BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ocak 2018 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 10

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 10


Juncker’den Erdoğan’a: Tehdit işe yaramaz

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vize muafiyeti gerçekleşmezse Geri Kabul Anlaşması’nı meclisten geçirmeme tehdidine AB üst düzey yetkililerinden sert yanıt geldi.

 Brüssel Jean-Claude Erdoğan ve Juncker ekim ayında Brüksel'de bir araya gelmişti.

Erdoğan ve Juncker ekim ayında Brüksel'de bir araya gelmişti.

AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, Türkiye'nin AB ile yaptığı anlaşmada kendi üstüne düşen yükümlülükleri yerine getirmesi gerektiğini belirterek, AB'ye karşı tehditlerin işe yaramayacağını söyledi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, vize muafiyeti konusunda uzlaşılamaması durumunda Geri Kabul Anlaşması'nı meclisten geçirmeyecekleri yönündeki tehdidinin ardından ilk kez açıklama yapan Juncker, Türkiye'nin vize muafiyeti için katı terörle mücadele yasasını yumuşatmak zorunda olduğunu kaydetti.

 AB Konseyi Başkanı Donald Tusk.

AB Konseyi Başkanı Donald Tusk.

Tusk: Düşünce özgürlüğünü müzakere etmeyiz

Juncker, G7 zirvesi için bulunduğu Japonya'da yaptığı açıklamada, “Türkiye'nin taahhütlerine bağlı kalacağı beklentisi içindeyiz. Tehditler diplomaside kullanabileceğiniz en iyi araç değildir. Dolayısıyla bu aracı kullanmaya son vermek gerekir. Çünkü zaten bir etki de yaratmaz” ifadesini kullandı.

Yine Japonya'dan açıklama yapan AB Konseyi Başkanı Donald Tusk da, AB'nin tavizlerinin net bir sınırı olduğunu belirterek, “Kendi ölçütlerimizi Türkiye dahil olmak üzere dünyanın geri kalanına dayatamayacağımızın tamamen bilincindeyim. Ama diğerleri de kendi ölçütlerini bize dayatamaz” dedi.

Tusk, özellikle düşünce özgürlüğünün asla siyasi müzakerelere konu edilemeyeceğini de sözlerine ekledi.

©Deutsche Welle Türkçe

DW,AFP,rtr,dpa/BK,BÖ

http://www.dw.com/tr/junckerden-erdo%C4%9Fana-tehdit-i%C5%9Fe-yaramaz/a-19284049


....



Ankara AB ile ipleri daha da gerecek




Ankara, Türkiye vatandaşlarına vize muafiyetini 2017’ye sarkıtmaya çalışan AB’yle ipleri koparma noktasına kadar getirdi. Hükümet, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla en sert açıklamalarını yapıyor.

Sığınmacı krizinin çözümü için AB ile 18 Mart’ta bir mutabakata varan Ankara, mutabakat gereği haziran sonunda beklediği vize muafiyetini elde edemeyeceğini anlayınca yine sığınmacı krizi üzerinden AB’ye yüklenmeye karar verdi. DW’nin ulaştığı kaynaklar, Ankara’nın önümüzdeki süreç için yol haritasının ‘sığınmacı krizi’ üzerine şekillendiğini belirtirken harita için “AB’ye tam üyelik hedefimizden şaşmayacağız ancak sığınmacı krizinin yükünü de tek başına kaldırmayacağız. Bu mesaj da AB’ye hem Türk hem de Avrupa kamuoyunun anladığı dilden verilecek” özeti yapıyor. Öyle ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın danışmanlarından Yiğit Bulut’un “AB’yle bütün anlaşmalar feshedilir” açıklamasını, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “Tüm anlaşmaları bir kenara koyarız” çıkışının izlemesi gecikmedi. Açıklamasına “Bu bir blöf ya da tehdit değil” notu da düşen Çavuşoğlu’nun ardından AB Bakanlığı’ndan da aynı yönde bir açıklama gelmesi Ankara'da “Erdoğan bu kez çok kararlı. AB, ya vize muafiyeti sağlayacak ya da sığınmacı krizini tek başına yüklenecek. İkili ilişkiler de donarsa AB, Türkiye’nin suçlamalarını rahatça geri püskürtebilecek” değerlendirmelerini beraberinde getirdi. Yeni hükümetin yeni AB Bakanı Ömer Çelik'in “AB, Türkiye için yegane seçenek değil” açıklamasının özellikle önümüzdeki bir ay boyunca AB'yle kurulan her diyalogun özet cümlesi olacağını hükümet kaynakları doğruluyor.

18 Mart’ta varılan mutabakat gereğince AB, geri kabul anlaşmasının uygulanması karşılığında Ankara’ya haziran sonunda Türk vatandaşlarına vize muafiyeti sağlanacağını söylemiş ancak daha sonra özellikle terör tanımı konusunda Ankara’yla ters düşmüştü. “Bütün kriterler sağlanmadan vize muafiyeti gerçekleşmez” tezindeki AB’nin anlaşmaktan çok ‘işi yokuşa sürmek’ peşinde olduğunun 18 Mart’tan sonraki diyaloglarda ortaya çıktığını anlatan diplomatik kaynaklar, “Bize bu süreçte en makul açıklamalar Almanya Başbakanı Angela Merkel tarafından yapıldı. Taraflar, hep 18 Mart mutabakatının geçerliğini koruyacağına ilişkin görüşler ortaya koydu ancak Merkel, AB’deki çatlak sesleri ikna edemedi” diyor. Gelinen noktada, kamuoyundaki AB motivasyonunun da kaybolduğu tespitinden hareket eden yeni AKP hükümeti, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la birlikte Avrupalı yetkililere ‘söylenebilecek en sert’ mesajları söylemekte karar kıldı.

“Blöf değil”

Peki Ankara blöf mü yapıyor? 2005’te AB’yle tam üyelik müzakerelerine başlayan ve o günden beri kriz üstüne kriz yaşayan Ankara, vize muafiyeti krizini atlatabilecek mi? İkili ilişkiler koparsa ne olacak? Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’ndan (USAK) AB uzmanı Fatma Yılmaz, DW’nin sorularını yanıtlarken “Türk tarafının blöf yapmadığını düşünüyorum” diyor ve vize muafiyetinde gelinen noktanın sadece 18 Mart mutabakatını değil tüm ikili ilişkileri olumsuz etkileyeceğini söylüyor. Yılmaz, “Sığınmacı krizine çözüm aranırken yaklaşımlar zaten farklıydı. Ama tarafları birbirine yakınlaştıran, krize acil çözüm bulunması ihtiyacıydı. Samimi bir diyalog kurulamadı. Konjonktürel yaklaşımlarla konjonktürel çözümler üretilmeye çalışıldı. Ancak, birbirine inancı zaten tam olmayan taraflar üzerinde anlaştıkları mutabakatı bile hayata geçiremedi” diyor.

Türk tarafından yapılan açıklamaların “büyük problemlerin habercisi” olduğunu düşünen Yılmaz’a göre taraflar büyük kayıplar yaşayacak. Yılmaz bu kayıpları “Dış politikada yalnızlaşma ve tıkanma yaşayan Türkiye, AB ile ilişkilerin gelişeceğine dair haberlerle pozitif gündem oluşturmaya çalışıyordu. Pozitif gündem oluşturma girişimleri tamamen boşa çıkmış oluyor. Dış politikada yalnızlaşmaktan da nasıl kurtulanacağına ilişkin yeni stratejiler aranıyor olacak ki 'AB yegane seçenek değil' noktasına gelinmiş durumda. Peki, diğer seçenekler ne olacak? Ankara bu süreçte nasıl hareket edeceğini kamuoyuna net bir şekilde açıklayabilmeli” sözleriyle özetliyor. Türkiye’nin vize pazarlığında kriterleri kamuoyuna AB’nin istediğinden farklı anlattığından yakınan Yılmaz, Türkiye-AB ilişkilerinde daha önce de benzer ‘restleşmeler’ yaşandığını hatırlatıyor ve bu restleşmelerin sadece günlük politikalar için sonuç verdiğine dikkat çekerek “Uzun sürede bu işin kaybedeni kamuoyları olacak” diyor.

Yılmaz’a göre bu süreçte AB’nin de hataları var. “Taviz vermekle, çıkar merkezli hareket etmekle suçlanan AB, eleştirileri zamanında dinlemedi ancak bu eleştirilerin dozu artınca kriterlerin altını çizmeye, her toplantıda bu kriterleri gündeme getirmeye başladı” yorumunu yapan Yılmaz’a göre tarafların ciddi şekilde samimiyetlerini gözden geçirmesi şart. Aksi durumda Türkiye-AB ilişkileri ya donacak ya da geri gitmeye başlayacak. Yılmaz, “AB açısından büyük başarısızlıkların da kapıda olduğunu görüyoruz. Türkiye’yle vize pazarlığını doğru düzgün yürütemeyen AB’nin sığınmacı krizi bu noktaya taşıması da Avrupa kamuoyundaki sert tepkileri artıracaktır” öngörüsünde bulunuyor.

“Ankara geri adım atmaz”

Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Nail Alkan Türkiye-AB arasında ‘tarihi bir restleşme’ yaşandığını ve Ankara’nın ‘asla geri adım atmayacağını’ düşünüyor. Alkan, DW’nin “Peki, Türkiye-AB ilişkileri kopacak mı” sorusuna “Ankara’nın AB treninden atlayacağını düşünmüyorum. Avusturya’da neredeyse aşırı sağcı biri cumhurbaşkanı olacaktı. Almanya’da da aşırı sağ yükselişte. Ve Merkel’in sığınmacı krizini çözümündeki başarısı onun pozisyonunu koruyup koruyamayacağında belirleyici olacak. Ankara bunun farkında ve bu süreçte en çok Almanya’yı sıkıştıracak. Ve Merkel de bu yüzden –müzakere sürecek- diyor. Kriz büyüyecek ama ilişkiler kopmayacak” yanıtını veriyor.

Alkan’a göre vize muafiyeti için Türkiye ile AB’nin terör tanımında anlaşamaması da, AB’nin ‘samimiyetsizliğini’ gösteriyor. “Türkiye’deki terör algısı ile Avrupa’daki terör algısı farklı şeyler. AB, bu noktada Türkiye’ye daha çok anlayış göstermeliydi” diyen Alkan, Ankara’nın AB’ye neden kızdığını şöyle açıklıyor:

“Türkiye AB’nin çifte standartlarından bıkmış ve yılmış bir tavır sergiliyor ki, bu tavır kamuoyunda doğru bulunuyor. Vize muafiyeti Türk hükümetince çok önemli çünkü ancak bununla Türkiye kamuoyu AB'ye üyelik konusunda yeniden motive edilebilecekti. Ancak AB’den gelen çelişkili açıklamalar Türkiye kamuoyunda büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Hükümet de bunun farkında olduğu için en sert açıklamalarla AB’ye yüklenmeye başladı. Tarafların birbirine yaklaşması için AB’nin daha samimi bir adım atması gerekiyor ki; bu konuda zaman kaybedilmemesi gerekir. Türkiye’den çok AB’nin atacağı adımların daha kritik olduğunu söyleyebiliriz.”

©Deutsche Welle Türkçe

Hilal Köylü / Ankara


http://www.dw.com/tr/ankara-ab-ile-ipleri-daha-da-gerecek/a-19283306


....


Türk dış Politikasının 2018 tamir yılı




Ankara 2018'e yoğun bir dış politika takvimi ile girdi. Takvimin ilk sıralarında da Almanya ilişkilerin iyileştirilmesi var. Türk dış politikasını ABD ile de zor günler bekliyor. Uzmanlar DW Türkçe'ye değerlendirdi.

 Deutschland Türkei (picture-alliance/dpa/M. Murat)
Yeni yıla İran'da patlak veren krizle başlayan Ankara, şiddetin karıştığı protesto gösterilerini şimdilik temkinli bir tutum içinde izliyor, bundan sonraki gelişmeler için hesaplar yapıyor. Yılın son günlerinde patlak veren İran krizi büyük olasılıkla Türk dış politikasını önümüzdeki günlerde de yoğun bir şekilde meşgul edecek.

Ancak Ankara'nın dış politikasında İran dışında da yıl boyunca yoğun bir programı olacak. Zira hükümetin 15 Temmuz darbe girişimi sonrası özellikle muhaliflere karşı uyguladığı sertlik politikası nedeniyle Avrupalı müttefikleri ile bozulan ilişkilerini tamir etmesi gerekiyor. Tamir listesinin başında ise Almanya var.

Avrupa Birliği ile ilişkilerin "normal seviyeye" getirilmesi hedefiyle Türk Dışişleri, özellikle Almanya-Türkiye diyaloğunu güçlendirmeye odaklandı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın "Almanya ile ilişkilerimiz gayet iyi", Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun "Almanya, ilişkileri düzeltmek adına bir adım atarsa, biz iki adım atarız" açıklamaları buna işaret ediyor.

"Türkiye'nin imajına zarar verdi"

DW Türkçe'nin edindiği bilgilere göre Almanya ile ilişkilerin iyileştirilmesi kararı alınmasında Türk Dışişleri'nin son dönemde yaptığı analizler rol oynadı. Yapılan analizlerde "İkili kriz ticaretten turizme, uluslararası alandaki güç birliğinden, Türkiye'nin imajına kadar uzanan geniş yelpazede ülkenin çıkarlarını sekteye uğrattığı" mesajı öne çıktı.

Bu yönde atılan ilk adım da Berlin'in önceliği olan tutuklu Alman vatandaşlarının serbest bırakılması oldu. Büyükada davası kapsamında tutuklanan aktivist Peter Steudtner ve gazeteci-çevirmen Meşale Tolu ile birlikte bazı Alman vatandaşlarının serbest bırakılması ile ilk adımlar atıldı. Ancak Die Welt gazetesi Deniz Yücel'in hakkında hala bir iddianame olmaksızın tutuklu olması nedeniyle Berlin için bu adımlar yeterli değil. Türk Dışişleri'nin tutuklu Alman vatandaşları için Alman hükümet ve yargı temsilcileriyle görüşmelerinin sürdüğü belirtiliyor.

ABD Başkanı Donald Trump'ın Kudüs'ü İsrail'in başkenti ilan etmesi ile başlayan gerilimde Almanya'nın da Türkiye gibi ABD'nin kararını yanlış görmesi ve sonrasında Trump yönetimine karşı birlik sağlanmış olması Ankara'yı AB ile diyalog konusunda cesaretlendirdi. DW Türkçe'nin edindiği bilgilere göre hükümet düzeyinde Almanya'ya bu yıl yeni ziyaret planları var. Ancak ziyaretlerin bakan düzeyinde olacağı belirtiliyor.

Fransa da Ankara'nın gündeminde yer alan başlıklardan. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın 5 Ocak'ta Fransa'ya yapacağı ziyaret de tamirat planının bir parçası olacak.

Yaşar Yakış: Diyalog hayati önemde

Peki Almanya başta olmak üzere özellikle temel hak ve hürriyetlerin korunması konusunda Ankara-AB hattında yaşanan krizler bitebilir mi? AKP'nin ilk dışişleri bakanı Yaşar Yakış, DW Türkçe'ye "AB ile ilişkiler dibe vurmuş olduğu için daha geriye gitmez, ancak diyaloğun sürmesinin hayati önemi var" değerlendirmesini yaptı.


 Eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış 



Eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış

Yakış'a göre AB, temel hak ve hürriyetlerin korunması konusunda Türkiye'ye ödün vermeyecek, bu yüzden Türkiye ilişkileri yumuşatmaktan öte yaptığı yanlışların farkına varıp adım atmaya başlayacak. "Bu yüzden, tutuklu Alman vatandaşlarının birer birer serbest bırakıldığını görüyoruz" diyen Yakış, bu süreçte Türkiye'nin de uluslararası alanda "diş göstermeye" başladığının AB'nin gözünden kaçmadığını vurguluyor.

Yakış, "Bir yandan Rusya'dan S-400'ler alınıyor, bir yandan Türkiye'nin çok alternatifi olduğu vurgusu yapılıyor. Türk diplomasisi, AB'nin Türkiye'ye yaptığı haksızlıkları ortaya çıkarmakta hızlı davranıyor. Tutuklu Alman vatandaşlarının serbest bırakılması kadar Erdoğan'ın Fransa'yı ziyaret edecek olması da başarıdır bu anlamda. Ancak karmaşık diplomatik trafikte Türkiye'nin çok dikkatli davranıp, elde edebileceği maksimum başarıyı yakalaması gerekiyor" diyor.

Faruk Loğoğlu: ABD ile kriz bitmedi

Gülen yapılanmasıyla mücadele kapsamında Türkiye'nin ABD Başkonsolosluğu'ndaki tutuklama operasyonunun ardından iki ülke arasında yaşanan vize krizi aşılmış görünüyor. Taraflar, birbirlerine uyguladıkları vize kısıtlamasını kaldırdı. Ancak Ankara, Trump yönetimiyle diyalog konusunda endişeli. Türk Dışişleri, özellikle Kudüs kararından sonra özellikle Suriye ve terörle mücadele konularında ABD ile işbirliğinin nasıl olacağını sorguluyor. DW Türkçe'nin edindiği bilgiye göre bu sorgulama sonucunda "realist ve karşılıklı kazanç" ilkesine dayalı bir politika izlenmesi kararlaştırılmış durumda.

Peki bu politika Türkiye'nin elini güçlendirebilir mi?

Emekli büyükelçi Faruk Loğoğlu DW Türkçe'ye yaptığı değerlendirmede, vize kısıtlamasının kaldırılmasının ilişkilerin düzelmesinde iyi bir işaret olduğunu belirtti, ancak tarafların ortak bir metin yayımlamadığına da dikkat çekti. Bu da ilişkilerin iyileştirilmesi noktasında tam bir fikir birliği olmadığına işaret ediyor.

Türkiye'nin Rusya'dan S-400 füzeleri aldığı bir sırada Pentagon'un  Türkiye'nin ABD'den de füze alacağına ilişkin açıklama yapmasının da ilginç olduğunu anlatan Loğoğlu, Türkiye-ABD ilişkisinde Suriye konusundaki gerilimin süreceğini, sonucu her olursa olsun Sarraf davasının da ilişkileri farklı bir noktaya taşıyacağını dile getiriyor.

ABD ile yeni yılda en büyük kriz noktasının da İran olacağını söyleyen Loğoğlu, "Türkiye'nin çok dikkatli, temkinli ve ölçülü bir politika ile hem İran'la hem de ABD'yle ilişkilerini yürütmesi gerekiyor" diyor.

Hikmet Çetin: Türkiye NATO'dan kopmaz

Türkiye'nin Rusya'dan S-400 sistemleri alması da Türk diplomasisi için karmaşık bir durum yaratıyor. Türkiye'nin NATO'dan uzaklaşıp uzaklaşmayacağına ilişkin tartışmalar Rusya ile S-400 anlaşmasının imzalanmasıyla birlikte daha da hararetlendi.

NATO'nun Afganistan'daki en yüksek sivil temsilciliğini de yapmış olan eski dışişleri bakanlarından Hikmet Çetin, DW Türkçe'ye Türkiye için S-400 ve NATO ikilemini değerlendirirken "Türkiye'nin NATO'dan kopması mümkün değil. Anlamı da yok. Bütün temel sistemimiz NATO'ya ayarlı. Bu yüzden S-400'lerin sisteme nasıl entegre edileceğini zaman içinde göreceğiz" diye konuştu.

NATO söz konusu olduğunda Türkiye'nin daha çok "PKK'yla mücadeleye yardım gelmiyor" yakınmasında bulunduğunu hatırlatan Çetin, "Türkiye bu konuda kendi iç mekanizmasını daha hızlı işletmeli ve NATO'ya daha erken yardım çağrısı yapabilmeli" diyor.

Hilal Köylü / Ankara

© Deutsche Welle Türkçe

http://www.dw.com/tr/t%C3%BCrk-d%C4%B1%C5%9F-politikas%C4%B1n%C4%B1n-tamir-y%C4%B1l%C4%B1/a-42000129


****


Türk-Alman ilişkilerinin son iki yılı,

Türkiye ile Almanya arasında 2016'da başlayan gerilim 2017'de tarihi bir krize dönüştü. Son haftalarda ise Türkiye'den gerilimi yumuşatma sinyalleri geliyor. Peki gerilim yaratan konular nelerdi?


Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun Almanya ziyareti Türkiye-Almanya ilişkilerinde yeni bir sayfa açılması beklentisi yarattı. Son iki yılda iki ülke arasında art arda krizler yaşandı. İşte Berlin-Ankara hattını sarsan krizler:

Alman Meclisi'nin soykırım kararı

Türk-Alman ilişkilerinde yaşanan krizin fitilini ateşleyen gelişme Haziran 2016'da yaşandı. Alman Meclisi'nin 2 Haziran 2016'daki oturumunda "1915-1916 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermenilere ve diğer Hristiyan azınlıklara uygulanan soykırımın hatırlanması ve anılması" başlıklı karar tasarısının kabul edilmesine Türkiye'nin tepkisi sert oldu. Berlin Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu Ankara'ya geri çağrıldı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın tasarıya destek veren Türkiye kökenli milletvekillerini "kanı bozuk" ve "bölücü terör örgütünün uzantıları" olarak nitelendirmesi ise Almanya'da tepkilere neden oldu.



İncirlik krizi

Türkiye, tasarının kabul etmesine tepkisini Alman milletvekillerinin İncirlik Üssü'nü ziyaret etmesine izin vermeyerek sürdürdü. 2016 Temmuz'unda başlayan İncirlik krizi, o yılın eylül ayında Alman hükümetinin, Meclis'in soykırım kararının bağlayıcılığının bulunmadığını açıklamasıyla aşıldı. Alman Meclisi Savunma Komisyonu üyelerinden oluşan bir heyet, ekim ayında Adana'daki İncirlik Üssü'nde görev yapan Alman askerlerini ziyaret etti. Ancak 2017'de yeni bir İncirlik krizi yaşandı. Bu sefer gerekçe, Türkiye'nin darbe girişimiyle bağlantılı olarak aradığı bazı eski subaylara Almanya'da iltica hakkı tanınmasıydı. Türk hükümetinin Alman milletvekillerinin ziyaretine izin vermemesine tepki gösteren Berlin, konuyu meclis gündemine taşıdı. Alman Meclisi'nde 21 Haziran 2017'de yapılan oylamada Adana'daki İncirlik Üssü'nde görev yapan Alman askerlerinin Ürdün'ün Azrak kentindeki Muvaffak Salti Hava Üssü'ne taşınmasına karar verildi. Konya'da görev yapan Alman askerlerinin ziyareti konusunda yaşanan gerilim ise NATO'nun araya girmesiyle aşıldı. NATO yetkilileri ve Alman milletvekilleri, 8 Eylül 2017'de Konya'da görev yapan Alman askerlerini ziyaret etti.

 Erdogan gegen den Satiriker Böhmermann (picture-alliance/Presidential Press Office/dpa/Spata)
Böhmermann krizi

Almanya komedyen Jan Böhmermann'ın 31 Mart 2016 tarihinde Alman ZDF kanalındaki programında Erdoğan'a yönelik hakaret içeren bir şiir okuması da iki ülke arasında krize neden oldu. Konu farklı düzlemlerde yargıya taşındı. Türk hükümetinin talebi üzerine Alman hükümeti Böhmermann hakkında "yabancı devlet adamına hakaret" suçundan soruşturma açılabilmesi için onay verdi. Ancak Alman hükümeti daha sonra söz konusu maddenin de ceza yasasından kaldırılması için harekete geçti ve bu yılın başında Alman yasalarından "yabancı devlet adamına hakaret" suçu çıkarıldı. Böhmermann krizi Almanya-Türkiye ilişkilerinde artık yer teşkil etmiyor.

15 Temmuz sonrası Türk subaylara sığınma hakkı

Türkiye'de 15 Temmuz 2016'da gerçekleşen darbe giriminin ardından ilan edilen Olağanüstü Hal ve Kanun Hükmünde Kararnamelerle başlatılan süreç de iki ülke arasındaki ilişkilerin gerilmesine yol açtı. Almanya, Türkiye'yi hukuk devleti ilkelerinden uzaklaşmakla eleştirirken, Ankara Berlin'i dayanışma göstermemekle suçladı. 15 Temmuz sonrasında yaşanan bu gerilim, geçen yıl ocak ayında 40 Türk subayının Almanya'dan sığınma talep ettiğinin ortaya çıkmasıyla iyice tırmandı. Alman İçişleri Bakanlığı tarafından geçen yıl mayıs ayında yapılan açıklamada, Almanya'ya sığınma başvurusunda bulunan Türk vatandaşlarının 217'sinin diplomatik pasaporta, 220'sinin de kamu görevlilerine verilen hizmet pasaportuna sahip olduğu belirtildi. Türkiye, Almanya'da sığınan subayların darbe girişiminde sorumlu tuttuğu Gülen yapılanması ile bağlantısı olduğu gerekçesiyle iade edilmesini istiyor ancak Almanya bu talebi reddediyor.

Casusluk krizi ve DİTİB

Türkiye-Almanya arasındaki krizlerden biri de Türkiye'nin Almanya'da yaşayan Türkleri izlediğinin ortaya çıkması ile yaşandı. Aralık 2016'da Diyanet İşleri Türk İslam Birliği'ne (DİTİB) bağlı olarak çalışan bazı imamların Gülen yanlısı olduğu iddia edilen kişiler hakkındaki bilgileri Ankara'ya gönderdiği öne sürüldü. Ankara ile Berlin arasında gerilim yaratan, Alman kamuoyunda tartışma yaratan iddialar üzerine Federal Savcılık soruşturma başlattı. Savcılıktan 6 Aralık 2017 tarihinde yapılan açıklamada, 19 imam hakkında casusluk yaptıkları iddiasıyla yürütülen soruşturmanın kapatıldığı belirtildi. Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan'ın geçen yıl şubat ayında Alman dış istihbarat servisi BND'nin Başkanı Bruno Kahl'a Gülen yapılanmasına yakın olduğu düşünülen kişi ve kuruluşların listesini verdiğinin ortaya çıkması ilişkilerde yeni bir pürüz oldu. Alman Federal Başsavcılığı'nın, Alman topraklarında casusluk faaliyetleri yürütüldüğü şüphesi üzerine MİT'in kimliği bilinmeyen çalışanlarına karşı yürüttüğü soruşturma halen sürüyor.

 Türkei Erdogan droht Niederland (Getty Images/AFP/O. Kose)
Referandum etkinliklerinin iptali ve Nazi benzetmesi

Türkiye'de 16 Nisan 2017'de yapılan Anayasa değişikliği referandumu öncesinde Türk hükümet üyelerinin Almanya'daki kampanya etkinliklerinin çeşitli gerekçelerle iptal edilmesi iki ülke arasında bir kez daha soğuk rüzgarlar esmesine neden oldu. Referandum öncesinde Türkiye Başbakanı Binali Yıldırım'ın Oberhausen kentindeki etkinliğe katılmasından sonraki günlerde, Türk bakanların katılacağı etkinliklere izin verilmedi. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu'nun referandum etkinliğine de izin çıkmadı. Çavuşoğlu Almanya'daki Türklere hitaben konuşmasını Hamburg'daki Türk Başkonsolosluğu rezidansında yaptı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Alman hükümetinin uygulamalarını Nazi uygulamalarına benzetmesi Almanya'da büyük öfke yarattı.

Almanya'dan politika değişikliğiilanı

Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, 20 Temmuz 2017'de yaptığı açıklamada Türkiye ile ilişkilerde gösterilen sabrın sonuna gelindiğini belirterek Almanya Federal Cumhuriyeti'nin Türkiye politikalarının yeniden gözden geçirileceğini ilan etti. Gabriel, Türkiye'de tutuklu Alman vatandaşlarının serbest bırakılmasını talep ederek, Türkiye'ye yönelik seyahat bilgilerinin sertleştirilmesi, Hermes kredi ve ihracat kredilerinin gözden geçirilmesi gibi önlemler açıkladı.

Erdoğan'ın "Türkiye düşmanı partiler" çıkışı

Türkiye ile yaşanan gerginlikler Almanya'da 24 Eylül 2017 yapılan genel seçimler öncesinde kampanyaların öne çıkan konuları arasında yer aldı. Türkiye'ye yönelik sert mesajların dikkat çektiği seçim kampanyaları döneminde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ağustos ayında yaptığı "Türkiye düşmanı partilere oy vermeyin" çağrısı gerilimi daha da tırmandırdı. Erdoğan'ın Türk kökenli Alman vatandaşlarını "Hristiyan Demokratlar, Sosyal Demokratlar ve Yeşiller'e" oy vermemeye çağırması, Almanya'da "içişlerine müdahale" ve "seçim boykotu" suçlamalarına neden oldu.

 Journalist Deniz Yücel (picture-alliance/Eventpress/Stauffenberg)
Die Welt gazetesi Türkiye muhabiri Deniz Yücel

Türkiye'de tutuklu Alman vatandaşları

Die Welt gazetesi Türkiye muhabiri Deniz Yücel'in tutuklanması, Ankara ile Berlin arasında gerilim yaratan konuların başında geliyor. "terör propagandası yapmak" ve "halkı kin ve düşmanlığı tahrik etmek" suçlamasıyla 27 Şubat 2017'de tutuklanan Yücel'in özgürlüğüne kavuşması için Almanya Başbakanı Angela Merkel'in de aralarında olduğu çok sayıda politikacı Ankara'ya çağrıda bulundu. Ancak Ankara, Yücel'in serbest bırakılmasına karşı çıkıyor. Hatta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Deniz Yücel'i "ajan ve terörist" olmakla suçladı. Türkiye'de tutuklanan diğer Alman vatandaşlarının geçen haftalarda serbest bırakılması ise Berlin'de memnuniyetle karşılandı. Serbest bırakılan Almanlar arasında, geçen yıl temmuz ayında Büyükada'da gözaltına alınan insan hakları aktivisti Peter Steudtner, mayıs ayında gözaltına alınan çevirmen ve gazeteci Meşale Tolu ve Kudüs'e gitmek isterken nisan ayında Türkiye'de gözaltına alınan Alman vatandaşı David Britsch bulunuyor.

DW/BK/JD/ÖA/HS

© Deutsche Welle Türkçe


http://www.dw.com/tr/t%C3%BCrk-alman-ili%C5%9Fkilerinin-son-iki-y%C4%B1l%C4%B1/a-42047023

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 9

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 9


60 Yıllık Avrupa Birliği Barışının Sırrı,


Ela Bilgen
01 Nisan 2017


Birlik karşıtı popülist hareketler, göç sorunu, terör tehdidi ve Brexit’in yol açtığı krizlerle gündemden düşmeyen Avrupa Birliği son günlerde bir kutlamayla nefes almaya çalışıyor. 25 Mart 1957’de imzalanan Roma Antlaşması’yla Birliğin çekirdeğini oluşturan Avrupa Ekonomik Topluluğu kurulalı tam 60 yıl oldu. Bu 60. yaş, krizlerin aşılması ve bütünleşmenin pekiştirilmesi için bir fırsat olarak görülüyor. Bu fırsatı değerlendirmek için 25 Mart’ta AB kurumlarının temsilcileri ve üye devletlerin liderleri Roma Antlaşması’nın imzalandığı görkemli Palazzo dei Conservatori’de bir araya gelerek ortak bir deklarasyona imza attı. Birlikten çıkış işlemlerini resmen başlatan İngiltere Başbakanı Theresa May’in zirveye katılmamış olması dikkat çekse de AB, 27 üyeyle sapasağlam durduğu mesajını verdi.

Roma Deklarasyonu’yla ilk olarak Avrupa’nın “60 yıl önce, iki dünya savaşının neden olduğu yıkımın üstesinden gelmek için birbirine bağlanma kararı aldığı” ifade edildi. Barış, özgürlük, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi değerlerin benimsendiği ve sosyal koruma ve refahın sağlanması için güçlü bir ekonomik yapı oluşturulduğu hatırlatıldı. Avrupa’nın bugün Birlik içinde ve küresel ölçekte eşi benzeri görülmemiş zorluklarla karşı karşıya olduğu ve bölgesel çatışmalar, terörizm, artan göç baskısı, korumacılık ve sosyal ve ekonomik eşitsizlikle mücadele ettiği belirtildi. Bu nedenle de daha sıkı bir birlik oluşturmanın önemi vurgulandı. Deklarasyon’un dikkat çeken cümlesiyse üyelerin “birlikte ve aynı doğrultuda ama farklı hız ve yoğunluklarda hareket edeceği” ifadesiydi.

Polonya’nın son ana dek bildiriye imza atmaktan geri durduğu ve Yunanistan’ın da bildiri metnine itirazlar getirdiği yönündeki duyumlardan Deklarasyon’un dilinin yumuşatılmış olduğu anlaşılıyor. Nitekim “farklı hızlarda hareket etme” ifadesinin son dönemde yoğun biçimde tartışılan “çok vitesli Avrupa” ya da “değişken geometrili Avrupa” denilen modele işaret ettiği söylenebilir. Çok vitesli Avrupa, “kimi alanlarda daha çok derinleşme isteyen üyelerle daha az/yavaş derinleşmeden yana olan üyeler arasındaki görüş farklılığını gidermek için bulunan yol. Buna göre, alınan ortak kararla AB içinde farklı derinleşme halkalarının oluşması mümkün. Böylece isteyen üyeler ortak hedeflere daha hızlı ulaşırken kimisi bu uygulamalara katılmayı zamana yayabilmekte. Hatta bazı üyelerin oluşturulacak kimi ortak yapılara belirli şartlar çerçevesinde hiç dâhil olmaması da mümkün olabilmekte.” [I] Üye ülkeler arasında karar alma süreçlerine katılımda eşitsizliğe neden olacağı ve AB bütünlüğünü tehlikeye sokacağı endişesiyle Yunanistan ve Polonya’nın karşı çıktığı çok vitesli Avrupa fikri, karar ve uygulamaların hızlandırılması gerektiğini savunan Almanya, Fransa, İspanya, İtalya ve Belçika tarafından destekleniyor.

Aslında çok vitesli Avrupa fikri, Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker tarafından Mart başında yayınlanan Beyaz Kitap’ta Avrupa’nın geleceği için önerilen beş senaryodan da biri. Komisyon, Brexit’in başka üye devletleri tetiklemesini önlemek adına 2025’e dek AB için alternatif bir yol oluşturmaya çalışıyor. Çok vitesli Avrupa modeli, muhtemelen nispeten yoksul üyelerde oluşturduğu kötü çağrışımlar nedeniyle “daha fazlasını isteyenin daha fazlasını yapması” olarak anılıyor ve bazı üye devletlerin savunma, iç güvenlik, vergilendirme, toplumsal meseleler vb alanlarda tüm devletlerin oybirliğine muhtaç kararları beklemeden koalisyonlarla hareket edebileceği ifade ediliyor. Bunun yanı sıra bir AB federasyonuna gönderme yapan “birlikte daha fazlasını yapmak”, yani ulusal yetkilerin daha fazla oranda ulus-üstü AB kurumlarına aktarılması da senaryolar arasında. Öncelikli alanlar belirleyerek diğer alanlardan çekilmeyi içeren “daha azını daha etkin biçimde yapmak”, ortak pazar dışındaki faaliyet ve politikaları dışarıda bırakan “sadece ortak pazar” ve hâlihazırda AB gündeminde bulunan reformların sürdürülmesi anlamında “olduğu gibi devam etme” de diğer üç senaryoyu oluşturmakta.

60 yıl önce dört özgürlük; işgücünün, sermayenin, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı öngörüsüyle kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun bugünkü ağababaları daha fazla alanda ve daha etkin biçimde söz söylemek istiyor. Ancak diğer tarafta da söz söyleme hakkı talep eden Avrupa’nın sıradan insanları durmakta. Nitekim liderler Conservatori Sarayı’ndayken AB yanlısı ve karşıtı pek çok gösterici de Roma sokaklarını doldurdu. Bu iki grup protestocunun ortak noktasıysa Birlik politikalarına ve anti-demokratik Brüksel bürokrasisine/Avrokratlara yönelttikleri keskin eleştirilerdi.

DİEM25, Blockupy ve Solidar gibi Brüksel bürokrasinin daimi muhalifleri, Roma’daki etkinliklerine liderler zirvesinden birkaç gün önce başladılar ve çeşitli platformlarda sosyal haklar, toplumsal cinsiyet eşitliği, eğitim, göç, iklim ve enerji politikaları ve etkin yurttaşlık gibi pek çok alanda reform beklentilerini dile getirdiler. Neoliberal politikalar ve kemer sıkma tedbirleriyle tetiklenen milliyetçi hareketler ve toplumsal gerginlikler sonucunda Avrupa’nın çökme noktasına geldiği eleştirileri yapıldı. Avrupa’nın her yerinde sınırların, duvarların, tel örgülerin yükselmekte olduğu, göçmenlerinse demokrasi ve sosyal haklarla birlikte ilk kurbanlar olduğu vurgulandı. İçinde bulunulan dönemin normal bir zaman olmadığı ve tüm Avrupalıların tehlike altında olduğu ifade edildi. Roma sokakları, neoliberal politikaların bir zorunluluk olmadığını haykıran insanlarla dolup taştı.

AB’nin kuruluşuna dair kurumsal anlatı, iki dünya savaşının yıkımının ardından Avrupa halklarının ihtiyaç duyduğu barış ve refahın sağlanması amacını parlatır. Sokaktaki bu huzursuz tabloya rağmen, Roma’daki liderler zirvesinde de son 60 yıllık dönem, Avrupa tarihinin en uzun süren barış dönemi olarak anıldı ve AB’nin 2012’de Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüğü hatırlatıldı.

Ancak göstericilere kulak verildiğinde bu barış döneminin Avrupalılar açısından eşitlik ve adaleti, dolayısıyla toplumsal huzuru sağlayamadığı anlaşılıyor. Tam da bu nedenle Avrupa Birliği’ni bir barış projesi olarak ele almak, onun kuruluş amacını ve bugünkü varlık nedenini doğru biçimde analiz etmeyi güçleştiriyor. Zira kuruluşun tetikleyicisi Avrupa halklarının barış ve refah ihtiyacından çok, yeni hegemon olarak beliren ABD’nin ekonomik gelişmesi için gereken barış ve refah ihtiyacıydı. II. Dünya Savaşı’nın ardından 1929’dakine benzer bir ekonomik bunalımın yaşanmasını önlemek için ABD öncülüğünde önce sabit kur sistemi belirlenmiş, sonra bu sisteme iki güçlü para birimi eklenerek doların desteklenmesi kararlaştırılmıştı. Bu destekleyicilerse Savaş’ın yenilenleri Almanya ve Japonya olacaktı. Elbette güçlü para birimi için bu iki ülkede ağır sanayi kurulmalı ve üretilen mallar için de gereken talebi sağlayacak yakın ticaret bölgeleri oluşturulmalıydı. [II]

Gerçi savaşın acıları henüz tazeyken ve intikam duyguları yükselmişken Almanya’nın sanayisizleştirilerek cezalandırılması talepleri dile getiriliyordu ama ABD açısından Almanya’ya karşı yürütülen savaş sona ermiş, savaşın düzeni geçerliliğini kaybetmiş ve yeni bir düzen kurma ihtiyacı belirmişti. 16. yüzyıl başında Amerika kıtasında Papa’nın kurallarıyla bağlı olmayan “yerlilerle” tanışan Avrupalıların, Papalık düzeninden farklı bir düzen ihtiyacıyla modern uluslararası hukuka adım atmaları süreci tersine dönmüş gibiydi. Tıpkı 16. yüzyılda yerlilerin insanlaştırılarak yeni düzenin kapsamına alınması gibi, Almanlar da (uluslararası ceza mahkemeleri yoluyla) suçlarından arındırılarak “muhatap”laştırıldılar ve yeni düzen kapsamına alındılar.

Böylece tıpkı Birleşmiş milletler gibi bir yeni düzen çocuğu olarak doğan Avrupa Ekonomik Topluluğu yeni hegemon ABD’nin tam desteğiyle kuruldu. Henüz hegemonyasının sona erdiğini bu şekilde resmileştirmeye hazır olmayan bir önceki hegemon İngiltere’nin başlangıçta Topluluk üyeliğinden geri durması da şaşırtıcı değildi.

AB’nin kuruluş amacı daha derinde kapitalizmin önündeki engellerin aşılmasıydı. Fernand Braudel’in söylediği gibi [III] kapitalizm, ulus-devletin düzenleyiciliğine ihtiyaç duymaktaydı. Nitekim ulusal hükümetlerin kamu kaynaklarını batık bankaları kurtarmaya adadığı 2008 krizi de sermayedarların devletlerin düzenleyici gücüne ne kadar muhtaç olduğunu bir kez daha gösterdi.

Ancak Yannis Varoufakis’in hatırlattığı gibi 1929 Bunalımı’ndan [IV] “kapitalizmin ulusal düzeyle sınırlı kalarak etkili şekilde yürütülemeyeceği” dersi de çıkarılmıştı. II. Dünya Savaşı, dünya sistemini bir imparatorluğa dönüştürmeye çalışan faşizmlerin kapitalist ilerlemeyi durdurma girişimlerine sahne olmuştu. Savaşın ardından hızlanan Avrupa bütünleşmesi fikri, sistemi bir imparatorluğa çevirmeden, kontrollü biçimde, kapitalizme vurulan bu faşizm darbesinin tekrarlanmasını önlemeyi amaçlıyordu. Yani İngiltere hegemonyasının zayıflamasının kıtada oluşturduğu dengesizlik ABD hegemonyası tarafından Avrupa bütünleşmesi şeklinde doldurulmaktaydı.

Bugün artık ABD, hegemonik gücünü kaybederken Avrupa bütünleşmesinden/AB’den de desteğini çekiyor. Bu boşluktan doğabilecek fırsatları ilk görenin, deneyimli İngiltere olması da rastlantı olmayabilir. Bu aynı zamanda dünya ekonomi sisteminde ve dolayısıyla ulus-devlet düzeninde yapısal bir dönüşümle de eş güdümlü ilerlemekte. AB’nin parçalanması ve bir imparatorluğa dönüşmesi fikirleri aynı anda tartışılıyor: parçalanmazsa, muhtemelen bir imparatorluğa evrilecek. Trump’ın AB bürokratları tarafından bir tehdit olarak görülmesi de aslında ulus-devletlerin ve sermaye birikiminin sürdürülebilirliğinin tehdit altında olduğuna işaret ediyor. İmparatorluğa evrilme sürecinde AB’nin mevcut ayrıcalıklı kesimleri (Avrokratlar ve onlar tarafından desteklenen sermayedarlar) ayrıcalıklarını sürdürmenin yollarını aramakta. Avrupa halkları ise eşitsizliği pekiştirmiş olan eski düzeni, daha eşitlikçi bir düzenle değiştirme mücadelesi vermekte. Roma’da biri sniperlarla korunan kapalı bir salonda, diğeri başkentin tüm sokaklarında, birbirinden apayrı iki kutlama yapılmasının nedeni de bu.

[1] Erdem Denk, Avrupa Birliği, MEB, Ankara, Aralık 2016, http://www.erdemdenk.com/AB.pdf, s.115.
[2] Yanis Varoufakis, Küresel Minatouros, Çev. Ferhat Kohen, İstanbul, Encore Yayınları, Mayıs 2015, s. 84-89.
[3] “Kapitalizm ancak devletle özdeşleştiğinde, devlet olduğunda başarıya ulaşır.”, Fernand Braudel, Kapitalizmin Kısa Tarihi, Çev. İsmail Yerguz, 2. Baskı, İstanbul, Say Yayınları, 2014, s.62.
[4] Yanis Varoufakis, Küresel Minatouros, Çev. Ferhat Kohen, İstanbul, Encore Yayınları, Mayıs 2015, s. 75.

http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8238/60-yillik-avrupa-birligi-barisinin-sirri#.WlxeY65l8dU

...

AB Komisyonu: Geri Kabul Anlaşması yürürlükte

AB Komisyonu, 1 Haziran itibariyle Türkiye ile AB arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması'nın tüm hükümlerinin yürürlüğe girdiğini duyurdu. Buna göre, Türkiye üzerinden AB'ye kaçak giriş yapanlar geri gönderilebilecek.

 Türkei Dikili Rückführung von Flüchtlingen

AB Komisyonu'nun açıklamasına göre, 1 Haziran'dan itibaren anlaşmaya taraf olmayan Danimarka ve İrlanda dışındaki tüm AB üyesi ülkeler, Türkiye üzerinden AB topraklarına kaçak yollardan giriş yaptığı tespit edilen göçmenlerin geri gönderilmesini Türkiye'den talep edebilecek.

AB topraklarına Türkiye üzerinden girdiği tespit edilen kişilerin geri gönderilmesini öngören Geri Kabul Anlaşması 1 Ekim 2014 tarihinde kabul edilmişti. Anlaşmanın, Türk vatandaşı olmayan göçmenlerin de Türkiye'ye iadesini öngören son aşamasının 2017 yılında yürürlüğe girmesi bekleniyordu. Ancak Türkiye ile AB arasındaki mülteci krizi konusundaki yakın işbirliği nedeniyle bu tarih öne çekildi. Geri Kabul Anlaşması'nın tüm hükümleriyle uygulanması, Türk vatandaşlarına Schengen Bölgesi'nde vize serbestisi tanınmasının ön koşullarından birini oluşturuyor.

Türkiye ile AB arasındaki mülteci mutabakatı çerçevesinde, mart ayından bu yana Türkiye'den Yunan adalarına kaçak yollardan geçtiği tespit edilen ve Yunanistan'da iltica başvurusunda bulunmayan sığınmacılar Türkiye'ye geri gönderiliyor. Ancak iadeler şu ana kadar Türkiye ile Yunanistan arasındaki ikili bir mutabakata dayanıyordu.

Komisyondan yapılan açıklamada, "Anlaşmanın üçüncü ülke vatandaşlarına ilişkin maddelerinin yürürlüğe girmesi Türkiye'nin vize muafiyeti sürecinde talep edilen kriterlerin yerine getirilmesi konusunda bir adım daha atmasını sağlıyor" denildi.


 Ömer Celik,

AB Bakanı Ömer Çelik

Bakan'dan vize açıklaması

AB, vize muafiyeti için Türkiye'den terörle mücadele yasasının değiştirilmesinin de aralarında bulunduğu 5 kriteri daha yerine getirmesini istiyor. Türkiye'nin toplamda 72 kriteri yerine getirmesi gerekiyor.

Brüksel'de temaslarda bulunan AB Bakanı Ömer Çelik Geri Kabul Anlaşması ile vize muafiyetinin ayrı düşünülemeyeceğini söyledi. Çelik, "Ahde vefa ilkesi gereğince, geri kabul anlaşması, yürürlüğe girmesi, vize serbestisi, gönüllü yerleştirme, 33. faslın açılması bunların hepsi bir pakettir ve bir biri ile bağlı elementlerdir. Bu elementlerin birini diğerinden ayırdığınızda yeni başlayan ivmenin kimyasal özelliğini bozarsınız. Bu kimyasal özelliğin korunması sürecin bundan sonra ilerlemesi açısından son derece kritik bir anlam ifade ediyor. Bu sebeple Türkiye'nin talep ettiği vize serbestisi konusunun hayata geçmesi fevkalâde önemlidir" dedi. Bakan Çelik, "Terörle mücadele yasasında değişiklik yapmamız beklenmemelidir" dedi.

Avrupa Parlamentosu, Türkiye tüm koşulları yerine getirmediği sürece vize muafiyeti konusunun parlamentonun gündemine alınmayacağını açıklamıştı.

© Deutsche Welle Türkçe

dpa/Reuters/DW, BÖ/ÇA


http://www.dw.com/tr/ab-komisyonu-geri-kabul-anla%C5%9Fmas%C4%B1-y%C3%BCr%C3%BCrl%C3%BCkte/a-19299023

...













Juncker: Erdoğan iki kere düşünsün

AB Komisyon Başkanı Jean-Claude Juncker Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı mülteci anlaşmasını bozmadan önce iyi düşünmesi gerektiği konusunda uyardı.

 Jean-Claude Juncker ve Tayyip Erdoğan
AB Komisyon Başkanı Jean-Claude Junker, "Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın AB ile varılan mülteci anlaşmasını feshetmeden önce iki kere düşünmesi gerektiğini" söyledi.

AB Komisyonu Başkanı Paris'te yaptığı açıklamada, "Erdoğan, anlaşmayı feshedecekse Türk gençlerine, iş insanlarına ve gazetecilere şu an neden kendi topraklarında neden sıkışıp kaldıklarını ayrıca Türklerin Avrupa'da neden serbestçe dolaşamadığını açıklamak zorunda kalır" dedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen hafta yaptığı açıklamada, "söz verildiği gibi AB'de Türklere vizesiz dolaşım hakkı 30 Haziran'da verilmezse, Türk tarafının AB ile varılan mülteci anlaşmasını feshedeceğini" söylemişti.

Mart ayında Türkiye ile AB arasında varılan mülteci anlaşması, Türkiye'den yasadışı yollarla Yunan adalarına geçmiş sığınmacıların geri gönderilmesini kapsıyor. AB ise mutabakat kapsamında Türkiye'ye gönderilecek her bir Suriyeliye karşı, Türkiye'den bir Suriyelinin Avrupa'ya kabul edilmesini taahhüt etmişti.

Avrupa Parlamentosu Türkiye'nin 72 kriterin tamamını yerine getirmesi halinde vize serbestîsi konusunun gündeme alınacağını açıkladı ve bu konuda geri adım atılmayacağının sinyalini verdi. AB Komisyonu'nun Türkiye'den yerine getirmesini talep ettiği koşullar arasında terörle mücadele yasasının değişmesi ve "terör" tanımının yeniden yapılması da bulunuyor.

© Deutsche Welle Türkçe

afp/MK/BÖ

http://www.dw.com/tr/juncker-erdo%C4%9Fan-iki-kere-d%C3%BC%C5%9F%C3%BCns%C3%BCn/a-19296533


...........


' Türkiye ile Yapılan anlaşmaya Güvenilmemeli '

Avusturya Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz, AB'yi mülteci kriziyle mücadelede Türkiye ile yapılan mülteci anlaşması konusunda uyardı.



Sebastian Kurz

Avusturya Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz Der Spiegel dergisine verdiği demecinde, Avrupa Birliği'ni mülteci krizinin çözümünde Türkiye ile yapılan anlaşmaya güvenilmemesi konusunda uyardı.

Kurz, "Aksi takdirde sonunda biz de yalnız bırakılacağız" dedi. Avusturya Dışişleri Bakanı ayrıca Türkiye ile ne pahasına olursa olsun bir anlaşma yapılmasına karşı olduğunu da sözlerine ekledi.

Kurz, anlaşma sayesinde ancak kısa süreliğine yükün hafifleyeceğine dikkat çekerek, anlaşmanın sadece bir B Planı işlevi görebileceğini ifade etti. Bakan anlaşmaya bel bağlamak yerine, öncelikli çözümün dış sınırlarını koruyabilecek durumda güçlü bir Avrupa olmak olduğunu kaydetti.

Sebastian Kurz, "Bunu yapmazsak, farklı devletlere ve hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi kişiliklere bağımlı bir Avrupa'da yaşarız. Ve bağımlılık tehlikelidir" dedi. Türkiye söz konusu olduğunda da vize muafiyetinde bir istisna yapılmaması gerektiğini belirtti.

Türkiye ile AB arasındaki mülteci anlaşması, Türkiye'den yasadışı yollarla Yunan adalarına geçmiş sığınmacıların geri gönderilmesini kapsıyor. Türkiye'ye gönderilecek her bir Suriyeliye karşı, Türkiye’den yasal yollarla bir Suriyeli Avrupa'ya kabul edilecek.

Türkiye anlaşmanın bir parçası olarak vize muafiyeti sağlanmasını bekliyor. Ancak vize muafiyeti konusu son dönem Türkiye ile AB arasında tartışmaya dönüştü. Özellikle de Türkiye'nin 72 kriter arasında yer alan terörle mücadele yasasında reforma gidilmesi şartını kabul etmemesi nedeniyle süreçte ilerleme kaydedilemiyor.

© Deutsche Welle Türkçe

DW, dpa, GA/BW

http://www.dw.com/tr/t%C3%BCrkiye-ile-yap%C4%B1lan-anla%C5%9Fmaya-g%C3%BCvenilmemeli/a-19286652


10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 8

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 8


Karlofça'dan Helsinki'ye,


Mehmet Altan 

( BİRİKİM DERGİSİ Sayı : 128 - Aralık 1999)


Türkiye’nin Avrupa Birliği Helsinki Zirvesi’nden beklediği gerçekleşmesi halinde “tam üye adaylığı”, Osmanlı’nın Avrupa’daki askerî üstünlüğü kaybettiği 1699 Karlofça’dan sonra başlayan “Batılılaşma” serüveninin en yeni halkasını oluşturacak.

Osmanlı Devleti’nde 18. yüzyılda başlayan ve devletin düştüğü bunalımı Batılı devlet ve toplum yapısını örnek alarak gidermeyi amaçlayan Batılılaşma siyaseti, henüz hedefine ulaşmış değil. Üstelik tarihsel rakibimiz Yunanistan, Avrupa Birliği üyesi, ama biz değiliz, üstelik Helsinki Zirvesi’nde Yunanistan’ın bizim üyelik beklentimizi “veto” etme yetkisi de var.

Batılılaşma tarihi, bizim neden “hedefe” ulaşamadığımızı hiçbir başka açıklamaya gerek bırakmayacak bir şekilde anlatmakta...

Osmanlı’da Batılılaşma, askerî yenilgiler sonucu gündeme geldiği için, savunma alanından başlıyor. Yeniçeri Ocağı’nın Lale Devri’ni bir ayaklanma ile sona erdirmesi “yeni bir ordu” ihtiyacını gündeme getirdi. Nizam-ı Cedit adlı “yeni ordu” bu ihtiyaçtan doğdu. Selim yeni ordu kurdu ama eskisini de lağvetmedi. Kurumsal reformlar gene bir ayaklanma ile sona erdi. Nizam-ı Cedit Hareketi’ne Kabakçı Mustafa son verdi.

1807 yılındaki bu ayaklanma ertesinde iktidar olan II. Mahmut da kendinden öncekiler gibi reforma ordudan başladı. Ancak Batılılaşma atılımı karşısındaki en büyük engelin Yeniçeri Ocağı olduğunu görünce, “kanlı bir harekâttan” sonra Yeniçeri Ocağı’nı 1826’da lağvetti. Yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye’yi kurdu. Bu ordunun eğitimini de Avrupalı subaylara bıraktı. Ardından bürokraside reform yapıldı.

Sırasıyla Tanzimat, birinci ve ikinci Meşrutiyet bunları izledi. Yenileşme sürekli “üstyapı kurumları” ile sınırlı kaldı. Osmanlı’nın üretim yapısı temelde hiç değişmedi.

BİR CUMHURİYET BİLANÇOSU

Cumhuriyet’in ilânı Batılılaştırma adına keskin bir virajı aldı, ama ülkenin üretim profilini değiştiremedi.

Dünya Bankası’nın hazırladığı World Development Report 1999/2000 adlı çalışma, Avrupa Birliği tam üyeliği beklentisi içinde olan Türkiye’nin bulunduğu ekonomik düzeyin net bir resmini çekmiş bulunmakta.

206 dünya ülkesi açısından, kişi başına gelir sıralamasında 89. sıradayız. 3.160 dolarla, Avrupa Birliği’nin en fakir ülkesi Portekiz’e yetişmemiz için, kişi başına gelirimizi üçe katlamamız gerekmekte.

1963 ile 1998 yılları arasında kişi başına gelirimiz yılda ortalama yüzde 1.5 oranında büyümüş. Bu Tunus’un performansından bile düşük.

Cumhuriyet virajına rağmen, işgücü piyasasında en az kadın bulunan ülkeler sıralamasında hatırı sayılır bir başarı sahibiyiz.

Eğitime en az harcama yapan ülkeler sıralamasında 10. sıradayız. 76 yıllık Cumhuriyet dönemi sonunda, okula gidilen yılların toplamı, nüfusun okullaşma kapsamındaki bölümüne eşit dağıttığımızda hepimiz ilkokul dörtten terkiz. Belki de bu eğitime en az kaynak ayıran ülkelerden biri olmanın kaçınılmaz sonucu.

206 ülke arasında kamu sağlık harcaması açısından yapılan bir sıralamada da çok arkalardan gelmekteyiz. Papua Yeni Gine, Zambiya gibi ülkelerin bile bütçelerinden sağlığa ayırdıkları pay Türkiye’den fazla.

Kalkınmanın önemli işaretlerinden biri sayılan “ticari enerji” tüketme açısından ise 56. sıradayız. İran, Bulgaristan, Yunanistan bizden daha fazla ticari enerji tüketiyor.

Karlofça’dan beri Batılı olmaya çalışan devlet geleneği, onca zamana rağmen, vatandaşından vergi toplama sorununu çözmüş değil. En az vergi toplayan ülkeler sıralamasında 22’nciyiz. Toplanan vergilerin millî gelire oranı yüzde 15.2. Belçika’da aynı oran yüzde 43, Hollanda’da yüzde 42.7, Fransa’da yüzde 39.2 ve İngiltere’de yüzde 33.5.

Devletin gelir ve gider dengesini sağlama noktasından çok uzak olduğunu, bütçe açığının millî gelire oranlayan sıralamaya bakınca görüyoruz. Bütçe açıkları açısından dünya dördüncüsüyüz. 1997 yılı itibariyle bizden daha fazla bütçe açığı veren ülkeler arasında Lübnan, Arnavutluk ve Yunanistan var. Ancak, Yunanistan 1997 yılı içindeki yüzde 9’luk bütçe açığını millî gelirinin yüzde 1.5’ine indirmeyi başarmış bulunuyor. Bizde ise bu oran yüzde 12.

Batılılaşma şiarına rağmen “piyasa ekonomisi” kavramından epeyce uzaklarda seyrettiğimizi ise verdiğimiz “sübvansiyon” ispatlıyor. En fazla sübvansiyon veren ülkeler sıralamasında ilk 31’e giriyoruz.

Gene bilgi çağında en çok askerî harcama yapan 16. ülkeyiz. Bu konuda Fas, Pakistan gibi ülkeler ile çekişmekteyiz.

“ ALT YAPI ” DEVRİMLERİNİN ADI YOK

Cumhuriyet döneminin “kendi kendi” ile kıyaslayınca epey bir yol aldığımızı söyleyebiliriz. Ama Dünya Bankası Raporu gibi bir dünya klasmanı yapıldığında durumumuzun pek de parlak olmadığı ortada. Bunca süreye rağmen “zenginleşmeyi” başaramadığımız görülüyor.

Ekonomik zenginliği sağlayacak bir altyapı dönüşümü gerçekleşmeyince, üstyapı kurumlarının da reformları tam anlamıyla toplumun malı olamıyor. Türkiye’de işkence, yazılı metinlere bakılırsa 1856’da Islahat Fermanı ile yasaklanır. Halbuki 1999 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ağzından işkencenin varlığı bir kez daha teyit ediliyor.

Toplumların hem zenginleşip, hem özgürleşmesi gelişmenin topallamadan serpilmesine bağlı. Toplumların topal olup olmadığının en sağlıklı röntgenini “üretim tarzı” kavramı belirler.

Üretim tarzı, o ülkenin hem “insan-doğa” ilişkisini, hem de üretim güçlerinin niteliğinden şekillenen “insan-insan” ilişkisini açıklar.

Karasaban ile üretim yapan bir toplumda, örneğin insan ilişkileri büyük devasa sanayinin geliştiği kentlerdeki gibi olmaz. Eğer ülkenin para kazanmasındaki en önemli faktör toprak ve onu işleme biçimi de karasaban ise; mülkiyet, bölüşüm ve güç ilişkileri de o çerçevede oluşur.

Sanayi hâkim, fabrikalar etkin ise, üretim güçleri o aşamaya gelmişse, insanın insanla ilişkisini şekillendiren “üretim ilişkileri” de dönüşür. İşçi-patron anlayışı da farklaşır, kentlerdeki yaşam çerçevesi de toprak kökenli yaşam kurallarına benzemez.

İnsanın doğa ile ilişki düzeyini belirten ve üretim araçlarının gelişmişlik seviyesini tespit eden “üretim güçleri” bir yandan, o üretim yapılan çerçeveye göre oluşan insan-insan ilişkisi ya da “üretim ilişkileri” öte yandan beraberce “üretim tarzı” kavramının içeriğini doldurur.

Türkiye bugün toprak unsurunu ekonomik yaşamında silebilmiş değil, köylülük kendini hissettiren bir ağırlıkta. İşçi sınıfı çok daha önceden gelmesi gereken noktaya gelemediği gibi, burjuvazi de bir türlü yeryüzü düzeyindekilerle yarışacak bir serpilmeye uğramadı.

O nedenle, yalpalaya yalpalaya yaşadığımız sanayi dönemi boyunca, “muassır medeniyet” seviyesi de sağlanmadı.

YENİ BİR DÖNEM, YENİ BİR UMUT

Toprak egemen ise, ilişkiler de toprak yasalarına göre oluşur. Sanayi egemen ise, toplumsal ilişkiler de ona göre şekillenir. Daha düne kadar, ülke coğrafyasının yapabildiği birikim, insanlığın ulaştığı en ileri düzeyde çok daha etkendi. Örneğin, Türkiye üretim tarzını yeryüzünün en ileri üretim tarzı seviyesine taşıyamadığı için, gerek insan-doğa ilişkisi, gerek insan-insan ilişkisi, her türlü makyaja rağmen kendi özüne göre uyguluyordu. Tanzimat Fermanı ilân ediliyor, ama hukuku bu topraklardaki yapı üretmediği için, uygulaması hep keyfe göre olageliyordu.

Bu kural her ülke için geçerliydi. Örneğin, Afganistan da aşiretler hâkimiyeti, toplumsal çerçeveyi kendine göre çizmekteydi. Norveç ise başka bir düzeydeki bir yaşamın ifadesiydi. Bunları aynı noktada eşitleme olanağı yoktu. Uluslararası kurallar, ülke içlerinde kayboluveriyordu.

İletişim devrimi ise ya da bir başka “sanayi sonrası dönem”, bu geleneği köklü bir şekilde değiştirme yolunda. Kol gücünün yerini “beyin gücü” alıyor, onun da “üretim aracı” bilgisayarlar... Bilgisayarların konduğu her nokta, yeryüzü ile eşit, en ileri düzeyde üretim aracının olduğu bir “üretim gücünü” temsil ediyor.

Afganistan’da bilgisayarla çalışan ve üreten bir birim ile Kanada’daki arasında “insan-doğa” ilişkisi açısından fark kalmıyor. Afganistan’daki de, Kanada’daki de, doğayı bilgisayarlar vasıtasıyla dönüştürüyor. Üretim araçları açısından eğer bilgisayarlar üretimde kullanılıyorsa, ülkenin kendi birikimi dışında yeryüzü ile bir eşitlenmeye gidiyor. Aşiret düzeyini aşmayan bir bölgede veya toprak düzeninden, sanayi dönemine geçememiş bir ülkede de ya da bilgi çağını daha derinden yakalamış diyarlarda da eğer bilgisayarların devreye girdiği mevkiler varsa, üretim biçimi evrensel bir çizgide birleşmiş sayılıyor.

Eğer, toplumun iktisadî sistemi “altyapı”yı; din, hukuk, ahlâk gibi kurumlar da, bu sisteme göre şekillenen “üstyapı”yı oluşturuyor ise, daha önceki dönem ile bilgi çağını yeniden değerlendirmek gerekiyor.

Çünkü ülkelerin “altyapıları” artık, kendi toplumsal birikimleriyle ilintili değil, bilgi çağının çalışma biçimi ile ilişki kurma paylarına göre belirleniyor.

Örneğin, Hindistan’da Kalküta bölgesi dünyanın en ciddi bilgisayar programcılığı yapan bölgesi. Artık orası yeryüzünün en ileri aşamasında bir iktisadî sistem sınıflamasına girmiş, O halde, o bölgede “üstyapı” kurumlarının da, o üretim güçlerinin güvencesini sağlayacak bir biçimde yeniden oluşturulmasına ihtiyaç var. Küreselleşme rüzgârı, yeryüzünün bilgi çağı ile ilişki kuran her üretim noktasını, üstyapı kurumları olarak da güvence altına alacak değişimi zorluyor. Evrensel hukuk kurallarının ya da evrensel bir tek anayasa kavramının özündeki anlamı bu. Madem her noktada bilgisayarlar sayesinde en ileri üretim ilişkisine sahip olunuyor, o zaman ileri düzeyde bir “üstyapı” dönüşümü de sağlanmalı.

Piyasa ekonomisi, demokrasi ve insan haklarının, eski dönemin emperyalist ülkeler tarafından samimiyetle terennüm edilmelerini, yeryüzündeki üretim tarzı biçiminin dönüşümüyle birlikte değerlendirme gereksinimi var.

ÜRETİM TARZI VE AVRUPA BİRLİĞİ

Uluslararasılaşma ile bilgisayarlaşma özdeş sayılacak kadar içiçe. Türkiye istediğimiz anlamda sanayileşemedi, istediğimiz anlamda da özgürleşemedi. Şimdi bizim kendi toplumsal dinamiklerimiz ile başaramadığımızı, yeryüzü dinamikleriyle başarma dönemine giriyoruz.

Kendi coğrafyamızdaki kültürel birikimimiz bizi hâlâ yarı sanayileşmiş bir köylü toplumu olarak tanımlıyor. O nedenle de üstyapı kurumları, yeryüzünün ittirmesiyle makyajlanmış ama fiili uygulaması, bu topraklardaki üretim gücü düzeyinde kalmış. Yargısız infaz yaygınlığından, fikir suçuna kadar fiili her türlü uygulama, yeryüzünün geldiği üstyapı kurumlarının ruhundan da, Türkiye’nin kabul etmiş göründüğü yazılı metinlerden de çok geri. Ama ülkenin fiili üretim gücü ve üretim ilişkisi ile orantılı.

Şimdi bu talihsizliğin aşılması şansı var. Eğer ülkenin iktisadî yapısını, bilgisayar ile irtibatlı her nokta, yeryüzünün en ileri üretim ilişkisi olarak farklılaştıracaksa, bu kez “insan-insan” ilişkisini de, yani ülkenin tüm üstyapısal kurumlarını da, bölge özelliklerini dikkate almadan geliştirecek.

Bunu dış dinamiklerin rüzgârıyla daha hızlı yaparız. Avrupa Birliği ile halvet olan bir Türkiye’nin müktesebatı da Avrupa hacminde sayılacak. Evrensel bir noktaya daha hızlı taşınacağız. Üretim ilişkileri de, üretim güçleri de, altyapı da, üstyapı da Avrupa Birliği gelişmişlik düzeyinde olmaya daha çabuk alışacak. Bu daha hızlı gerçekleşecek.

Bu yeni durumun eskisinden farkı, çağdaşlığın bu kez “toplumsal topallığın” çaresizliğine düşmeden gerçekleşme imkânı. Çünkü üretim tarzı köylülük ise, üstyapı kurumlarının sanayi ülkelerinden kopya edilmesi özünde çok uygulanabilir olamıyordu. Halbuki, şimdi bilgisayarların devreye girdiği mekânlarda, üretim tarzı da değişmiş sayılıyor. O halde, üstyapı kurumları da, bu noktalarda üretim yapan insanların ve o üretimin devamlılığını sağlama güvencesi açısından dönüşmek mecburiyetinde. Kısacası eğer yeryüzüne bilgisayar vasıtası ile katılıyorsan, yaşam çerçeven de evrensel hukuk, insan hakları, demokrasi...

Avrupa Birliği üyeliği bizim, Karlofça’dan bu yana ulaşamadığımız, ulaştıklarımızın ise topal kaldığı bir coğrafyada, üretim tarzının içeriğini bizim gönlümüzün istediği gibi dolduracak evrensel bir zıplamayı sağlar. Bizim kendi cevherimizle yapamadığımız dönüşümü, dünyanın cevherini de bizimkilere katarak yaparız. İçimiz de, dışımız da muassır medeniyete uygun bir öze kavuşur. Bilgisayar ile üretir, evrensel hukuk kuralları ile yaşarız.


http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5098/karlofca-dan-helsinki-ye#.WlxdE65l8dU

....

Avrupa Yerimiz mi, Yöremiz mi?

Ömer Laçiner 

(BİRİKİM DERGİSİ Sayı : 128 - Aralık 1999)


2000’li yıllara girişin Türkiye için yeni bir çağın başlangıcı olacağını söylememiz için o kadim millenarizmin efsununa kapılmış olmamız gerekmiyor.

Alametler o denli sıklaştı ve olaylar öylesine ardarda gelip Türkiye’yi bir kavşak noktasına doğru sürükledi ki; bu ülkede herkes, her türden kurum ve kuruluş, -aslında çok daha önceden yapılması gereken- bir iç hesaplaşmayı yapmak ve bunu şu önümüzdeki kısa dönem içinde kesin bir karara, bir tercihe dönüştürmekten artık kaçınamayacakları bir duruma itildi.

Şimdiye kadar Türkiye’de bireylerden devlete kadar tüm özneler, fazla derinine inilmeden sahiplenilmiş görüşlerle, şeklen benimsenmiş değerlerle oluşturulan ve böyle olunca da yamalı bohça görüntüsünden kurtulamayan siyasal-sosyal kimlik ve rollerle yürüyegeldikleri yolun sonuna gelmişlerdir artık.

Örneğin, hem tüm insanlığı kapsayacak bir tasavvur olarak sosyalizmi hem de “millî” ve otarşik düzen fikirlerini birbirine bir biçimde yamayabilen “ortalama sosyalist” düşünüş kalıbıyla, bunun kapasitesiyle nereye kadar gidilebilir ki? Bu kalıptan çıkamamanın, küreselliği kendiliğinden gerektiren yeni üretici güçlere, onun maddi ve zihni dinamiklerine vakıf olamamanın, bunların ördüğü bir sosyalizm tasavvuru oluşturamamanın aczini yansıttığı bu denli ortadayken üstelik.

Hem liberalizmi, hem de temel hak ve özgürlük kısıtlamalarını, hem sivil iktidar fikrini, hem de “devlet”in dokunulmaz iktidar payını birbirine teyelleyen sağ demokrat gelenek bu bezirgan tutumuyla daha ne kadar varolabilecektir.

Merkez sol, “aslında var mıydı ki” dedirten varlığıyla, “devleti kuran parti” nostaljisi ile sosyal demokrat olma hülyası arasında gidip gelmekten soluksuz kalmış haliyle daha ne kadar yaşayabileceğini düşünmektedir acaba?

Talibancı eğilimlerden Hıristiyan demokratlar gibi olmaya, İslâm’la neo-liberalizmi eklemleyebilmiş yırtıcı kapitalistlerden bir İslâmî sosyalizm hayal edebilenlere kadar uzanan gayet geniş İslâmî hareket tayfının bütün bu unsurları daha ne kadar “aynı geminin yolcularıyız” diyebileceklerdir? Örneğin Avrupa Birliği’ne giriş önkoşullarının önümüze koyduğu koordinatlar içinde nerede ve nasıl durmak gerektiği konusu, herkesten fazla onlar için hayatî bir kimlik belirleme sorunu değil midir?

Aynı şey soy Türk milliyetçiliğinin siyasal hareketi için de bir noktaya kadar sözkonusu değil midir? 1980’lere hattâ ’90’lara kadar “Türkün Türkten başka dostu yoktur” sloganıyla ABD emperyalizminin Soğuk Savaş politikalarına yaslanmayı birarada götürebilmiş bu hareket, o yolun sonuna geldiğinde bu kez de onu ikinci parti ve iktidarın büyükçe ortağı konumuna taşıyıveren Avrupa ve “iç düşman” karşıtı milliyetçi galeyanının daha henüz dumanı tüterken, bu dalgadan gıdalandığını bilmesine rağmen, şimdi öncelikle o “iç düşman” teranesini terketmeyi şart koşan ve onu Türk -dost- olmayanların dünyasına çeken bir Avrupa’ya katılma protokolü karşısında ne yapacaktır?

Körfez’de, Marmara’da, yani Türkiye’nin kalbi sayılan bu bölgedeki deprem, tıpkı kalp krizinin kişiyi kendi sağlığı ve yaşam biçimine ilişkin radikal kararlar almaya yöneltmesi gibi, Türkiye toplumunun da “sağlıklı” bir toplum olmanın önkoşul ve gereklerine ne ölçüde sahip olduğu, buna nelerin engel olduğu ve ne yapılması gerektiği konusunda kaçınılmaz bir ilgilenme haline yöneltti. Bu ilgi henüz sözü edilir bir hareketlenmeye, pratik adım girişimlerine dönüşmüş sayılamaz ise de ve hattâ sözkonusu ilginin özellikle sorguladığı devletin günler geçtikçe duruma yeniden hâkim olduğu gibi bir görüntü var ise de; süreç bir kere başlamıştır ve potansiyel dağılmamıştır.

İki yıl önce AB’ye aday üyelik başvurusu geri çevrilen Türkiye’nin bu kez adeta bir oldu-bitti çabukluğuyla aday üyeliğe kabul sürecine sokulması, bu toplumun geleceği açısından şüphesiz son derece önemli bir gelişme. Aralık ayında büyük ihtimalle resmîleşecek olan Türkiye’nin aday üyeliği, Türkiye’nin deprem felaketine uğraması ile kabaran şefkat ve yardım duygularıyla adını vermiş bir karar değil elbette. Fakat, Türkiye’nin aday üyeliğe daveti, tam da deprem felâketi ortasında Türkiye, dünyanın sırf düşman milletler toplamı olmadığını “keşfettiği”, o milliyetçi paranoyanın zihnî, insanî duyguları ve hattâ yeteneği körelten kıskacının dünyanın her köşesinden -özellikle de en düşman bilinenlerden- uzanan yardım elleriyle açıldığı bir sırada yapılması, sanki bir iklim değişikliği etkisi yarattı. Türkiye’nin aday üyelik müracaatının geri çevrilmesinden beri esen ve Abdullah Öcalan’ın ele geçirilme sürecinde doruğuna varan anti-Avrupa ve milliyetçi galeyan halinin soğuk iklimi, yerini zaten toplumsal bilincimizin ortasında bir yerlerde bulunan Avrupa’ya gıpta duygusunun estirdiği sıcak havaya bırakıverdi.

Türkiye’nin Avrupa’yla ilişkisinde bu tür gelgitler, iklim değişiklikleri çokça olur. Ama bu kez doğan sıcak hava esintisi, daha öncekilerden hayli farklı bağlama oturduğu ve gerçek anlamda toplumsal talep gözeneklerinde dolaşıma girdiği için son derece ciddi sonuçlara gebe bir olgu olarak görülmelidir.

Bağlam farkı derken kasdettiğimiz şudur: Bilindiği gibi, çok yakın zamanlara kadar Türkiye -yani “devlet” ve egemen sınıf- için, Avrupa’ya katılmak hemen hemen yalnızca ekonomik ihtiyaç ve çıkar hesapları ile ele alınan bir konu idi. Gerçi Avrupa Birliği’nin bir önceki aşamasında, yani AET döneminde Avrupa için de esas olan bu kıstaslardı. Oysa AB’ye geçiş ile ekonomik kıstaslardan belki de daha önplanda olarak hukuki-siyasal kıstaslar “katılma”yı belirler hale geldi. Dolayısıyla 1980’lerin ortalarından itibaren Türkiye’nin önüne konulan katılma koşulları, “devlet”in -Türkiye’ye özgü- siyasal belirleyiciliği ile, yargı sistemi ile, temel hak ve özgürlükler ile, kısacası demokratik bir düzen ve işleyiş ile ilgili taleplerin yerine getirilmesiydi. Türkiye’de “devlet” ve yönetenler katı, bu taleplerin egemenlik haklarımıza müdahale, dahası -özellikle o yıllarda ağırlaşan ve kanlı bir mecrada seyreden “Kürt sorunu” ile gerekçelendirildiği ölçüde- Türkiye’yi parçalama art niyetinin ürünü sayarak, yerine getirilmemesi için direndi. Bu direncine Kürt sorunu üzerinden kabaran Türk milliyetçiliğini kullanarak toplum çoğunluğunu da ortak edebildi. İki yıl önce Türkiye’nin aday üyeliğinin geri çevriliş nedeni de buydu.

Şimdi, 1999 Ekim’inde, Avrupa, yerine getirilmesini istediği koşulların hiçbirinden vazgeçmeksizin Türkiye’nin aday üyeliğe kabul edileceği mesajını verirken, kamuoyunun çok geniş bir kesimi bunu gayet sevindirici bir gelişme olarak karşılıyor. Ve üyelik önkoşulları arasında örneğin “Kürt sorunu”nun çözümüne nasıl yaklaşılması gerektiğine dair cümleler ve dahası Abdullah Öcalan’a yapılacak uygulamanın bu konuda test olacağına dair örtük uyarılar yeralmasına rağmen. Çok değil üç beş ay önce “bu malzeme” yeni bir “Avrupa bize düşman” dalgasına bol bol yetebilecekken bu kez gürültü değil sadece mırıldanmalar duyuluyor. Gerçi bu önkoşullardan gayet “rahatsız” olan ve o “malzeme”yi tepe tepe kullanmaya teşne olanlar elbette var ve azımsanmayacak güç ve sayıya da sahipler. Bunu “Türkiye’yi bölmek istiyorlar” ve “Bağımsızlığımız elden gidiyor” sloganlarıyla bir millî dalgaya, “bağımsız son Türk devleti”ni koruma hamlesine tahvil etmeyi de düşünmüyor değillerdir. Ama Körfez depremi ertesinin Türkiye halkının bu dalgaya kanmayacağını, katılmayacağını da seziyorlar herhalde. Ve ayrıca öyle anlaşılıyor ki; Türkiye toplumu deprem felâketinin aynasında, devletinin baskı ve denetim dışında ne yapabildiğini, beceri, yetenek, kapasite ve kaynak kullanımı konusunda hal-i pür melâlini yani “kutsallık” zırhı altında neyin varolduğunu ve gizlendiğini açıkça görebildiği gibi; bu esef verici manzarada kendisinin devletle ilişkisinde ataletinin, yurttaş gibi değil teba gibi davranagelmiş olmasının da payını farketme noktasına gelmiştir. Bu oluşmaya açıkça ifadeye hazır teşhisin gerektirdiği devletin demokratikleştirilerek etkinleşmesi yoluyla çözüm fikrinin Avrupa Birliği’nce Türkiye’ye şart koşulan siyasal-hukuki düzenlemelerin birbiriyle örtüştüğünü de görebilmektedir.

Dolayısıyla uzun ve sancılı “Batılılaşma” tarihimizde ilk kez “Batılı olma”nın ilk normları ile Türkiye halkının yurttaş olarak ihtiyaçları ve talepleri arasında bir kesişmenin, geniş bir rezonansın yaşandığı bir momente varmış oluyoruz.

Türkiye’nin AB’ye katılması sürecini hızlandırmak veya süresiz ertelemek kararını yakında verecek olan iktidar bloku, bakalım bunu mu dikkate alacak, yoksa şimdiye dek yerine getirip getirmeyeceğine dair hiçbir şey söylemediği o “önkoşullar”ın millet ve devlet açısından kabul edilemez olduğu bahanesine mi sığınacak?

Ama bilinmelidir ki her iki durumda da şu bahsettiğimiz momentin hâlâ geçerli olduğunu kanıtlamak da Türkiye halkının görevi, kendine borcudur.


http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5089/avrupa-yerimiz-mi-yoremiz-mi#.Wlxdma5l8dU


9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

...