AVRUPA BİRLİĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AVRUPA BİRLİĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ekim 2018 Salı

MUHTEMEL SENARYOLAR DÂHİLİNDE AVRUPA BİRLİĞİ PERSPEKTİFİNDE ALMANYA VE FRANSA’NIN İNCELENMESİ

MUHTEMEL SENARYOLAR DÂHİLİNDE AVRUPA BİRLİĞİ PERSPEKTİFİNDE ALMANYA VE FRANSA’NIN İNCELENMESİ 

Yazan: P.Ütğm. Ahmet SAPMAZ 


Amerika Birleşik Devletleri, yirminci yüzyıl boyunca Avrupa 
kıtasına totalitarizmin iki farklı versiyonu olan nazizm ve komünizm gibi 
iki büyük tehlikeden kurtulma konusunda büyük destek sağlamış ve 
Avrupa’da özgürlük ve barış güvence altına alınmıştır. Soğuk Savaş 
dönemi boyunca ortak tehdit temelinde geliştirilen transatlantik ilişkiler 
çok istikrarlı bir seyir izlemiştir. Bu dönemde Batı Avrupa devletleri, 
çıkarlarının artık çatışma ile değil; uzlaşı, şeffaflık ve rekabet ile 
korunabileceği öngörmüşlerdir. 1952 yılında Avrupa Kömür Çelik 
Teşkilatı’nın(AKÇT) kurulmasıyla başlayan süreç, çeşitli aşamalardan 
geçerek ve ekonomik alanda büyük başarılar kazanılarak, Soğuk Savaş 
dönemi boyunca sürmüştür. 9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı, 
bunu takip eden iki Almanya’nın birleşmesi(3 Ekim 1990) ve SSCB’nin 
dağılması(26 Aralık 1991) uluslararası güç dengesini bütünüyle alt üst 
etmiştir. Yaklaşık yarım yüzyıl süren Soğuk Savaş, kan dökülmeden 
demokrasinin komünizme karşı zaferiyle son bulmuş; ABD uluslararası 
sistemde rakipsiz ve tek küresel güç konumuna gelmiştir. Soğuk Savaş 
döneminde kurulan iki kutuplu sistemin yıkılması ile Kuzey Amerika ve 
Avrupa dışında neredeyse dünyanın her yerinde tehlike, kaos ve 
istikrasızlıklar baş göstermiştir. Bu dönemde Avrupa Birliği ülkeleri, 
ekonomik birlikteliklerini ve bu alandaki başarılarını, siyasi ve askerî 
boyuta taşıma konusunda hemfikir olmuşlar ve Maastricht Antlaşması ile 
bu süreci başlatmışlardır. Avrupalılar sahip oldukları büyük ekonomik 
gücün uluslararası sistemde etki yaratabilmesi için siyasi irade ve askerî 
güç ile desteklenmesi gerektiğinden yola çıkarak, AB’nin Ortak Dış ve 
Güvenlik Politikası(ODGP) sürecini başlatmışlardır. Bu gelişmeler 
esnasında bazı Batı Avrupa devletleri tarafından transatlantik ilişkilerin 
çerçevesi ve bu ilişkinin kurumsal ayağını oluşturan NATO 
sorgulanmaya başlanmıştır. Avrupalılar siyasi ve askerî açıdan ABD 
himayesinden kurtulup kurtulmama; yani AB’nin önümüzdeki dönemde 
uluslararası sistemde oynayacağı rol konusunda karar verme noktasına 
gelmişlerdir ve bu süreç hâlen devam etmektedir. Soğuk Savaş’ın 
bitimiyle ortaya çıkan tehditler güvenlik mülahazalarını yeniden 
şekillendirirken, 11 Eylül 2001’de ABD’nin uğradığı saldırı uluslararası 
sistemi derinden etkilemiştir. Artık Avrupa’nın savunulması ve güvenliği 
ABD için birinci öncelik olmaktan çıkmıştır. Çünkü yüzyıllar sonra 
Avrupa, dünyanın en güvenli toprakları hâline gelirken, şimdiki hedef 

ABD’nin kendi toprakları olmuştur. 20 Eylül 2002 tarihinde açıklanan 
yeni ulusal güvenlik stratejisi, ABD’nin güvenlik ve dış politika 
parametrelerinde önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Stratejiye 
göre potansiyel tehdit oluşturan, ileride problem çıkarabileceği 
düşünülen her oluşum veya ülke önleyici darbe kavramından yola 
çıkılarak hedef hâline gelebilecektir. 11 Eylül sonrası ABD’nin değişen 
uluslararası ilişkiler ve dış politika konsepti, Avrupalı müttefiklerini 
rahatsız etmiştir. Transatlantik ittifakta son yıllarda meydana gelen 
kırılmanın nedenini Avrupa ve ABD’nin farklı dünya görüşlerinde aramak 
gerekmektedir. Bu farklılıklar şu şekilde sıralanabilir: 


 1. ABD, dünya düzenini kendi ulusal çıkarları ve değer yargıları 
çerçevesinde tanımlarken, Avrupalılar bu düzenin çok taraflı çabalar ve 
çıkarların uyumlulaştırılması ile sağlanacağını düşünmektedirler. 

 2. ABD değer yargılarına göre uyguladığı politikalarda uluslararası 
hukuk ve organizasyonları ikinci derecede önemserken, Avrupalıların 
çoğu uluslararası hukuk ve organizasyonları politikalarının merkezinde 
görmektedir. 

 3. ABD devamlı olarak üstün askerî gücünü politikalarının bir 
aracı olarak kullanırken, Avrupa çok zorunlu hâller dışında askerî güç 
kullanımına karşı çıkmakta ve diplomasiyi savunmaktadır. Bunda 
Avrupa’nın askerî kapasite eksikliği ve etkin savaş karşıtı kamuoyunun 
rolü vardır. 

Hâlen Avrupa ve ABD arasında politika farklılıklarından 
kaynaklanan uyuşmazlıklar şunlardır: 

. ABD’nin, Uluslararası Ceza Mahkemesine taraf olmaması, 
. ABD’nin, Kyoto protokolüne taraf olmaması, 
. Fakir ülkelerin borçlarının silinmesi için İngiltere ve Fransa’nın 
aldığı inisiyatife sıcak bakmaması, 
. Çin’e yönelik uygulanan silah ambargosunun kaldırılması 
konusundaki görüş ayrılıkları olarak sıralanabilir. 


Özelikle Irak krizi ile başlayan süreç, transatlantik ilişkilerin 
tarihindeki en önemli sarsıntılardan birini yaşamasına sebep olmuştur. 
Çok eski mazisi olan Transatlantik ilişkiler, ortak hareket etme 
noktasında kesintiye uğramıştır. 

Irak Savaşı öncesi ve sırasında Avrupa’da bir bölünme yaşanmış, 
Avrupa’nın büyük ülkelerinden Fransa ve Almanya savaşa karşı 
çıkarken İngiltere, İtalya, İspanya ile birlikte 2004’te AB’ye üye olan 
Doğu Avrupa ülkelerinin çoğu ABD’ye destek vermiştir. ABD Savunma 

Bakanı Donald Rumsfeld’in, Fransa ve Almanya’yı “eski Avrupa”, 
ABD’ye destek veren ülkeleri ise “yeni Avrupa” olarak adlandırması, 
transatlantik ilişkilerinde yeni bir dönemin ifadesi sayılmıştır. 


İşgal Bölgeleri: 
Kaynak:http://photos1.blogger.com 

Fransa ve Almanya’nın Irak Savaşı’nda karşı cephede yer 
almalarının nedenleri incelendiğinde; Almanya ve Fransa, Irak’ın, 
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları gereğince uluslararası 
yükümlülüklerini yerine getirmesini, askerî müdahalenin sorunu çözmek 
için tek seçenek olmadığını, uluslararası boyutta uygulanacak siyasi, 
politik ve ekonomik yaptırımlarla zaman içerisinde sonuca ulaşılabileceği 
yönünde bir politika izlemişlerdir. Avrupalı müttefikler Birleşmiş Milletler 
silah denetçilerinin yaptığı çalışmaların kesin bir sonuca varılana kadar 
sürdürülmesini istemişler, El Kaide terör örgütü ile Irak arasında bağlantı 
kurularak müdahaleye meşruiyet kazandırma girişimini şüpheyle 
karşılamışlardır. Ayrıca Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesinden sonra 
bölgede istikrarın yeniden sağlanabilmesine kuşkuyla bakılmış, Orta 
Doğu’da daha köklü sorunlar varken Irak’a yapılacak askerî bir 
müdahalenin bölgeyi daha fazla istikrarsızlığa sürükleyeceğini öne 
sürmüşlerdir. 

Fransa’nın Irak politikasına etki eden faktörleri incelediğimizde; 

1. Fransız Dış Politikasının Genel Karakteristiği 

Fransız dış politikasının ana ilkesi devamlı surette dünyada ve 
Avrupa’da aktif bir rol almaktır. Fransa bu siyaseti uygularken politik 
olarak birliğini sağlamış, askerî bakımdan güçlü ve ortak dış politika 
izleyebilen bir Avrupa’yı amaç edinmektedir. Ayrıca demokratik 
prensiplere ve kendisinin de Güvenlik Konseyi daimi üyesi olduğu 
Birleşmiş Milletlere büyük önem vermektedir. Fransa, dünya 
zenginliğinin %3’ünü üretirken, Birleşmiş Milletler bütçesinin % 6’sını 
karşılamaktadır. 

2. Geçmişte Fransa İle Irak Arasındaki İlişkiyi Destekleyenler 

1991’de Mitterand’ın Çöl Fırtınası Harekatına katılma kararı, 
Fransız politik ve entelektüel çevrelerinde büyük bir kargaşaya yol 
açmıştır. Savunma Bakanı bu karara tepki olarak istifa etmiştir. Bu 
reaksiyonun sebebi, Fransa’daki bazı çevrelerce Amerika’nın bu krizi 
jeopolitik ve ekonomik çıkarlarını korumayı amaçlayan yeni bir dünya 
düzeni yaratmak için fırsat olarak değerlendireceğinin düşünülmesidir. 
Diğer bir önemli faktör de Fransa’nın geleneksel olarak Arap yanlısı dış 
politika izlemesidir. Fransa Irak’ı, İran’ın yaydığı tehlikeye karşı laik ve 
dengeleyici bir güç olarak görmektedir. Fakat Fransa ile Irak arasındaki 
özel ve yakın ilişkiler, Fransa’nın Körfez Harekatına katılmasıyla sona 
ermiştir. 

3. Ekonomik Çıkarlar 

Bazı Fransız firmalarının diğer Avrupalı ve Amerikalı ortakları gibi 
Irak’la ticari ilişkilerin sürdürülmesinde ekonomik çıkarları vardır. Fakat 
tüm bunlara rağmen Irak, Fransa’nın büyük bir ticaret ortağı olmaktan 
uzaktır. Irak, Fransa’nın ihracatında %0.15 pay ile 60’ıncı, ithalatında ise 
%0.30 pay ile 30’uncu sıradadır. Fransa, Irak petrolünün % 8’ini ithal 
etmektedir. Bir karşılaştırma açısından bu oran Amerika için %40’dır. 
Fransa 1.8 milyar Euro ile Rusya, Japonya, Almanya, ve Amerika’dan 
sonra Irak’ın beşinci büyük kreditörüdür. 

4. Kamuoyu Ve Medya 

Kamuoyu görüşü Fransa’nın Irak politikası üzerinde giderek artan 
bir etkiye sahiptir. Washington’un tek taraflı politikaları, Amerikan karşıtı 
düşüncelerin Fransa halkı arasında yayılmasına neden olmuştur. Bu 
düşünceler medya ve basın tarafından da paylaşılmaktadır. Ayrıca 
Fransa’da yaşayan Müslüman azınlığın bu süreçte etkisi vardır. Bölgede 
İsrail ile Filistin arasında uzun süredir devam eden sorunlar 
çözülemeden Irak’a karşı yapılan müdahale, Müslüman azınlık 
tarafından Arap Dünyasına yapılmış ayrı bir saldırı olarak görülmektedir. 
Görüldüğü gibi Fransa’nın Irak politikasının oluşumuna birçok faktör etki 
etmiştir ve etmektedir. Bunlar içerisinde en önemli olanı ise uluslararası 
hukuka saygı, güç kullanımının meşruluğu faktörüdür. Fransa’ya göre 
Irak Savaşı gerekli olan bir savaş değildir, birçok çözüm seçeneği 
arasından savaş tercih edilmiştir. 

Almanya’nın Irak politikasına etki eden faktörleri incelediğimizde ise; 

1. Alman Dış Politikasının Genel Karakteristiği 

Almanya 20’nci yüzyılda yol açtığı iki dünya savaşı nedeni ile kötü 
olan imajını düzeltmek maksadıyla uluslararası kuruluşlar ve toplumla 
olan ilişkilerine büyük önem vermektedir. Almanya ittifaklara açık ve 
uzlaşmacı bir tavır sergilerken, uluslararası politikada daha fazla 
sorumluluk üstlenmek istemektedir. 

2. Tarihî ve Politik Kültür 

Almanya, geçmişte iki büyük dünya savaşına yol açan yayılmacı 
güç politikalarından ötürü travma yaşamış bir ulustur. Alman halkı bu 
politikanın getirdiği felaket ve yıkıntıyı hâlâ zihinlerinde barındırmaktadır. 
Bu nedenle Almanların ülkelerinin askerî bakımdan tarihte olduğu gibi 
tekrar güçlenmesi ve askerî gücün politikanın aracı olarak kullanılması 
konusunda çekinceleri vardır. 

3. Yerel Politik Yönelimler 

Almanya hâlen Sosyal Demokrat Parti ve Yeşillerin oluşturduğu 
merkez sol bir koalisyon hükümeti tarafından yönetilmektedir. Bu 
hükümet barışa ve çok taraflılığa sıkı sıkıya bağlı ve askerî güç 
kullanımını seçenek dışı bırakan bir politika izlemektedir. Hükümet 2002 
yılında yapılan ve tekrar iktidara geldiği genel seçimler öncesi, Irak 
Savaşı’na tamamıyla karşı çıkarak kamuoyundaki desteğini arttırmıştır. 
Alman halkı da Irak Savaşı’na büyük bir çoğunlukla karşı çıkmış ve 
hükümetin ABD karşısında izlediği politikayı büyük oranda 
desteklemiştir. 

4. Ekonomik Çıkarlar 

Irak, Almanya’nın dış ticaretinde küçük bir öneme sahiptir. Irak, 
365 milyon euro ile Almanya’nın ihracatında 79. sırada, 2.1 milyon euro 
ile Almanya’nın ithalatında 179. sıradadır. 
Almanya ve Fransa her ne kadar savaş öncesi müdahaleye karşı 
çıkmışlarsa da, savaş sonrası oluşan de facto durumu kabul etmek 
zorunda kalmışlardır. Almanya ve Fransa, Birleşmiş Milletler kontrolünde 
Irak’ta egemenliğin en kısa sürede Irak halkına devredilmesi konusuna 
önem vermektedirler. İki ülke ABD ile Irak’ın demokratik, istikrarlı ve 
barışçı bir ülke olarak yeniden yapılandırılması hususu ile Irak güvenlik 
güçlerinin NATO tarafından eğitilmesi ve Irak ekonomisinin geliştirilmesi 
konularında, ortak irade belirlemişlerdir. Bu çerçevede BM Güvenlik 
Konseyi’nce kabul edilen 1511 ve 1546 sayılı kararlar ile Irak’taki çok 
uluslu güce meşruiyet kazandırılmış ve Irak’ta egemenliğin devri ve 
politik geçiş süreci takvime bağlanmıştır. Almanya ve Fransa, Irak’ta 
yapılan seçimleri ve sonuçlarını olumlu karşılamıştır. Bush yönetimi ile 
Avrupa arasında Irak’a ilişkin sorunlar yakından izlendiğinde, temelde 
görüş ayrılığı bulunmadığı görülmektedir. Ortak unsurların en önemlisi 
Irak’ta istikrarın sağlanmasıdır. Birbirlerinden ayrıldıkları önemli nokta 
ise; bu hedefe hangi yöntemle varılacağı konusudur. Bush güç 
kullanmaya, Avrupa ise diplomatik yolların kullanılmasına öncelik 
vermektedir. Bush Avrupa’dan asker yardımı istemişse de, onun yerine 
Irak Ordusu mensuplarının, polis ve yargıçlarının eğitimi için NATO’dan 
tam destekle yetinmek zorunda kalmıştır. NATO’da alınan kararlar 
neticesinde güvenlik görevlilerinin eğitimi için, Fransa ve Almanya dâhil 
AB’nin, ABD’nin Irak politikasına en fazla şüpheyle bakan ülkeleri de 
sorumluluk üstlenmeyi kabul etmiştir. Örneğin, Fransa Ürdün’de, 
Almanya ise Birleşik Arap Emirlikleri’nde, Irak güvenlik görevlilerine 
eğitim verecektir. 

Günümüze kadar olan gelişmeler ve mevcut parametreler dikkate 
alınarak Almanya ve Fransa’nın senaryolar dâhilinde incelenmesine 
geçildiğinde; 

BİRİNCİ SENARYO: ABD’nin 2005 Yılı Sonuna Kadar Irak’tan Çıkması 

Almanya ve Fransa ittifakı, ABD’nin Irak’tan güvenliği ve istikrarı 
sağlamadan çekilmesine karşıdırlar. Çünkü güvenlik ve istikrar 
sağlanmadan ABD’nin Irak’tan çekilmesi, bölgenin daha da 
istikrarsızlaşmasına yol açacak ve ABD’nin geride bıraktığı güç 
boşluğunu dolduracak bir aktör bulunamayacaktır. 

Almanya ve Fransa, ABD’nin Irak’ta güvenliği ve istikrarı 
sağladıktan sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1546 sayılı 
kararı gereğince ve Irak hükümetinin talepleri doğrultusunda ülkeden 
çekilmesini destekleyeceklerdir. Irak’tan, ABD’nin önderliğindeki çok 
uluslu gücün çekilmesinden sonra, ülkede Birleşmiş Milletler’in 
günümüzden daha aktif rol üstlenmesini talep edeceklerdir. Irak 
hükümetine gerek ülkenin yeniden inşası için gerekse de politik geçiş 
süreci için her türlü desteği başta Avrupa Birliği olmak üzere, 
uluslararası örgütler ve sivil toplum örgütleri vasıtasıyla sağlayacaklardır. 
Avrupalı müttefikler bu politikayı izlerken, bölgede ABD’nin zedelenmiş 
imajı nedeniyle ülke yönetimi ve halk tarafından tercih edilen bir 
konumda bulunacaklardır. 

Fransa ve Almanya’nın bu süreçte Irak politikalarında radikal bir 
değişikliğe gitmeleri beklenmemelidir. Zira Fransa’da Avrupa 
Anayasasının reddedilmesi ile ortaya çıkan bunalım, bu dönemde dış 
politikayı ikinci plana itecek ve Fransa iç politik sorunlarına angaje 
olacaktır. Almanya’da ise iktidardaki Sosyal Demokrat ve Yeşillerden 
oluşan koalisyon hükümetinin Kuzey Ren Westfalya’da yapılan yerel 
seçimler sonucunda aldığı yenilgi, ülkeyi 18 Eylül 2005’te yapılması 
öngörülen bir genel seçime götürmektedir. Yapılacak seçimlerde, 
muhalefetteki Hıristiyan Demokrat Partinin iktidara gelmesinin söz 
konusu olabileceği değerlendirilmektedir. Hıristiyan Demokratlar, Irak 
krizinin başından bu yana ABD’nin politikalarını destekleyen bir tutum 
ortaya koymaktadırlar. İktidara geldiklerinde kamuoyundaki savaş karşıtı 
düşünceler nedeniyle Alman politikasında radikal bir değişiklik 
yapamasalar da ABD ile daha fazla iş birliğine yönelmeleri beklenmelidir. 

Ülkede güven ve istikrarın sağlanmasıyla beraber Alman ve 
Fransız firmaları, Irak ile savaş öncesi kurdukları ticari ilişkileri yeniden 
canlandırmak amacıyla bölgeye yoğun bir talep gösterecekler ve Irak’ın 
yeniden inşası projelerinde büyük ölçüde pay elde edeceklerdir. 

 Kaynak:http://photos1.blogger.com 

İKİNCİ SENARYO: ABD’nin 2006 Yılından İtibaren Kademeli Olarak Irak’tan Çıkabileceği; 
Amerika’nın 2006 yılında Irak’tan, arkasında çözülmemiş birtakım 
sorunlar bırakarak kademeli olarak çekilmesi, Avrupalı müttefiklerinin 
arzu etmediği bir durumdur. Bu sebeple Almanya ve Fransa ABD’yi, 
Irak’ta istikrar ve güvenliği sağlamadan çekilmesi hâlinde, bölgenin 
Saddam Hüseyin döneminde olduğundan daha istikrarsız bir duruma 
sürüklenebileceği konusunda ikna etmeye çalışacaklardır. Zira Irak’ın 
istikrarsızlığa sürüklenmesi, bölgeyi uluslararası terörizmin 
kaynaklarından biri hâline getirecek, bölgenin Alman ve Fransız 
şirketlerce ekonomik açıdan değerlendirilme potansiyelini ortadan 
kaldıracak ve bölgeden Avrupa’ya yasa dışı göç tetiklenecektir. 

Almanya ve Fransa, Irak’ta, federal sisteme dayalı, tüm kesimleri 
temsil eden, demokratik bir yönetimi destekleyecektir. Avrupalı 
müttefikler, Irak’ta bir grubun diğer bir gruba üstün duruma gelmesinin 
ülkenin istikrarını riske atacağı düşüncesiyle, tüm kesimleri adil şekilde 
temsil eden bir yönetimi destekleyecekler; etnik ve dinî gruplar arasında 
denge gözetmeye çalışacaklardır. 

Müttefikler, bu süreçte Irak üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda 
tasarrufta bulunmaya çalışan Irak’a komşu ülkeler üzerinde, ABD ile 
birlikte siyasi, ekonomik ve askerî boyutta yaptırımda bulunacaklardır. 
Özellikle nükleer faaliyetleri dolayısıyla İran ve uluslararası terörizme 
verdiği destek ile Suriye’ye karşı bu yaptırım faaliyeti daha da kolay 
uygulanacaktır. 

Almanya ve Fransa etnik veya dinî temele dayalı bir konfedere 
yapılanmada, kendileri de söz sahibi olmak isteyeceklerdir. ABD, 
Avrupalı müttefikleri ile bozulan ilişkileri düzeltmek için Almanya ve 
Fransa’nın bu süreçte etkin olmasına müsaade edecektir. 

Almanya, Irak’ta yönetim şekli ne olursa olsun güvenliğin 
sağlanması, ABD önderliğindeki uluslararası gücün Irak’tan çekilmeye 
başlaması ve Birleşmiş Milletler’in Irak’ta rolünün artmasına paralel 
olarak Birleşmiş Milletler Barış Gücü kapsamında Irak’ta asker 
görevlendirebilir. Bu büyük ölçüde 2005 yılı sonunda yapılacak genel 
seçim sonuçlarına ve ABD’nin bu dönemde izleyeceği politikalara ve 
uluslararası konjonktüre bağlı olacaktır. 

Fransa’nın ise ABD’nin dominant olduğu Irak’a asker göndermesi 
mümkün olmayacaktır. Ancak Fransa, Irak ile Saddam Hüseyin 
döneminde kurulmuş olan ekonomik ve ticari ilişkileri aynı düzeye 
taşımak için her türlü çabayı gösterecektir. 

ÜÇÜNCÜ SENARYO: 2025 Yılı Ve Sonrası (ABD Irak’tan Çekilebilir Ancak Bölgeden Çekilemez Durumu) 

Almanya ve Fransa’nın 2025 yılına uzanan süreçte Irak 
politikalarını şekillendiren çok çeşitli etkenler olacaktır. Bu etkenlerin en 
önemlisi, Avrupa Birliği’nin gelişme sürecinin varacağı noktadır. Bu 
sürecin muhtemel iki sonucundan birincisi; AB’nin bugünkü bulunduğu 
durumdan daha ileri bir seviyeye yani ortak bir dış politika üretebilme ve 
Avrupa’nın çıkarlarını savunabilecek güçte bir askerî yeteneğe sahip 
olma durumudur. Bu durumda dahi, Avrupa Birliği’nin güvenlik sorunu 
bulunan bir bölgeye askerî güç göndermesi düşünülemez. Ancak, AB’nin 
sahip olacağı askerî güç ve ortak dış politika yürütebilme iradesi, 
ABD’nin uygulayacağı politikalarda AB’yi daha çok dikkate almasını 
gerektirecektir. 

Muhtemel sonuçlardan İkincisi ise Avrupa Birliği’nin bugün 
bulunduğu noktadan daha ileri gidememesi durumudur. Fransa’nın 
ardından Hollanda’nın da Avrupa Anayasasına “hayır” demesiyle, 
Avrupa Birliği’nin ekonomik birliktelikten, siyasi ve askerî birlikteliğe 
geçiş süreci büyük darbe almıştır. Avrupa Birliği’nin istenilen konuma 
gelmede yetersiz kalması veya bunun mümkün olmaması hâlinde, 
AB’nin çekirdek ülkeleri olan Almanya ve Fransa merkez olmak üzere 
özellikle dış politikada daha etkin bir birlikteliğe gidilebilir. Bu durumda 

Almanya ve Fransa bölgede politik, ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan 
etkin olmaya çalışacaklardır. 

Bu süre zarfında, ülke yönetimlerinde seçimler sonucunda 
meydana gelebilecek değişiklikler, Irak politikalarında farklı açılımlara yol 
açabilecektir. Avrupa’daki ABD karşıtlığının büyük ölçüde Bush 
yönetiminden kaynaklandığı göz önüne alındığında, 2008 ABD başkanlık 
seçimleri büyük önem arz etmektedir. Yönetime gelecek olan Başkanın 
uygulayacağı politikalar bu hususta belirleyici olacaktır. 

Alternatif enerji kaynaklarının ortaya çıkarak petrole olan 
bağımlılığın azaltılması, Almanya ve Fransa’nın bölgeye olan ilgisini 
ortadan kaldırmayacaktır. Çünkü Almanya ve Fransa’nın, Irak politikaları 
petrol ile sınırlı olmadığı gibi, Irak’ın ve Orta Doğu’nun istikrar ve 
güvenliği Avrupa kıtası için hayati öneme haizdir. 

Sonuç olarak, Avrupa ve ABD’nin küresel çıkarları, Irak 
konusunda iki merkezin “çatışması yerine bütünleşmesini” zorunlu 
kılmaktadır. ABD–Avrupa ilişkileri son dönemdeki gelişmeler sonucunda 
belki hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır. Ancak, her iki tarafın birbirine 
olan ihtiyacı devam edecektir. ABD’nin Irak konusunda Almanya ve 
Fransa’nın desteğini kazanması, hem bölge hem de dünya barışının bir 
an önce tesis edilmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Arz 
ederim. 

 ***

15 Ocak 2018 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 10

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 10


Juncker’den Erdoğan’a: Tehdit işe yaramaz

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vize muafiyeti gerçekleşmezse Geri Kabul Anlaşması’nı meclisten geçirmeme tehdidine AB üst düzey yetkililerinden sert yanıt geldi.

 Brüssel Jean-Claude Erdoğan ve Juncker ekim ayında Brüksel'de bir araya gelmişti.

Erdoğan ve Juncker ekim ayında Brüksel'de bir araya gelmişti.

AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, Türkiye'nin AB ile yaptığı anlaşmada kendi üstüne düşen yükümlülükleri yerine getirmesi gerektiğini belirterek, AB'ye karşı tehditlerin işe yaramayacağını söyledi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, vize muafiyeti konusunda uzlaşılamaması durumunda Geri Kabul Anlaşması'nı meclisten geçirmeyecekleri yönündeki tehdidinin ardından ilk kez açıklama yapan Juncker, Türkiye'nin vize muafiyeti için katı terörle mücadele yasasını yumuşatmak zorunda olduğunu kaydetti.

 AB Konseyi Başkanı Donald Tusk.

AB Konseyi Başkanı Donald Tusk.

Tusk: Düşünce özgürlüğünü müzakere etmeyiz

Juncker, G7 zirvesi için bulunduğu Japonya'da yaptığı açıklamada, “Türkiye'nin taahhütlerine bağlı kalacağı beklentisi içindeyiz. Tehditler diplomaside kullanabileceğiniz en iyi araç değildir. Dolayısıyla bu aracı kullanmaya son vermek gerekir. Çünkü zaten bir etki de yaratmaz” ifadesini kullandı.

Yine Japonya'dan açıklama yapan AB Konseyi Başkanı Donald Tusk da, AB'nin tavizlerinin net bir sınırı olduğunu belirterek, “Kendi ölçütlerimizi Türkiye dahil olmak üzere dünyanın geri kalanına dayatamayacağımızın tamamen bilincindeyim. Ama diğerleri de kendi ölçütlerini bize dayatamaz” dedi.

Tusk, özellikle düşünce özgürlüğünün asla siyasi müzakerelere konu edilemeyeceğini de sözlerine ekledi.

©Deutsche Welle Türkçe

DW,AFP,rtr,dpa/BK,BÖ

http://www.dw.com/tr/junckerden-erdo%C4%9Fana-tehdit-i%C5%9Fe-yaramaz/a-19284049


....



Ankara AB ile ipleri daha da gerecek




Ankara, Türkiye vatandaşlarına vize muafiyetini 2017’ye sarkıtmaya çalışan AB’yle ipleri koparma noktasına kadar getirdi. Hükümet, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla en sert açıklamalarını yapıyor.

Sığınmacı krizinin çözümü için AB ile 18 Mart’ta bir mutabakata varan Ankara, mutabakat gereği haziran sonunda beklediği vize muafiyetini elde edemeyeceğini anlayınca yine sığınmacı krizi üzerinden AB’ye yüklenmeye karar verdi. DW’nin ulaştığı kaynaklar, Ankara’nın önümüzdeki süreç için yol haritasının ‘sığınmacı krizi’ üzerine şekillendiğini belirtirken harita için “AB’ye tam üyelik hedefimizden şaşmayacağız ancak sığınmacı krizinin yükünü de tek başına kaldırmayacağız. Bu mesaj da AB’ye hem Türk hem de Avrupa kamuoyunun anladığı dilden verilecek” özeti yapıyor. Öyle ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın danışmanlarından Yiğit Bulut’un “AB’yle bütün anlaşmalar feshedilir” açıklamasını, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “Tüm anlaşmaları bir kenara koyarız” çıkışının izlemesi gecikmedi. Açıklamasına “Bu bir blöf ya da tehdit değil” notu da düşen Çavuşoğlu’nun ardından AB Bakanlığı’ndan da aynı yönde bir açıklama gelmesi Ankara'da “Erdoğan bu kez çok kararlı. AB, ya vize muafiyeti sağlayacak ya da sığınmacı krizini tek başına yüklenecek. İkili ilişkiler de donarsa AB, Türkiye’nin suçlamalarını rahatça geri püskürtebilecek” değerlendirmelerini beraberinde getirdi. Yeni hükümetin yeni AB Bakanı Ömer Çelik'in “AB, Türkiye için yegane seçenek değil” açıklamasının özellikle önümüzdeki bir ay boyunca AB'yle kurulan her diyalogun özet cümlesi olacağını hükümet kaynakları doğruluyor.

18 Mart’ta varılan mutabakat gereğince AB, geri kabul anlaşmasının uygulanması karşılığında Ankara’ya haziran sonunda Türk vatandaşlarına vize muafiyeti sağlanacağını söylemiş ancak daha sonra özellikle terör tanımı konusunda Ankara’yla ters düşmüştü. “Bütün kriterler sağlanmadan vize muafiyeti gerçekleşmez” tezindeki AB’nin anlaşmaktan çok ‘işi yokuşa sürmek’ peşinde olduğunun 18 Mart’tan sonraki diyaloglarda ortaya çıktığını anlatan diplomatik kaynaklar, “Bize bu süreçte en makul açıklamalar Almanya Başbakanı Angela Merkel tarafından yapıldı. Taraflar, hep 18 Mart mutabakatının geçerliğini koruyacağına ilişkin görüşler ortaya koydu ancak Merkel, AB’deki çatlak sesleri ikna edemedi” diyor. Gelinen noktada, kamuoyundaki AB motivasyonunun da kaybolduğu tespitinden hareket eden yeni AKP hükümeti, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la birlikte Avrupalı yetkililere ‘söylenebilecek en sert’ mesajları söylemekte karar kıldı.

“Blöf değil”

Peki Ankara blöf mü yapıyor? 2005’te AB’yle tam üyelik müzakerelerine başlayan ve o günden beri kriz üstüne kriz yaşayan Ankara, vize muafiyeti krizini atlatabilecek mi? İkili ilişkiler koparsa ne olacak? Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’ndan (USAK) AB uzmanı Fatma Yılmaz, DW’nin sorularını yanıtlarken “Türk tarafının blöf yapmadığını düşünüyorum” diyor ve vize muafiyetinde gelinen noktanın sadece 18 Mart mutabakatını değil tüm ikili ilişkileri olumsuz etkileyeceğini söylüyor. Yılmaz, “Sığınmacı krizine çözüm aranırken yaklaşımlar zaten farklıydı. Ama tarafları birbirine yakınlaştıran, krize acil çözüm bulunması ihtiyacıydı. Samimi bir diyalog kurulamadı. Konjonktürel yaklaşımlarla konjonktürel çözümler üretilmeye çalışıldı. Ancak, birbirine inancı zaten tam olmayan taraflar üzerinde anlaştıkları mutabakatı bile hayata geçiremedi” diyor.

Türk tarafından yapılan açıklamaların “büyük problemlerin habercisi” olduğunu düşünen Yılmaz’a göre taraflar büyük kayıplar yaşayacak. Yılmaz bu kayıpları “Dış politikada yalnızlaşma ve tıkanma yaşayan Türkiye, AB ile ilişkilerin gelişeceğine dair haberlerle pozitif gündem oluşturmaya çalışıyordu. Pozitif gündem oluşturma girişimleri tamamen boşa çıkmış oluyor. Dış politikada yalnızlaşmaktan da nasıl kurtulanacağına ilişkin yeni stratejiler aranıyor olacak ki 'AB yegane seçenek değil' noktasına gelinmiş durumda. Peki, diğer seçenekler ne olacak? Ankara bu süreçte nasıl hareket edeceğini kamuoyuna net bir şekilde açıklayabilmeli” sözleriyle özetliyor. Türkiye’nin vize pazarlığında kriterleri kamuoyuna AB’nin istediğinden farklı anlattığından yakınan Yılmaz, Türkiye-AB ilişkilerinde daha önce de benzer ‘restleşmeler’ yaşandığını hatırlatıyor ve bu restleşmelerin sadece günlük politikalar için sonuç verdiğine dikkat çekerek “Uzun sürede bu işin kaybedeni kamuoyları olacak” diyor.

Yılmaz’a göre bu süreçte AB’nin de hataları var. “Taviz vermekle, çıkar merkezli hareket etmekle suçlanan AB, eleştirileri zamanında dinlemedi ancak bu eleştirilerin dozu artınca kriterlerin altını çizmeye, her toplantıda bu kriterleri gündeme getirmeye başladı” yorumunu yapan Yılmaz’a göre tarafların ciddi şekilde samimiyetlerini gözden geçirmesi şart. Aksi durumda Türkiye-AB ilişkileri ya donacak ya da geri gitmeye başlayacak. Yılmaz, “AB açısından büyük başarısızlıkların da kapıda olduğunu görüyoruz. Türkiye’yle vize pazarlığını doğru düzgün yürütemeyen AB’nin sığınmacı krizi bu noktaya taşıması da Avrupa kamuoyundaki sert tepkileri artıracaktır” öngörüsünde bulunuyor.

“Ankara geri adım atmaz”

Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Nail Alkan Türkiye-AB arasında ‘tarihi bir restleşme’ yaşandığını ve Ankara’nın ‘asla geri adım atmayacağını’ düşünüyor. Alkan, DW’nin “Peki, Türkiye-AB ilişkileri kopacak mı” sorusuna “Ankara’nın AB treninden atlayacağını düşünmüyorum. Avusturya’da neredeyse aşırı sağcı biri cumhurbaşkanı olacaktı. Almanya’da da aşırı sağ yükselişte. Ve Merkel’in sığınmacı krizini çözümündeki başarısı onun pozisyonunu koruyup koruyamayacağında belirleyici olacak. Ankara bunun farkında ve bu süreçte en çok Almanya’yı sıkıştıracak. Ve Merkel de bu yüzden –müzakere sürecek- diyor. Kriz büyüyecek ama ilişkiler kopmayacak” yanıtını veriyor.

Alkan’a göre vize muafiyeti için Türkiye ile AB’nin terör tanımında anlaşamaması da, AB’nin ‘samimiyetsizliğini’ gösteriyor. “Türkiye’deki terör algısı ile Avrupa’daki terör algısı farklı şeyler. AB, bu noktada Türkiye’ye daha çok anlayış göstermeliydi” diyen Alkan, Ankara’nın AB’ye neden kızdığını şöyle açıklıyor:

“Türkiye AB’nin çifte standartlarından bıkmış ve yılmış bir tavır sergiliyor ki, bu tavır kamuoyunda doğru bulunuyor. Vize muafiyeti Türk hükümetince çok önemli çünkü ancak bununla Türkiye kamuoyu AB'ye üyelik konusunda yeniden motive edilebilecekti. Ancak AB’den gelen çelişkili açıklamalar Türkiye kamuoyunda büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Hükümet de bunun farkında olduğu için en sert açıklamalarla AB’ye yüklenmeye başladı. Tarafların birbirine yaklaşması için AB’nin daha samimi bir adım atması gerekiyor ki; bu konuda zaman kaybedilmemesi gerekir. Türkiye’den çok AB’nin atacağı adımların daha kritik olduğunu söyleyebiliriz.”

©Deutsche Welle Türkçe

Hilal Köylü / Ankara


http://www.dw.com/tr/ankara-ab-ile-ipleri-daha-da-gerecek/a-19283306


....


Türk dış Politikasının 2018 tamir yılı




Ankara 2018'e yoğun bir dış politika takvimi ile girdi. Takvimin ilk sıralarında da Almanya ilişkilerin iyileştirilmesi var. Türk dış politikasını ABD ile de zor günler bekliyor. Uzmanlar DW Türkçe'ye değerlendirdi.

 Deutschland Türkei (picture-alliance/dpa/M. Murat)
Yeni yıla İran'da patlak veren krizle başlayan Ankara, şiddetin karıştığı protesto gösterilerini şimdilik temkinli bir tutum içinde izliyor, bundan sonraki gelişmeler için hesaplar yapıyor. Yılın son günlerinde patlak veren İran krizi büyük olasılıkla Türk dış politikasını önümüzdeki günlerde de yoğun bir şekilde meşgul edecek.

Ancak Ankara'nın dış politikasında İran dışında da yıl boyunca yoğun bir programı olacak. Zira hükümetin 15 Temmuz darbe girişimi sonrası özellikle muhaliflere karşı uyguladığı sertlik politikası nedeniyle Avrupalı müttefikleri ile bozulan ilişkilerini tamir etmesi gerekiyor. Tamir listesinin başında ise Almanya var.

Avrupa Birliği ile ilişkilerin "normal seviyeye" getirilmesi hedefiyle Türk Dışişleri, özellikle Almanya-Türkiye diyaloğunu güçlendirmeye odaklandı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın "Almanya ile ilişkilerimiz gayet iyi", Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun "Almanya, ilişkileri düzeltmek adına bir adım atarsa, biz iki adım atarız" açıklamaları buna işaret ediyor.

"Türkiye'nin imajına zarar verdi"

DW Türkçe'nin edindiği bilgilere göre Almanya ile ilişkilerin iyileştirilmesi kararı alınmasında Türk Dışişleri'nin son dönemde yaptığı analizler rol oynadı. Yapılan analizlerde "İkili kriz ticaretten turizme, uluslararası alandaki güç birliğinden, Türkiye'nin imajına kadar uzanan geniş yelpazede ülkenin çıkarlarını sekteye uğrattığı" mesajı öne çıktı.

Bu yönde atılan ilk adım da Berlin'in önceliği olan tutuklu Alman vatandaşlarının serbest bırakılması oldu. Büyükada davası kapsamında tutuklanan aktivist Peter Steudtner ve gazeteci-çevirmen Meşale Tolu ile birlikte bazı Alman vatandaşlarının serbest bırakılması ile ilk adımlar atıldı. Ancak Die Welt gazetesi Deniz Yücel'in hakkında hala bir iddianame olmaksızın tutuklu olması nedeniyle Berlin için bu adımlar yeterli değil. Türk Dışişleri'nin tutuklu Alman vatandaşları için Alman hükümet ve yargı temsilcileriyle görüşmelerinin sürdüğü belirtiliyor.

ABD Başkanı Donald Trump'ın Kudüs'ü İsrail'in başkenti ilan etmesi ile başlayan gerilimde Almanya'nın da Türkiye gibi ABD'nin kararını yanlış görmesi ve sonrasında Trump yönetimine karşı birlik sağlanmış olması Ankara'yı AB ile diyalog konusunda cesaretlendirdi. DW Türkçe'nin edindiği bilgilere göre hükümet düzeyinde Almanya'ya bu yıl yeni ziyaret planları var. Ancak ziyaretlerin bakan düzeyinde olacağı belirtiliyor.

Fransa da Ankara'nın gündeminde yer alan başlıklardan. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın 5 Ocak'ta Fransa'ya yapacağı ziyaret de tamirat planının bir parçası olacak.

Yaşar Yakış: Diyalog hayati önemde

Peki Almanya başta olmak üzere özellikle temel hak ve hürriyetlerin korunması konusunda Ankara-AB hattında yaşanan krizler bitebilir mi? AKP'nin ilk dışişleri bakanı Yaşar Yakış, DW Türkçe'ye "AB ile ilişkiler dibe vurmuş olduğu için daha geriye gitmez, ancak diyaloğun sürmesinin hayati önemi var" değerlendirmesini yaptı.


 Eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış 



Eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış

Yakış'a göre AB, temel hak ve hürriyetlerin korunması konusunda Türkiye'ye ödün vermeyecek, bu yüzden Türkiye ilişkileri yumuşatmaktan öte yaptığı yanlışların farkına varıp adım atmaya başlayacak. "Bu yüzden, tutuklu Alman vatandaşlarının birer birer serbest bırakıldığını görüyoruz" diyen Yakış, bu süreçte Türkiye'nin de uluslararası alanda "diş göstermeye" başladığının AB'nin gözünden kaçmadığını vurguluyor.

Yakış, "Bir yandan Rusya'dan S-400'ler alınıyor, bir yandan Türkiye'nin çok alternatifi olduğu vurgusu yapılıyor. Türk diplomasisi, AB'nin Türkiye'ye yaptığı haksızlıkları ortaya çıkarmakta hızlı davranıyor. Tutuklu Alman vatandaşlarının serbest bırakılması kadar Erdoğan'ın Fransa'yı ziyaret edecek olması da başarıdır bu anlamda. Ancak karmaşık diplomatik trafikte Türkiye'nin çok dikkatli davranıp, elde edebileceği maksimum başarıyı yakalaması gerekiyor" diyor.

Faruk Loğoğlu: ABD ile kriz bitmedi

Gülen yapılanmasıyla mücadele kapsamında Türkiye'nin ABD Başkonsolosluğu'ndaki tutuklama operasyonunun ardından iki ülke arasında yaşanan vize krizi aşılmış görünüyor. Taraflar, birbirlerine uyguladıkları vize kısıtlamasını kaldırdı. Ancak Ankara, Trump yönetimiyle diyalog konusunda endişeli. Türk Dışişleri, özellikle Kudüs kararından sonra özellikle Suriye ve terörle mücadele konularında ABD ile işbirliğinin nasıl olacağını sorguluyor. DW Türkçe'nin edindiği bilgiye göre bu sorgulama sonucunda "realist ve karşılıklı kazanç" ilkesine dayalı bir politika izlenmesi kararlaştırılmış durumda.

Peki bu politika Türkiye'nin elini güçlendirebilir mi?

Emekli büyükelçi Faruk Loğoğlu DW Türkçe'ye yaptığı değerlendirmede, vize kısıtlamasının kaldırılmasının ilişkilerin düzelmesinde iyi bir işaret olduğunu belirtti, ancak tarafların ortak bir metin yayımlamadığına da dikkat çekti. Bu da ilişkilerin iyileştirilmesi noktasında tam bir fikir birliği olmadığına işaret ediyor.

Türkiye'nin Rusya'dan S-400 füzeleri aldığı bir sırada Pentagon'un  Türkiye'nin ABD'den de füze alacağına ilişkin açıklama yapmasının da ilginç olduğunu anlatan Loğoğlu, Türkiye-ABD ilişkisinde Suriye konusundaki gerilimin süreceğini, sonucu her olursa olsun Sarraf davasının da ilişkileri farklı bir noktaya taşıyacağını dile getiriyor.

ABD ile yeni yılda en büyük kriz noktasının da İran olacağını söyleyen Loğoğlu, "Türkiye'nin çok dikkatli, temkinli ve ölçülü bir politika ile hem İran'la hem de ABD'yle ilişkilerini yürütmesi gerekiyor" diyor.

Hikmet Çetin: Türkiye NATO'dan kopmaz

Türkiye'nin Rusya'dan S-400 sistemleri alması da Türk diplomasisi için karmaşık bir durum yaratıyor. Türkiye'nin NATO'dan uzaklaşıp uzaklaşmayacağına ilişkin tartışmalar Rusya ile S-400 anlaşmasının imzalanmasıyla birlikte daha da hararetlendi.

NATO'nun Afganistan'daki en yüksek sivil temsilciliğini de yapmış olan eski dışişleri bakanlarından Hikmet Çetin, DW Türkçe'ye Türkiye için S-400 ve NATO ikilemini değerlendirirken "Türkiye'nin NATO'dan kopması mümkün değil. Anlamı da yok. Bütün temel sistemimiz NATO'ya ayarlı. Bu yüzden S-400'lerin sisteme nasıl entegre edileceğini zaman içinde göreceğiz" diye konuştu.

NATO söz konusu olduğunda Türkiye'nin daha çok "PKK'yla mücadeleye yardım gelmiyor" yakınmasında bulunduğunu hatırlatan Çetin, "Türkiye bu konuda kendi iç mekanizmasını daha hızlı işletmeli ve NATO'ya daha erken yardım çağrısı yapabilmeli" diyor.

Hilal Köylü / Ankara

© Deutsche Welle Türkçe

http://www.dw.com/tr/t%C3%BCrk-d%C4%B1%C5%9F-politikas%C4%B1n%C4%B1n-tamir-y%C4%B1l%C4%B1/a-42000129


****


Türk-Alman ilişkilerinin son iki yılı,

Türkiye ile Almanya arasında 2016'da başlayan gerilim 2017'de tarihi bir krize dönüştü. Son haftalarda ise Türkiye'den gerilimi yumuşatma sinyalleri geliyor. Peki gerilim yaratan konular nelerdi?


Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun Almanya ziyareti Türkiye-Almanya ilişkilerinde yeni bir sayfa açılması beklentisi yarattı. Son iki yılda iki ülke arasında art arda krizler yaşandı. İşte Berlin-Ankara hattını sarsan krizler:

Alman Meclisi'nin soykırım kararı

Türk-Alman ilişkilerinde yaşanan krizin fitilini ateşleyen gelişme Haziran 2016'da yaşandı. Alman Meclisi'nin 2 Haziran 2016'daki oturumunda "1915-1916 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermenilere ve diğer Hristiyan azınlıklara uygulanan soykırımın hatırlanması ve anılması" başlıklı karar tasarısının kabul edilmesine Türkiye'nin tepkisi sert oldu. Berlin Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu Ankara'ya geri çağrıldı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın tasarıya destek veren Türkiye kökenli milletvekillerini "kanı bozuk" ve "bölücü terör örgütünün uzantıları" olarak nitelendirmesi ise Almanya'da tepkilere neden oldu.



İncirlik krizi

Türkiye, tasarının kabul etmesine tepkisini Alman milletvekillerinin İncirlik Üssü'nü ziyaret etmesine izin vermeyerek sürdürdü. 2016 Temmuz'unda başlayan İncirlik krizi, o yılın eylül ayında Alman hükümetinin, Meclis'in soykırım kararının bağlayıcılığının bulunmadığını açıklamasıyla aşıldı. Alman Meclisi Savunma Komisyonu üyelerinden oluşan bir heyet, ekim ayında Adana'daki İncirlik Üssü'nde görev yapan Alman askerlerini ziyaret etti. Ancak 2017'de yeni bir İncirlik krizi yaşandı. Bu sefer gerekçe, Türkiye'nin darbe girişimiyle bağlantılı olarak aradığı bazı eski subaylara Almanya'da iltica hakkı tanınmasıydı. Türk hükümetinin Alman milletvekillerinin ziyaretine izin vermemesine tepki gösteren Berlin, konuyu meclis gündemine taşıdı. Alman Meclisi'nde 21 Haziran 2017'de yapılan oylamada Adana'daki İncirlik Üssü'nde görev yapan Alman askerlerinin Ürdün'ün Azrak kentindeki Muvaffak Salti Hava Üssü'ne taşınmasına karar verildi. Konya'da görev yapan Alman askerlerinin ziyareti konusunda yaşanan gerilim ise NATO'nun araya girmesiyle aşıldı. NATO yetkilileri ve Alman milletvekilleri, 8 Eylül 2017'de Konya'da görev yapan Alman askerlerini ziyaret etti.

 Erdogan gegen den Satiriker Böhmermann (picture-alliance/Presidential Press Office/dpa/Spata)
Böhmermann krizi

Almanya komedyen Jan Böhmermann'ın 31 Mart 2016 tarihinde Alman ZDF kanalındaki programında Erdoğan'a yönelik hakaret içeren bir şiir okuması da iki ülke arasında krize neden oldu. Konu farklı düzlemlerde yargıya taşındı. Türk hükümetinin talebi üzerine Alman hükümeti Böhmermann hakkında "yabancı devlet adamına hakaret" suçundan soruşturma açılabilmesi için onay verdi. Ancak Alman hükümeti daha sonra söz konusu maddenin de ceza yasasından kaldırılması için harekete geçti ve bu yılın başında Alman yasalarından "yabancı devlet adamına hakaret" suçu çıkarıldı. Böhmermann krizi Almanya-Türkiye ilişkilerinde artık yer teşkil etmiyor.

15 Temmuz sonrası Türk subaylara sığınma hakkı

Türkiye'de 15 Temmuz 2016'da gerçekleşen darbe giriminin ardından ilan edilen Olağanüstü Hal ve Kanun Hükmünde Kararnamelerle başlatılan süreç de iki ülke arasındaki ilişkilerin gerilmesine yol açtı. Almanya, Türkiye'yi hukuk devleti ilkelerinden uzaklaşmakla eleştirirken, Ankara Berlin'i dayanışma göstermemekle suçladı. 15 Temmuz sonrasında yaşanan bu gerilim, geçen yıl ocak ayında 40 Türk subayının Almanya'dan sığınma talep ettiğinin ortaya çıkmasıyla iyice tırmandı. Alman İçişleri Bakanlığı tarafından geçen yıl mayıs ayında yapılan açıklamada, Almanya'ya sığınma başvurusunda bulunan Türk vatandaşlarının 217'sinin diplomatik pasaporta, 220'sinin de kamu görevlilerine verilen hizmet pasaportuna sahip olduğu belirtildi. Türkiye, Almanya'da sığınan subayların darbe girişiminde sorumlu tuttuğu Gülen yapılanması ile bağlantısı olduğu gerekçesiyle iade edilmesini istiyor ancak Almanya bu talebi reddediyor.

Casusluk krizi ve DİTİB

Türkiye-Almanya arasındaki krizlerden biri de Türkiye'nin Almanya'da yaşayan Türkleri izlediğinin ortaya çıkması ile yaşandı. Aralık 2016'da Diyanet İşleri Türk İslam Birliği'ne (DİTİB) bağlı olarak çalışan bazı imamların Gülen yanlısı olduğu iddia edilen kişiler hakkındaki bilgileri Ankara'ya gönderdiği öne sürüldü. Ankara ile Berlin arasında gerilim yaratan, Alman kamuoyunda tartışma yaratan iddialar üzerine Federal Savcılık soruşturma başlattı. Savcılıktan 6 Aralık 2017 tarihinde yapılan açıklamada, 19 imam hakkında casusluk yaptıkları iddiasıyla yürütülen soruşturmanın kapatıldığı belirtildi. Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan'ın geçen yıl şubat ayında Alman dış istihbarat servisi BND'nin Başkanı Bruno Kahl'a Gülen yapılanmasına yakın olduğu düşünülen kişi ve kuruluşların listesini verdiğinin ortaya çıkması ilişkilerde yeni bir pürüz oldu. Alman Federal Başsavcılığı'nın, Alman topraklarında casusluk faaliyetleri yürütüldüğü şüphesi üzerine MİT'in kimliği bilinmeyen çalışanlarına karşı yürüttüğü soruşturma halen sürüyor.

 Türkei Erdogan droht Niederland (Getty Images/AFP/O. Kose)
Referandum etkinliklerinin iptali ve Nazi benzetmesi

Türkiye'de 16 Nisan 2017'de yapılan Anayasa değişikliği referandumu öncesinde Türk hükümet üyelerinin Almanya'daki kampanya etkinliklerinin çeşitli gerekçelerle iptal edilmesi iki ülke arasında bir kez daha soğuk rüzgarlar esmesine neden oldu. Referandum öncesinde Türkiye Başbakanı Binali Yıldırım'ın Oberhausen kentindeki etkinliğe katılmasından sonraki günlerde, Türk bakanların katılacağı etkinliklere izin verilmedi. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu'nun referandum etkinliğine de izin çıkmadı. Çavuşoğlu Almanya'daki Türklere hitaben konuşmasını Hamburg'daki Türk Başkonsolosluğu rezidansında yaptı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Alman hükümetinin uygulamalarını Nazi uygulamalarına benzetmesi Almanya'da büyük öfke yarattı.

Almanya'dan politika değişikliğiilanı

Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, 20 Temmuz 2017'de yaptığı açıklamada Türkiye ile ilişkilerde gösterilen sabrın sonuna gelindiğini belirterek Almanya Federal Cumhuriyeti'nin Türkiye politikalarının yeniden gözden geçirileceğini ilan etti. Gabriel, Türkiye'de tutuklu Alman vatandaşlarının serbest bırakılmasını talep ederek, Türkiye'ye yönelik seyahat bilgilerinin sertleştirilmesi, Hermes kredi ve ihracat kredilerinin gözden geçirilmesi gibi önlemler açıkladı.

Erdoğan'ın "Türkiye düşmanı partiler" çıkışı

Türkiye ile yaşanan gerginlikler Almanya'da 24 Eylül 2017 yapılan genel seçimler öncesinde kampanyaların öne çıkan konuları arasında yer aldı. Türkiye'ye yönelik sert mesajların dikkat çektiği seçim kampanyaları döneminde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ağustos ayında yaptığı "Türkiye düşmanı partilere oy vermeyin" çağrısı gerilimi daha da tırmandırdı. Erdoğan'ın Türk kökenli Alman vatandaşlarını "Hristiyan Demokratlar, Sosyal Demokratlar ve Yeşiller'e" oy vermemeye çağırması, Almanya'da "içişlerine müdahale" ve "seçim boykotu" suçlamalarına neden oldu.

 Journalist Deniz Yücel (picture-alliance/Eventpress/Stauffenberg)
Die Welt gazetesi Türkiye muhabiri Deniz Yücel

Türkiye'de tutuklu Alman vatandaşları

Die Welt gazetesi Türkiye muhabiri Deniz Yücel'in tutuklanması, Ankara ile Berlin arasında gerilim yaratan konuların başında geliyor. "terör propagandası yapmak" ve "halkı kin ve düşmanlığı tahrik etmek" suçlamasıyla 27 Şubat 2017'de tutuklanan Yücel'in özgürlüğüne kavuşması için Almanya Başbakanı Angela Merkel'in de aralarında olduğu çok sayıda politikacı Ankara'ya çağrıda bulundu. Ancak Ankara, Yücel'in serbest bırakılmasına karşı çıkıyor. Hatta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Deniz Yücel'i "ajan ve terörist" olmakla suçladı. Türkiye'de tutuklanan diğer Alman vatandaşlarının geçen haftalarda serbest bırakılması ise Berlin'de memnuniyetle karşılandı. Serbest bırakılan Almanlar arasında, geçen yıl temmuz ayında Büyükada'da gözaltına alınan insan hakları aktivisti Peter Steudtner, mayıs ayında gözaltına alınan çevirmen ve gazeteci Meşale Tolu ve Kudüs'e gitmek isterken nisan ayında Türkiye'de gözaltına alınan Alman vatandaşı David Britsch bulunuyor.

DW/BK/JD/ÖA/HS

© Deutsche Welle Türkçe


http://www.dw.com/tr/t%C3%BCrk-alman-ili%C5%9Fkilerinin-son-iki-y%C4%B1l%C4%B1/a-42047023

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 9

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 9


60 Yıllık Avrupa Birliği Barışının Sırrı,


Ela Bilgen
01 Nisan 2017


Birlik karşıtı popülist hareketler, göç sorunu, terör tehdidi ve Brexit’in yol açtığı krizlerle gündemden düşmeyen Avrupa Birliği son günlerde bir kutlamayla nefes almaya çalışıyor. 25 Mart 1957’de imzalanan Roma Antlaşması’yla Birliğin çekirdeğini oluşturan Avrupa Ekonomik Topluluğu kurulalı tam 60 yıl oldu. Bu 60. yaş, krizlerin aşılması ve bütünleşmenin pekiştirilmesi için bir fırsat olarak görülüyor. Bu fırsatı değerlendirmek için 25 Mart’ta AB kurumlarının temsilcileri ve üye devletlerin liderleri Roma Antlaşması’nın imzalandığı görkemli Palazzo dei Conservatori’de bir araya gelerek ortak bir deklarasyona imza attı. Birlikten çıkış işlemlerini resmen başlatan İngiltere Başbakanı Theresa May’in zirveye katılmamış olması dikkat çekse de AB, 27 üyeyle sapasağlam durduğu mesajını verdi.

Roma Deklarasyonu’yla ilk olarak Avrupa’nın “60 yıl önce, iki dünya savaşının neden olduğu yıkımın üstesinden gelmek için birbirine bağlanma kararı aldığı” ifade edildi. Barış, özgürlük, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi değerlerin benimsendiği ve sosyal koruma ve refahın sağlanması için güçlü bir ekonomik yapı oluşturulduğu hatırlatıldı. Avrupa’nın bugün Birlik içinde ve küresel ölçekte eşi benzeri görülmemiş zorluklarla karşı karşıya olduğu ve bölgesel çatışmalar, terörizm, artan göç baskısı, korumacılık ve sosyal ve ekonomik eşitsizlikle mücadele ettiği belirtildi. Bu nedenle de daha sıkı bir birlik oluşturmanın önemi vurgulandı. Deklarasyon’un dikkat çeken cümlesiyse üyelerin “birlikte ve aynı doğrultuda ama farklı hız ve yoğunluklarda hareket edeceği” ifadesiydi.

Polonya’nın son ana dek bildiriye imza atmaktan geri durduğu ve Yunanistan’ın da bildiri metnine itirazlar getirdiği yönündeki duyumlardan Deklarasyon’un dilinin yumuşatılmış olduğu anlaşılıyor. Nitekim “farklı hızlarda hareket etme” ifadesinin son dönemde yoğun biçimde tartışılan “çok vitesli Avrupa” ya da “değişken geometrili Avrupa” denilen modele işaret ettiği söylenebilir. Çok vitesli Avrupa, “kimi alanlarda daha çok derinleşme isteyen üyelerle daha az/yavaş derinleşmeden yana olan üyeler arasındaki görüş farklılığını gidermek için bulunan yol. Buna göre, alınan ortak kararla AB içinde farklı derinleşme halkalarının oluşması mümkün. Böylece isteyen üyeler ortak hedeflere daha hızlı ulaşırken kimisi bu uygulamalara katılmayı zamana yayabilmekte. Hatta bazı üyelerin oluşturulacak kimi ortak yapılara belirli şartlar çerçevesinde hiç dâhil olmaması da mümkün olabilmekte.” [I] Üye ülkeler arasında karar alma süreçlerine katılımda eşitsizliğe neden olacağı ve AB bütünlüğünü tehlikeye sokacağı endişesiyle Yunanistan ve Polonya’nın karşı çıktığı çok vitesli Avrupa fikri, karar ve uygulamaların hızlandırılması gerektiğini savunan Almanya, Fransa, İspanya, İtalya ve Belçika tarafından destekleniyor.

Aslında çok vitesli Avrupa fikri, Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker tarafından Mart başında yayınlanan Beyaz Kitap’ta Avrupa’nın geleceği için önerilen beş senaryodan da biri. Komisyon, Brexit’in başka üye devletleri tetiklemesini önlemek adına 2025’e dek AB için alternatif bir yol oluşturmaya çalışıyor. Çok vitesli Avrupa modeli, muhtemelen nispeten yoksul üyelerde oluşturduğu kötü çağrışımlar nedeniyle “daha fazlasını isteyenin daha fazlasını yapması” olarak anılıyor ve bazı üye devletlerin savunma, iç güvenlik, vergilendirme, toplumsal meseleler vb alanlarda tüm devletlerin oybirliğine muhtaç kararları beklemeden koalisyonlarla hareket edebileceği ifade ediliyor. Bunun yanı sıra bir AB federasyonuna gönderme yapan “birlikte daha fazlasını yapmak”, yani ulusal yetkilerin daha fazla oranda ulus-üstü AB kurumlarına aktarılması da senaryolar arasında. Öncelikli alanlar belirleyerek diğer alanlardan çekilmeyi içeren “daha azını daha etkin biçimde yapmak”, ortak pazar dışındaki faaliyet ve politikaları dışarıda bırakan “sadece ortak pazar” ve hâlihazırda AB gündeminde bulunan reformların sürdürülmesi anlamında “olduğu gibi devam etme” de diğer üç senaryoyu oluşturmakta.

60 yıl önce dört özgürlük; işgücünün, sermayenin, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı öngörüsüyle kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun bugünkü ağababaları daha fazla alanda ve daha etkin biçimde söz söylemek istiyor. Ancak diğer tarafta da söz söyleme hakkı talep eden Avrupa’nın sıradan insanları durmakta. Nitekim liderler Conservatori Sarayı’ndayken AB yanlısı ve karşıtı pek çok gösterici de Roma sokaklarını doldurdu. Bu iki grup protestocunun ortak noktasıysa Birlik politikalarına ve anti-demokratik Brüksel bürokrasisine/Avrokratlara yönelttikleri keskin eleştirilerdi.

DİEM25, Blockupy ve Solidar gibi Brüksel bürokrasinin daimi muhalifleri, Roma’daki etkinliklerine liderler zirvesinden birkaç gün önce başladılar ve çeşitli platformlarda sosyal haklar, toplumsal cinsiyet eşitliği, eğitim, göç, iklim ve enerji politikaları ve etkin yurttaşlık gibi pek çok alanda reform beklentilerini dile getirdiler. Neoliberal politikalar ve kemer sıkma tedbirleriyle tetiklenen milliyetçi hareketler ve toplumsal gerginlikler sonucunda Avrupa’nın çökme noktasına geldiği eleştirileri yapıldı. Avrupa’nın her yerinde sınırların, duvarların, tel örgülerin yükselmekte olduğu, göçmenlerinse demokrasi ve sosyal haklarla birlikte ilk kurbanlar olduğu vurgulandı. İçinde bulunulan dönemin normal bir zaman olmadığı ve tüm Avrupalıların tehlike altında olduğu ifade edildi. Roma sokakları, neoliberal politikaların bir zorunluluk olmadığını haykıran insanlarla dolup taştı.

AB’nin kuruluşuna dair kurumsal anlatı, iki dünya savaşının yıkımının ardından Avrupa halklarının ihtiyaç duyduğu barış ve refahın sağlanması amacını parlatır. Sokaktaki bu huzursuz tabloya rağmen, Roma’daki liderler zirvesinde de son 60 yıllık dönem, Avrupa tarihinin en uzun süren barış dönemi olarak anıldı ve AB’nin 2012’de Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüğü hatırlatıldı.

Ancak göstericilere kulak verildiğinde bu barış döneminin Avrupalılar açısından eşitlik ve adaleti, dolayısıyla toplumsal huzuru sağlayamadığı anlaşılıyor. Tam da bu nedenle Avrupa Birliği’ni bir barış projesi olarak ele almak, onun kuruluş amacını ve bugünkü varlık nedenini doğru biçimde analiz etmeyi güçleştiriyor. Zira kuruluşun tetikleyicisi Avrupa halklarının barış ve refah ihtiyacından çok, yeni hegemon olarak beliren ABD’nin ekonomik gelişmesi için gereken barış ve refah ihtiyacıydı. II. Dünya Savaşı’nın ardından 1929’dakine benzer bir ekonomik bunalımın yaşanmasını önlemek için ABD öncülüğünde önce sabit kur sistemi belirlenmiş, sonra bu sisteme iki güçlü para birimi eklenerek doların desteklenmesi kararlaştırılmıştı. Bu destekleyicilerse Savaş’ın yenilenleri Almanya ve Japonya olacaktı. Elbette güçlü para birimi için bu iki ülkede ağır sanayi kurulmalı ve üretilen mallar için de gereken talebi sağlayacak yakın ticaret bölgeleri oluşturulmalıydı. [II]

Gerçi savaşın acıları henüz tazeyken ve intikam duyguları yükselmişken Almanya’nın sanayisizleştirilerek cezalandırılması talepleri dile getiriliyordu ama ABD açısından Almanya’ya karşı yürütülen savaş sona ermiş, savaşın düzeni geçerliliğini kaybetmiş ve yeni bir düzen kurma ihtiyacı belirmişti. 16. yüzyıl başında Amerika kıtasında Papa’nın kurallarıyla bağlı olmayan “yerlilerle” tanışan Avrupalıların, Papalık düzeninden farklı bir düzen ihtiyacıyla modern uluslararası hukuka adım atmaları süreci tersine dönmüş gibiydi. Tıpkı 16. yüzyılda yerlilerin insanlaştırılarak yeni düzenin kapsamına alınması gibi, Almanlar da (uluslararası ceza mahkemeleri yoluyla) suçlarından arındırılarak “muhatap”laştırıldılar ve yeni düzen kapsamına alındılar.

Böylece tıpkı Birleşmiş milletler gibi bir yeni düzen çocuğu olarak doğan Avrupa Ekonomik Topluluğu yeni hegemon ABD’nin tam desteğiyle kuruldu. Henüz hegemonyasının sona erdiğini bu şekilde resmileştirmeye hazır olmayan bir önceki hegemon İngiltere’nin başlangıçta Topluluk üyeliğinden geri durması da şaşırtıcı değildi.

AB’nin kuruluş amacı daha derinde kapitalizmin önündeki engellerin aşılmasıydı. Fernand Braudel’in söylediği gibi [III] kapitalizm, ulus-devletin düzenleyiciliğine ihtiyaç duymaktaydı. Nitekim ulusal hükümetlerin kamu kaynaklarını batık bankaları kurtarmaya adadığı 2008 krizi de sermayedarların devletlerin düzenleyici gücüne ne kadar muhtaç olduğunu bir kez daha gösterdi.

Ancak Yannis Varoufakis’in hatırlattığı gibi 1929 Bunalımı’ndan [IV] “kapitalizmin ulusal düzeyle sınırlı kalarak etkili şekilde yürütülemeyeceği” dersi de çıkarılmıştı. II. Dünya Savaşı, dünya sistemini bir imparatorluğa dönüştürmeye çalışan faşizmlerin kapitalist ilerlemeyi durdurma girişimlerine sahne olmuştu. Savaşın ardından hızlanan Avrupa bütünleşmesi fikri, sistemi bir imparatorluğa çevirmeden, kontrollü biçimde, kapitalizme vurulan bu faşizm darbesinin tekrarlanmasını önlemeyi amaçlıyordu. Yani İngiltere hegemonyasının zayıflamasının kıtada oluşturduğu dengesizlik ABD hegemonyası tarafından Avrupa bütünleşmesi şeklinde doldurulmaktaydı.

Bugün artık ABD, hegemonik gücünü kaybederken Avrupa bütünleşmesinden/AB’den de desteğini çekiyor. Bu boşluktan doğabilecek fırsatları ilk görenin, deneyimli İngiltere olması da rastlantı olmayabilir. Bu aynı zamanda dünya ekonomi sisteminde ve dolayısıyla ulus-devlet düzeninde yapısal bir dönüşümle de eş güdümlü ilerlemekte. AB’nin parçalanması ve bir imparatorluğa dönüşmesi fikirleri aynı anda tartışılıyor: parçalanmazsa, muhtemelen bir imparatorluğa evrilecek. Trump’ın AB bürokratları tarafından bir tehdit olarak görülmesi de aslında ulus-devletlerin ve sermaye birikiminin sürdürülebilirliğinin tehdit altında olduğuna işaret ediyor. İmparatorluğa evrilme sürecinde AB’nin mevcut ayrıcalıklı kesimleri (Avrokratlar ve onlar tarafından desteklenen sermayedarlar) ayrıcalıklarını sürdürmenin yollarını aramakta. Avrupa halkları ise eşitsizliği pekiştirmiş olan eski düzeni, daha eşitlikçi bir düzenle değiştirme mücadelesi vermekte. Roma’da biri sniperlarla korunan kapalı bir salonda, diğeri başkentin tüm sokaklarında, birbirinden apayrı iki kutlama yapılmasının nedeni de bu.

[1] Erdem Denk, Avrupa Birliği, MEB, Ankara, Aralık 2016, http://www.erdemdenk.com/AB.pdf, s.115.
[2] Yanis Varoufakis, Küresel Minatouros, Çev. Ferhat Kohen, İstanbul, Encore Yayınları, Mayıs 2015, s. 84-89.
[3] “Kapitalizm ancak devletle özdeşleştiğinde, devlet olduğunda başarıya ulaşır.”, Fernand Braudel, Kapitalizmin Kısa Tarihi, Çev. İsmail Yerguz, 2. Baskı, İstanbul, Say Yayınları, 2014, s.62.
[4] Yanis Varoufakis, Küresel Minatouros, Çev. Ferhat Kohen, İstanbul, Encore Yayınları, Mayıs 2015, s. 75.

http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8238/60-yillik-avrupa-birligi-barisinin-sirri#.WlxeY65l8dU

...

AB Komisyonu: Geri Kabul Anlaşması yürürlükte

AB Komisyonu, 1 Haziran itibariyle Türkiye ile AB arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması'nın tüm hükümlerinin yürürlüğe girdiğini duyurdu. Buna göre, Türkiye üzerinden AB'ye kaçak giriş yapanlar geri gönderilebilecek.

 Türkei Dikili Rückführung von Flüchtlingen

AB Komisyonu'nun açıklamasına göre, 1 Haziran'dan itibaren anlaşmaya taraf olmayan Danimarka ve İrlanda dışındaki tüm AB üyesi ülkeler, Türkiye üzerinden AB topraklarına kaçak yollardan giriş yaptığı tespit edilen göçmenlerin geri gönderilmesini Türkiye'den talep edebilecek.

AB topraklarına Türkiye üzerinden girdiği tespit edilen kişilerin geri gönderilmesini öngören Geri Kabul Anlaşması 1 Ekim 2014 tarihinde kabul edilmişti. Anlaşmanın, Türk vatandaşı olmayan göçmenlerin de Türkiye'ye iadesini öngören son aşamasının 2017 yılında yürürlüğe girmesi bekleniyordu. Ancak Türkiye ile AB arasındaki mülteci krizi konusundaki yakın işbirliği nedeniyle bu tarih öne çekildi. Geri Kabul Anlaşması'nın tüm hükümleriyle uygulanması, Türk vatandaşlarına Schengen Bölgesi'nde vize serbestisi tanınmasının ön koşullarından birini oluşturuyor.

Türkiye ile AB arasındaki mülteci mutabakatı çerçevesinde, mart ayından bu yana Türkiye'den Yunan adalarına kaçak yollardan geçtiği tespit edilen ve Yunanistan'da iltica başvurusunda bulunmayan sığınmacılar Türkiye'ye geri gönderiliyor. Ancak iadeler şu ana kadar Türkiye ile Yunanistan arasındaki ikili bir mutabakata dayanıyordu.

Komisyondan yapılan açıklamada, "Anlaşmanın üçüncü ülke vatandaşlarına ilişkin maddelerinin yürürlüğe girmesi Türkiye'nin vize muafiyeti sürecinde talep edilen kriterlerin yerine getirilmesi konusunda bir adım daha atmasını sağlıyor" denildi.


 Ömer Celik,

AB Bakanı Ömer Çelik

Bakan'dan vize açıklaması

AB, vize muafiyeti için Türkiye'den terörle mücadele yasasının değiştirilmesinin de aralarında bulunduğu 5 kriteri daha yerine getirmesini istiyor. Türkiye'nin toplamda 72 kriteri yerine getirmesi gerekiyor.

Brüksel'de temaslarda bulunan AB Bakanı Ömer Çelik Geri Kabul Anlaşması ile vize muafiyetinin ayrı düşünülemeyeceğini söyledi. Çelik, "Ahde vefa ilkesi gereğince, geri kabul anlaşması, yürürlüğe girmesi, vize serbestisi, gönüllü yerleştirme, 33. faslın açılması bunların hepsi bir pakettir ve bir biri ile bağlı elementlerdir. Bu elementlerin birini diğerinden ayırdığınızda yeni başlayan ivmenin kimyasal özelliğini bozarsınız. Bu kimyasal özelliğin korunması sürecin bundan sonra ilerlemesi açısından son derece kritik bir anlam ifade ediyor. Bu sebeple Türkiye'nin talep ettiği vize serbestisi konusunun hayata geçmesi fevkalâde önemlidir" dedi. Bakan Çelik, "Terörle mücadele yasasında değişiklik yapmamız beklenmemelidir" dedi.

Avrupa Parlamentosu, Türkiye tüm koşulları yerine getirmediği sürece vize muafiyeti konusunun parlamentonun gündemine alınmayacağını açıklamıştı.

© Deutsche Welle Türkçe

dpa/Reuters/DW, BÖ/ÇA


http://www.dw.com/tr/ab-komisyonu-geri-kabul-anla%C5%9Fmas%C4%B1-y%C3%BCr%C3%BCrl%C3%BCkte/a-19299023

...













Juncker: Erdoğan iki kere düşünsün

AB Komisyon Başkanı Jean-Claude Juncker Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı mülteci anlaşmasını bozmadan önce iyi düşünmesi gerektiği konusunda uyardı.

 Jean-Claude Juncker ve Tayyip Erdoğan
AB Komisyon Başkanı Jean-Claude Junker, "Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın AB ile varılan mülteci anlaşmasını feshetmeden önce iki kere düşünmesi gerektiğini" söyledi.

AB Komisyonu Başkanı Paris'te yaptığı açıklamada, "Erdoğan, anlaşmayı feshedecekse Türk gençlerine, iş insanlarına ve gazetecilere şu an neden kendi topraklarında neden sıkışıp kaldıklarını ayrıca Türklerin Avrupa'da neden serbestçe dolaşamadığını açıklamak zorunda kalır" dedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen hafta yaptığı açıklamada, "söz verildiği gibi AB'de Türklere vizesiz dolaşım hakkı 30 Haziran'da verilmezse, Türk tarafının AB ile varılan mülteci anlaşmasını feshedeceğini" söylemişti.

Mart ayında Türkiye ile AB arasında varılan mülteci anlaşması, Türkiye'den yasadışı yollarla Yunan adalarına geçmiş sığınmacıların geri gönderilmesini kapsıyor. AB ise mutabakat kapsamında Türkiye'ye gönderilecek her bir Suriyeliye karşı, Türkiye'den bir Suriyelinin Avrupa'ya kabul edilmesini taahhüt etmişti.

Avrupa Parlamentosu Türkiye'nin 72 kriterin tamamını yerine getirmesi halinde vize serbestîsi konusunun gündeme alınacağını açıkladı ve bu konuda geri adım atılmayacağının sinyalini verdi. AB Komisyonu'nun Türkiye'den yerine getirmesini talep ettiği koşullar arasında terörle mücadele yasasının değişmesi ve "terör" tanımının yeniden yapılması da bulunuyor.

© Deutsche Welle Türkçe

afp/MK/BÖ

http://www.dw.com/tr/juncker-erdo%C4%9Fan-iki-kere-d%C3%BC%C5%9F%C3%BCns%C3%BCn/a-19296533


...........


' Türkiye ile Yapılan anlaşmaya Güvenilmemeli '

Avusturya Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz, AB'yi mülteci kriziyle mücadelede Türkiye ile yapılan mülteci anlaşması konusunda uyardı.



Sebastian Kurz

Avusturya Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz Der Spiegel dergisine verdiği demecinde, Avrupa Birliği'ni mülteci krizinin çözümünde Türkiye ile yapılan anlaşmaya güvenilmemesi konusunda uyardı.

Kurz, "Aksi takdirde sonunda biz de yalnız bırakılacağız" dedi. Avusturya Dışişleri Bakanı ayrıca Türkiye ile ne pahasına olursa olsun bir anlaşma yapılmasına karşı olduğunu da sözlerine ekledi.

Kurz, anlaşma sayesinde ancak kısa süreliğine yükün hafifleyeceğine dikkat çekerek, anlaşmanın sadece bir B Planı işlevi görebileceğini ifade etti. Bakan anlaşmaya bel bağlamak yerine, öncelikli çözümün dış sınırlarını koruyabilecek durumda güçlü bir Avrupa olmak olduğunu kaydetti.

Sebastian Kurz, "Bunu yapmazsak, farklı devletlere ve hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi kişiliklere bağımlı bir Avrupa'da yaşarız. Ve bağımlılık tehlikelidir" dedi. Türkiye söz konusu olduğunda da vize muafiyetinde bir istisna yapılmaması gerektiğini belirtti.

Türkiye ile AB arasındaki mülteci anlaşması, Türkiye'den yasadışı yollarla Yunan adalarına geçmiş sığınmacıların geri gönderilmesini kapsıyor. Türkiye'ye gönderilecek her bir Suriyeliye karşı, Türkiye’den yasal yollarla bir Suriyeli Avrupa'ya kabul edilecek.

Türkiye anlaşmanın bir parçası olarak vize muafiyeti sağlanmasını bekliyor. Ancak vize muafiyeti konusu son dönem Türkiye ile AB arasında tartışmaya dönüştü. Özellikle de Türkiye'nin 72 kriter arasında yer alan terörle mücadele yasasında reforma gidilmesi şartını kabul etmemesi nedeniyle süreçte ilerleme kaydedilemiyor.

© Deutsche Welle Türkçe

DW, dpa, GA/BW

http://www.dw.com/tr/t%C3%BCrkiye-ile-yap%C4%B1lan-anla%C5%9Fmaya-g%C3%BCvenilmemeli/a-19286652


10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***