14 Kasım 2020 Cumartesi

Emperyalizmin “Kürt” Kartı., BÖLÜM 4

Emperyalizmin “Kürt” Kartı.,  BÖLÜM 4


Emperyalizmin Kürt Kartı, İhsan Şerif Kaymaz,Kürt sorunu,emperyalizm,İngiltere,İsrail,Irak,Türkiye,ABD,Suriye,


Kuzey Irak seçimlerinden 1 ay sonra, Haziran 1992’de, Irak Ulusal Kongresi 
Viyana’da ikinci toplantısını yaptı ve aralarında Barzani ile Talabani’nin 
de bulunduğu 8 kişilik bir heyeti Amerikan yönetimiyle görüşmelerde bulunmak 
üzere Washington’a gönderme kararı aldı. Heyet, 29 Temmuz 1992’de 
ABD Dışişleri Bakanı James Baker tarafından kabul edildi. İzleyen yıllarda, 
Amerikan yönetimiyle Kürt liderler arasındaki görüşmeler sık sık yinelendi. 
Üstelik bu süreçte Barzani, Talabani ve diğer Kürt temsilcileri ABD’ye Türkiye 
Cumhuriyeti’nin verdiği kırmızı pasaportlarla giriş yaptılar. 
Kuzey Irak’ta Türkiye’nin desteğiyle kurulan de facto Kürdistan Devleti, 
yine Türkiye’nin yardım ve desteğiyle kurumsallaşma olanağı buldu. 10 yılı 
aşkın süreyle Türkiye toprakları, “insani yardım” adı altında Kuzey Irak’a ulaştırılan ve nitelikleri çok tartışmalı olan yardım malzemelerinin geçirildiği ana 
güzergâh olarak kullanıldı. BM Güvenlik Konseyi’nin 1995’te aldığı 986 sayılı 
karar çerçevesinde Irak’ın petrol satışından elde ettiği gelirden Kuzey Irak’taki 
Kürt gruplara ayrılması şart koşulan % 15’lik bölüm ve Amerikan Kongresi’nin 
1998’de kabul ettiği “Irak’ı Özgürleştirme Yasası” çerçevesinde ABD’nin Iraklı 
muhaliflere yaptığı 97 milyon dolarlık maddi yardım, Türkiye toprakları kulla-
nılarak Kuzey Irak’taki Kürt gruplarına ulaştırıldı. Ayrıca bu gruplar, Türkiye ile 
yaptıkları sınır ticaretinden de önemli miktarda gelir elde ediyorlardı. “Çekiç 
Güç / Keşif Gücü” bünyesinde faaliyet gösteren Amerikan-İngiliz uçaklarının 
bu Kürt gruplarına, görev tanımlarıyla bağdaşmayacak biçimde bazı yardımlarda 
bulunduklarına ilişkin spekülasyonlar da hiç eksik olmadı.40 
Diğer yandan, Kuzey Irak’ta yaratılan ortam, burada üslenen PKK’nin 
Türkiye’ye yönelik eylemlerini daha kolay örgütlemesine olanak sağladı. Türkiye, 
1984’te Irak ile yaptığı anlaşmaya dayanarak, Kuzey Irak’a birkaç kez askeri 
operasyon düzenledi. Ama bir yandan PKK’nin üslenip örgütlenmesi için 
uygun ortamın hazırlanmasına katkıda bulunulurken, diğer yandan PKK’ya 
yönelik operasyonlar düzenlemenin inandırıcılığını elbette tarih sorgulayacaktır. 

1992’deki parlamento seçimlerinin üzerinden 2 yıl bile geçmeden, 
IKDP ile IKYB yanlıları arasında çatışma çıktı. Bu koşullarda parlamento 
ve hükümet faaliyetleri elbette sona erdi yani de facto yönetim çöktü. 1994 
Haziranı’nda, Türkiye devreye girerek, tarafları Silopi’de bir araya getirdi ve 
-her nedense- uzlaşmalarını sağlamaya çalıştı. Ancak Silopi görüşmelerinden 
sonuç alınamadı. Ağustos ayında, İran’ın desteklediği Talabani’ye bağlı 
peşmergeler, IKDP’nin yönetim merkezinin bulunduğu Erbil’i ele geçirdiler. 
Bundan sonra çatışmalar daha da şiddetlendi. ABD’nin devreye girmesiyle 
görüşme trafiği yeniden başlatıldı. 1995 Temmuz’unda Lizbon’da, aynı yılın 
Eylül’ünde Dublin’de bir araya gelen taraflar anlaşmaya varamadılar. Ekim 
ayında bu kez İran’ın girişimiyle Tahran’da masaya oturan IKDP ve IKYB’nin 
anlaşmaları yine mümkün olmadı.41 
1996 Temmuzu’nda hiç beklenmedik bir olay yaşandı. Irak Cumhuriyet 
Muhafızları, düzenledikleri bir operasyonla Erbil’deki IKYB denetimine son 
verdiler. Bölgede kuş uçurtmayan Çekiç Güç’e bağlı uçakların Cumhuriyet 
Muhafızları’nın Erbil’e kadar gelip, IKYB’yi kentten çıkardıktan sonra geri dönmelerine göz yummaları yeni soru işaretleri yarattı. Erbil’de yeniden denetim 
sağlayan IKDP peşmergeleri, kısa bir süre sonra IKYB’nin yönetim merkezi 
olan Süleymaniye’yi de ele geçirdiler. IKYB yanlısı Kürtler kitle halinde İran 
sınırına doğru kaçmaya başlayınca, ABD bir kez daha devreye girdi ve 23 Ekim 
1996’da taraflar arasında ateşkes antlaşması imzalanmasını sağladı. Antlaşma 
ile olayların başlangıcındaki duruma geri dönüldü. Böylece 2 yıldan uzun 
süren ve binlerce insanın ölümüne yol açan çatışmalar son buldu. 
Aralarındaki çatışmaya son veren Kürt gruplar, yine Türkiye’nin önayak 
olmasıyla, 1996 yılı Aralık ayında Ankara’da barış masasına oturdularsa 
da sonuç alamadılar. Bunun üzerine, yine ABD devreye girdi ve Barzani ile 
Talabani’yi 1998 Eylülü’nde Washington’da bir araya getirdi. Fakat antlaşma 
sağlanamadı. 2003 Martı’nda ABD müdahalesi gerçekleştiğinde, Kuzey Irak’ta 
iki siyasal ve yönetsel birim bulunuyordu. Erbil IKDP’nin, Süleymaniye ise 
IKYB’nin yönetim merkeziydi.42 
Bu arada dünya, bir başka olaya daha tanık oldu. Kuzey Irak’taki karşıt 
Kürt grupları arasındaki çatışmanın yarattığı kargaşa sırasında, çok sayıda 
özel eğitilmiş Kürt’ün ABD adına bölgede casusluk yaptıkları anlaşıldı. Amerikalılar, deşifre olan bu insanları, Türkiye üzerinden Pasifik Okyanusu’ndaki 
Guam Adası’na götürdüler. Kuzey Irak’ta Kürt Devleti’nin kurulması sürecinde 
kendilerinden yararlanıldığı anlaşılan bu insanların daha sonra ABD tarafından 
hangi amaçlarla kullanıldıkları bilinmiyor. Ama izleyen yıllardaki çeşitli 
Amerikan operasyonlarında ve 2003 yılında Irak’ın işgal edilmesi sırasında bu 
casus Kürtlerin kullanıldığını tahmin etmek güç olmasa gerektir. 

ABD ve İsrail’in Kuzey Irak Kürtlerine verdiği desteğin bir kez daha açığa 
çıkmasının Türkiye’de yarattığı rahatsızlık karşısında, dönemin İsrail Başbakanı 
Benjamin Netanyahu, 1997 Mayıs ayında PKK terörünü kınayan bir açıklama yapma gereğini duydu. Bu açıklamanın yapılmasındaki asıl amaç, PKK terörüne destek veren Suriye’ye karşı Türkiye’yi İsrail’in yanına çekmekti. 
Ancak açıklama Türkiye’yi tatmin etmedi. Bunun üzerine, daha somut adımlar 
atılmasını gerekli gören İsrail, 1998 yılında Güney Lübnan’daki terör kamplarına 
karşı düzenlediği ve “Grapes of Wrath”(=Gazap Üzümleri) adını verdiği 
operasyon sırasında Bekaa Vadisi’ndeki PKK kamplarını da vurdu. 1999’da 
ise, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yerinin belirlenmesinde Türk istihbaratına 
gerekli bilgileri sağlayarak, yakalanmasına yardımcı oldu. Böylece Kuzey 
Irak’taki eylemlerinin Türkiye’yi hedef almadığını kanıtlamaya çalıştı.43 

6. De Facto Kürdistan Devletinin Tanınmasına ve Orta-Doğu’nun Siyasi Haritasının Değiştirilmesine Doğru (2003-2007) 

İsrail’in Türkiye’yi teskin etmeye yönelik girişimleri, bölgedeki uzun vadeli 
güvenlik önceliklerinin değiştiği ve bu öncelikler içinde Kürtlerin taşıdığı 
önemin azaldığı anlamına gelmiyordu. Bölgenin siyasi haritasının, İsrail’in 
güvenlik çıkarlarına uygun olarak yeniden çizilmesi sürecinde Türkiye’nin hareketsiz kalmasının sağlanması amaçlanıyordu. Nitekim 1996 tarihinde Başbakan Netanyahu’ya sunulan bir rapor, gelecekte neyin planlandığını ortaya 
koyuyordu.44 Raporu hazırlayanlar arasında Bush yönetiminde Pentagon’un 
kilit isimleri arasında yer alacak olan Richard Perle, James Colbert, Douglas Faith, 
David Wurmser gibi isimler bulunuyordu. Bunların tümü, kısaca neo-cons olarak adlandırılan Amerikan yeni muhafazakârlarının temsilcileriydi. 

Evanjelik Hıristiyanlar, İsrail adına faaliyet gösteren dış politika uzmanları ve 
lobiciler ile aşırı sağcı politikacılardan oluşan yeni muhafazakârlar, 1990’ların 
başında Yahudi bilim adamı Bernard Lewis tarafından geliştirilen ve daha 
sonra Büyük Ortadoğu (ya da Genişletilmiş Ortadoğu) Projesi adını alacak 
olan bir tasarıma uygun olarak, Ortadoğu’yu yeniden yapılandırmak istiyorlardı. 
İşte 1996 yılında Netanyahu’ya sunulan rapor, bu yönde atılmış bir ilk adım olması bakımından önem taşıyordu. Raporun içeriği kısaca, Ortadoğu’ya yönelik olarak uygulanması öngörülen yeni bir Amerikan-İsrail emperyal planını yansıtıyordu. 

Buna göre, 

1) İsrail’in Filistin sorununu Araplarla görüşmeler yoluyla ve “toprak karşılığı barış” (=land for peace) formülüne göre çözmesini öngören Oslo süreci terk edilmeli ve Filistinlilerin İsrail’in koşullarını kayıtsız şartsız kabul etmeleri sağlanmalıydı. 

2) İsrail topraklarını hedef alan terör eylemlerine karşı, Filistin topraklarında “sıcak takip hakkı” (right of hot pursuit) kullanılmalıydı. Lübnan’a, özellikle bu ülkedeki Suriye hedeflerine ve Hizbullah mevzilerine karşı silahlı müdahalede bulunulmalıydı. 

3) Suriye üzerinde, kitle imha silahlarına sahip olduğu gerekçesiyle baskı kurulmalı, bu ülkedeki rejim değiştirilmeli, Suriye’nin geriletilmesi, çevrelenmesi ve zayıflatılması sağlanmalıydı. Golan Tepelerinin geri verilmeyeceği açıkça ortaya konmalıydı. 

4) Irak’ta Saddam Hüseyin yönetimi görevden uzaklaştırılmalı ve Irak devleti 
yeniden yapılandırılmalıydı. Bu ülkede Haşimi hanedanının yeniden iş başına 
getirilmesi ve bu yolla Necef’teki Şii merkezinin denetim altına alınması durumunda, Güney Lübnan’daki Şiilerin İsrail karşıtı eylemlerinin önüne geçilebileceği belirtilmekteydi. 

5) İsrail, klâsik güç dengesi politikasına geri dönmeli ve bunun gereği olarak Türkiye ve Ürdün ile yakın işbirliği yapmalıydı.45 

Özetle raporda Ortadoğu’daki “düşman” rejimlerin silahlı kuvvetler kullanılarak 
değiştirilmesi, bölgeye yönelik olarak genel bir destabilizasyon ve çevreleme 
politikasının uygulanması ve bölgenin savaş ortamına sürüklenmesi öngörülüyor du.46 Netanyahu, önce rapordaki önerilere uygun bir politika izlemeye yeltendi. Ama Clinton yönetiminin uyarısıyla Filistinlilerle görüşme sürecine geri döndü.47 Ancak ABD’de 2000 yılında yapılan tartışmalı başkanlık seçimlerinden sonra kurulan George W. Bush yönetimi, raporun hazırlayıcılarının tümünü Pentagon’un kilit noktalarına getirdi. Artık raporun sahibi İsrail değil, doğrudan doğruya ABD idi.48 

Amaç, Ortadoğu’yu yeniden yapılandırmak, dolayısıyla bölgenin haritasını 
yeniden çizmekti. Bu yapılırken iki temel hedef gözetilecekti: 

1) Petrol ve doğal-gaz akışının denetlenmesi; Batı’nın endüstri merkezlerine sürekli ve güvenli enerji akışının sağlanması; 

2) İsrail’in bölgesel askeri gücünün pekiştirilmesi ve güvenliğinin sağlanması. Bölgedeki birçok ülkenin rejimleri değiştirilecek, olasılıkla yeni bazı devletler kurulacak, eskileri yeniden tanımlanacaktı. 

Yeni muhafazakârların önde gelen uzmanlarına göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra Ortadoğu’da ele geçirilen bu en büyük tarihsel fırsat iyi değerlendirilmeliydi.49 
   Bu düşünceye uygun olarak,  Sykes-Picot Antlaşması’ndan bu yana, Ortadoğu’yu hedef alan en geniş kapsamlı ve iddialı proje uygulamaya kondu. Bahane ise hazırdı: 11 Eylül saldırısı. “Tarihsel fırsat” ifadesini kullananların bundan anladıkları şey öncelikle Irak’ın, piyasa değeri 30 trilyon doların üzerinde hesaplanan zengin petrol varlığına el konacak olmasıydı. Başkan Yardımcısı Dick Chaney’in 2002 yılında açıkladığı yönetim raporunda, enerji güvenliğinin Amerikan dış politikasında merkezî bir yer tuttuğu belirtiliyor ve “Körfez bölgesinin ABD’nin uluslararası enerji politikasının odağını oluşturduğu” özellikle vurgulanıyordu.50 
Öte yandan yine aynı raporda, Amerikan yönetiminin dış politika öncelikleri arasında birinci sırayı İsrail’in güvenliği konusunun oluşturduğu görülüyordu. Yahudi devletine yöneltilebilecek her türlü tehdit kararlılıkla bertaraf edilecekti. 
Amerikan işgal güçleri plan gereği önce Afganistan ve Irak’a yerleştiler. 
Bundan sonra, neo-conların önde gelen kalemleri sıranın Suriye ve İran’da 
olduğunu yazmaya başladılar. Onlara göre, teröre karşı yürütülen savaş Suriye 
ve İran’ı içine alacak şekilde genişletilmeli, Şam ve Tahran’daki terörist 
devletler de tepelenmeliydi.51 

Bu iki hedefe karşı kullanılabilecek en stratejik hareket noktası ise, Kuzey Irak’tı. Hareketin önde gelen isimlerinden Pearle ve Wurmser, daha 1998 yılında Yahudi Forward gazetesine verdikleri demeçlerde, Kuzey Irak’taki uçuşa ve dalışa yasak bölgenin sınırlarının genişletilmesi ve İsrail, Ürdün, Orta ve Kuzey Irak ile Türkiye’nin birbirine bağlanması gerektiğini söylüyorlardı.52 

Böylece, -Afganistan ve Irak’ın da denetim altına alındığı düşünülürse- Suriye ve İran bütünüyle çevrelenmiş olacaktı. Ortadoğu’nun siyasi haritasının yeniden çizilmesi tasarlanırken Kuzey Irak’a özel bir önem verildiği anlaşılıyordu. 

Tasarıyı hazırlayıp uygulamaya koyanların, Türkiye’nin ulusal duyarlılıklarını 
gözetmek gibi bir kaygı taşımadıkları, 2003 yılının başlarında yaşanan 
tezkere bunalımı sırasında bir kez daha ortaya çıkmıştır. ABD Türkiye’den, kuzeyde ikinci bir cephe açmasına olanak tanınmasını ve Türkiye topraklarında 
kendisine kara ve hava üsleriyle çeşitli havayolu, liman ve ulaşım kolaylıkları 
sağlanmasını istemiştir. Türkiye ise, karşılığında şu taleplerde bulunmuştur: 

1) Türk Ordusu sınır güvenliğini sağlayabilmek amacıyla Kuzey Irak’ta doğrudan 
ve bağımsız olarak operasyon yapabilmelidir; 

2) Barzani ve Talabani’ye bağlı peşmergelere verilmesi öngörülen silahların dağıtımı Türkiye’nin denetiminde yapılmalı ve operasyon bittikten sonra bu silahlar yine Türkiye’nin denetiminde toplanmalıdır; 

3) Kuzey Irak’taki Amerikan askerlerinin görevi, bölgedeki Türk birlikleriyle 36. paralelin güneyindeki Amerikan birlikleri arasında bağlantıyı sağlamakla sınırlı olmalıdır; 

4) Katar’daki komuta merkezinde Amerikalı komutanla birlikte bir Türk komutan da görev yapmalıdır; 

5) Türkiye’de, Katar’dakine eş ikinci bir harekât merkezi kurulmalı ve bunun da 
başına birer Amerikalı ve Türk komutan atanmalıdır. Türk isteklerinden özellikle 
ilk ikisi Amerikan tarafınca kabul edilmeyince anlaşma sağlanamamıştır. 
Ama gerek dünya medyası, gerekse bizim bilinen medyamız, sanki anlaşmazlık 
ekonomik konulardan çıkmış gibi bir izlenim yaratmaya çalışmışlardır. İşgal 
operasyonu başladıktan sonra ABD, Türkiye’yi Kuzey Irak’a girmemesi konusunda 
uyarmıştır. Ama aynı ABD, Türkiye’den, Amerikan füze ve uçaklarının 
geçmesi için hava sahasını açmasını istemekten de geri kalmamıştır.53 
2003 müdahalesi, Kuzey Irak’ta 1991’de Türkiye’nin hatasıyla kurulan 
ve yine Türkiye’nin yıllarca süren hatalarıyla gelişip serpilen özerk Kürt yapılanmasının daha da güçlenmesi sonucunu doğurmuştur. Buna bağlı olarak, 
başından beri çok güçlü temeller üzerinde kurulmasına özen gösterilen İsrail
Kürt ilişkilerinin, bundan sonra daha da güçleneceği ve bu durumun İsrail’i, 
başta Türkiye olmak üzere tüm bölge ülkeleri ile ilişkilerini yeniden tanımlamaya 
yönelteceği anlaşılmaktadır.54 Nitekim 2004 yılında IKDP lideri Mesud 
Barzani ve IKYB lideri Celal Talabani ile görüşen İsrail Başbakanı Ariel Şaron, 
Iraklı Kürtlerle gayet iyi ilişkiler içinde oluklarını ve bu ilişkilerini daha da geliştireceklerini kamuoyu önünde ilan etti.55 
Bundan sonra, gerçekten de ilişkilerin özellikle güvenlik boyutunda hızla geliştiğine tanık olundu. İsrailli askeri uzmanların peşmergeleri düzensiz milis gruplarından düzenli orduya dönüştürürülecek şekilde eğittikleri ortaya çıktı.56 

Gerçi hem Barzani, hem de Talabani haberi yalanladılar; buna karşın haberin doğru olduğundan kimsenin kuşkusu bulunmamaktadır. İsrail hükümeti, Türk hükümetine resmi güvence vererek, eğer İsrailli uzmanlar Kuzey Irak’taki Kürtlere askeri eğitim sağlıyorlarsa bile, bunun İsrail devletinin inisiyatifiyle gerçekleşme diğini, peşmergelere askeri eğitim verenlerin bireysel olarak hareket eden İsrailliler olabileceğini öne sürdü.57 Elbette bu güvence inandırıcı olmaktan çok uzaktı. İsrail’in, sayıları 75 binle 100 bin arasında değişen peşmergeleri düzenli ordu haline getirmek için Kuzey Irak’ta büyük bir askeri eğitim merkezi kurduğu ve amacının, hem İran’a karşı gerçekleştirilecek olası bir müdahalede, hem Irak içindeki Şii ve Sünni İslâmî unsurların etkisizleştirilmesinde bu güçten yararlanmak olduğu biliniyor.58 Fakat böyle bir gücün, bir kere oluşturulduktan sonra, Türkiye’ye karşı da kullanılmayacağını düşünmek gerçekçi olur mu? Nitekim Kuzey Iraklı Kürt liderlerin Türkiye’ye karşı giderek pervasızlaşan tehditkâr söylemlerinin ardında ABD ve İsrail’den aldıkları doğrudan/dolaylı destek kadar, askeri güçlerinin giderek büyümekte oluşundan duydukları güven duygusu da vardır. İran sorunu ciddiyet kazandıkça, “Kürt sorunu”nun giderek daha çok ısınacağı ve Türkiye’nin ABD ve İsrail’le olan ilişkilerinin bundan olumsuz etkileneceği anlaşılmaktadır. İran’a müdahale olasılığı gün geçtikçe ağırlık kazanmaktadır. 

Bunun en önemli göstergesi, ABD ve İsrail’in İran’a karşı “Kürt kartı”nı açıkça kullanmaya başlamış olmalardır. İran’daki çeşitli ayrılıkçı Kürt örgütleri Mossad ve CIA’nın girişimleriyle 2006 yılının Mart ayında Kuzey Irak’ın Erbil kentinde “Doğu Kürdistan (İran Kürdistanı) Birleşik Cephesi” adı altında birleştirilmişlerdir.59 “Birleşik Cephe”nin amacının, Tahran yönetimine karşı silahlı savaşım vermek olduğu açıklandı. Kısa adı PJAK olan örgüt, lojistik merkez olarak Kuzey Irak topraklarını kullanmakta ve ABD ile İsrail’in sağladığı maddi ve askeri destekten yararlanarak İran içlerinde çeşitli terörist eylemler düzenlemektedir.60 ABD ve İsrail, doğrudan değil, örtülü şirketler ve örgütler aracılığıyla, ama büyük bir kararlılıkla Kuzey Irak’taki askeri, siyasi ve ekonomik etkinliklerini artırmaya çalışmaktadırlar. Bu amaçla Kuzey Irak’a, ileride İran’a karşı kullanmak düşüncesiyle önemli alt-yapı yatırımları yapmaktadırlar. 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder