ABD NİN KARADENİZ POLİTİKASI VE TÜRKİYE. BÖLÜM 2
Kadir Ertaç ÇELİK, Mehmet Seyfettin EROL, ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi, Türkiye, Dış Politika, Karadeniz, ABD Karadeniz Politikası,
Güvenliğin en geleneksel bakış açısıyla izah edilmesi halinde savunma olduğu ifade edilebilir.
Hatta kimi çevreler tarafından bu perspektif daha da spesifikleştirilerek askeri savunma olarak ele alınmaktadır. Kavramı genişleterek ele alanlar ise askeri meselelerden çevresel faktörlere kadar geniş bir yelpazede güvenliği tartışmaktadırlar. Güvenlik çalışmalarının en önemli isimleri tarafından dahi tartışmalı bir kavram olarak izah edilen güvenlik; nihai olarak tehditten korunmak anlamına gelmektedir. Tehdidin her türlüsünü içermeye müsait bu kavram tarihi bağlam içerisinde öncelikli tehdidin ne olduğuna göre farklı şekillerde tanımlanmış tır. Bu bağlamda Orta Çağ’da tehditleri tartışırken daha farklı olgular üzerine odaklanılırken Westphalia sonrası farklı tehditlerden bahsedilmiştir. Aynı durum Soğu Savaş dönemi ve sonrası içinde geçerlidir. Örneğin Soğuk Savaş döneminde ideolojik tehditler, güvenliğin temel odak konularının başında gelirken Soğuk Savaş sonrası uluslararası radikal terör, sınır aşan mülteciler ve iklim değişikliğine bağlı sorunlar yeni tehditler olarak izah edilebilir. Ancak tarihin hiçbir döneminde askeri tehdit olgusu geçerliliğini yitirmemiş olup bütün tehditlerin nihai olarak geldiği nokta da savaş ve çatışma düzleminde askeri bir tehdide işaret etmektedir (Yalçın 2017: 59-60).
Yukarıdaki açıklamalardan hareketle çerçeve bir kavram olduğu söylenebilecek olan güvenlik, belli bir özne ile birlikte ifade edilmediği takdirde bir boşluğu bünyesinde barındırır. Güvenliği tamlayan kavramlar eklendiğinde bir anlamda söz konusu boşluk ortadan kaldırılsa dahi “ulusal güvenlik” tamlamasındaki belirsizliğin tamamen elimine edildiğini iddia etmek oldukça güçtür. Çünkü hem güvenlik hem de ulus kavramları net ve üzerinde konsensüs sağlanmış tanıma sahip değillerdir. Bu nedenden ötürü ulus kavramının da izah edilmesi mecburiyeti söz konusu olmaktadır (Birdişli 2016: 27). Latince nationem kökünden türeyen ulus/nation (Online Etymology Dictionary 2017); etimolojik anlamda ele alındığında Moğolca kökenden geldiği ileri sürülmektedir (Lewis 1992: 62).
Ulus kavramı, sosyal bilimlerin çeşitli disiplinlerine mensup akademisyenlerce üzerinde ziyadesiyle çalışılan bir kavram olmuştur.
Ulus kavramı, sosyal bilimlerin çeşitli disiplinlerine mensup akademisyenlerce üzerinde ziyadesiyle çalışılan bir kavram olmuştur.
Bu nedenle tek bir tanım vermenin mümkün olmamasından dolayı kavram üzerinde çalışan sosyal bilimciler arasında öne çıkan akademisyenlerin tanımlarına yer vermek daha doğru olacaktır. Gaibernau’ya göre ulus; bir topluluk bilincine sahip, ortak bir kültürü paylaşan, açıkça belirlenmiş bir toprak üzerinde, ortak bir geçmişe ve gelecek projesine ve kendi kendini yönetme hakkına sahip bir toplumdur (Guibernau 1997: 92). Bernard Lewis ise ulus ile Arapça “millet” sözcüğünün aynı geldiğini iddia etmektedir. Aramice “milla” kökünden türeyen millet, kutsal kitaba insan topluluğunu tanımlamaktadır (Lewis 1992: 62). Anthony D. Smith’e göre ulus, tarihi bir ülkeyi/toprağı, ortak mitleri ve tarihi belleği, kitlesel bir kamu kültürünü, ortak bir ekonomiyi, ortak yasal hak ve görevleri paylaşan insan topluluğudur (Smith 2010: 32-33). Ernst Haas ise ulusu, kendini başkalarından ayıran özellikler etrafında birleştiklerine dair inanca sahip ve devlet yaratma ya da var olan devletlerini devam ettirme amacıyla sosyal olarak birlemiş ve harekete geçmiş insan topluluklarıdır (Haas 1986: 726).
Çeşitli şekillerde tanımlanan ulus kavramının günümüzdeki anlamda kullanılması ise Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı bir anlayışın ürünüdür.
Devam eden süreçte Birinci Dünya Savaşı sonunda imparatorlukların tasfiyesi ile daha somut bir hal alan ulus kavramı, ulus-devlet olgusu ile doğrudan ilintidir (Birdişli 2016: 28). Siyasal yapıların ulus-devlete evrim sürecine bakıldığında ise 1618 yılında başlayan ve 1648 yılına kadar devam eden Otuz Yıl Savaşları sonunda tesis edilen Westphalia (Vestfalya) Barışı’nın milat olarak ele alındığı ifade edilebilir. Avrupa’nın en büyük ilk konferansı olarak sayılabilecek Westphalia’nın en önemli özelliklerinden biri; daha önceki toplantılar dini nitelikteyken, Westphalia’nın devlet, savaş ve iktidar sorunlarının tartışıldığı ilk laik nitelikte bir konferans olmasıdır. Papalık temsilcisinin dinlenmediği, Papa’ya imzalattırılmayan konferansın sonucunda; Kilise’nin gücü sınırlandırılmış, Ausgburg Barışı’nın hükümleri yenilenmiş, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun parçalanmışlığı uluslararası hukuk bakımında da onaylanmış ve Almanya’nın bölünmüşlük sorunu ortaya çıkmıştır.
Nitekim Avrupa, kendi yasalarına göre hareket eden, kendi siyasal ve ekonomik çıkarlarını izleyen bağımsız ve özgür devletlerden müteşekkil bir hale evrilmiştir. Bu noktadan hareketle belli kurallara göre hareket eden ve aralarında düzenli ilişkiler bulunan yapıların (devletlerin) oluşturduğu bütün olan uluslararası sistemin bugün anladığımız anlamda Westphalia Barışı ile ortaya çıktığı varsayımı kabul görmektedir (Sander 2011: 100-124).
14. Louis’in Fransa’da iktidara gelmesiyle birlikteyse Avrupa’da yeşermeye başlayan mutlakiyetçi ulus-devletin üstünlüğü söz konusu ülkede sağlanmıştır. Devam eden süreçte dünyanın globalleşmeye başladığı 1700-1850 dönemi uluslararası ilişkilerde önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönem olmuştur. 16. ve 17. yüzyılın sorunlarına yanıt veren büyük monarşiler, bu dönemin ihtiyaçlarına cevap veremez hale gelmişlerdir. Globalleşme ve buna bağlı diğer gelişmelerin ürünü olan güçlü hükümetleri kuramayan monarşiler yerini ulus-devlete bırakmaya başlamışlardır. Böylece söz konusu dönem globalleşme sürecinin hızlanması ve ulus-devletin güçlenmesini beraberinde getirmiştir (Sander 2011: 124-144). 1648 Westphalia Düzeni ve Fransız İhtilali’nin getirdiği düşünceler üzerinden şekillenen ulusal güvenlik (Territoryal Security), ulus devletlerin temel amaçlarında yer almıştır.
Dolayısıyla ülke sınırlarını ve devletin egemenliğini korumayı amaçlayan bu yaklaşım ulusal güvenlik anlayışının temelini oluşturmuştur (Birdişli 2016: 28).
Ulus devletlerin güvenliklerini sağlamaya dair başlıca endişelerini ifade etmek amacıyla kullanılan ulusal güvenlik kavramının anlam bulması için uluslararası sistemin ulus devletlerden oluşması gerekmektedir. Bu kapsamda ulus devletin güvenliğinin gelişimini sağlayan her şey söz konusu devlet için yararlı, güvenliği azaltan olgu, eylem ve davranışlar zararlı olarak tanımlanmaktadır. En genel ifadeyle korku ve tehditlerden uzak olma durumu olarak tanımlanan güvenlik kavramının fiziksel boyutu olduğu gibi psikolojik boyutu da söz konusudur. Ancak tarih boyunca ulusal güvenlik bağlamında fiziksel boyut üzerinde durulmuş ve ulusal sınırları başka devletlerin tehdit ve saldırılarından uzak tutmak, devletlerin güvenlik anlayışlarının merkezinde yer almıştır. Bunun dışında uluslararası ticaret yapabilme ve doğal kaynaklara ulaşabilme gibi fiziksel diğer konular ise ikincil
öneme haiz olmuştur. Geçmişte sürekli bir şekilde göz ardı edilen veya önemi kavranamayan psikolojik boyut ise fiziki bir saldırı gibi nesnel bir tehdit içermeyebilir. Bu noktada daha ziyade algılar ve psikolojik ögeler ön plana çıkmaktadır. Devletin ve halkının kendini güvende hissetmesi öznel yönleri olan bir olgudur (Erhan 2001: 78-79).
Ulus devletlerin güvenliklerini sağlamaya dair başlıca endişelerini ifade etmek amacıyla kullanılan ulusal güvenlik kavramının anlam bulması için uluslararası sistemin ulus devletlerden oluşması gerekmektedir. Bu kapsamda ulus devletin güvenliğinin gelişimini sağlayan her şey söz konusu devlet için yararlı, güvenliği azaltan olgu, eylem ve davranışlar zararlı olarak tanımlanmaktadır. En genel ifadeyle korku ve tehditlerden uzak olma durumu olarak tanımlanan güvenlik kavramının fiziksel boyutu olduğu gibi psikolojik boyutu da söz konusudur. Ancak tarih boyunca ulusal güvenlik bağlamında fiziksel boyut üzerinde durulmuş ve ulusal sınırları başka devletlerin tehdit ve saldırılarından uzak tutmak, devletlerin güvenlik anlayışlarının merkezinde yer almıştır. Bunun dışında uluslararası ticaret yapabilme ve doğal kaynaklara ulaşabilme gibi fiziksel diğer konular ise ikincil
öneme haiz olmuştur. Geçmişte sürekli bir şekilde göz ardı edilen veya önemi kavranamayan psikolojik boyut ise fiziki bir saldırı gibi nesnel bir tehdit içermeyebilir. Bu noktada daha ziyade algılar ve psikolojik ögeler ön plana çıkmaktadır. Devletin ve halkının kendini güvende hissetmesi öznel yönleri olan bir olgudur (Erhan 2001: 78-79).
ABD Ulusal Güvenliği
ABD dış politikası ve ulusal güvenliği üzerine çalışmalar yapan Prof. Dr. Çağrı Erhan’a göre; Birinci Dünya Savaşı’ndan 1990’lara kadar ABD dış politikasını
dört temel döneme ayırarak incelemek mümkündür.
Buna göre (Erhan 2001: 80-88);
. Birinci Dönem:
1930’lu yıllarda başlatılacak bu dönem 1941 yılına kadar sürmüştür.
Bu dönemin temel politikası ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinde Japonya’nın yayılmacı eğilimlerini diplomasi yoluyla engellemeye çalışmaktı.
Bu tarih aralığında ABD’li karar alıcılar Avrupa’da Hitler ve Mussolini’nin saldırgan politikalarından ziyade Uzakdoğu’daki gelişmeler üzerinde odaklanmışlardır.
Çünkü bu bölgedeki gelişmelerin siyasal ve ekonomik çıkarlarını etkileme kapasitesinin daha yüksek olduğu düşünülmekteydi. Bu tercihin temelinde ABD’nin 1898 yılında İspanya ile yapılan savaştan sonra Filipinler’i ele geçirerek Asya’da toprak elde etmesiyle şekillenen dış politika anlayışı yer almaktadır.
Fakat ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na girdiği 1917 yılından idealizm üzerinden dünyayı şekillendirmeye çalışan ABD Başkanı Woodrow Wilson’un 1921
yılında görevden ayrılıncaya kadar söz konusu olan küresel ölçekli dış politika izlemesi, bu dönemin istisnası olarak not edilmelidir.
Çünkü bu bölgedeki gelişmelerin siyasal ve ekonomik çıkarlarını etkileme kapasitesinin daha yüksek olduğu düşünülmekteydi. Bu tercihin temelinde ABD’nin 1898 yılında İspanya ile yapılan savaştan sonra Filipinler’i ele geçirerek Asya’da toprak elde etmesiyle şekillenen dış politika anlayışı yer almaktadır.
Fakat ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na girdiği 1917 yılından idealizm üzerinden dünyayı şekillendirmeye çalışan ABD Başkanı Woodrow Wilson’un 1921
yılında görevden ayrılıncaya kadar söz konusu olan küresel ölçekli dış politika izlemesi, bu dönemin istisnası olarak not edilmelidir.
Birinci dönem ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’na girmesiyle kapanmıştır.
. İkinci Dönem:
1941-1945 yıllarını kapsayan bu dönemde ABD, fiili olarak İkinci Dünya Savaşı’nda yer almıştır. Bu dönemde askeri bakış açısı diplomasinin önünde yer almıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş olarak adlandırılan dönemde söz konusu olacak ve ABD ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasında yaşanacak bazı temel anlaşmazlıklarında ilk sinyalleri bu dönemde alınmıştır.
Bu anlaşmazlıklar; Orta ve Doğu Avrupa’da Kızıl Ordu’nun üstünlüğü,
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) tarafından kurtarılan bölgelerde Moskova destekli komünist oluşumlar, Almanya’nın bölünmüşlüğünden
kaynaklanan sorunlar, Kore ve Hind-i Çini bölgesindeki istikrarsızlıktır.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) tarafından kurtarılan bölgelerde Moskova destekli komünist oluşumlar, Almanya’nın bölünmüşlüğünden
kaynaklanan sorunlar, Kore ve Hind-i Çini bölgesindeki istikrarsızlıktır.
. Üçüncü Dönem:
Uluslararası ilişkiler literatüründe Soğuk Savaş olarak tanımlanan İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1945 yılında başlayan ve SSCB’nin dağıldığı 1990’ların
başlarına kadar devam eden süreçtir. Küresel liderlik mücadelesinde olan ve iki kutuplu uluslararası sistemde blok liderliği rolünü oynayan ABD ve SSCB arasındaki gerginlik ve rekabetin ana belirleyici olduğu bu dönemde tarafların nükleer silah kapasitesine ulaşmaları tehditlerin boyutunu da değiştirmiştir.
Yukarıdaki ana çerçeveden ve çalışmanın odaklandığı sorunsal üzerinden hareketle ABD’nin ulusal güvenliğini özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem üzerinden değerlendirmek daha faydalı olacaktır. Çünkü İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde ABD çıkarlarını ve tehditlerini kendi kıtası merkezinde ele alırken İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde küresel aktör olmasından dolayı çıkar ve tehditleri kendi kıtasıyla sınırlı tutmayıp global ölçekte ele almıştır.
Uluslararası sistemde küresel aktör olarak etkin bir dış politika izlediği 1940’lı yılların ortalarından itibaren ABD ulusal güvenliğinin iki temel eksen üzerinden inşa edildiği iddia edilebilir.
Bunlardan Birincisi
liberal ekonomik ve siyasi dünya düzenin geliştirilmesidir. İkincisi ise Komünizm caydırılması ve çevrelenmesidir (Betts 2004: 4). Bu iki temel eksenin ikinci sacayağını oluşturan etmenler 1990’lı yıllarda ortadan kalkmıştır. 25 Aralık 1991 tarihinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılmasıyla birlikte komünist tehdit ortadan kalmıştır.
Bu nedenle ABD ulusal güvenliği açısından komünist tehdidin caydırılması ve çevrelenmesi sorunsalı da ortadan kalmıştır. Uluslararası ilişkiler uzmanları ve akademisyenleri ise bu duruma ilişkin olarak ABD’nin ulusal güvenliği noktasında ortaya koyduğu tehdidi yenerek bir başarı elde ettiğine dair tespitlerde bulunmaktalardır. Ancak meseleye farklı bir perspektiften bakıldığında aynı tespitte bulunmak çok mümkün değildir.
Yukarıdaki paragrafın son cümlesinde belirtilen farklı bakış açısıyla meseleye bakıldığında iki husus gözetilerek bir değerlendirme yapılması gerekmektedir.
İlk olarak ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya koyduğu temel hedefin ne olduğunun tam anlamıyla tespit edilmesi gerekmektedir.
Bu bağlamda ABD’nin bir öteki ihtiyacı olduğu ve bununla mücadele üzerinden kendi çıkarlarının maksimize ettiği ileri sürülebilir.
İkincisi ise
“1990’larda SSCB’nin dağılması ABD ulusal güvenliği açısından bir başarı mıdır yoksa değil midir?” sorusudur. Bu soruya cevap verebilmek adına öncelikle konstrüktivist yaklaşıma atıfta bulunarak değerlerin çıkarları belirlediği önermesinden hareketle ABD’nin değerlerini empoze edeceği ve tehdit olarak göstereceği bir ötekinin olmaması durumunun ulusal güvenliğine etkisini tartışmak gerekmektedir.
SSCB’nin dağılmasının ardından sürece bakıldığında ABD’nin ulusal güvenliğinin merkezine komünist tehdit yerine Ortadoğu petrollerine garantili erişim ve teröristlerin küresel mücadele ile yıpratılmasının yerleştirildiği görülmektedir (Bingöl 2014: 137). Bu veriden hareketle ABD’nin ulusal güvenliği noktasında diğer aktörlerde de olduğu üzere öteki ihtiyacının mevcudiyeti açık bir şekilde gözlemlenmektedir. Dolayısıyla ABD açısından SSCB’nin dağılmasından ziyade kontrol edilebilir bir tehdit olarak mevcudiyetini sürdürmesi daha tercih edilir bir seçenek olarak tartışılabilir.
Netice itibarıyla ABD ulusal güvenliğinde gerek küresel sistemin gerekse iç siyasal sistemin dinamiklerinin zorlamasıyla dağılan SSCB’nin yerini enerji
kaynaklarının kontrolü-yönetimi ve terör olgusunun aldığı ifade edilebilir.
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
kaynaklarının kontrolü-yönetimi ve terör olgusunun aldığı ifade edilebilir.
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder