ve IKYB’nin elindedir. Ancak bu gruplar, ekonomik, siyasal ve askeri olarak ABD ve İsrail’in 
güdümü altındadırlar. Barzani ve Talabani, Batılı velinimetlerinin istek ve beklentileri doğrultusunda hareket ederek özerklik ve bağımsızlık yönünde ortak 
savaşım verdikleri görüntüsünü yaratmaya çalışsalar da, aralarında geçmişe 
dayanan derin bir düşmanlık bulunmaktadır. IKDP’nin daha feodal ve gelenekçi, 
IKYB’nin daha seküler bir anlayışa sahip olmasının yarattığı farklılık bir yana, ancak aşiret örgütlenmesinin yapısal zaaflarıyla açıklanabilecek aşılması olanaksız güvensizlik ve çekememezlikler, koşulların zorladığı ve Batılıların elbirliğiyle teşvik ettiği aldatıcı işbirliği görüntüsünün altında gizlenmeye çalışılmaktadır.66 

Kuzey Irak’ın 1991 yılından bu yana süregelen hukuksal statüsünün uluslararası hukukta bir karşılığı bulunmamaktadır. Resmen bir mandat ya da himaye durumundan söz edilemez. Ama bölge 16 yıldır Bağdat’taki merkezî yönetime de bağlı değildir. 1991 yılında Turgut Özal’ın girişimiyle oluşturulan ve yine uluslararası hukukta hiçbir tanımı olmayan “güvenli bölge”nin ilan edilmesinden bu yana, Kuzey Irak’taki Kürt bölgesinin özerkliği günden güne güçlenmiş ve ortaya de facto bir devlet çıkmıştır. 2003 yılındaki Amerikan işgali, Kürtlerin 1991 yılından beri elde ettikleri kazanımları konsolide etmiştir. Bugün Kuzey Irak’ta, kendi hükümetine, meclisine, ordusuna, polis gücüne ve devlet olmanın gerektirdiği tüm simgesel ve kurumsal altyapıya sahip bir örgütlenme vardır. 

Bu, aslında bağımsız bir devlettir. Tek gereksinimi, bunu resmen ifade edebilmesini sağlayacak şekilde uluslararası tanınma koşulunun yerine getirilmesidir. Bunu gerçekleşmesi ise, yalnızca bir zaman sorunudur.67 
Bununla birlikte, Kürtlerdeki toplumsal örgütlenmenin yapısını ve niteliğini iyi bilenler, bağımsız bir Kürt Devleti’nin kendi gücüyle ayakta kalması olasılığının son derece zayıf olduğunun ayrımındadırlar. Kürtlerin, kendi aralarında birlik ve bütünlük oluşturmaları kolay değildir. Daha 1918 yılında Arnold T. Wilson tarafından yapılan bu saptama halen geçerliliğini korumaktadır. Aşiret ilişkileri üzerine siyasi bir kurumlaşma yapılandırılamaz. Tarihin hiçbir döneminde, başka hiçbir etnik gruba, kendi siyasi yapılarını oluşturabilmeleri için 20. yüzyılda, özellikle de son 15 yılda Kürtlere verilen destek çapında bir destek verilmemiştir. Buna karşın Kürtler, aralarındaki anlaşmazlıkları aşarak kendi ayakları üzerinde durmayı başaramamışlardır. Bugünkü yapı, varlığını bütünüyle ABD askeri korumasına borçludur. Amerikan koruması kalktığı anda Kuzey Irak’taki “devlet” kâğıttan bir kale gibi birdenbire yıkılacaktır. O zaman Kürtler, onları “hain” kimliğiyle damgalamış olan diğer bölgesel güçlerle ilişkilerinde çok zor bir durumda kalacaklardır.68 

Bu gerçeği bildikleri için ABD ve İsrail, süreci kendi inisiyatifleri altında sonuçlandırmaya kararlı görünmektedirler. Başlangıçta Irak’ta göstermelik bir 
federasyon kurulsa bile, bu zorlama ve geçici bir yapılanma olacaktır. Amerikan işgali, Irak’ın toprak bütünlüğünü fiilen ortadan kaldırmıştır. Atılacak son adım, bu durumun resmen kabul ve ilan edilmesidir. (Harita-3) Bu adım atıldığında bölge, İsrail Devleti’nin kurulmasının yol açtığından çok daha büyük bir çatışma ve kaos ortamına sürüklenecektir. Çünkü İsrail Devleti’nin karşısında esas itibariyle yalnızca Araplar vardı. “Kürdistan” Devleti’nin karşısında ise, tüm bölge güçleri yer alacaktır. Ortaya çıkacak çatışma ve kaostan tüm bölge halkları zarar görecektir. Fakat kuşkusuz en ağır bedeli yine Kürtler ödeyecektir. Ama emperyalizme güvenilemeyeceği konusunda tarihten ders almayanların bu aymazlıklarının bedelini er geç ödemeleri kaçınılmazdır. 

6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

Emperyalizmin “Kürt” Kartı., BÖLÜM 2

Emperyalizmin “Kürt” Kartı.,  BÖLÜM 2


Emperyalizmin Kürt Kartı, İhsan Şerif Kaymaz,Kürt sorunu,emperyalizm,İngiltere,İsrail,Irak,Türkiye,ABD,Suriye,



   Savaştan önce emperyalizmin bölgesel silahı Ermenilerdi. 

Fakat savaştan sonra tehcir nedeniyle Doğu Anadolu’da Ermeni kalmamıştı. 
Kafkasya’daki Ermenistan devleti ise Sovyet etki alanı içine girmeye adaydı. 
Bu nedenle Batı emperyalizmi “Ermeni kartı”nı yitirmişti. 

  Onun yerini alacak en uygun aday Kürtlerdi. Bu düşünceyle ve yukarıdaki görüşler ışığında İngilizlerin daha 1918 yılı sonlarından başlayarak hem Kürtleri kazanmak, hem de bu yolla istismara son derece açık olan Kürt aşiretlerini bölgenin ana güçleri olan İranlılara, Araplara ve özellikle Türklere karşı bir silah haline getirmek için yoğun bir çaba içine girdiklerini görüyoruz. Öncelikle, kendi denetimleri altında bulunan Kuzey Irak’taki Kürt aşiret şeflerini maaşa bağladılar. Bölgeyi ve Kürtleri çok iyi tanıyan siyasi istihbarat görevlileri aracılığıyla onlarla 
iyi ilişkiler kurdular. “Kürtçe”yi ortak bir yazılı dil haline getirmeye çalıştılar. 
Kürtçe eğitim veren okullar açtılar, Kürtçe gazeteler yayınladılar. Ne de olsa 
başka halkları birbirlerine karşı kışkırtıp kullanmak konusunda uzmandılar; 
yüzlerce yıllık çok zengin bir emperyalist deneyimleri ve birikimleri vardı. Kuzey 
Irak’ta dönemin en güçlü Kürt aşireti olan Berzenci aşiretinin şefi Şeyh Mahmut liderliğinde merkezi Süleymaniye olan özerk bir “Kürdistan” kurulmasını  sağladılar.  
Bu bir aşiretler konfederasyonu idi. Bu özerk “Kürdistan”ın sınırlarının Noel’in önerisine uygun olarak Güneydoğu Anadolu bölgesinde Kürtlerin yaşadığı toprakları da içine alacak şekilde genişletilmesi, böylece süreç içinde İngiliz güdümünde bir “Büyük Kürdistan” yaratılması amaçlanıyordu. 

Bu tasarıyı yaşama geçirecek ön hazırlıkları yapmak üzere, Binbaşı E. 
W. C. Noel 1919 yılı başlarında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya gönderildi ve 
onun aracılığıyla bölgedeki Kürt aşiret şefleriyle bağlantı kuruldu. Aşiretlerin 
Türklerden uzaklaşarak İngiliz tarafına geçirilmesi için büyük uğraş verildi. Bu 
amaçla onlara, Ermeni tehciri sırasında yaptıklarının hesabının sorulmayacağı 
güvencesi verildi. Ayrıca, Kürtler üzerinde etkili olabileceği düşünülen önde gelen Kürt lider ve entelektüelleriyle de bağlantı kuruldu. İstanbul’daki Kürdistan Teali Cemiyeti lideri Seyit Abdülkadir, 19. yüzyılın efsane Kürt lideri Ubeydullah’ın soyundan gelen Seyit Taha, Milli aşiretinin lideri ve Hamidiye alaylarının efsane ismi İbrahim Paşa’nın oğlu Şeyh Mahmut, Paris’teki Kürt delegasyonunun başı olan Şerif Paşa, Bedirhanlar ve Babanzadeler ile ilişki içine girildi. 

Ancak İngilizlerin “Kürdistan” hesapları, daha 1919 yılı bitmeden tam 
bir fiyaskoyla sonuçlandı. Kuzey Irak’ta Şeyh Mahmut liderliğinde kurulan 
özerk yapının işlevsel olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Çünkü hiçbir Kürt aşireti 
Şeyh Mahmut’un emrine girmek istemiyor, Şeyh Mahmut da yönetime 
kendi aşiret mensuplarını getiriyor, onları kayırıyordu. Özerk aşiretler konfederasyonunun uygulanamayacağını anlayan Bağdat’taki İngiliz yönetimi Şeyh Mahmut’un yetkilerini kısmak istedi. O da, Mayıs 1919’da İngiliz yönetimine 
karşı ayaklandı. Haziran ayında İngiliz güçleri ve onlarla birlikte hareket eden 
Kürt aşiretleri, Şeyh Mahmut’a bağlı Berzenci aşireti savaşçılarını yenilgiye 
uğrattılar. Ağır yaralı olarak ele geçirilen Şeyh Mahmut Bağdat’ta yargılanıp 
ölüm cezasına çarptırıldı. Ancak daha sonra cezası 10 yıl sürgün olarak hafifletildi 
ve sürgün cezasını çekmek üzere Hindistan’a gönderildi.19 Vilâyetin kuzeyinde de 1919 yılı boyunca sürekli ayaklanma halinde bulunan Kürtler, İngiliz işgal yönetimi için ciddi bir sorun oluşturdular. Birçok İngiliz istihbarat görevlisi ve çok sayıda imparatorluk askeri ayaklanmacılarca öldürüldü.20 

Noel’in Anadolu’da Kürtleri kazanmaya yönelik çalışmaları 1919 Eylülüne 
dek sürdü. Bu tarihte yaşanan “Ali Galip olayı” Noel’in Anadolu’daki fesat misyonunu sona erdirdi. İstanbul hükümeti tarafından Sivas Kongresi’ni 
basmakla görevlendirilen Ali Galip, yanında Bedirhan ailesinin önde gelenleri 
ve Binbaşı Noel olduğu halde Malatya’ya gelmişti. Kurulan tezgâha göre, 
buradaki Kürt aşiretleri kullanılarak Kongre basılacak, Mustafa Kemal Paşa 
ve yanındakiler tutuklanıp İstanbul’a gönderilecekti. Fakat komployu önceden 
öğrenen Mustafa Kemal Paşa’nın aldığı karşı önlemler sayesinde girişim 
başarısız oldu ve komplocular Halep’e kaçtılar. Noel de onlarla birlikte kaçtı. 
İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği, Ali Galip’in görevinden bilgileri olmadığını 
ve Binbaşı Noel’in onun yanında bulunmasının “talihsiz bir rastlantı olduğunu” öne sürdü.21 Elbette buna kimse inanmadı. İngilizler, büyük umut bağladıkları Kürt liderlerinin hiçbirisinin Kürtler üzerinde etkisi olmadığını da kısa süre içinde fark ettiler. Bu durumda, İngiliz güdümünde özerk bir “Kürdistan” devleti ya da aşiretler konfederasyonu kurmak düşüncesini bir kenara bırakmak zorunda kaldılar. Musul vilâyeti içindeki Kürt bölgelerini doğrudan Bağdat’taki merkeze bağlayarak İngiliz istihbarat subayıları eliyle yönetmeye başladılar. Anadolu’dan ise bütünüyle çekildiler. İngiltere’nin Anadolu’daki “Kürdistan” serüveni sona erdi. 
İngilizleri “Kürdistan” hesabını terk etmeye zorlayan başka nedenler de vardı. Birincisi, Fransa, bölgede İngiliz güdümünde bir “Kürdistan” oluşumunu kendi çıkarlarına aykırı buluyor ve karşı çıkıyordu.22 İkincisi, Amerikan Senatosu, 
Versailles Antlaşması’nı onaylamamıştı. Bu aynı zamanda, Başkan Wilson’un, 
Doğu Anadolu’da kurulması öngörülen Ermenistan devletinin mandat sorumluluğu nun üstlenilmesi yönündeki politikasının da reddi anlamına geliyordu ve Doğu Anadolu’da bir Ermenistan devleti kurulması olasılığını bütünüyle ortadan kaldırıyordu. Üçüncüsü, Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Kuvayı Milliye hareketi güçlenmiş ve Anadolu’nun işgal altında olmayan tüm bölgelerinde denetimi sağlamıştı. İtilaf Devletleri’nin elinde Anadolu’daki Türk ulusçularını alt edebilecek büyüklükte bir askeri güç yoktu. Dördüncüsü, Türk ulusçularının artan baskısı altında bunalan Fransa, Kilikya’dan çekilmenin yollarını arıyordu. Bu amaçla George Picot’yu Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek üzere Sivas’a göndermişti. Fransızların Kilikya’dan çekilmeleri, Doğu Anadolu ile İtilaf güçleri arasındaki bağlantının bütünüyle kesilmesi demekti. Beşincisi, Sovyet Kızıl-ordusunun hızla Güney Kafkasya’ya doğru ilerlemesi karşısında, İngilizler bölgedeki tüm birliklerini geri çekmeye hazırlanıyorlardı. Kızıl-ordu ile Türk ulusçuları birleştiğinde, İtilaf güçlerinin bölgedeki varlıkları bütünüyle son bulacaktı. 

Sonuç olarak, 1919 yılı bitmeden, İtilaf Devletleri’nin “Ermenistan” ve 
“Kürdistan” hayalleri, onlar açısından tam bir hayal kırıklığına dönüşmüştü. 
Ama o güne dek verilmiş sözler, kamuoyuna yapılmış açıklamalar vardı. Bunlardan bir anda geri dönülemezdi. O yüzden Sevr Antlaşması metnine şeklen 
“Ermenistan” ve “Kürdistan” ile ilgili hükümler konuldu. 
Ama bunların gerçekleşme şansı olmadığını herkes biliyordu.23 
3. Haşimi Hanedanı Yönetimindeki Irak’ta “Kürt Sorunu” ve  Siyonistlerin Kürtlerle Bağlantı Kurmaları (1921-1958) Ağustos 1921’de Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’a, 50 yıl önce Mithat Paşa tarafından yaptırılmış olan Bağdat Sarayı’nda İngiliz Yüksek Komiseri Percy Cox tarafından taç giydirilmesiyle “Irak” adı verilen devlet kuruldu. Yeni devlet, Osmanlı İmparatorluğu’nun Basra, Bağdat ve Musul vilâyetlerinden oluşuyordu. 

Fakat Musul’un ve burada yaşayan Kürtlerin statüsü uzun süre belirsizliğini 
korudu. Ankara hükümeti, vilâyette yaşayan Türk ve Kürt nüfusunu İngiliz işgal 
yönetimine karşı ayaklandırarak Musul’u Türkiye’ye bağlamak için çeşitli 
yollar denedi. Bu amaçla 1921 yılında bölgeye bir askeri birlik gönderdi. 
Bu askeri birlik, özellikle 1922’de milis yarbayı Özdemir Bey’in vilâyete gelmesinden sonra önemli başarılar elde etti. Daha önce Antep direnişini başarıyla örgütlemiş olan Özdemir Bey, Revandiz’e yerleşti ve 1922 Ağustosunda kendisini destekleyen Kürt aşiretlerinin yardımıyla Britanya imparatorluk güçlerini 
yenilgiye uğratarak vilâyetin kuzeydoğu bölümünü işgalcilerden bütünüyle 
temizledi.24 Bunun üzerine İngilizler, Milletler Cemiyeti’ni devreye soktular. 
Cemiyetin 1922 Ekiminde usulen aldığı bir kararla Irak, Musul vilâyetini de 
içerecek biçimde İngiltere’nin mandat yönetimi altına kondu. Türkiye, Milletler 
Cemiyeti kararını tanımadı. İngilizler, Özdemir Bey’in gücünü kırabilmek 
için Hindistan’a sürgüne gönderdikleri Şeyh Mahmut’u geri getirerek Süleymaniye 
Valisi yaptılar. Böylece, Özdemir Bey’i destekleyen Kürt aşiretlerinin 
önemlice bir bölümünün onun yanından ayrılarak Şeyh Mahmut’un safına 
geçmesini sağladılar. Aşiretler arası ilişkilerin son derece kaypak ve güvenilmez 
zemininde bir süre konumunu muhafaza etmeye çalışan Özdemir Bey, 
İngilizlerin 1923 yılının Nisan – Mayıs aylarında düzenlediği bir karşı saldırı 
sonunda birliği ile birlikte Musul vilâyetinden çekilmek zorunda kaldı. İngilizler, 
bir süre sonra, artık işlerine yaramayan Şeyh Mahmut’u da tasfiye ederek 
vilâyetin tamamında denetimi yeniden kurdular.25 Bundan sonra, Türkiye 
ile İngiltere arasındaki Musul savaşımı siyasi/diplomatik zeminde sürecek ve 
uluslararası petrol lobisinin isteği doğrultusunda hareket eden Milletler Cemiyeti 
Konseyi’nin Musul vilâyetini İngiliz mandatsı altındaki Irak’a bağlaması 
ile sonuçlanacaktır. Bu karar, bir dizi siyasi ve diplomatik tezgâhın ve Doğu 
Anadolu’da kışkırtılan Kürt ayaklanmalarının ardından 1925 yılı sonunda alınacaktır. 

İçeride köklü toplumsal/siyasal devrimler yapmaya hazırlanan ve bunun 
için de barışçı bir ortama gereksinim duyan Türkiye, 1926 yılının Haziran 
ayında İngiltere ve Irak ile Ankara’da imzaladığı üçlü bir antlaşma ile Konsey 
kararını tanıyacaktır.26 İngiliz emperyalizminin Anadolu Kürtleri üzerindeki 
oyunları 1930’ların başına değin sürecek ve bu dönemde Doğu ve Güneydoğu 
Anadolu’da bir dizi Kürt ayaklanması yaşanacaktır. Ancak 1930’ların başında 
Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesi ile Avrupa kıtası üzerine savaş bulutları 
yerleşecek ve bu koşullar altında Türkiye’ye gereksinimi olduğunu değerlendiren 
İngiltere, Kürtleri kışkırtmaktan vazgeçecektir. Kışkırtmaların durma-
sıyla birlikte, Türkiye’deki Kürt ayaklanmaları bıçakla kesilir gibi kesilecektir. 
Bundan sonra 50 yılı aşkın bir süre Türkiye’de Kürt sorunu yaşanmayacak, 
Soğuk Savaş’ın biteceğinin anlaşılması üzerine, 1980’lerin ortalarına doğru 
Türkiye’ye duyduğu gereksinimin azalacağını değerlendiren Batı emperyalizmi, 
“Kürt kartı”nı yeniden açacaktır. 

Musul’u Irak’a bağlayan Milletler Cemiyeti kararında, İngiltere, vilâyette 
yaşayan Kürtleri koruyacak yönetsel önlemleri alarak, Konsey’e sunmaya davet 
ediliyordu. Gerçi İngiltere’nin bu davete uyup uymadığını denetleyecek bir 
mekanizma yoktu; ama zaten bölgeye yönelik uzun vadeli hedefleri Kürt kimliğini 
olabildiğince geliştirip, bunu diğer bölge halklarına karşı bir silah olarak 
kullanacak olan İngiltere, bu doğrultuda elinden geleni yaptı. 1924’te Şeyh 
Mahmut’un tasfiye edilmesinden sonra Berzenci aşiretinin Kuzey Irak’taki etkisi kırıldı. 
Bundan sonra Barzan aşireti ön plana çıkmaya başladı. Barzan aşireti, 1920’lerin başında İngilizlerle Türkler arasında yaşanan Musul’un geleceğine ilişkin savaşım da Türklerle ve Özdemir Bey’le birlikte hareket etmişti. 
Bu yüzden İngilizler tarafından tutulmuyordu. İngilizler, vilâyeti işgal ettiklerinden 
beri sürekli olarak kendileriyle birlikte hareket eden Caf ve Talabani aşiretlerini destekliyorlardı. Buna karşın Barzan aşireti, özellikle Molla Mustafa Barzani’nin aşiretin başına geçmesinden sonra Kuzey Irak’taki etkisini büyük ölçüde arttırdı. Şeyh Mahmut gibi, Molla Mustafa Barzani de merkezî yönetimle uzlaşmaya yatkın değildi. 1932 yılında İngiltere’nin Irak üzerindeki mandat yönetiminin kâğıt üzerinde son bulmasıyla birlikte, Barzan aşireti 
Bağdat’taki merkezî Irak yönetimi ne karşı ayaklandı. Ayaklanma Irak Ordusu tarafından İngilizlerin de yardımıyla bastırıldı ve Molla Mustafa Barzani evinde göz hapsine alındı. 

İkinci Dünya Savaşı sırasında ülkede İngiliz karşıtlığının artması ve Başbakan Raşid Ali’nin Almanya ile bağlantı kurması üzerine, İngilizler Mayıs 1941’de Irak’ı ikinci kez işgal ettiler. Aynı yıl, Almanya Sovyetler Birliği’ne saldırınca, İngiliz ve Sovyet güçleri güvenlik gerekçesiyle İran’ı da işgal ettiler. 

Bağdat ve Tahran’daki merkezî yönetimlerin etkilerini yitirmesinden yararlanan 
Kürtler, hem Irak’ta, hem de İran’da ayaklandılar. İran’daki Kürtler Mehabad 
Cumhuriyeti adıyla bir devlet kurduklarını ilan ettiler. Bu, Moskova’nın desteği ile kurulmuş bir devletti. Sovyet yönetiminin amacı, Kürtleri kullanarak bölgesel etkinliğini arttırmaktı. İran Kürtleri ile birlikte hareket eden ve Mehabad Cumhuriyeti’nin bir benzerini Kuzey Irak’ta kurmayı amaçlayan Molla Mustafa Barzani, İran Kürdistan Demokratik Partisi’ni kendisine örnek alarak, 1946’da Irak Kürdistan Demokratik Partisi’ni (IKDP) kurdu. İkinci Dünya Savaşı bitince, İran ve Irak’taki işgal de sona erdi ve siyasal otoritesini yeniden kazanan Tahran yönetimi, 1947’de düzenlediği bir askeri operasyonla Mehabad Cumhuriyeti’nin varlığına son verdi. İran’da bulunan Molla Mustafa Barzani, Sovyetler Birliği’ne kaçarak bu ülkeden siyasal sığınma hakkı istedi.27 

1948 yılı, Ortadoğu’nun tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte, Birleşmiş 
Milletler kararıyla Filistin toprakları üzerinde İsrail adıyla bir Yahudi devleti kurulmuştur. Aslında bu, Batılıların, Yahudilere “vaat edilmiş topraklar” 
üzerinde bir yurt verme sözünü içeren 1917 tarihli Balfour Bildirisi ile başlatılan 
sürecin son aşamasıydı. Holocaustun28 Yahudi halkına karşı dünya çapında bir acıma ve sempati duygusu yaratmış olmasından yararlanılarak, 1917’de verilen söz yaşama geçirilmiştir. İsrail’in kurulması, günümüze dek sürecek ve bölgeyi sürekli bir savaş ortamına, büyük sıkıntı ve acılara sokacak bir süreci başlatmıştır. Arap toprakları üzerinde, Batı emperyalizminin uzantısı olarak gördükleri bir Yahudi devletinin kurulmasını hazmedemeyen Arap devletlerinin İsrail’e saldırması ile başlayan Arap-İsrail savaşı günümüzde halen sürmektedir. 

Arap-İsrail savaşında İsrail’in temel stratejisini “peripheral strategy” (=çevresel 
strateji) denilen bir anlayış oluşturur. Bu stratejinin temelleri, İsrail devleti 
kurulmadan çok önce atılmıştı. Tam adı, “theory of allied periphery”(=müttefik 
çevre kuramı) olan stratejinin ilkeleri daha 1930’lu yıllarda David Ben Gurion 
tarafından saptanmıştı. İsrail kurulunca devlet başkanı olan Ben Gurion, stratejiyi 
geliştirdi. Buna göre İsrail, Arap ülkelerini çevreleyen Türkiye, İran ve 
Etiyopya ile stratejik ilişkiler kurmalıydı. Ayrıca, bu strateji içinde Kürtlere de 
çok önemli bir yer veriliyordu. Çünkü İsrail’in iki önemli düşmanı olan Suriye 
ve Irak’ta önemli bir Kürt nüfus yaşıyordu. Suriye ve özellikle Irak’a yönelik 
yıkıcı faaliyetlerin en etkili aracı, bu ülkelerdeki Kürtlerin kışkırtılmasıydı. Bu 
amaçla Siyonist liderler, daha 1930’lu yıllarda Kürtlerle bağlantı kurmuşlardı. 
Siyonist gizli servisinde görevli Haham Shilia, Hebrew Okulu’nda okuyan bir 
öğrenci kimliğiyle geldiği Bağdat’ta bir ajan ağı kurmuş ve Kürtlerin yaşadığı 
Kuzey Irak’ın dağlık bölgeleriyle gizli bağlantı sağlamıştı. Yahudilerin Kürtlere 
duydukları ilginin bir nedeni de, “vaat edilmiş ülke” saydıkları toprakların, 
Kürtlerin yaşadığı toprakları yakından ilgilendiriyor olmasıydı. Siyonist lider 
Theodor Hertzl, 1904 yılında “Vaat edilmiş ülke”nin “Mısır’dan Fırat’a kadar 
uzandığını” söylemişti. İsrail devletinin kuruluşunun ele alındığı Birleşmiş 
Milletlerin 9 Ocak 1947 tarihli bir komite oturumunda ise Haham Fischmann, 
“vaat edilmiş ülkenin Nil ile Fırat ırmakları arasında yer aldığını” belirten bir 
rapor sunmuştu.29 ( Harita-1) 

Irak genelinde, ülke nüfusuna oranları % 4’ü bulan önemli bir Yahudi 
azınlık yaşıyordu. Bunlar, Kuzey Irak’taki Kürtlerle bağlantı kurmak ve 
onları kışkırtmak için önemli bir rol üstleniyorlardı. M.Ö. 722 yılında Asur 
Krallığı’nın Yahudi Krallığı’nı yıktığı ve Filistin’de yaşayan Yahudilerin bir 
bölümünü Mezopotamya ve Medya’ya götürdüğü İncil’de yazmaktadır. Babil Kralı 
II. Nabukadnezzar’ın Asurluları yenilgiye uğratmasından sonra, Babil’e (Bağdat) 
önemli sayıda Yahudinin yerleştirildiği bilinmektedir. Irak’taki Yahudi varlığı, İlkçağlardaki bu nüfus hareketlerinden kaynaklanmaktaydı. Asurlular 
tarafından Kuzey Irak’a yerleştirilen Yahudilerin sayısı, Yahudi hahamların yürüttükleri misyonerlik faaliyetleri sonucunda artmıştı. Ancak bu sayı, Irak’tan 
Filistin’e Yahudi göçleri nedeniyle 1930’larda azalmaya başladı. 1932’de 
Irak’taki İngiliz mandat yönetiminin son bulması, ertesi yıl Almanya’da Hitler’in 
iktidara gelmesi ve buna bağlı olarak yükselen Nazi etkisi, Yahudi düşmanlığını 
ve Yahudiler üzerindeki baskıları arttırdı. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce 
binlerce Yahudi Filistin’e göç etti. 20. yüzyılın ortalarında, yani İsrail devleti 
kurulduğu zaman, Kuzey Irak’taki Yahudi varlığı 25-30 bin civarında tahmin 
ediliyordu ve bu sayının önemli bir bölümü Zaho kasabasında yaşıyordu. 
Bağdat’ta ise, aynı tarihlerde 130 bin civarında Yahudi’nin bulunduğu hesaplanıyordu. 

Arap-İsrail savaşı başlayınca, Arap ülkelerinde yaşayan Yahudiler, daha da artan baskılar karşısında bu ülkeleri kitlesel olarak terk etmeye başladılar. 1948 ile 1952 yılları arasında Irak’tan Filistin’e gidenlerin toplam sayısı 150 bine yaklaşıyordu. Bunlardan 113 bini, İsrail’in, Bağdat’a kurduğu hava köprüsü ile 1950 Mayısından 1951 Aralığına kadar hava yoluyla Filistin’e taşınmıştı.30 Kuzey Irak’taki Yahudiler, çoğunlukla Türkiye üzerinden Filistin’e kaçtılar. Irak kaynaklarına göre bunların toplam sayısı 22.618 kişiydi. Sonuçta, Irak’ta yalnızca 5 bin civarında Yahudi kaldı. Bunlar da çoğunlukla büyük servet sahibi olanlardı. Servetlerini yitirmemek için birçoğu din değiştirerek Müslüman olmayı seçti. Yahudilerin Irak’taki varlığının son bulması, İsrail’in Kuzey Irak Kürtleri üzerindeki kışkırtıcı faaliyetlerinin zayıflaması sonucunu doğurdu. 31 


3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Emperyalizmin “Kürt” Kartı., BÖLÜM 1

Emperyalizmin “Kürt” Kartı.,  BÖLÜM 1

Emperyalizmin Kürt Kartı, İhsan Şerif Kaymaz, Kürt sorunu,emperyalizm,İngiltere,İsrail,Irak,Türkiye,ABD,Suriye,

İhsan Şerif Kaymaz* 
* Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü 
Akademik Bakış 
Cilt 1, Sayı 1 
Kış 2007 
Akademik Bakış 


Özet 




Aşağıdaki makalede “Kürt sorunu” irdelenmiştir. “Kürt sorunu” denilen olgunun tanımı yapıldıktan sonra bunun, emperyalizm tarafından Türkiye’ye ve Ortadoğu bölgesine karşı bir silah olarak kullanılması tarihsel bir perspektif içinde anlatılmıştır. 
İlk kez Birinci Dünya Savaşı sonunda İngilizler aracılığıyla Kürtlerle bağlantı kuran emperyalizm, bölgede bir kukla Kürt yönetimi kurmanın yollarını aramış, fakat o zaman çeşitli nedenlerle buna olanak bulamamıştır. Bunun üzerine “Kürdistan” projesinin zamana yayılarak yürütülmesi yolu seçilmiştir. İsrail Devleti’nin kurulması sırasında ve sonrasında, Siyonist yöneticilerin izledikleri “çevresel strateji”nin gereği olarak “Kürt kartı”nı etkin biçimde kullanmaya girişen Yahudiler, Kürtlerin özerklik/bağımsızlık kazanması sürecinde belirleyici olmuşlardır. 
1980’lerin ortalarına değin Soğuk Savaş koşulları nedeniyle Türkiye’ye gereksinim duyduğunu değerlendiren Batı, “Kürt sorunu”nu açıktan açığa provoke etmekten kaçınmış, örtülü yöntemlerle amacına ulaşmaya çalışmıştır. Ama Doğu Bloku’nun yıkılacağının anlaşılmasından sonra, Kürtler üzerinden yürütülen emperyalist oyunun daha açık bir biçimde sahnelenmeye başlandığını görüyoruz. Bugün gelinen noktada Kürdistan Devleti de facto olarak kurulmuş durumdadır. 
Bu devletin bağımsızlığını resmen ilan etmesi için eksik olan tek şey uluslararası tanımadır. Bunun gerçekleşmesi ise yalnızca bir zaman sorunudur. 

Türkiye’nin, ulusal çıkarlarına bütünüyle aykırı olan bu süreci engellemek yönünde hiçbir ciddi girişimde bulunmaması, hatta tersine bu sürece katkı sağlamış olması dikkat çekicidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Atatürk’ün “tam bağımsızlık” anlayışına dayalı dış politika ilkesini terk ederek kendisini, ekonomik, siyasi ve askeri olarak Batı’ya tek yanlı bağımlı kılan Türkiye, 1980 yılından itibaren de bütünüyle küresel kapitalizmin yörüngesine girmiştir. İzlenen hatalı dış politika stratejilerin ağır bedelleri her alanda olduğu gibi “Kürt sorunu” ile bağlantılı olarak da ödenmiştir ve eğer strateji değişikliğine gidilmezse ödenmeye devam edilecektir. 

Giriş: 

“Kürt Sorunu” 

İçinde yaşadığımız ve Ortadoğu diye adlandırılan bölge, insan uygarlığının doğuşuna tanıklık etmiş, ana ticaret yollarının güzergâhı üzerinde yer almış 
ve tarihin her döneminde çeşitli göçlere ve istilalara sahne olmuştur. Bu yüzden, tarih boyunca çok sayıda kavime ev sahipliği yapmıştır. Zaman içinde bu 
kavimlerin üçü -Türkler, Araplar ve İranlılar- bölgeyi siyasal ve kültürel olarak egemenlikleri altına almışlardır. Diğerleri, bu üç kavimden birisiyle bütünleşerek, 
süreç içinde tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Bugün bunların kalıntıları küçük ve dağınık gruplar halinde varlıklarını sürdürmektedirler. Bu genel saptamanın tek bir istisnası vardır: 

Kürtler,

Kürtler, çok eski çağlardan beri Zagros Dağları’nın batı yamaçlarında 
yaşadıklarına inanılan dağlı bir halktır. Zaman içinde batı ve kuzey yönünde 
yayılmışlardır. Kökenleri tam olarak bilinmemektedir. Sami, İranî ya da Turanî 
kökten geldiklerine ilişkin çeşitli savlar vardır.1 Aralarında Farsçanın uzak lehçeleri olduğu anlaşılan dilleri konuşmaktadırlar. İçinde yaşadıkları doğal çevre -sert iklim ve coğrafya koşulları- kendine özgü bir toplumsal örgütlenme 
biçimi geliştirmelerine neden olmuştur. Aşiret denilen ve her biri kapalı birer 
sosyo-ekonomik birim oluşturan küçük ve dağınık gruplar halinde yaşarlar. 
Katı, hiyerarşik kurallarla yönetilen aşiretlerin mensupları, kendilerini özgür 
bireysel kimlikleriyle değil, mensubu oldukları aşiretin topluluk kimliği ile 
algılarlar. Bu olgu, yalnız göçebe ve yarı-göçebe Kürt toplulukları açısından 
değil, yerleşik yaşama geçmiş olanlar için da geçerlidir. Katı, kapalı ve dağınık 
toplumsal gruplar halinde yaşamaları sayesinde Kürtler, bölgeyi etkinlikleri 
altına alan üç ana etnik grup karşısında varlıklarını koruyabilmişlerdir. Fakat 
aynı yapı, onların kendi içlerinde bir bütünlük oluşturmalarını ve aşiret kimliğinin 
ötesinde bir ulusal kimlik geliştirmelerini engellemiştir. Sayıları yüzleri 
bulan Kürt aşiretleri arasındaki ilişkiler düzensiz, değişken ve güvenilmezdir. 
Ne ortak bir kimlik algılamasından, ne de onları birbirine bağlayan ortak bir 
dilin varlığından söz edilebilir. 

Bu özellikleriyle Kürtler, tarih boyunca her türlü siyasal kurumlaşmayı 
–bunların özgün aşiret yapılarını tehdit ettiğini düşünerek- reddetmişlerdir. 
Osmanlı İmparatorluğu döneminde, gerek coğrafi olarak merkezî otoritenin 
uzağında kalmaları, gerekse Osmanlı yönetim anlayışının onlara sağladığı 
yarı-özerk statü sayesinde geleneksel toplumsal yapılarını korumayı başarmışlardır. 

Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması ve yerine güçlü 
merkezî otoritelere dayanan ulus-devletlerin kurulması ile birlikte yerel 
Kürt aşiretleri ile merkezî devletler arasında çatışma yaşanmaya başlamıştır. 
Merkezî devletlerin çağdaşlaşma ve modernleşme yönünde attıkları her 
adım, Kürt aşiretlerinin şiddetli direnişi ile karşılaşmış, böylece Kürtler, bölgede 
sürekli ve kalıcı bir istikrarsızlık kaynağı haline gelmişlerdir. Bu ise, hem 
bölge-içi ilişkilerin sağlıklı biçimde gelişmesini engellemiş, hem de bölgedışı 
büyük güçler için sürekli bir müdahale ve istismar gerekçesi yaratmıştır. 
Üzerinde yaşadığımız coğrafyanın son 100 yıllık tarihi incelendiğinde “Kürt 
sorunu” ile bağlantılı dış müdahalelerin hemen hiç eksik olmadığı görülür. 
Emperyalist güçler, coğrafi konumu ve petrol/doğal-gaz zenginliği ile çok büyük 
bir stratejik değere sahip olan Ortadoğu’yu denetim altına alabilmek için 
her zaman “Kürt sorunu”nu istismar etmişlerdir. Aşağıda, bu emperyalist istismarın 

Tarihsel Süreci Kuzey Irak Merkezli Olarak Özetlenmiştir. 

1. Emperyalizmin Kürtlerle Doğrudan Bağlantı Kurması (1918) 

Birinci Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı topraklarının İtilaf Devletleri arasında ne şekilde paylaşılacağı konusu İngiliz Savaş Kabinesi’nde görüşülürken, Hindistan Bakanlığı’nın Mezopotamya’nın geleceği ile ilgili görüşlerini açıklayan Siyasi Bölüm Başkanı Arthur Hirtzel, İngiltere’nin Basra ve Bağdat vilâyetlerini alması, Musul vilâyetinden ise uzak durması gerektiğini belirtti. Hirtzel’e göre, nüfusunun çoğunluğunu işlenmesi zor bir insan kitlesi olan Kürtlerin oluşturduğu Musul vilâyeti ileride Britanya İmparatorluğu’na sorun yaratabilirdi.2 

Osmanlı İmparatorluğu topraklarının paylaşılması konusunda İtilaf Devletleri arasında yapılacak görüşmelerde İngiltere’nin isteklerine temel oluşturacak genel bir tasarı oluşturmak üzere Başbakan Asquith tarafından görevlendirilen De Bunsen Komisyonu da hazırladığı raporda Musul vilâyetinin İngiliz etki alanı dışında bırakılmasını öngörüyordu. Komisyon, paylaşım sonucunda Doğu Anadolu’ya yerleşmesi öngörülen Rusya ile sınırdaş olmamak için Musul’un Fransız etki alanına terk edilmesi ve Fransız etki alanının, İngiliz ve Rus etki alanları arasında tampon oluşturması gerektiği görüşündeydi. 

Ancak bu yapılırken, Musul vilâyetinde İngiltere’ye ait olan petrol ayrıcalıkları Fransa’ya devredilmemeli bunlar mutlaka muhafaza edilmeliydi.3 
Sykes-Picot Antlaşması, De Bunsen Komisyonu’nun raporu temel alınarak 
düzenlenmiş ve Komisyon’un önerisi doğrultusunda Musul vilâyeti Fransız 
etki alanına bırakılmıştır.4 
İngilizler bu yaklaşımlarını savaşın sonuna değin sürdürmüşlerdir. 
Yani Musul, hem nüfusunun çoğunluğunu Kürtlerin oluşturması nedeniyle, 
hem de Ruslarla sınır komşusu olunması istenmediği için İngiliz etki alanı 
dışında bırakılmalıydı. Nitekim 1917 Martında Bağdat’ı işgal eden İngilizler, 
Cebel Hamrin’e kadar Bağdat vilâyetinin tamamını ele geçirdikten sonra askeri 
hedeflerine ulaştıkları düşüncesiyle operasyonlarını durdurup, Irak cephesindeki 
askerlerini diğer cephelere kaydırmaya başladılar. 1918 yılının Nisan ve Mayıs aylarında taktik nitelikteki bir-iki hamle dışında herhangi bir ilerleme girişiminde bulunmadılar. Oysa bölgedeki İngiliz gücü, diğer cephelere büyük miktarda asker kaydırılmış olmasına karşın, hem asker sayısı, hem de ateş gücü bakımından karşısındaki Osmanlı VI. Ordusu’nun beş katını aşan bir büyüklüğe sahipti ve eğer istenseydi Musul vilâyetini rahatlıkla alabilecek güçteydi.5 

Savaşın sonunda İngilizlerin Musul’la ilgili görüşlerinin birdenbire değiştiğini ve Musul vilâyetini öncelikli stratejik hedefleri arasına dahil ettiklerini görüyoruz. Bu tutum değişikliği iki nedene dayanmaktadır: Birincisi, Bolşevik devrimi ile savaştan çekilen Rusya paylaşım hesaplarının dışında kaldığından, artık Musul vilâyetini almak Rusya ile sınır komşusu olmayı gerektirmeyecekti. 

İkincisi, savaş, ileriki yıllarda dünya siyasetini derinden etkileyecek olan çok önemli bir gerçeği açığa çıkarmıştı: modern yaşamın sürdürülmesi, daha da önemlisi modern bir savaşın kazanılması, mutlaka yeterli petrole sahip olmayı gerektiriyordu. Diğer koşullar eşit olduğunda, modern bir savaşta kazanmak ile kaybetmek arasındaki ince çizgide sonucu belirleyen nihai etken kimin daha fazla petrole sahip olduğu idi. İngiliz Dışişleri Bakanı Curzon’un “bir petrol dalgası üzerinden zafere ulaştık” şeklindeki sözleri durumu özetliyordu.6 

Bu gerçek, Musul vilâyetinin yazgısını değiştirdi. Çünkü orada petrol vardı ve petrol işletme ayrıcalıklarına sahip olmak, petrolün güvenli akışını sağlamak için yeterli değildi. Doğrudan doğruya petrol yataklarının denetim altına alınması gerekiyordu. “İşlenmesi zor bir insan kitlesi”nin bulunması, Musul vilâyetinin işgal edilmesi gereğini ortadan kaldıramazdı. Petrol lobisi tarafından Amiral Edmond Slade imzasıyla hazırlanan ve 1918 yılı Ağustos ayında İngiliz hükümetine sunulan bir raporda, Musul vilâyetindeki petrol yataklarının yerleri gösteriliyor ve savaş bitmeden önce buraların mutlaka İngiliz denetimi altına alınması gerektiği belirtiliyordu.7 Ekim ayının sonlarında başlayan İngiliz ileri harekâtı, bilindiği gibi Mondros bırakışmasını izleyen günlerde sonuçlandırıldı ve 1918 yılı bitmeden Musul vilâyetinin tamamı İngilizlerce işgal edildi.8 

2. İngilizlerin “Kürdistan” Yaratma Çabaları (1918-1920) 

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İngiliz yönetiminin değişlik kademelerinde 
görev yapan devlet yetkilileri tarafından çeşitli “Kürdistan” önerilerinin 
geliştirildiğini görüyoruz. Bu konuda ilk görüş açıklayan kişi, Sykes-Picot 
Antlaşması’nı İngiltere adına imzalamış olan Mark Sykes’dır. Sykes, Mondros 
ateşkes antlaşması taslağının hazırlık çalışmaları sırasında, tüm Kürt bölgelerinin 
işgal edilmesi ve Kürtlerin, Türk karşıtı harekete dâhil edilmesi gerektiğini 
belirtmiştir. Çünkü Sykes, Mezopotamya’da İngiliz etkinliği altında kurulması 
öngörülen Arap devletinin güvenliğinin sağlanabilmesi için bu devletle 
Türkiye arasına bir tamponun konulması gerektiğini düşünmektedir.9 İngiliz 
Dışişleri Bakanlığı’na bağlı bir istihbarat görevlisi olan Arnold J. Toynbee de 
Sykes ile aynı görüşteydi. Ama ona göre, Kürtlerin yaşadığı bölgelerin denetim 
altına alınması, Mezopotamya’da kurulması tasarlanan İngiliz güdümündeki 
Arap devletinin güvenliğinden çok, Doğu Anadolu’da kurulması tasarlanan 
Ermenistan devletinin güvenliği açısından önemliydi.10 Aynı sıralarda, 
İngiliz istihbarat görevlilerinden Thomas E. Lawrence da hükümete bir andırı 
vererek, Yukarı Mezopotamya, Aşağı Mezopotamya ve Suriye’de, her biri Şerif 
Hüseyin’in oğulları tarafından yönetilecek olan üç Arap devleti kurulmasını 
önerdi. Yukarı Mezopotamya’da kurulacak olan Arap devletinin merkezi Musul 
olmalıydı. Batı ve kuzey sınırları Fırat nehri ile belirlenecek olan bu devlet, 
Urfa ve Diyarbakır’ı içine almalıydı. Lawrence da Güneydoğu Anadolu’nun 
Türkiye’den ayrılması gerektiği görüşündeydi ama onun tasarısında Kürtlere yer yoktu.11 

Bağdat’taki İngiliz Sivil komiseri Albay Arnold Talbot Wilson, Mezopotamya’da oluşturulacak İngiliz etkinlik alanının mutlaka Musul vilâyetini içermesi gerektiği görüşündeydi. Wilson’a göre, Kürtlere özerklik verilmesi konusu aceleye getirilmemeliydi. Çünkü henüz aşiret düzeyinde yaşayan ve hem toplumsal, hem de coğrafi olarak aşırı derecede parçalanmış bir durumda bulunan Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme ve kendi kendilerini yönetme şansları yoktu. Tarih boyunca da bunu başarabilmiş değillerdi. Wilson, eğer bir Kürdistan devleti kurulacaksa, bunun ancak bir dış gücün etkin desteği ve yardımıyla gerçekleşebileceğini, böyle bir devletin yaşamasının da ancak sürekli olarak koruma altında tutulmasıyla sağlanabileceğini belirtti. Kürtleri kazanmak için bir şey yapmak isteniyorsa, Musul vilâyetinin kuzey-doğusunda Erbil-Altınköprü-Kerkük-Kifri gibi Türkmen kentleri dışarıda kalacak şekilde çizilecek bir hattın gerisinde bir aşiretler konfederasyonu oluşturmak ve bunlara sınırlı özerklik vermekle yetinilmeliydi. Wilson, Kürtlerin bu sınırlı özerklik statüsünü bile muhafaza edebileceklerinden kuşku duyuyordu.12 
Wilson’un yönetimi altında Irak’ta görev yapan İngiliz siyasi görevlilerinin 
tümü onunla aynı görüşteydiler. Yalnızca biri ondan farklı düşünüyordu: 
Binbaşı E. W. C. Noel. Kürtlere karşı büyük bir yakınlık duyan ve “Kürt Lawrence’ı” diye anılan Noel’e göre, Musul vilâyetinin Kürt bölgeleri Mezopotamya’da kurulması öngörülen Arap devletinin dışında tutulmalı ve Kürtlere çok geniş bir özerklik verilmeliydi. Kürtler arasında birlik bulunmadığını Noel de kabul ediyordu. Bu yüzden, üç ayrı Kürt devleti kurulmasını öneriyordu: Merkezi Süleymaniye olan Güney Kürdistan, merkezi Musul olan Merkezî Kürdistan ve merkezi Diyarbakır olan Batı Kürdistan. Noel, Kürtlerin kendi kendilerini yönetemeyeceklerini kabul etmiyordu. Ona göre, İngiliz yönetimi altına da alınsalar, Türk yönetimi altında da bırakılsalar Kürtlerin yaşadığı topraklar bir bütün olarak muhafaza edilmeli, parçalanmamalıydı.13 
Tüm bu görüşleri değerlendiren İngiliz Dışişleri Bakanlığı Siyasi İstihbarat 
Bölümü 21 Kasım 1918 tarihli andırısı ile bu konuda izlenecek yolu belirledi. 
Andırıda, İmadiye-Cizre hattının güneyinde İngiliz etkinliği altında bir 
Arap devletinin kurulmasının daha önce Şerif Hüseyin’e söz verildiği, ama 
söz konusu hattın, gizli paylaşım antlaşmaları ile Rusya’ya bırakılan kuzey 
bölümünde, artık Rusya olmadığına göre serbest hareket edilebileceği belirtiliyordu. Doğu Anadolu’yu elinde bulunduracak gücün hem stratejik olarak, 
hem de su kaynaklarına sahip olacağı için Mezopotamya’yı tehdit edebileceğine 
dikkat çekilen andırıda, bu nedenle Mezopotamya’ya egemen olacak gücün 
Doğu Anadolu’daki su kaynaklarını denetim altına alması gerektiği saptaması 
yapılıyordu. Bunun anlamı, Mezopotamya’ya yerleşmeye karar vermiş olan 
İngiltere’nin kuzeyde kendisi dışındaki bir gücün egemen olmasına izin vermemesi gerektiği idi. Fakat Kürtlerin yaşadığı toprakları doğrudan denetim 
altına almak pratik bir yöntem değildi ve güç bir işti. En uygunu, -Wilson’un 
önerdiği gibi- bölgede İngiliz koruması altında bir aşiretler konfederasyonu 
oluşturmaktı. İngiltere dağlık bölgelerden uzak durmalı, petrol ve doğal kaynakların bulunduğu alçak bölgeleri ise doğrudan denetimi altında bulundurmalıydı. Andırıda Kürt ve Ermeni sorunlarının birbirine bağlı olduğu ve iki 
halk arasında geçmişin düşmanlıklarını örtecek bir tür modus vivendi (=geçici 
antlaşma) sağlanmasının kalıcı çözüm için gerekli olduğu ifade ediliyordu.14 
Paris Barış Konferansı’na İngiliz hükümeti adına 7 Şubat 1919 günü verilen notada İran’ın toprak bütünlüğü bozulmadan tüm Kürtlerin birleştirilmesinin olanaksız olduğu ve tek bir devlet çatısı altında birleştirilseler bile Kürtlerde kendi kendilerini yönetecek yeteneğin bulunmadığı belirtiliyordu.15 
İngiliz hükümetinin ağırlıklı olarak Wilson’un görüşlerini benimsediği anlaşılıyordu. 
İngiliz Genelkurmayı da 19 Şubat 1919 günü yayınladığı bir andırı ile Wilson’un görüşlerini desteklediğini ortaya koydu.16 

Arnold T. Wilson, 1919 yılının Haziran ayında görüşlerini genel bir tasarı 
halinde açıkladı. Ona göre, Mezopotamya’da kurulacak olan devlet ekonomik 
ve stratejik nedenlerle Musul vilâyetini mutlaka içermeliydi. Kurulması 
tasarlanan “Kürdistan,” bunun kuzeyinde, batıda Fırat nehri ile doğuda İran 
sınırı arasında yer almalı ve Diyarbakır, Harput, Bitlis ve Van vilâyetlerini içine 
almalıydı. Kürdistan – Mezopotamya sınırı 37. paralel dairesi boyunca Mardin 
Kürdistan’da, Cizre, Resulayn ve Nusaybin Mezopotamya’da kalacak şekilde 
çizilmeliydi. Kürdistan’ın kuzeyinde Erzurum ve Trabzon vilâyetlerini içine 
alacak şekilde Amerikan koruması altında bir Ermenistan devleti kurulmalı, 
Harput-Bitlis-Van vilâyetlerinin kuzey sınırlarını birleştiren çizgi Kürdistan – 
Ermenistan sınırını oluşturmalıydı. Wilson’a göre, eğer İngiltere bu tasarıyı 
uygulama olanağı bulamazsa, o zaman tek seçenek adı geçen 6 vilâyetin 
tamamını Türk yönetimine bırakıp Musul vilâyetinin ötesine karışmamaktı.17 
Noel derhal bir karşı tasarı hazırlayarak Wilson’un yaklaşımını eleştirdi. Noel’e 
göre söz konusu 6 vilâyetin -Musul vilâyetinin Kürt bölgeleri de dahil olmak 
üzere- tamamı aynı gücün mandatsı altına konmalıydı. Kürt ve Ermeni bölgeleri 
arasında şimdilik bir sınır belirlenmemeliydi. Kuzeyde Ermeni, güneyde 
Kürt ağırlıklı bir yapılanmaya gidilmesiyle yetinilmeliydi.18 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

15 Ocak 2018 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 10

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 10


Juncker’den Erdoğan’a: Tehdit işe yaramaz

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vize muafiyeti gerçekleşmezse Geri Kabul Anlaşması’nı meclisten geçirmeme tehdidine AB üst düzey yetkililerinden sert yanıt geldi.

 Brüssel Jean-Claude Erdoğan ve Juncker ekim ayında Brüksel'de bir araya gelmişti.

Erdoğan ve Juncker ekim ayında Brüksel'de bir araya gelmişti.

AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, Türkiye'nin AB ile yaptığı anlaşmada kendi üstüne düşen yükümlülükleri yerine getirmesi gerektiğini belirterek, AB'ye karşı tehditlerin işe yaramayacağını söyledi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, vize muafiyeti konusunda uzlaşılamaması durumunda Geri Kabul Anlaşması'nı meclisten geçirmeyecekleri yönündeki tehdidinin ardından ilk kez açıklama yapan Juncker, Türkiye'nin vize muafiyeti için katı terörle mücadele yasasını yumuşatmak zorunda olduğunu kaydetti.

 AB Konseyi Başkanı Donald Tusk.

AB Konseyi Başkanı Donald Tusk.

Tusk: Düşünce özgürlüğünü müzakere etmeyiz

Juncker, G7 zirvesi için bulunduğu Japonya'da yaptığı açıklamada, “Türkiye'nin taahhütlerine bağlı kalacağı beklentisi içindeyiz. Tehditler diplomaside kullanabileceğiniz en iyi araç değildir. Dolayısıyla bu aracı kullanmaya son vermek gerekir. Çünkü zaten bir etki de yaratmaz” ifadesini kullandı.

Yine Japonya'dan açıklama yapan AB Konseyi Başkanı Donald Tusk da, AB'nin tavizlerinin net bir sınırı olduğunu belirterek, “Kendi ölçütlerimizi Türkiye dahil olmak üzere dünyanın geri kalanına dayatamayacağımızın tamamen bilincindeyim. Ama diğerleri de kendi ölçütlerini bize dayatamaz” dedi.

Tusk, özellikle düşünce özgürlüğünün asla siyasi müzakerelere konu edilemeyeceğini de sözlerine ekledi.

©Deutsche Welle Türkçe

DW,AFP,rtr,dpa/BK,BÖ

http://www.dw.com/tr/junckerden-erdo%C4%9Fana-tehdit-i%C5%9Fe-yaramaz/a-19284049


....



Ankara AB ile ipleri daha da gerecek




Ankara, Türkiye vatandaşlarına vize muafiyetini 2017’ye sarkıtmaya çalışan AB’yle ipleri koparma noktasına kadar getirdi. Hükümet, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla en sert açıklamalarını yapıyor.

Sığınmacı krizinin çözümü için AB ile 18 Mart’ta bir mutabakata varan Ankara, mutabakat gereği haziran sonunda beklediği vize muafiyetini elde edemeyeceğini anlayınca yine sığınmacı krizi üzerinden AB’ye yüklenmeye karar verdi. DW’nin ulaştığı kaynaklar, Ankara’nın önümüzdeki süreç için yol haritasının ‘sığınmacı krizi’ üzerine şekillendiğini belirtirken harita için “AB’ye tam üyelik hedefimizden şaşmayacağız ancak sığınmacı krizinin yükünü de tek başına kaldırmayacağız. Bu mesaj da AB’ye hem Türk hem de Avrupa kamuoyunun anladığı dilden verilecek” özeti yapıyor. Öyle ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın danışmanlarından Yiğit Bulut’un “AB’yle bütün anlaşmalar feshedilir” açıklamasını, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “Tüm anlaşmaları bir kenara koyarız” çıkışının izlemesi gecikmedi. Açıklamasına “Bu bir blöf ya da tehdit değil” notu da düşen Çavuşoğlu’nun ardından AB Bakanlığı’ndan da aynı yönde bir açıklama gelmesi Ankara'da “Erdoğan bu kez çok kararlı. AB, ya vize muafiyeti sağlayacak ya da sığınmacı krizini tek başına yüklenecek. İkili ilişkiler de donarsa AB, Türkiye’nin suçlamalarını rahatça geri püskürtebilecek” değerlendirmelerini beraberinde getirdi. Yeni hükümetin yeni AB Bakanı Ömer Çelik'in “AB, Türkiye için yegane seçenek değil” açıklamasının özellikle önümüzdeki bir ay boyunca AB'yle kurulan her diyalogun özet cümlesi olacağını hükümet kaynakları doğruluyor.

18 Mart’ta varılan mutabakat gereğince AB, geri kabul anlaşmasının uygulanması karşılığında Ankara’ya haziran sonunda Türk vatandaşlarına vize muafiyeti sağlanacağını söylemiş ancak daha sonra özellikle terör tanımı konusunda Ankara’yla ters düşmüştü. “Bütün kriterler sağlanmadan vize muafiyeti gerçekleşmez” tezindeki AB’nin anlaşmaktan çok ‘işi yokuşa sürmek’ peşinde olduğunun 18 Mart’tan sonraki diyaloglarda ortaya çıktığını anlatan diplomatik kaynaklar, “Bize bu süreçte en makul açıklamalar Almanya Başbakanı Angela Merkel tarafından yapıldı. Taraflar, hep 18 Mart mutabakatının geçerliğini koruyacağına ilişkin görüşler ortaya koydu ancak Merkel, AB’deki çatlak sesleri ikna edemedi” diyor. Gelinen noktada, kamuoyundaki AB motivasyonunun da kaybolduğu tespitinden hareket eden yeni AKP hükümeti, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la birlikte Avrupalı yetkililere ‘söylenebilecek en sert’ mesajları söylemekte karar kıldı.

“Blöf değil”

Peki Ankara blöf mü yapıyor? 2005’te AB’yle tam üyelik müzakerelerine başlayan ve o günden beri kriz üstüne kriz yaşayan Ankara, vize muafiyeti krizini atlatabilecek mi? İkili ilişkiler koparsa ne olacak? Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’ndan (USAK) AB uzmanı Fatma Yılmaz, DW’nin sorularını yanıtlarken “Türk tarafının blöf yapmadığını düşünüyorum” diyor ve vize muafiyetinde gelinen noktanın sadece 18 Mart mutabakatını değil tüm ikili ilişkileri olumsuz etkileyeceğini söylüyor. Yılmaz, “Sığınmacı krizine çözüm aranırken yaklaşımlar zaten farklıydı. Ama tarafları birbirine yakınlaştıran, krize acil çözüm bulunması ihtiyacıydı. Samimi bir diyalog kurulamadı. Konjonktürel yaklaşımlarla konjonktürel çözümler üretilmeye çalışıldı. Ancak, birbirine inancı zaten tam olmayan taraflar üzerinde anlaştıkları mutabakatı bile hayata geçiremedi” diyor.

Türk tarafından yapılan açıklamaların “büyük problemlerin habercisi” olduğunu düşünen Yılmaz’a göre taraflar büyük kayıplar yaşayacak. Yılmaz bu kayıpları “Dış politikada yalnızlaşma ve tıkanma yaşayan Türkiye, AB ile ilişkilerin gelişeceğine dair haberlerle pozitif gündem oluşturmaya çalışıyordu. Pozitif gündem oluşturma girişimleri tamamen boşa çıkmış oluyor. Dış politikada yalnızlaşmaktan da nasıl kurtulanacağına ilişkin yeni stratejiler aranıyor olacak ki 'AB yegane seçenek değil' noktasına gelinmiş durumda. Peki, diğer seçenekler ne olacak? Ankara bu süreçte nasıl hareket edeceğini kamuoyuna net bir şekilde açıklayabilmeli” sözleriyle özetliyor. Türkiye’nin vize pazarlığında kriterleri kamuoyuna AB’nin istediğinden farklı anlattığından yakınan Yılmaz, Türkiye-AB ilişkilerinde daha önce de benzer ‘restleşmeler’ yaşandığını hatırlatıyor ve bu restleşmelerin sadece günlük politikalar için sonuç verdiğine dikkat çekerek “Uzun sürede bu işin kaybedeni kamuoyları olacak” diyor.

Yılmaz’a göre bu süreçte AB’nin de hataları var. “Taviz vermekle, çıkar merkezli hareket etmekle suçlanan AB, eleştirileri zamanında dinlemedi ancak bu eleştirilerin dozu artınca kriterlerin altını çizmeye, her toplantıda bu kriterleri gündeme getirmeye başladı” yorumunu yapan Yılmaz’a göre tarafların ciddi şekilde samimiyetlerini gözden geçirmesi şart. Aksi durumda Türkiye-AB ilişkileri ya donacak ya da geri gitmeye başlayacak. Yılmaz, “AB açısından büyük başarısızlıkların da kapıda olduğunu görüyoruz. Türkiye’yle vize pazarlığını doğru düzgün yürütemeyen AB’nin sığınmacı krizi bu noktaya taşıması da Avrupa kamuoyundaki sert tepkileri artıracaktır” öngörüsünde bulunuyor.

“Ankara geri adım atmaz”

Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Nail Alkan Türkiye-AB arasında ‘tarihi bir restleşme’ yaşandığını ve Ankara’nın ‘asla geri adım atmayacağını’ düşünüyor. Alkan, DW’nin “Peki, Türkiye-AB ilişkileri kopacak mı” sorusuna “Ankara’nın AB treninden atlayacağını düşünmüyorum. Avusturya’da neredeyse aşırı sağcı biri cumhurbaşkanı olacaktı. Almanya’da da aşırı sağ yükselişte. Ve Merkel’in sığınmacı krizini çözümündeki başarısı onun pozisyonunu koruyup koruyamayacağında belirleyici olacak. Ankara bunun farkında ve bu süreçte en çok Almanya’yı sıkıştıracak. Ve Merkel de bu yüzden –müzakere sürecek- diyor. Kriz büyüyecek ama ilişkiler kopmayacak” yanıtını veriyor.

Alkan’a göre vize muafiyeti için Türkiye ile AB’nin terör tanımında anlaşamaması da, AB’nin ‘samimiyetsizliğini’ gösteriyor. “Türkiye’deki terör algısı ile Avrupa’daki terör algısı farklı şeyler. AB, bu noktada Türkiye’ye daha çok anlayış göstermeliydi” diyen Alkan, Ankara’nın AB’ye neden kızdığını şöyle açıklıyor:

“Türkiye AB’nin çifte standartlarından bıkmış ve yılmış bir tavır sergiliyor ki, bu tavır kamuoyunda doğru bulunuyor. Vize muafiyeti Türk hükümetince çok önemli çünkü ancak bununla Türkiye kamuoyu AB'ye üyelik konusunda yeniden motive edilebilecekti. Ancak AB’den gelen çelişkili açıklamalar Türkiye kamuoyunda büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Hükümet de bunun farkında olduğu için en sert açıklamalarla AB’ye yüklenmeye başladı. Tarafların birbirine yaklaşması için AB’nin daha samimi bir adım atması gerekiyor ki; bu konuda zaman kaybedilmemesi gerekir. Türkiye’den çok AB’nin atacağı adımların daha kritik olduğunu söyleyebiliriz.”

©Deutsche Welle Türkçe

Hilal Köylü / Ankara


http://www.dw.com/tr/ankara-ab-ile-ipleri-daha-da-gerecek/a-19283306


....


Türk dış Politikasının 2018 tamir yılı




Ankara 2018'e yoğun bir dış politika takvimi ile girdi. Takvimin ilk sıralarında da Almanya ilişkilerin iyileştirilmesi var. Türk dış politikasını ABD ile de zor günler bekliyor. Uzmanlar DW Türkçe'ye değerlendirdi.

 Deutschland Türkei (picture-alliance/dpa/M. Murat)
Yeni yıla İran'da patlak veren krizle başlayan Ankara, şiddetin karıştığı protesto gösterilerini şimdilik temkinli bir tutum içinde izliyor, bundan sonraki gelişmeler için hesaplar yapıyor. Yılın son günlerinde patlak veren İran krizi büyük olasılıkla Türk dış politikasını önümüzdeki günlerde de yoğun bir şekilde meşgul edecek.

Ancak Ankara'nın dış politikasında İran dışında da yıl boyunca yoğun bir programı olacak. Zira hükümetin 15 Temmuz darbe girişimi sonrası özellikle muhaliflere karşı uyguladığı sertlik politikası nedeniyle Avrupalı müttefikleri ile bozulan ilişkilerini tamir etmesi gerekiyor. Tamir listesinin başında ise Almanya var.

Avrupa Birliği ile ilişkilerin "normal seviyeye" getirilmesi hedefiyle Türk Dışişleri, özellikle Almanya-Türkiye diyaloğunu güçlendirmeye odaklandı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın "Almanya ile ilişkilerimiz gayet iyi", Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun "Almanya, ilişkileri düzeltmek adına bir adım atarsa, biz iki adım atarız" açıklamaları buna işaret ediyor.

"Türkiye'nin imajına zarar verdi"

DW Türkçe'nin edindiği bilgilere göre Almanya ile ilişkilerin iyileştirilmesi kararı alınmasında Türk Dışişleri'nin son dönemde yaptığı analizler rol oynadı. Yapılan analizlerde "İkili kriz ticaretten turizme, uluslararası alandaki güç birliğinden, Türkiye'nin imajına kadar uzanan geniş yelpazede ülkenin çıkarlarını sekteye uğrattığı" mesajı öne çıktı.

Bu yönde atılan ilk adım da Berlin'in önceliği olan tutuklu Alman vatandaşlarının serbest bırakılması oldu. Büyükada davası kapsamında tutuklanan aktivist Peter Steudtner ve gazeteci-çevirmen Meşale Tolu ile birlikte bazı Alman vatandaşlarının serbest bırakılması ile ilk adımlar atıldı. Ancak Die Welt gazetesi Deniz Yücel'in hakkında hala bir iddianame olmaksızın tutuklu olması nedeniyle Berlin için bu adımlar yeterli değil. Türk Dışişleri'nin tutuklu Alman vatandaşları için Alman hükümet ve yargı temsilcileriyle görüşmelerinin sürdüğü belirtiliyor.

ABD Başkanı Donald Trump'ın Kudüs'ü İsrail'in başkenti ilan etmesi ile başlayan gerilimde Almanya'nın da Türkiye gibi ABD'nin kararını yanlış görmesi ve sonrasında Trump yönetimine karşı birlik sağlanmış olması Ankara'yı AB ile diyalog konusunda cesaretlendirdi. DW Türkçe'nin edindiği bilgilere göre hükümet düzeyinde Almanya'ya bu yıl yeni ziyaret planları var. Ancak ziyaretlerin bakan düzeyinde olacağı belirtiliyor.

Fransa da Ankara'nın gündeminde yer alan başlıklardan. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın 5 Ocak'ta Fransa'ya yapacağı ziyaret de tamirat planının bir parçası olacak.

Yaşar Yakış: Diyalog hayati önemde

Peki Almanya başta olmak üzere özellikle temel hak ve hürriyetlerin korunması konusunda Ankara-AB hattında yaşanan krizler bitebilir mi? AKP'nin ilk dışişleri bakanı Yaşar Yakış, DW Türkçe'ye "AB ile ilişkiler dibe vurmuş olduğu için daha geriye gitmez, ancak diyaloğun sürmesinin hayati önemi var" değerlendirmesini yaptı.


 Eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış 



Eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış

Yakış'a göre AB, temel hak ve hürriyetlerin korunması konusunda Türkiye'ye ödün vermeyecek, bu yüzden Türkiye ilişkileri yumuşatmaktan öte yaptığı yanlışların farkına varıp adım atmaya başlayacak. "Bu yüzden, tutuklu Alman vatandaşlarının birer birer serbest bırakıldığını görüyoruz" diyen Yakış, bu süreçte Türkiye'nin de uluslararası alanda "diş göstermeye" başladığının AB'nin gözünden kaçmadığını vurguluyor.

Yakış, "Bir yandan Rusya'dan S-400'ler alınıyor, bir yandan Türkiye'nin çok alternatifi olduğu vurgusu yapılıyor. Türk diplomasisi, AB'nin Türkiye'ye yaptığı haksızlıkları ortaya çıkarmakta hızlı davranıyor. Tutuklu Alman vatandaşlarının serbest bırakılması kadar Erdoğan'ın Fransa'yı ziyaret edecek olması da başarıdır bu anlamda. Ancak karmaşık diplomatik trafikte Türkiye'nin çok dikkatli davranıp, elde edebileceği maksimum başarıyı yakalaması gerekiyor" diyor.

Faruk Loğoğlu: ABD ile kriz bitmedi

Gülen yapılanmasıyla mücadele kapsamında Türkiye'nin ABD Başkonsolosluğu'ndaki tutuklama operasyonunun ardından iki ülke arasında yaşanan vize krizi aşılmış görünüyor. Taraflar, birbirlerine uyguladıkları vize kısıtlamasını kaldırdı. Ancak Ankara, Trump yönetimiyle diyalog konusunda endişeli. Türk Dışişleri, özellikle Kudüs kararından sonra özellikle Suriye ve terörle mücadele konularında ABD ile işbirliğinin nasıl olacağını sorguluyor. DW Türkçe'nin edindiği bilgiye göre bu sorgulama sonucunda "realist ve karşılıklı kazanç" ilkesine dayalı bir politika izlenmesi kararlaştırılmış durumda.

Peki bu politika Türkiye'nin elini güçlendirebilir mi?

Emekli büyükelçi Faruk Loğoğlu DW Türkçe'ye yaptığı değerlendirmede, vize kısıtlamasının kaldırılmasının ilişkilerin düzelmesinde iyi bir işaret olduğunu belirtti, ancak tarafların ortak bir metin yayımlamadığına da dikkat çekti. Bu da ilişkilerin iyileştirilmesi noktasında tam bir fikir birliği olmadığına işaret ediyor.

Türkiye'nin Rusya'dan S-400 füzeleri aldığı bir sırada Pentagon'un  Türkiye'nin ABD'den de füze alacağına ilişkin açıklama yapmasının da ilginç olduğunu anlatan Loğoğlu, Türkiye-ABD ilişkisinde Suriye konusundaki gerilimin süreceğini, sonucu her olursa olsun Sarraf davasının da ilişkileri farklı bir noktaya taşıyacağını dile getiriyor.

ABD ile yeni yılda en büyük kriz noktasının da İran olacağını söyleyen Loğoğlu, "Türkiye'nin çok dikkatli, temkinli ve ölçülü bir politika ile hem İran'la hem de ABD'yle ilişkilerini yürütmesi gerekiyor" diyor.

Hikmet Çetin: Türkiye NATO'dan kopmaz

Türkiye'nin Rusya'dan S-400 sistemleri alması da Türk diplomasisi için karmaşık bir durum yaratıyor. Türkiye'nin NATO'dan uzaklaşıp uzaklaşmayacağına ilişkin tartışmalar Rusya ile S-400 anlaşmasının imzalanmasıyla birlikte daha da hararetlendi.

NATO'nun Afganistan'daki en yüksek sivil temsilciliğini de yapmış olan eski dışişleri bakanlarından Hikmet Çetin, DW Türkçe'ye Türkiye için S-400 ve NATO ikilemini değerlendirirken "Türkiye'nin NATO'dan kopması mümkün değil. Anlamı da yok. Bütün temel sistemimiz NATO'ya ayarlı. Bu yüzden S-400'lerin sisteme nasıl entegre edileceğini zaman içinde göreceğiz" diye konuştu.

NATO söz konusu olduğunda Türkiye'nin daha çok "PKK'yla mücadeleye yardım gelmiyor" yakınmasında bulunduğunu hatırlatan Çetin, "Türkiye bu konuda kendi iç mekanizmasını daha hızlı işletmeli ve NATO'ya daha erken yardım çağrısı yapabilmeli" diyor.

Hilal Köylü / Ankara

© Deutsche Welle Türkçe

http://www.dw.com/tr/t%C3%BCrk-d%C4%B1%C5%9F-politikas%C4%B1n%C4%B1n-tamir-y%C4%B1l%C4%B1/a-42000129


****


Türk-Alman ilişkilerinin son iki yılı,

Türkiye ile Almanya arasında 2016'da başlayan gerilim 2017'de tarihi bir krize dönüştü. Son haftalarda ise Türkiye'den gerilimi yumuşatma sinyalleri geliyor. Peki gerilim yaratan konular nelerdi?


Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun Almanya ziyareti Türkiye-Almanya ilişkilerinde yeni bir sayfa açılması beklentisi yarattı. Son iki yılda iki ülke arasında art arda krizler yaşandı. İşte Berlin-Ankara hattını sarsan krizler:

Alman Meclisi'nin soykırım kararı

Türk-Alman ilişkilerinde yaşanan krizin fitilini ateşleyen gelişme Haziran 2016'da yaşandı. Alman Meclisi'nin 2 Haziran 2016'daki oturumunda "1915-1916 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermenilere ve diğer Hristiyan azınlıklara uygulanan soykırımın hatırlanması ve anılması" başlıklı karar tasarısının kabul edilmesine Türkiye'nin tepkisi sert oldu. Berlin Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu Ankara'ya geri çağrıldı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın tasarıya destek veren Türkiye kökenli milletvekillerini "kanı bozuk" ve "bölücü terör örgütünün uzantıları" olarak nitelendirmesi ise Almanya'da tepkilere neden oldu.



İncirlik krizi

Türkiye, tasarının kabul etmesine tepkisini Alman milletvekillerinin İncirlik Üssü'nü ziyaret etmesine izin vermeyerek sürdürdü. 2016 Temmuz'unda başlayan İncirlik krizi, o yılın eylül ayında Alman hükümetinin, Meclis'in soykırım kararının bağlayıcılığının bulunmadığını açıklamasıyla aşıldı. Alman Meclisi Savunma Komisyonu üyelerinden oluşan bir heyet, ekim ayında Adana'daki İncirlik Üssü'nde görev yapan Alman askerlerini ziyaret etti. Ancak 2017'de yeni bir İncirlik krizi yaşandı. Bu sefer gerekçe, Türkiye'nin darbe girişimiyle bağlantılı olarak aradığı bazı eski subaylara Almanya'da iltica hakkı tanınmasıydı. Türk hükümetinin Alman milletvekillerinin ziyaretine izin vermemesine tepki gösteren Berlin, konuyu meclis gündemine taşıdı. Alman Meclisi'nde 21 Haziran 2017'de yapılan oylamada Adana'daki İncirlik Üssü'nde görev yapan Alman askerlerinin Ürdün'ün Azrak kentindeki Muvaffak Salti Hava Üssü'ne taşınmasına karar verildi. Konya'da görev yapan Alman askerlerinin ziyareti konusunda yaşanan gerilim ise NATO'nun araya girmesiyle aşıldı. NATO yetkilileri ve Alman milletvekilleri, 8 Eylül 2017'de Konya'da görev yapan Alman askerlerini ziyaret etti.

 Erdogan gegen den Satiriker Böhmermann (picture-alliance/Presidential Press Office/dpa/Spata)
Böhmermann krizi

Almanya komedyen Jan Böhmermann'ın 31 Mart 2016 tarihinde Alman ZDF kanalındaki programında Erdoğan'a yönelik hakaret içeren bir şiir okuması da iki ülke arasında krize neden oldu. Konu farklı düzlemlerde yargıya taşındı. Türk hükümetinin talebi üzerine Alman hükümeti Böhmermann hakkında "yabancı devlet adamına hakaret" suçundan soruşturma açılabilmesi için onay verdi. Ancak Alman hükümeti daha sonra söz konusu maddenin de ceza yasasından kaldırılması için harekete geçti ve bu yılın başında Alman yasalarından "yabancı devlet adamına hakaret" suçu çıkarıldı. Böhmermann krizi Almanya-Türkiye ilişkilerinde artık yer teşkil etmiyor.

15 Temmuz sonrası Türk subaylara sığınma hakkı

Türkiye'de 15 Temmuz 2016'da gerçekleşen darbe giriminin ardından ilan edilen Olağanüstü Hal ve Kanun Hükmünde Kararnamelerle başlatılan süreç de iki ülke arasındaki ilişkilerin gerilmesine yol açtı. Almanya, Türkiye'yi hukuk devleti ilkelerinden uzaklaşmakla eleştirirken, Ankara Berlin'i dayanışma göstermemekle suçladı. 15 Temmuz sonrasında yaşanan bu gerilim, geçen yıl ocak ayında 40 Türk subayının Almanya'dan sığınma talep ettiğinin ortaya çıkmasıyla iyice tırmandı. Alman İçişleri Bakanlığı tarafından geçen yıl mayıs ayında yapılan açıklamada, Almanya'ya sığınma başvurusunda bulunan Türk vatandaşlarının 217'sinin diplomatik pasaporta, 220'sinin de kamu görevlilerine verilen hizmet pasaportuna sahip olduğu belirtildi. Türkiye, Almanya'da sığınan subayların darbe girişiminde sorumlu tuttuğu Gülen yapılanması ile bağlantısı olduğu gerekçesiyle iade edilmesini istiyor ancak Almanya bu talebi reddediyor.

Casusluk krizi ve DİTİB

Türkiye-Almanya arasındaki krizlerden biri de Türkiye'nin Almanya'da yaşayan Türkleri izlediğinin ortaya çıkması ile yaşandı. Aralık 2016'da Diyanet İşleri Türk İslam Birliği'ne (DİTİB) bağlı olarak çalışan bazı imamların Gülen yanlısı olduğu iddia edilen kişiler hakkındaki bilgileri Ankara'ya gönderdiği öne sürüldü. Ankara ile Berlin arasında gerilim yaratan, Alman kamuoyunda tartışma yaratan iddialar üzerine Federal Savcılık soruşturma başlattı. Savcılıktan 6 Aralık 2017 tarihinde yapılan açıklamada, 19 imam hakkında casusluk yaptıkları iddiasıyla yürütülen soruşturmanın kapatıldığı belirtildi. Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan'ın geçen yıl şubat ayında Alman dış istihbarat servisi BND'nin Başkanı Bruno Kahl'a Gülen yapılanmasına yakın olduğu düşünülen kişi ve kuruluşların listesini verdiğinin ortaya çıkması ilişkilerde yeni bir pürüz oldu. Alman Federal Başsavcılığı'nın, Alman topraklarında casusluk faaliyetleri yürütüldüğü şüphesi üzerine MİT'in kimliği bilinmeyen çalışanlarına karşı yürüttüğü soruşturma halen sürüyor.

 Türkei Erdogan droht Niederland (Getty Images/AFP/O. Kose)
Referandum etkinliklerinin iptali ve Nazi benzetmesi

Türkiye'de 16 Nisan 2017'de yapılan Anayasa değişikliği referandumu öncesinde Türk hükümet üyelerinin Almanya'daki kampanya etkinliklerinin çeşitli gerekçelerle iptal edilmesi iki ülke arasında bir kez daha soğuk rüzgarlar esmesine neden oldu. Referandum öncesinde Türkiye Başbakanı Binali Yıldırım'ın Oberhausen kentindeki etkinliğe katılmasından sonraki günlerde, Türk bakanların katılacağı etkinliklere izin verilmedi. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu'nun referandum etkinliğine de izin çıkmadı. Çavuşoğlu Almanya'daki Türklere hitaben konuşmasını Hamburg'daki Türk Başkonsolosluğu rezidansında yaptı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Alman hükümetinin uygulamalarını Nazi uygulamalarına benzetmesi Almanya'da büyük öfke yarattı.

Almanya'dan politika değişikliğiilanı

Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, 20 Temmuz 2017'de yaptığı açıklamada Türkiye ile ilişkilerde gösterilen sabrın sonuna gelindiğini belirterek Almanya Federal Cumhuriyeti'nin Türkiye politikalarının yeniden gözden geçirileceğini ilan etti. Gabriel, Türkiye'de tutuklu Alman vatandaşlarının serbest bırakılmasını talep ederek, Türkiye'ye yönelik seyahat bilgilerinin sertleştirilmesi, Hermes kredi ve ihracat kredilerinin gözden geçirilmesi gibi önlemler açıkladı.

Erdoğan'ın "Türkiye düşmanı partiler" çıkışı

Türkiye ile yaşanan gerginlikler Almanya'da 24 Eylül 2017 yapılan genel seçimler öncesinde kampanyaların öne çıkan konuları arasında yer aldı. Türkiye'ye yönelik sert mesajların dikkat çektiği seçim kampanyaları döneminde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ağustos ayında yaptığı "Türkiye düşmanı partilere oy vermeyin" çağrısı gerilimi daha da tırmandırdı. Erdoğan'ın Türk kökenli Alman vatandaşlarını "Hristiyan Demokratlar, Sosyal Demokratlar ve Yeşiller'e" oy vermemeye çağırması, Almanya'da "içişlerine müdahale" ve "seçim boykotu" suçlamalarına neden oldu.

 Journalist Deniz Yücel (picture-alliance/Eventpress/Stauffenberg)
Die Welt gazetesi Türkiye muhabiri Deniz Yücel

Türkiye'de tutuklu Alman vatandaşları

Die Welt gazetesi Türkiye muhabiri Deniz Yücel'in tutuklanması, Ankara ile Berlin arasında gerilim yaratan konuların başında geliyor. "terör propagandası yapmak" ve "halkı kin ve düşmanlığı tahrik etmek" suçlamasıyla 27 Şubat 2017'de tutuklanan Yücel'in özgürlüğüne kavuşması için Almanya Başbakanı Angela Merkel'in de aralarında olduğu çok sayıda politikacı Ankara'ya çağrıda bulundu. Ancak Ankara, Yücel'in serbest bırakılmasına karşı çıkıyor. Hatta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Deniz Yücel'i "ajan ve terörist" olmakla suçladı. Türkiye'de tutuklanan diğer Alman vatandaşlarının geçen haftalarda serbest bırakılması ise Berlin'de memnuniyetle karşılandı. Serbest bırakılan Almanlar arasında, geçen yıl temmuz ayında Büyükada'da gözaltına alınan insan hakları aktivisti Peter Steudtner, mayıs ayında gözaltına alınan çevirmen ve gazeteci Meşale Tolu ve Kudüs'e gitmek isterken nisan ayında Türkiye'de gözaltına alınan Alman vatandaşı David Britsch bulunuyor.

DW/BK/JD/ÖA/HS

© Deutsche Welle Türkçe


http://www.dw.com/tr/t%C3%BCrk-alman-ili%C5%9Fkilerinin-son-iki-y%C4%B1l%C4%B1/a-42047023