14 Kasım 2020 Cumartesi

Emperyalizmin “Kürt” Kartı., BÖLÜM 1

Emperyalizmin “Kürt” Kartı.,  BÖLÜM 1

Emperyalizmin Kürt Kartı, İhsan Şerif Kaymaz, Kürt sorunu,emperyalizm,İngiltere,İsrail,Irak,Türkiye,ABD,Suriye,

İhsan Şerif Kaymaz* 
* Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü 
Akademik Bakış 
Cilt 1, Sayı 1 
Kış 2007 
Akademik Bakış 


Özet 




Aşağıdaki makalede “Kürt sorunu” irdelenmiştir. “Kürt sorunu” denilen olgunun tanımı yapıldıktan sonra bunun, emperyalizm tarafından Türkiye’ye ve Ortadoğu bölgesine karşı bir silah olarak kullanılması tarihsel bir perspektif içinde anlatılmıştır. 
İlk kez Birinci Dünya Savaşı sonunda İngilizler aracılığıyla Kürtlerle bağlantı kuran emperyalizm, bölgede bir kukla Kürt yönetimi kurmanın yollarını aramış, fakat o zaman çeşitli nedenlerle buna olanak bulamamıştır. Bunun üzerine “Kürdistan” projesinin zamana yayılarak yürütülmesi yolu seçilmiştir. İsrail Devleti’nin kurulması sırasında ve sonrasında, Siyonist yöneticilerin izledikleri “çevresel strateji”nin gereği olarak “Kürt kartı”nı etkin biçimde kullanmaya girişen Yahudiler, Kürtlerin özerklik/bağımsızlık kazanması sürecinde belirleyici olmuşlardır. 
1980’lerin ortalarına değin Soğuk Savaş koşulları nedeniyle Türkiye’ye gereksinim duyduğunu değerlendiren Batı, “Kürt sorunu”nu açıktan açığa provoke etmekten kaçınmış, örtülü yöntemlerle amacına ulaşmaya çalışmıştır. Ama Doğu Bloku’nun yıkılacağının anlaşılmasından sonra, Kürtler üzerinden yürütülen emperyalist oyunun daha açık bir biçimde sahnelenmeye başlandığını görüyoruz. Bugün gelinen noktada Kürdistan Devleti de facto olarak kurulmuş durumdadır. 
Bu devletin bağımsızlığını resmen ilan etmesi için eksik olan tek şey uluslararası tanımadır. Bunun gerçekleşmesi ise yalnızca bir zaman sorunudur. 

Türkiye’nin, ulusal çıkarlarına bütünüyle aykırı olan bu süreci engellemek yönünde hiçbir ciddi girişimde bulunmaması, hatta tersine bu sürece katkı sağlamış olması dikkat çekicidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Atatürk’ün “tam bağımsızlık” anlayışına dayalı dış politika ilkesini terk ederek kendisini, ekonomik, siyasi ve askeri olarak Batı’ya tek yanlı bağımlı kılan Türkiye, 1980 yılından itibaren de bütünüyle küresel kapitalizmin yörüngesine girmiştir. İzlenen hatalı dış politika stratejilerin ağır bedelleri her alanda olduğu gibi “Kürt sorunu” ile bağlantılı olarak da ödenmiştir ve eğer strateji değişikliğine gidilmezse ödenmeye devam edilecektir. 

Giriş: 

“Kürt Sorunu” 

İçinde yaşadığımız ve Ortadoğu diye adlandırılan bölge, insan uygarlığının doğuşuna tanıklık etmiş, ana ticaret yollarının güzergâhı üzerinde yer almış 
ve tarihin her döneminde çeşitli göçlere ve istilalara sahne olmuştur. Bu yüzden, tarih boyunca çok sayıda kavime ev sahipliği yapmıştır. Zaman içinde bu 
kavimlerin üçü -Türkler, Araplar ve İranlılar- bölgeyi siyasal ve kültürel olarak egemenlikleri altına almışlardır. Diğerleri, bu üç kavimden birisiyle bütünleşerek, 
süreç içinde tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Bugün bunların kalıntıları küçük ve dağınık gruplar halinde varlıklarını sürdürmektedirler. Bu genel saptamanın tek bir istisnası vardır: 

Kürtler,

Kürtler, çok eski çağlardan beri Zagros Dağları’nın batı yamaçlarında 
yaşadıklarına inanılan dağlı bir halktır. Zaman içinde batı ve kuzey yönünde 
yayılmışlardır. Kökenleri tam olarak bilinmemektedir. Sami, İranî ya da Turanî 
kökten geldiklerine ilişkin çeşitli savlar vardır.1 Aralarında Farsçanın uzak lehçeleri olduğu anlaşılan dilleri konuşmaktadırlar. İçinde yaşadıkları doğal çevre -sert iklim ve coğrafya koşulları- kendine özgü bir toplumsal örgütlenme 
biçimi geliştirmelerine neden olmuştur. Aşiret denilen ve her biri kapalı birer 
sosyo-ekonomik birim oluşturan küçük ve dağınık gruplar halinde yaşarlar. 
Katı, hiyerarşik kurallarla yönetilen aşiretlerin mensupları, kendilerini özgür 
bireysel kimlikleriyle değil, mensubu oldukları aşiretin topluluk kimliği ile 
algılarlar. Bu olgu, yalnız göçebe ve yarı-göçebe Kürt toplulukları açısından 
değil, yerleşik yaşama geçmiş olanlar için da geçerlidir. Katı, kapalı ve dağınık 
toplumsal gruplar halinde yaşamaları sayesinde Kürtler, bölgeyi etkinlikleri 
altına alan üç ana etnik grup karşısında varlıklarını koruyabilmişlerdir. Fakat 
aynı yapı, onların kendi içlerinde bir bütünlük oluşturmalarını ve aşiret kimliğinin 
ötesinde bir ulusal kimlik geliştirmelerini engellemiştir. Sayıları yüzleri 
bulan Kürt aşiretleri arasındaki ilişkiler düzensiz, değişken ve güvenilmezdir. 
Ne ortak bir kimlik algılamasından, ne de onları birbirine bağlayan ortak bir 
dilin varlığından söz edilebilir. 

Bu özellikleriyle Kürtler, tarih boyunca her türlü siyasal kurumlaşmayı 
–bunların özgün aşiret yapılarını tehdit ettiğini düşünerek- reddetmişlerdir. 
Osmanlı İmparatorluğu döneminde, gerek coğrafi olarak merkezî otoritenin 
uzağında kalmaları, gerekse Osmanlı yönetim anlayışının onlara sağladığı 
yarı-özerk statü sayesinde geleneksel toplumsal yapılarını korumayı başarmışlardır. 

Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması ve yerine güçlü 
merkezî otoritelere dayanan ulus-devletlerin kurulması ile birlikte yerel 
Kürt aşiretleri ile merkezî devletler arasında çatışma yaşanmaya başlamıştır. 
Merkezî devletlerin çağdaşlaşma ve modernleşme yönünde attıkları her 
adım, Kürt aşiretlerinin şiddetli direnişi ile karşılaşmış, böylece Kürtler, bölgede 
sürekli ve kalıcı bir istikrarsızlık kaynağı haline gelmişlerdir. Bu ise, hem 
bölge-içi ilişkilerin sağlıklı biçimde gelişmesini engellemiş, hem de bölgedışı 
büyük güçler için sürekli bir müdahale ve istismar gerekçesi yaratmıştır. 
Üzerinde yaşadığımız coğrafyanın son 100 yıllık tarihi incelendiğinde “Kürt 
sorunu” ile bağlantılı dış müdahalelerin hemen hiç eksik olmadığı görülür. 
Emperyalist güçler, coğrafi konumu ve petrol/doğal-gaz zenginliği ile çok büyük 
bir stratejik değere sahip olan Ortadoğu’yu denetim altına alabilmek için 
her zaman “Kürt sorunu”nu istismar etmişlerdir. Aşağıda, bu emperyalist istismarın 

Tarihsel Süreci Kuzey Irak Merkezli Olarak Özetlenmiştir. 

1. Emperyalizmin Kürtlerle Doğrudan Bağlantı Kurması (1918) 

Birinci Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı topraklarının İtilaf Devletleri arasında ne şekilde paylaşılacağı konusu İngiliz Savaş Kabinesi’nde görüşülürken, Hindistan Bakanlığı’nın Mezopotamya’nın geleceği ile ilgili görüşlerini açıklayan Siyasi Bölüm Başkanı Arthur Hirtzel, İngiltere’nin Basra ve Bağdat vilâyetlerini alması, Musul vilâyetinden ise uzak durması gerektiğini belirtti. Hirtzel’e göre, nüfusunun çoğunluğunu işlenmesi zor bir insan kitlesi olan Kürtlerin oluşturduğu Musul vilâyeti ileride Britanya İmparatorluğu’na sorun yaratabilirdi.2 

Osmanlı İmparatorluğu topraklarının paylaşılması konusunda İtilaf Devletleri arasında yapılacak görüşmelerde İngiltere’nin isteklerine temel oluşturacak genel bir tasarı oluşturmak üzere Başbakan Asquith tarafından görevlendirilen De Bunsen Komisyonu da hazırladığı raporda Musul vilâyetinin İngiliz etki alanı dışında bırakılmasını öngörüyordu. Komisyon, paylaşım sonucunda Doğu Anadolu’ya yerleşmesi öngörülen Rusya ile sınırdaş olmamak için Musul’un Fransız etki alanına terk edilmesi ve Fransız etki alanının, İngiliz ve Rus etki alanları arasında tampon oluşturması gerektiği görüşündeydi. 

Ancak bu yapılırken, Musul vilâyetinde İngiltere’ye ait olan petrol ayrıcalıkları Fransa’ya devredilmemeli bunlar mutlaka muhafaza edilmeliydi.3 
Sykes-Picot Antlaşması, De Bunsen Komisyonu’nun raporu temel alınarak 
düzenlenmiş ve Komisyon’un önerisi doğrultusunda Musul vilâyeti Fransız 
etki alanına bırakılmıştır.4 
İngilizler bu yaklaşımlarını savaşın sonuna değin sürdürmüşlerdir. 
Yani Musul, hem nüfusunun çoğunluğunu Kürtlerin oluşturması nedeniyle, 
hem de Ruslarla sınır komşusu olunması istenmediği için İngiliz etki alanı 
dışında bırakılmalıydı. Nitekim 1917 Martında Bağdat’ı işgal eden İngilizler, 
Cebel Hamrin’e kadar Bağdat vilâyetinin tamamını ele geçirdikten sonra askeri 
hedeflerine ulaştıkları düşüncesiyle operasyonlarını durdurup, Irak cephesindeki 
askerlerini diğer cephelere kaydırmaya başladılar. 1918 yılının Nisan ve Mayıs aylarında taktik nitelikteki bir-iki hamle dışında herhangi bir ilerleme girişiminde bulunmadılar. Oysa bölgedeki İngiliz gücü, diğer cephelere büyük miktarda asker kaydırılmış olmasına karşın, hem asker sayısı, hem de ateş gücü bakımından karşısındaki Osmanlı VI. Ordusu’nun beş katını aşan bir büyüklüğe sahipti ve eğer istenseydi Musul vilâyetini rahatlıkla alabilecek güçteydi.5 

Savaşın sonunda İngilizlerin Musul’la ilgili görüşlerinin birdenbire değiştiğini ve Musul vilâyetini öncelikli stratejik hedefleri arasına dahil ettiklerini görüyoruz. Bu tutum değişikliği iki nedene dayanmaktadır: Birincisi, Bolşevik devrimi ile savaştan çekilen Rusya paylaşım hesaplarının dışında kaldığından, artık Musul vilâyetini almak Rusya ile sınır komşusu olmayı gerektirmeyecekti. 

İkincisi, savaş, ileriki yıllarda dünya siyasetini derinden etkileyecek olan çok önemli bir gerçeği açığa çıkarmıştı: modern yaşamın sürdürülmesi, daha da önemlisi modern bir savaşın kazanılması, mutlaka yeterli petrole sahip olmayı gerektiriyordu. Diğer koşullar eşit olduğunda, modern bir savaşta kazanmak ile kaybetmek arasındaki ince çizgide sonucu belirleyen nihai etken kimin daha fazla petrole sahip olduğu idi. İngiliz Dışişleri Bakanı Curzon’un “bir petrol dalgası üzerinden zafere ulaştık” şeklindeki sözleri durumu özetliyordu.6 

Bu gerçek, Musul vilâyetinin yazgısını değiştirdi. Çünkü orada petrol vardı ve petrol işletme ayrıcalıklarına sahip olmak, petrolün güvenli akışını sağlamak için yeterli değildi. Doğrudan doğruya petrol yataklarının denetim altına alınması gerekiyordu. “İşlenmesi zor bir insan kitlesi”nin bulunması, Musul vilâyetinin işgal edilmesi gereğini ortadan kaldıramazdı. Petrol lobisi tarafından Amiral Edmond Slade imzasıyla hazırlanan ve 1918 yılı Ağustos ayında İngiliz hükümetine sunulan bir raporda, Musul vilâyetindeki petrol yataklarının yerleri gösteriliyor ve savaş bitmeden önce buraların mutlaka İngiliz denetimi altına alınması gerektiği belirtiliyordu.7 Ekim ayının sonlarında başlayan İngiliz ileri harekâtı, bilindiği gibi Mondros bırakışmasını izleyen günlerde sonuçlandırıldı ve 1918 yılı bitmeden Musul vilâyetinin tamamı İngilizlerce işgal edildi.8 

2. İngilizlerin “Kürdistan” Yaratma Çabaları (1918-1920) 

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İngiliz yönetiminin değişlik kademelerinde 
görev yapan devlet yetkilileri tarafından çeşitli “Kürdistan” önerilerinin 
geliştirildiğini görüyoruz. Bu konuda ilk görüş açıklayan kişi, Sykes-Picot 
Antlaşması’nı İngiltere adına imzalamış olan Mark Sykes’dır. Sykes, Mondros 
ateşkes antlaşması taslağının hazırlık çalışmaları sırasında, tüm Kürt bölgelerinin 
işgal edilmesi ve Kürtlerin, Türk karşıtı harekete dâhil edilmesi gerektiğini 
belirtmiştir. Çünkü Sykes, Mezopotamya’da İngiliz etkinliği altında kurulması 
öngörülen Arap devletinin güvenliğinin sağlanabilmesi için bu devletle 
Türkiye arasına bir tamponun konulması gerektiğini düşünmektedir.9 İngiliz 
Dışişleri Bakanlığı’na bağlı bir istihbarat görevlisi olan Arnold J. Toynbee de 
Sykes ile aynı görüşteydi. Ama ona göre, Kürtlerin yaşadığı bölgelerin denetim 
altına alınması, Mezopotamya’da kurulması tasarlanan İngiliz güdümündeki 
Arap devletinin güvenliğinden çok, Doğu Anadolu’da kurulması tasarlanan 
Ermenistan devletinin güvenliği açısından önemliydi.10 Aynı sıralarda, 
İngiliz istihbarat görevlilerinden Thomas E. Lawrence da hükümete bir andırı 
vererek, Yukarı Mezopotamya, Aşağı Mezopotamya ve Suriye’de, her biri Şerif 
Hüseyin’in oğulları tarafından yönetilecek olan üç Arap devleti kurulmasını 
önerdi. Yukarı Mezopotamya’da kurulacak olan Arap devletinin merkezi Musul 
olmalıydı. Batı ve kuzey sınırları Fırat nehri ile belirlenecek olan bu devlet, 
Urfa ve Diyarbakır’ı içine almalıydı. Lawrence da Güneydoğu Anadolu’nun 
Türkiye’den ayrılması gerektiği görüşündeydi ama onun tasarısında Kürtlere yer yoktu.11 

Bağdat’taki İngiliz Sivil komiseri Albay Arnold Talbot Wilson, Mezopotamya’da oluşturulacak İngiliz etkinlik alanının mutlaka Musul vilâyetini içermesi gerektiği görüşündeydi. Wilson’a göre, Kürtlere özerklik verilmesi konusu aceleye getirilmemeliydi. Çünkü henüz aşiret düzeyinde yaşayan ve hem toplumsal, hem de coğrafi olarak aşırı derecede parçalanmış bir durumda bulunan Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme ve kendi kendilerini yönetme şansları yoktu. Tarih boyunca da bunu başarabilmiş değillerdi. Wilson, eğer bir Kürdistan devleti kurulacaksa, bunun ancak bir dış gücün etkin desteği ve yardımıyla gerçekleşebileceğini, böyle bir devletin yaşamasının da ancak sürekli olarak koruma altında tutulmasıyla sağlanabileceğini belirtti. Kürtleri kazanmak için bir şey yapmak isteniyorsa, Musul vilâyetinin kuzey-doğusunda Erbil-Altınköprü-Kerkük-Kifri gibi Türkmen kentleri dışarıda kalacak şekilde çizilecek bir hattın gerisinde bir aşiretler konfederasyonu oluşturmak ve bunlara sınırlı özerklik vermekle yetinilmeliydi. Wilson, Kürtlerin bu sınırlı özerklik statüsünü bile muhafaza edebileceklerinden kuşku duyuyordu.12 
Wilson’un yönetimi altında Irak’ta görev yapan İngiliz siyasi görevlilerinin 
tümü onunla aynı görüşteydiler. Yalnızca biri ondan farklı düşünüyordu: 
Binbaşı E. W. C. Noel. Kürtlere karşı büyük bir yakınlık duyan ve “Kürt Lawrence’ı” diye anılan Noel’e göre, Musul vilâyetinin Kürt bölgeleri Mezopotamya’da kurulması öngörülen Arap devletinin dışında tutulmalı ve Kürtlere çok geniş bir özerklik verilmeliydi. Kürtler arasında birlik bulunmadığını Noel de kabul ediyordu. Bu yüzden, üç ayrı Kürt devleti kurulmasını öneriyordu: Merkezi Süleymaniye olan Güney Kürdistan, merkezi Musul olan Merkezî Kürdistan ve merkezi Diyarbakır olan Batı Kürdistan. Noel, Kürtlerin kendi kendilerini yönetemeyeceklerini kabul etmiyordu. Ona göre, İngiliz yönetimi altına da alınsalar, Türk yönetimi altında da bırakılsalar Kürtlerin yaşadığı topraklar bir bütün olarak muhafaza edilmeli, parçalanmamalıydı.13 
Tüm bu görüşleri değerlendiren İngiliz Dışişleri Bakanlığı Siyasi İstihbarat 
Bölümü 21 Kasım 1918 tarihli andırısı ile bu konuda izlenecek yolu belirledi. 
Andırıda, İmadiye-Cizre hattının güneyinde İngiliz etkinliği altında bir 
Arap devletinin kurulmasının daha önce Şerif Hüseyin’e söz verildiği, ama 
söz konusu hattın, gizli paylaşım antlaşmaları ile Rusya’ya bırakılan kuzey 
bölümünde, artık Rusya olmadığına göre serbest hareket edilebileceği belirtiliyordu. Doğu Anadolu’yu elinde bulunduracak gücün hem stratejik olarak, 
hem de su kaynaklarına sahip olacağı için Mezopotamya’yı tehdit edebileceğine 
dikkat çekilen andırıda, bu nedenle Mezopotamya’ya egemen olacak gücün 
Doğu Anadolu’daki su kaynaklarını denetim altına alması gerektiği saptaması 
yapılıyordu. Bunun anlamı, Mezopotamya’ya yerleşmeye karar vermiş olan 
İngiltere’nin kuzeyde kendisi dışındaki bir gücün egemen olmasına izin vermemesi gerektiği idi. Fakat Kürtlerin yaşadığı toprakları doğrudan denetim 
altına almak pratik bir yöntem değildi ve güç bir işti. En uygunu, -Wilson’un 
önerdiği gibi- bölgede İngiliz koruması altında bir aşiretler konfederasyonu 
oluşturmaktı. İngiltere dağlık bölgelerden uzak durmalı, petrol ve doğal kaynakların bulunduğu alçak bölgeleri ise doğrudan denetimi altında bulundurmalıydı. Andırıda Kürt ve Ermeni sorunlarının birbirine bağlı olduğu ve iki 
halk arasında geçmişin düşmanlıklarını örtecek bir tür modus vivendi (=geçici 
antlaşma) sağlanmasının kalıcı çözüm için gerekli olduğu ifade ediliyordu.14 
Paris Barış Konferansı’na İngiliz hükümeti adına 7 Şubat 1919 günü verilen notada İran’ın toprak bütünlüğü bozulmadan tüm Kürtlerin birleştirilmesinin olanaksız olduğu ve tek bir devlet çatısı altında birleştirilseler bile Kürtlerde kendi kendilerini yönetecek yeteneğin bulunmadığı belirtiliyordu.15 
İngiliz hükümetinin ağırlıklı olarak Wilson’un görüşlerini benimsediği anlaşılıyordu. 
İngiliz Genelkurmayı da 19 Şubat 1919 günü yayınladığı bir andırı ile Wilson’un görüşlerini desteklediğini ortaya koydu.16 

Arnold T. Wilson, 1919 yılının Haziran ayında görüşlerini genel bir tasarı 
halinde açıkladı. Ona göre, Mezopotamya’da kurulacak olan devlet ekonomik 
ve stratejik nedenlerle Musul vilâyetini mutlaka içermeliydi. Kurulması 
tasarlanan “Kürdistan,” bunun kuzeyinde, batıda Fırat nehri ile doğuda İran 
sınırı arasında yer almalı ve Diyarbakır, Harput, Bitlis ve Van vilâyetlerini içine 
almalıydı. Kürdistan – Mezopotamya sınırı 37. paralel dairesi boyunca Mardin 
Kürdistan’da, Cizre, Resulayn ve Nusaybin Mezopotamya’da kalacak şekilde 
çizilmeliydi. Kürdistan’ın kuzeyinde Erzurum ve Trabzon vilâyetlerini içine 
alacak şekilde Amerikan koruması altında bir Ermenistan devleti kurulmalı, 
Harput-Bitlis-Van vilâyetlerinin kuzey sınırlarını birleştiren çizgi Kürdistan – 
Ermenistan sınırını oluşturmalıydı. Wilson’a göre, eğer İngiltere bu tasarıyı 
uygulama olanağı bulamazsa, o zaman tek seçenek adı geçen 6 vilâyetin 
tamamını Türk yönetimine bırakıp Musul vilâyetinin ötesine karışmamaktı.17 
Noel derhal bir karşı tasarı hazırlayarak Wilson’un yaklaşımını eleştirdi. Noel’e 
göre söz konusu 6 vilâyetin -Musul vilâyetinin Kürt bölgeleri de dahil olmak 
üzere- tamamı aynı gücün mandatsı altına konmalıydı. Kürt ve Ermeni bölgeleri 
arasında şimdilik bir sınır belirlenmemeliydi. Kuzeyde Ermeni, güneyde 
Kürt ağırlıklı bir yapılanmaya gidilmesiyle yetinilmeliydi.18 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder