TÜRKİYE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRKİYE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2019 Perşembe

MODERNLEŞMENİN EVRENSEL GELİŞİMİ İÇİNDE TÜRKİYE’NİN VE ATATÜRK’ÜN YERİ

MODERNLEŞMENİN EVRENSEL GELİŞİMİ İÇİNDE TÜRKİYE’NİN VE ATATÜRK’ÜN YERİ 


Prof.Dr.Mustafa ERGÜN
* Afyon Kocatepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi 



Özet 

Tebliğ, dünyada son üç-dört yüzyıldan beri devam eden modernleşme hareketleri içinde Türkiye’nin gerek kronolojik gerekse nitelik olarak yerini belirlemek ve bu Türk yenileşmesi içinde de Atatürk’ün yerini ve rolünü ortaya koymayı amaçlamaktadır. 

Son yüzyıllarda ortaya çıkan ve hâlâ hızından bir şey kaybetmemiş olan modernleşme hareketleri bilim ve teknolojide, sanayileşme ve yeni ekonomik düzen alanında, demokratik hayatın geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması alanında, askerî sistemlerde, eğitim sistemlerinde, hukuk düzeninde ve toplumsal hayatın hemen her alanında meydana gelmektedir. Bu gelişmeler önce İngiltere’de başlamış, oradan Hollanda, Belçika, Fransa kanalıyla kıt’a Avrupasına girmiş ve Almanya, Rusya, Polonya, Balkan ülkeleri ve Türkiye’ye doğru bir yayılma göstermiştir. Gelişme hareketleri öte yandan Japonya, Kore, Malezya, Singapur, Çin, Hindistan yoluyla doğudan batıya doğru da gelişmeye başlamıştır. 

Osmanlı Devleti bu değişimlerin farkına çabuk varmış ama çeşitli nedenlerle değişime tereddütlü başlamıştır. Her şeye rağmen Batılılaşmada devlet kararlı bir yol tutmuş, topraklarının önemli bir kısmını koruyamamış ise bile, çok sağlam tecrübeler geçirdiği için temelleri çok sağlam olan bir devlet kurmuştur. 

Osmanlının başlattığı Batılılaşma hareketi, Atatürk tarafından siyasi alanda parlamenter bir cumhuriyete, hukuk sistemi tamamen çağdaş hukuka kavuşmuş, eğitim sistemi laik ve bilimsel temelde tam “rayına oturtulmuş”tur. Ayrıca kurulan devletin sınırları içindeki bütün insanları çağdaş laik “Türk” kültürü içinde birleştirmek için büyük çaba harcanmış, halka kuvvetli bir özgüven aşılanmış ve hiçbir zaman eskimeyecek “millete ait bir egemenlik” ve “çağdaş uygarlık düzeyinin üzerinde olmak” gibi idealler ortaya konmuştur. 

Batılılaşmada dil, din ve diğer kültürel unsurların tamamen değiştirildiği bir sömürge batılılaşması izlenmemiş; Çin ve Japonya gibi kapılarını uzun süre Batılılara kapatarak olayı görmezden de gelmemiş, onlarla savaş ve barış içinde bazen uzlaşarak bazen dövüşerek kendi kültürel değerlerine bağlı, kararlarını bağımsız olarak kendi veren sağlam bir gelişme yolu izlemiştir. Bugün bile izlediğimiz bu politikada, Atatürk’ün büyük rolü vardır. 

Giriş 

Oswald Spengler dünya tarihine yön vermiş sekiz büyük kültür arasında Türk kültürünü saymaz. Arnold Toynbee de tarihe damgasını basmış yirmi küsur temel kültür arasına Türk kültürünü koymaz. Bu değerlendirmeler uzun uzun tartışılıp karşı tezler üretilebilir; bu tarihçilerin görevidir. Ancak şurası unutulmamalıdır ki, Türk kültürü tarihin her döneminde dünyanın en güçlü kültürleriyle yanyana, her zaman mücâdele halinde yaşamıştır. Dünyanın en güçlü kültürünün Çin kültürü olduğu zaman onlarla yanyana zorlu bir mücâdele yapmıştır. İran-Turan mücaleleleri yüzyıllar boyu sürmüştür. Hint kültürünün tüm Asyaya yayılma döneminde biz hemen karşılarında idik. 
Tüm ortadoğuyu, kuzey Afrika’yı ve İran’ı bir hamlede ele geçiren Arap ordularıyla Orta Asya’da 250 yıl boyunca mücâdele eden de Türklerdir. İran ve Arap süzgecinden geçtikten sonra Anadolu’da o zamanın en güçlü devlet ve kültürlerinden olan Bizans ile mücâdele edip onu ele geçiren, ve daha sonraki yüzyıllarda hem Avrupa devletleriyle hem Rusya ile uzun bir mücâdeleye giren devlet de bu devlettir. Tarihin garip cilvesine bakın ki, şimdi de dünyanın en baskın kültür ve devleti olan Amerika ile yan yana gelip yaşamaya çalışan 
devlet de Türk devletidir. 

Bu zor hayat bize devlet kurma, çok değişik kültürlerle bir arada barış içinde yaşama, bağnaz olmama ve değişikliklere çabuk intibak etme becerisi kazandırmıştır. Türk kültürü çok değişik kültürlerle bir arada yaşayıp mücâdele ede ede çeliklenmiştir. Bizim kültürümüz kabileciliğin ve coğrafyanın bir kültür üzerinde tutabileceği tortulardan temizlenmiştir. Dolayısıyla her türlü değişiklik karşısında özünü bozmadan çok çabuk ve doğru intibak eden bir kültür haline gelmiştir. 

Son bin yıl içinde müslüman olup bu kültürü iyice içine sindiren Türk kültürü, son 250-300 yıldan beri de yan yana yaşadığı ve bütün dünyaya egemen olmuş bulunan modern Batı kültürel değerlerini kazanmaya çalışmaktadır. Türklerin kendi kültürel değerlerinden vaz geçmeden müslüman olmaları nasıl yüzyıllar boyu sürmüş ise, gene kendi kültürel değerlerini bırakmadan modern, demokratik, laik ve gelişmiş bir devlet olmaları uzun sürmektedir. 

Bu tebliğde, Türk devleti ve kültürünün bu son değişim süreci analiz edilmeye çalışılacaktır. 

Modern gelişimin değişik yönleri 

Avrupa’yı sofu bir Hıristiyan kültürü olmaktan çıkarıp bugünkü güçlü konumuna getiren faktörler nelerdir? 

Avrupa’da modernleşmenin temelleri, 1200’lerden itibaren önemli ölçüde nüfus artması, büyük şehirlerin ortaya çıkması, üretim ve tüketimin sürekli büyümesiyle atılmaya başlamıştır. 1500’lü yıllardan itibaren insan düşüncesinde büyük bir devrim ortaya çıkmaya başlamış ve 1660’lara gelindiğinde modern bilimin temelleri atılmıştır. Artık ondan sonraki dönemlerde, bilimsel bilgilerin pratik gayelerle uygulamaya konulmasından sonra Avrupa’da bir sanayi devrimi ortaya çıkmaya başlamıştır. 

Bu yüzyıllarda Avrupa kültürü ve yönetim biçimleri laikleşmiş (Avrupa’da hukuk daha 1700’lerde laikleşmişti) ve rasyonelleşmiş, sanayi devrimleri ve eğitimin yaygınlaşması ile bu durum toplumun bütün kesimlerine iyice yayılmıştır. Bilim ve teknik arasındaki bağlantı 19. yüzyılda daha da kuvvetlenmiş, her ikisi de birbirlerinin gelişmelerini hızlandırmışlardır. Öyle ki, bilim ve teknik Batı uygarlığının yeni dini veya ideolojisi haline gelmiştir. 

Sanayi devrimi ve onun arkasından gelen yeni ekonomik (üretim)-ticari sistem, reklam, pazarlama, tarımda makinalaşma, yeni enerji kaynakları, yollar (demiryolu, suyolu, havayolu) gibi faktörler Avrupa’da değişimin ana motoru olmuştur. 1760’larda İngiltere’de başlayan üretimde makinalaşma 1780’li yıllarda bir sanayi devrimi haline gelmiş ve bu 1815’ten sonra da kıt’a Avrupasına yayılmaya başlamıştır. 

Ülke Değişmenin başlaması Sanayiin olgunlaşması 

İngiltere 1783-1802 1850 
Fransa 1830-1860 1910 
Amerika 1843-1860 1900 
Almanya 1850-1873 1910 
Japonya 1878-1900 1940 
Rusya 1890-1914 1950 

Bugün Batı, bir sanayi medeniyetidir. Sanayileşme içinde ortaya çıkan kapitalist sistem, ekonomi üzerine dayalı bir toplum yapısı kurmuştur. 

Batıda sanayileşme ile birlikte ortaya çıkan bir başka gelişme ise siyasi gelişmeler ve demokratik hayatın kurulmasıdır. Burada devlet yönetim sistemi değişmiş, vatandaşlık kavramı ortaya çıkmış; insan hakları, kadın hakları gibi alanlarda önemli gelişmeler olmuş, yönetim bireysel olmaktan çıkmış ve kurumsallaşmış, devlet ve toplum yönetiminde yeni kurumlar ortaya çıkmıştır. Sanayileşme hareketiyle birlikte, ama sanayileşme hareketi İngiltere’de başlarken bu kez Fransa’da, siyasi değişiklikler görülmeye başlamıştır. Anayasa, cumhuriyet, insan hakları, dinin yönetim dışına çıkarılması, millîyetçilik, devletin parlamento ve ona bağlı hükûmetler aracılığıyla yönetilmesi, yönetimin bakanlıklar tarzında teşkilâtlanması ve yönetim bürokrasisinin ortaya çıkması gibi gelişmeler olmuştur. Fransa’da hürriyet ve eşitlik temelinde başlayan siyasi devrim (1789-1791), Amerikan siyasi devrimi ile aynı zaman diliminde (1775-1789) meydana gelmiştir. 
Ama Fransız devrimi bir domino taşı gibi Belçika’nın bağımsızlığını, Polonya’nın ortaya çıkışı, Almanya ve İtalya’nın ulusal birliklerini sağlaması, Rusya’nın sanayide ve bilimde yeni bir güç olarak ortaya çıkışı gibi sonuçlar ortaya çıkarmıştır. 

Sanayileşme ve geleneksel yönetim biçiminin değişmesi, kilisenin gücünün iyice zayıflaması, aristokrat sınıfların yoksullaşması, kapital sahiplerinin giderek zenginleşmesi, kırsaldan kentlere göç ve orada bir işçi sınıfının doğması, köylerin şehirleşmesi, hayat standartlarının yükselmesi gibi birçok toplumsal değişiklikler meydana geldi. 

Bilim ve teknolojideki gelişme, bir kültür devrimi de başlattı. Rasyonalist aydınlanma felsefesi, pozitif bilimlerin gelişmesi için uygun bir zihinsel ortam hazırladı. Bilimsel gelişmeler hem teknoloji olarak sanayi alanında uygulandı hem de okullar vasıtasıyla geniş kitlelere yaygınlaştırıldı. 

Bu arada eğitim sistemlerinde önemli gelişmeler oldu. Avrupa ülkeleri, Amerika ve Rusya sürekli olarak birbirlerinin eğitim sistemlerini incelediler ve güçlü taraflarını hemen kendi memleketlerine aktardılar. Devlet birçok kamu alanlarını olduğu gibi, eğitimi de kontrol altına aldı. Bütün ülkelerde eğitim bakanlıkları kuruldu. Devletler bütün vatandaşların çocuklarına zorunlu eğitim vermeye 
başladı. Bu bir taraftan ulusal birliklerin güçlenmesini, demokrasinin ilerlemesini, öte yandan da bilim ve sanayiin ihtiyacı olan zeki ve yetenekli çocukların daha geniş bir havuzdan seçilmesini sağladı. 

Modernleşme döneminde hukuk sisteminde de önemli değişiklikler oldu. Din bu alandan da çıkartıldı ve sosyal uzlaşı ve akıl temelinde bir hukuk sistemi ortaya kondu. Hukuk, laiklikle beraber devletlerin ana özelliklerinden biri haline geldi. İnsanların eşitliği, vatandaşlık, içinde yaşanılan şartlar, sosyal anlaşma ve akıl temeline dayalı Batı hukuku bütün modern ülkelerde aynı prensiplere sahip 
olduğu gibi, birçok alanda uluslararası kontrol mekanizmaları da oluşturmuştur. 

Modernleşmenin ülkeler arasında gelişmesini en çok etkileyen faktörlerin başında askerî alandaki gelişmeler gelmektedir. Çünkü modern ülkeler yüksek bir askerî güce ulaşarak, hem dünya üzerinde sömürgeler oluşturmuşlar hem de çevre ülkeleri ele geçirerek kendi topraklarını ve egemenliklerini genişletmişlerdir. Dolayısıyla birçok ülke modernleşmeye askerî alandan başlamış ve kurulan yeni ve modern askerî güçler yeni toplumun ve devletin şekillenmesinde ana rolü oynamışlardır. 

Avrupa’da kültürel ve entellektüel hâkimiyet uzun süre, hattâ Rönesans döneminde bile İtalya’da kalmış, daha sonra bu kültür mirasını Fransa devralmıştır. O zaman, Roma’nın yerini Paris, Lâtincenin yerini Fransızca almıştır. 17. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa’nın kültürel üstünlüğü İngiltere’ye geçmiş; buradaki ferdiyetçilik ve hür düşünce bilimsel gelişmeleri hızlandırmış; ışık artık kuzeyden gelmeye başlamıştır. “İngiltere Avrupa’yı, Avrupa bütün dünyayı öğretmiştir.” 1700’lerden itibaren sanat ve edebiyat 
alanında bile İngilizler öne geçmiş, Fransızcanın yerini bu kez İngilizce almıştır. İngiltere’nin kıt’a Avrupasına en iyi yansıdığı yer, her türlü özgürlüğün yaşandığı Hollanda olmuştur ve burası Rusya’nın Batılılaşması çabalarında kaynak ülke haline gelmiştir. 18. yüzyılda İngiliz dinamizmi tekrar kıt’a Avrupasına Almanya kanalıyla girmeye başlamış ve buradan dalga dalga doğuya doğru yayılmıştır. 

Türk Modernleşmesi 

Ülkelerin ve devletlerin moderleşmesinde birbirine benzer yollar izledikleri görülmektedir. Önce başka ülkelerdeki ilerlemenin farkına varılmaktadır. Bu bazen yavaş ama bazen de bir şok safhası şeklinde olmaktadır. Daha sonra farklılığın boyutları algılanmaya ve analiz edilmeye çalışılmaktadır. Daha sonra hangi alanlarda değişiklikler yapılacağı kararlaştırılmakta ve önce bir taklit başlamaktadır. 

Osmanlı Batı ile sürekli savaş ve barış durumunda yaşadığından, Batıda olup bitenlerin farkına varmaması imkansız idi. Daha 1700’lerin başında Avrupa ile daimi elçilik şeklinde siyasi ilişkiler kuruldu. Daha sonra Avrupa’dan devlet sistemini hemen her alanda değiştirmek için değişik zamanlarda yüzlerce uzman getirtildi. 1827’den itibaren aynı zamanda Avrupa’ya öğrenciler gönderilerek 
değişimin öz kaynakları yetiştirilmeye çalışıldı. Bu hareketlerle eşzamanlı olarak Türkiye’de Batı modelinde bir eğitim sistemi kurulmaya ve okullar açılmaya başlandı. Bütün modernleşmekte olan ülkelerin yaptıkları da bu idi. 

Türk modernleşmesini daha iyi anlayabilmek için, Rusya ve Japonya örneklerine biraz daha yakından bakmakta yarar vardır: 

Batı, Batılılaşma öncesi dönemdeki Rus ordularını hep yendi, Osmanlıda ise durum neredeyse tersi idi. Rusya, Batı karşısında kendini hiçbir zaman çok güçlü görmedi, üstünlük duygusuna kapılmadı; Batı uygarlığını Türklerden daha kolay kabul etti ve kendi sistemine daha hızlı uyguladı. Rusya “gönüllü Batılılaşma” denebilecek bir yol izledi. Osmanlınmki ise biraz zorunlu ve gönülsüz oldu. 
Rusya, sivil ve askerî Batılılaşmayı paralel götürürken, Osmanlı bu paralelliği sağlayamadı (ve hâlâ da sağlanamadı). 

Japonlar Batılılaşmaya sanayileşme ile başladılar. Sanayileşmenin nüfus, teknik ve bilimsel bilgi, yönetimsel istikrar gibi unsurları -Osmanlıda henüz oluşmamışken- burada oluşmuştu. Türkiye ile Japonya arasındaki farkları karşılıklı iki sütunda görmek yararlı olacaktır. 

Osmanlı (Türkiye) Japonya Batı ile hep iç ice ve savaş halinde yaşamıştır. 
Coğrafyalar bitişik Batıdan coğrafî olarak uzak; istediği zaman ilişkileri kesebiliyor. 

Bütün kültürlerle hep iç içe ve yanyana. 
Bazı kültürleri sentezleyecek vakti olmamış. 
Dünyadan izole, kendi adalarında birlik, ahlâk ve disiplin içinde yaşıyor. 
Hem Çin hem de Batı kültürlerini özümsemiş. 
Üç kıtada devlet kurmuş ve yönetmiş, çok geniş topraklarda birçok milleti, dini, dili, ırkı vs. birleştirmiş. 
Devamlı iç savaşlar olmakla beraber homojen bir millet Birçok devlet kuruluyor ve yıkılıyor. 
Bazen devlet-millet kavgası oluyor. 
Savaşlar, toprak kayıpları, göçler... 
2660 yıldan beri bir devlet; millî yapıdaki devlet millet ile bütünleşmiş. Batılılaşma döneminde uzun istikrar var. 
Batılılaşmada Fransa örneği ile başlandı. 
Fransız ihtilâli etkisiyle hep rejim ve politika, ideoloji tartışıldı. Bilim ve teknik yerine kültür ve rejim alındı. 
Tokugava zamanındaki Fransa örneği hemen bırakılarak Alman yönetim sistemi ve İngiliz sanayileşmesi örnek alındı. Rejim tartışmaları yapmadılar. 
Tartışmalar genelde devletin yönetim biçimi üzerinde oldu, merkezî otorite giderek sarsıldı. Devlet-halk-ordu ve bürokrasi arasındaki güven ve saygı kayboldu. 

Devletin yönetim biçimi ve imparatorun yetkileri üzerinde tartışma yapılmadı. 
Halk ile devlet organları arasında hep saygı ve güven esas oldu. 
Batıya az öğrenci gönderildi ve onların izlemesini iyi yapılamadı. 
Öğrenciler iyi seçildi, bilim ve teknoloji eğitimi için gönderildi ve izlendi. 
Batılı uzmanlar iyi seçilemedi; oradan kaçan aristokratlar ve Avrupalıların kendi gönderdiği az sayıda uzman kişi ile çalışıldı. 
Batının en iyi uzmanlarını seçip iyi para vererek getirdiler. Kısa zamanda çok sayıda uzman desteğiyle çalıştılar. 

Batı Türkleri sevemedi, Türkler de Batıyı; ilişkiler hibir zaman samimi olmadı. 
Avrupalılar samimi ve dürüst davrandılar. 
İlişkiler güven havası içinde kuruldu. Batılılaşmaya karşı çıkanlarla savunanlar 200 yılı aşkın zamandır hep çatışıyor, devlet her zaman net tavır koyamıyor. 
Batılılaşmaya karşı bir grup yok, sanayileşme ve yenileşmelerde hep kararlı bir politika izlendi. 
Batılılaşmaya başladığında Osmanlı duraklama devrini bitirmiş ve çöküş dönemi psikolojisine girmişti. 
Sanayileşmeye başladığında Japonya yeni bir yükselme devrine başlamıştı. 

Osmanlı modernleşmesi önce askerî alanda başlamış, Batı tipi askerî birlikler teşkil edilmiş, eğitim yenilenmiş, askerî teknoloji modernleştiril miştir. Japonya’da modernleşmeye karşı çıkan samurayların ortadan kaldırılması gibi, Osmanlıda da modernleşmenin önündeki en büyük engel olan Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırılmıştır. 

Osmanlı sanayileşmeyi gerçekleştiremedi. Japonlarla aynı tarihte kurulan fabrikalara, memleketin birçok yerinde kurulan Sanayi mekteplerine, Teşvik-i Sanayi Kanunlarına rağmen gerçekleştiremedi. 
Bunun değişik faktörleri sayılabilir: yeterli nüfusun ve ihtiyacın olmaması, tüketici sınıfın oluşmaması, Avrupa’nın sanayi üretiminin ülkeye hızlı ve çok girişi, eğitim ve teknoloji desteğinin, sermayenin olmaması gibi... Türkiye’deki gerek siyasal gerekse kültürel gelişmeler de, bu gelişmeleri zorlayacak ana motor olan sanayileşme olmadan yapıldı. 

Dolayısıyla çoğu zaman devlet zorlaması ve üst tabaka devrimleri olarak. Şekilsel değişiklikler yapıldı ama zihniyet değişikliği olmadı. Haklar verildi ama kullanılamadı. 

Sanayileşme bizim topluma o zaman doğrudan etki etmedi, Avrupa toplumuna yaptığı etkilerin sadece kültürel ve siyasi boyutları geldi; millîyetçilik yayıldı, etnik millîyetçilik Osmanlıyı parçaladı; 
Türk burjuvazisi doğdu, değerler değişti ama değişiklikler kalıcı olarak yerleştirilemedi. Gerek Osmanlılar gerekse Cumhuriyet zamanında 
bazı sosyal değişiklikler yukarıdan aşağıya, “halka rağmen”, zorunlu kültür değişmesi tarzında olmuştur. 

20.yüzyılda yeni Türk toplumunun nasıl şekilleneceği üzerindeki tartışmalar Osmanlılar zamanında başlamış ve İttihat ve Terakki ideologları tarafından “Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak” şeklinde bir senteze kavuşturul muştu. Cumhuriyet bu formülün çağdaşlaşmak ve Türkleşmek faktörlerini değerlendirdi ve başlangıçta (bu ikisi ile çelişen ve onların gelişimine engel olan) üçüncü faktörü kontrol altında tutmaya başladı. 21.yüzyılda bu üçüncü faktörün diğerleriyle dengeli olarak işleme sokulup sokulamayacağını göreceğiz. 
Öte yandan Cumhuriyetin Türkleşmek ilkesinin Anadolu’da yaşayan halkları bir Türk kültürü içinde kaynaştırmak mı, yoksa kökleri Orta Asya’ya giden Türk ulusları temeline dayalı bir kimlik oluşturmak mı olduğuna daha net karar verilebilmiş değildir. Bu tereddüt baştan beri vardı, hâlâ da vardır. Ama Türkiye’nin ulus temelli bir devlet olarak kurulması Osmanlının her türlü halkı yöneten imparatorluk felsefesinden ve tüm uluslardan insanları “ümmet” felsefesinde toplamak isteyen islami politikalardan uzaklaşmasına 
neden olmuştur. 

Osmanlı Devleti, örgüt olarak mükemmel bir kuruluş idi. Ama gene de ortaçağ ölçeğinde bir örgüt idi. Padişah, vezirler, halkların gevşek kontrolü ve sınırlı miktarda devlet hizmeti. Oysa modern devletler halkı sadece itaat eden değil birçok devlet hizmetlerine ve yönetimine katılan bir vatandaş olarak alıyor; devlet hizmetlerini de gerek bürokratik ağı gerekse hizmet birimleriyle birçok alanlara yaygınlaştırıyordu. Osmanlı da 19.yüzyıl ortalarından itibaren Batı tipi bir devlet örgütlenmesine geçti. Bu devlet bürokrasisini kurma ve bürolara kaliteli memur yetiştirmek için Batı tipi okulları tüm çeşitliliği ile kurmaya başladı. 

Bir taraftan modern bir devlet bürokrasisi ve ordu oluşturulurken, diğer taraftan da devletin siyasi yapısı üzerinde tartışmalar yapan gruplar oluşturulmaya başlandı. 19.yüzyılın ikinci yansından itibaren “kültürel Batılılaşma” diyebileceğimiz bir akım başladı. 

Okullar, yabancı dil, tercümeler ve siyasi tartışmalar gibi alanlarda görülen bu hareketler, Osmanlının devlet yapısında değişiklikler talep etmeye başladı. Genç Osmanlılar (daha sonra Genç Türkler oldu), 1876’da devleti meşrutiyet düzenine geçirmek islediler. Ancak bu 32 yıllık bir gecikme ile uygulanmaya başlandı ama bu süre içinde ülke içinde kurulan çok sayıda Batı tipi okul ile aydın bir yönetici 
ve bürokrat takımı yetiştirilmiş idi. 20.yüzyıl başlarına gelindiğinde Türkiye’de siyasi partiler ortaya çıkmaya başladı. Osmanlının son döneminde padişahlık kurumu iyice zayıfladı ve devlet yönetimi siyasi partilerin eline geçti. Öyle ki, yeni kurulan Türk devletinin bir cumhuriyet olarak kurulması ve siyasi partilerin egemen olduğu bir yönetim tipine geçmesi çok zor olmamıştır. 

Osmanlı’da bütün halkın eşit vatandaş olarak kabul edilmesi ve hepsinin yasalar önünde eşit sayılması Tanzimat döneminde başladı. 

Ama Cumhuriyet’e kadar hem İslam hukuku geçerli oldu hem de Batı hukuku yerleştirilmeye çalışıldı. Bir tarafta Hukuk Mektepleri bir tarafta medreseler ve Kadı Medresesi hukukçu yetiştirmeye devam ediyordu. Türkiye 1926-1929 arasında bütün unsurlarıyla Batı hukukunu kabul etti. Bu yasalar laiklik, ulusal egemenlik, kadın hakları, siyasi katılma, düşünce ve vicdan özgürlüğü, uluslararası hukuk gibi unsurlarıyla bir bütün teşkil ediyordu. Gerçi 1876 yılından beri Anayasa (Kanun-u Esasi) kavramına yabancı değildik ama Cumhuriyet’ten sonra zihniyet olarak da köklü ve geri dönülmez bir hukuk modernleşmesi sağladık. Türk hukuk sistemi esasen laiklik temeline kuruludur ve orada yapılacak en küçük değişiklikler bile hukuk sistemini ciddi şekilde yaralar 

Osmanlı her kökenden gelen vatandaşların eşitliğini Tanzimattan itibaren kabul etmişti; ama hem yasalar karşısında hem de uygulamada kadın-erkek eşitliğinin gerçek kurucusu ve uygulayıcısı Cumhuriyet olmuştur. Gene de evdeki ve sokaktaki kıyafet ile kamusal alanlardaki kıyafeti birleştirememiştir ve 21. yüzyıl Türkiye’sinde bu hala büyük bir sorun olarak durmaktadır. Dinin sosyal gücü 
kendini kadın kıyafetinde ve özellikle başörtüsünde göstermek istiyor gibidir. Cumhuriyet vatandaşlarını dini, etnik ve başka toplumsal biçimlerine göre ayırtetmek istemiyor; yasalar önündeki eşitliği dış görünüşte de istiyor. 

Türkiye Cumhuriyeti bir yandan Latin harfleri esasında bir alfabe kabul ederek, öte yandan ise dilde ve tarihte Türk kimliğinin ana unsurlarını oluşturmaya başlayarak “Türkleşmek, Çağdaşlaşmak” ilkelerini kararlı bir şekilde uygulamaya koydu. Ama gene de Camilere yeni Türk harflerini sokamadı, Kuran öğretiminde Türkçeyi ve yeni harfleri egemen kılamadı. Bugün baktığımızda Cumhuriyetin 
en büyük düşünce devrimi tevhid-i tedrisat, yazı devrimi ve Türk dili çalışmaları sayesinde meydana gelmiştir (ümmetten millete geçiş). 

Türkiye “Tevhid-i Tedrisat” kanununu çıkartarak Osmanlının kapatmaya cesaret edemediği medreseleri bir hamlede kapattı. Bu, birçok Cumhuriyet devrimi gibi, Atatürk’ün kararlı iradesi sayesinde oldu. Osmanlılarda özellikle 2.Meşrutiyetten sonra Türk aydınlarında pozitivist felsefe egemen olmuştu. Ama Atatürk’ün bilim ve kültür üzerinde dinin baskılarını kaldırma yönünde yaptıkları ve “Hayatta 
en hakiki mürşit ilimdir, fendir” gibi ifadeleri, Türkiye’de laik eğitim sisteminin yerleşmesinde ve bilimsel çalışmalarda çok önemli bir rol oynamıştır. Özellikle 1933 üniversite devriminden sonra Batıda geçerli pozitif bilim anlayışının fen ve sağlık bilimlerinin yanı sıra sosyal bilimler alanında da hâkim olması için çalışılmıştır. 

Türkiye bir devlet olarak kurulur iken “istiklal-i tam” (tam bağımsızlık) ilkesi üzerine kurulmuştur. Uzun yüzyıllar batılı devletlerle mücâdele ede ede imparatorluk topraklarını kaybetmiş; son toprak parçasını savunurken de birçok batılı devletle mücâdele etmiştir. 
Türkiye Anadoluya yerleştiğinden beri, batılıdır. O zamandan beri yönü genellikle batıya dönük, yaşam alanı ve mücâdele yeri, savaşları ve barışları hep batıdadır. Son yüzyıllarda tamamen Batı uygarlığını kullanarak batı ile savaşmıştır. Bugün gerek batılı organizasyonlar (NATO, AB gibi) içindeki yeri ile batılı devletlerle ilişkilerinde hep bağımsızlık ve işbirliği ilkelerini uzlaştırmaya çalışmaktadır. 

Değerlendirme ve sonuç 

Batılılaşma döneminde Devlet bütün kurumlarıyla reorganize edilmeye çalışılmıştır. Parlamenter bir demokrasiye geçme, Bakanlıklar tarzıda örgütlenme, eğitim-sağlık-bayındırlık gibi alanlarda da devleti etkin kılma çalışmaları yapılmıştır. Atatürk zamanında devletin başındaki padişah üzerindeki tüm sıfatlarla uzaklaştırılmış ve laik bir Cumhuriyet haline getirilmiştir. Türkiye ideolojik bir devlet haline de getirilmemiştir ve bu yapısıyla günümüzün en sağlam devletlerinden birisidir. Atatürk’ün formülleştirdiği “Yurtta barış dünya 
barış” ilkesi ile de dünyanın bu çok karmaşık bölgesinde bize tarihimizdeki en uzun süreli barışlardan birini yaşatmaktadır. 

Atatürk yeni devlette bir taraftan bir bilim ve teknoloji devrimi yapmaya çalışırken, öte yandan da güçlü bir kültür devrimi başlatmıştır. 
Birkaç yüzyıldır gerek savaşlar gerekse yoksullukla özgüvenini tamamen kaybetmiş halka sağlam bir özgüven aşılamış (o ruh Onuncu Yıl Marşı’nda görülmektedir), halka yeni hedefler göstermiş, bütün Türk halklarını kapsayan bir Turan millîyetçiliği yerine Anadolu halkını Türk kültürel değerleriyle yoğurarak Türk vatandaşı yapmak yolunu seçmiştir. 

Atatürk medreseleri ve Darülfünunu kapatarak Türkiye’de pozitif bilimsel zihniyeti egemen kılmaya çalışmıştır. Türkiye’nin asıl kurması ve yaşatılmasında özen göstermesi gereken ortam, bilimsel zihniyet, sorunların çözümünde bilimsel yöntem ve bilimsel bilgilerin kullanılması olmalıdır. Sürekli Batılılaşmak zorunda kalmamak, şekilcilikten kurtulup çağdaş uygarlığa katılmak ve yön verebilmek 
için bilimsel düşünme ve üretim şarttır. 

Osmanlı ve Türkiye sanayileşmeyi tam olarak ve zamanında gerçekleştiremedi. Sanayileşme bireylerin özgürleşmesinde çok önemli bir role sahiptir. Sanayileşme ile demokratikleşme, sanayileşme ile laikleşme, bilimsel bir zihniyete sahip olma paralel gider. Sanayileşmeyi gerçekleştiremeyen ülkeler laik hukuk düzenini kurmada da demokratikleşmede de sağlam bir şekilde ilerleyemezler. 

Modernleşme ve batılılaşma çalışmalarını sistematize etmek gerekirse, üç tip modernleşme hareketi görebiliriz. Bunlardan birincisi din, dil, kültürel değerler gibi her şeyin egemen devlete göre ayarlandığı “sömürge batılılaşması”, ikincisi din ve kültür birliği içinde olan veya egemen devletlerle hiçbir çatışması olmayan ülkelerin gösterdiği “gönüllü batılılaşma” (Rusya, doğu Avrupa ülkeleri, uzak doğu ülkeleri ve Japonya), üçüncüsü de bizim seçtiğimiz kültürel bağlı, Batı ile ortak çalışan ama bağımsız, batıyı süzerek ve sentezleyerek (savaşarak ve barışarak) almaya çalışan “Türkiye batılılaşması”. 

Türkiye bugün hâlâ “Atatürk Türkiyesi”dir. Cumhuriyetin kurulmasında, saltanatın kaldırılmasında, hukuk, eğitim ve yazı devrimlerinde Atatürk’ün öncü rolü ve iradesi çok büyük bir rol oynamıştır. Atatürk, ortaya koyduğu politikalarla bu devletin hem ana yapısını hem de ortak paydasını oluşturmaktadır. 

Kaynaklar 

Akyüz, Yahya. Türk Eğitim Tarihi, (MÖ 1000-MS 2004). Ankara: PegemA yay. 2004 Arat, Yeşim, “Türkiye’de Modernleşme Projesi ve Kadınlar”, Sibel Bozdoğan ve ReşatKasaba (der.), Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik içinde, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998. 
Ashton, T.S., 1958, The Industrial Revolution: 1760-1830, Oxford University Press, London. 
Aytaç, Kemal. Avrupa Okul Sistemlerinin Demokratlastırılması. Ankara: Eğitim BilimleriFakültesi Yay. 1985. 
Berkes, Niyazi, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler; Yön Yayınları, İstanbul, 1965. 
Cameron, R., 1985, “European Industrialization”, Economic History Review, vol. 38, 1985, pp.1-23. 
Dönmez, Şerafettin, Atatürk’ün Çağdaş Toplum ve Din Anlayışı, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 1998. 
Duran, Bünyamin, Sekülerleşme Krizi ve Bir Çıkış Yolu Arayışı, Timaş Yayınları, İstanbul, 1996. 
Ergün, Mustafa. Atatürk Devri Türk Eğitimi (http://www.egitim. aku.edu.tr/atal.htm). Ankara:D.T.C.Fakültesi yay. 1982 
Ergün, Mustafa. Batılılaşma dönemi Osmanlı eğitim sisteminin gelişimine mukayeseli birbakış. 
(http://www.egitim.aku.edu.tr/ergunl.htm). Osmanlı Dünyasında Bilim veEğitim Milletlerarası Tebliğler (12-15 Nisan 1999). İstanbul: İRCİCA yay.2001.89-102. 
İleri, Selim, Çağdaşlık Sorunları, Günebakan, İstanbul, 1978. Koçer, Hasan Ali. Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi 
(1773-1923). Ankara:Uzman Yayınları, 1987. 
Köker, Levent, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990. 
Kushner, David, “Atatürk’s Legacy: Westernism in Contemporary Turkey”, 
Jacob M. Landau (der.), Atatürk and the Modernization of Turkey içinde, E. J. Brill, Leiden, 1984. Lewis, G. L., “Atatürk’s Language 
Reform as an Aspect of Modernization in the Republic of-Turkey”, Jacob M. Landau (der.), Atatürk and the Modernization of 
Turkey içinde, E.J. Brill, Leiden, 1984. Mardin, Şerif, “Süper Westernization in Urban Life in the Ottoman Empire in the LastQuarter 
of the Nineteenth Century”, Peter Benedict (der.), Turkey: Geographical andSocial Perspectives içinde, E. J. Brill, Leiden, 1974. 
Mumcu, Ahmet. Türk Hukukunun Gelişimi ve Temelleri, Ankara 1973 
Müftügil, Şevket. Atatürk ve Hukuk, Ankara: Anayasa Mahkemesi Yay. 1982 
Özerdim, Sami N., Harf Devriminin Öyküsü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1958. 
Toynbee, Arnold, The World and the West, Oxford University Press, London, 1953. 
Trimberger, Ellen Kay, Revolution from Above: Military Bureaucrats and Development in Japan, Turkey, Egypt and Peru, Transaction Books, New Jersey, 1978. 
Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye ‘nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, YedigünMatbaası, İstanbul, 1960. 
Turhan, Mümtaz, Kültür Değişmeleri: Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik, İstanbulÜniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul, 1951. 
Yücel, Tahsin, Dil Devrimi ve Sonuçları, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1982. 


***

13 Kasım 2019 Çarşamba

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN TEMEL NİTELİKLERİ VE MİLLİ DEVLETE YÖNELİK TEHDİTLER

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN TEMEL NİTELİKLERİ VE MİLLİ DEVLETE YÖNELİK TEHDİTLER 


Dr. Ali GÜLER* 
* (E) Dr. Öğ. Alb., 
aliguler@lycos.com 


I. GİRİŞ 

Bilindiği gibi; tehdit algılamaları başta olmak üzere, ülkelerin askeri, politik, ekonomik ve sosyal değerleri millî güvenlik değerlendirmelerine esas teşkil etmektedir. Bütün bu değerler, küresel, bölgesel ve ulusal anlamda hayati derecede önem taşımaktadır. Günümüzdeki bazı gelişmeler incelendiği zaman, küresel bazı güçlerin (ABD, AB gibi) güvenlik algılamalarının, gelişmekte olan ülkelerin algılamaları ile aynı olmadığı, çoğu zaman da iki algılama arasında gelişmekte olan ülkeler aleyhine bir çatışmanın veya zafiyetin yaşandığı görülmektedir. 

Gelişmekte olan ülkelerin “güvenlik politikalarının, büyük ölçüde ithal malı tehdit algılamalarına dayandığını görmekteyiz. Bu tür yaklaşımların, ulusal çıkarlar ile çoğu kez ters düşmesine karşılık, uygulama zorunluluğu, bu ülkelere zarar verebilmektedir. Yaşadığımız çağda gelişmekte olan ülkeler, askerî yaptırımlardan çok politik, ekonomik ve sosyal yaptırımların tehdidi altında bulunmaktadır. Küresel ekonomik manipülasyonlar, ekonomik hassasiyetlerin istismarı, ülke içi etnik hassasiyetleri istismarı ve bu konuların siyasi dayatmalara dönüşmesi, bu ülkeler için en önemli tehdit algılamalarını oluşturmaktadır...”1 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen bir millî kurtuluş savaşı sonrasında, belli temel esaslar üzerinde kurulmuştur. “Merkezî-Millî (Üniter) Devlet”, “Tam Bağımsız Devlet”, “Millî Egemenliğe Dayalı (Demokratik-Laik) Devlet” özellikleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esaslarıdır. Bazı başka özelliklerle anayasalarımıza da yansıyan bu esaslar, Atatürkçü Düşünce Sisteminin de özünü oluşturan temel değerlerdir. Şu halde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesini oluşturan Atatürkçü Düşünce 
Sistemi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yaşatma ve yarınlara taşıma bilincini de ifade etmektedir. 

II. MERKEZÎ-MİLLİ (ÜNİTER) DEVLET 

Kamu Hukuku’na göre bir devlet ikisi kurucu, ikisi de hazırlayıcı dört unsur ile kurulmaktadır. Bunların birincisi toprak unsuru yani “ülke”dir. Bu sınırları belirlenmiş bir coğrafyadır. “Coğrafya” kanınızla sulanırsa, kültür değerlerinizle damgalanırsa “vatan”laşır. İkinci kurucu unsur, insan unsurudur. 
Bu da “millet’tir. Bu iki kurucu unsuru tamamlayanlar ise siyasi teşkilatlanma yani “hükûmet” ve “egemenlik” (iç ve dış) unsurlarıdır. 

Çağımızın devleti, modern devlet, bazı istisnalar bir yana bırakılırsa, millî (üniter) devlettir. Diğer bir deyimle, günümüzde devletin insan unsuru millet adını alan topluluktur. Türkiye Cumhuriyeti, yerine kurulduğu Osmanlı Devleti gibi, çok milletli bir imparatorluk değildir. İnsan unsuru Türk Milleti’ne dayanan, tam anlamıyla millî bir devlettir.2 Türk çoğunluğu topraklarını hedefleyen Misak-ı Millî sınırları üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu temel özelliği, Lozan Antlaşması’nda da milletlerarası hukuk bakımından da tescil edilmiştir.3 

Atatürkçü Düşünce Sisteminin temel esaslarından biri olan millî devlet anlayışı, Fransız İhtilali’nden sonra gelişen evrensel-çağdaş değerlerden biri olduğu gibi, Millîyetçilik ilkesinin de tabii bir sonucudur. 

Merkezî-Millî Devlet özelliği, hem ülkenin, hem de milletin bölünmezliğini, birliğini ifade eder. Türkçe’nin resmî, devlet, eğitim ve yayın dili olması; hukukun tekliği; merkezi idare, kültürel ve siyasal bütünlük bunu tamamlar. Mevcut anayasamızın 3., 42. ve 66. Maddesi millî devlet olma esasını; 126 ve 127. Maddeler de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin siyasi-coğrafı düzeninin merkezî devlet olduğu esasını getirmiştir. 

Bilindiği gibi, büyük bir kurtuluş mücadelesi sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak uluslararası camiada tanınması Lozan Antlaşması ile olmuştur. Lozan’da oluşturulan hukuki-siyasi statüye göre Türkiye, sadece “Gayrimüslim azınlık” kavramı ile ifadesini bulan Rum, Ermeni ve Yahudileri “azınlık” olarak tanımıştır. Bunun dışında Türkiye Cumhuriyeti’ni 
kuran herkes devletin asli unsuru, “Türk Milleti”nin önemli bir parçasıdır. 
Hem devletin anayasal sistemi içinde, hem de devleti kuran Atatürk’ün yazı ve konuşmalarında açıkça belirtildiği gibi, “Türk Milleti” kavramı, sübjektif unsurlara dayanan, günümüzde Amerikan sosyolojisinin de kabul ettiği “etnik grup” tanımı ile aynı olan bir derinlikte ele alınmıştır. Yani Türk milleti, ortak tarih içinde yaratılan aynı kültürü paylaşan insan topluluğudur. Bu anlamda bakıldığı 
zaman, farklı menşelerden gelse ve farklı alt grup isimleri ile anılsa bile Türkiye’de yaşayan unsurlar ayrı ayrı “milletler” değil; Türk milletinin birer parçasıdırlar. 

Devletin insan unsurunu, milletin kimliğini tanımlaması bakımından 66. Madde önemlidir: Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür. 

Görüldüğü gibi Anayasa, insan unsurunu, milletin kimliğini “Türk” olarak tanımlamıştır ve bu tanımı yaparken de “vatandaşlık bağını” esas almıştır. Bazı bölücüler tarafından iddia edildiği gibi “ırk” veya “kan” bağını esas almamaktadır. Yani Anayasa’daki “Türk” kavramı bir “ırkı” değil, “vatandaşı” ifade etmektedir. Kaldı ki, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren hem Atatürk’ün konuşmaları, hem de devletin yazılı belgeleri incelendiği zaman görülmektedir ki, “Türk” ve “Türklük” kavramı “kültürel” bir kavramdır, “ırka” veya “kana dayalı” bir kavaram değildir. Yani aynı kültürü paylaşan insanların tamamı “Türk” olarak, aynı “millet” olarak tanımlanmıştır. 

Bu sosyolojik yaklaşım, Anayasa’da da hukuki ifadesini bulmuştur. 

Nitekim, Atatürk 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Fakültesi’ni açarken yaptığı konuşmada, millî devletin insan unsuru için “öngörülen bağ”ı şu şekilde açıklamıştır: “Bugünkü devletimizin şekli, asırlardan beri gelen eski şekilleri bertaraf eden en gelişmiş tarz olmuştur. Milletin, varlığını devam ettirmek için fertleri arasında düşündüğü müşterek bağ, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, yani millet, dini ve mezhebi bağlılık yerine, TÜRK MİLLİYETİ bağıyla fertlerini toplamıştır”4 

Anayasa’nın 3. maddesinde yer alan “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletliyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir” ifadesindeki “Dili Türkçe’dir” sözleri devletin “resmi dilinin Türkçe olduğunu” belirlemektedir. Çünkü, 3. maddenin madde başlığı, “III. Devletin bütünlüğü, resmi dili, millî marşı ve başkenti” şeklindedir. Bilindiği gibi, Anayasa Hukuku’na göre, madde başlıkları da anayasanın lafzı ve ruhu içindedir. 

42. Madde ise eğitim ve öğretim dilini belirlemektedir: “Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” 

Sosyoloji biliminin verilerine göre “ortak dil” bir milletin “ortak kültürü”nü oluşturan en önemli değerdir. Çünkü, hem kültür unsurları arasındaki iletişim ve etkileşim; hem de kültür değerlerinin bir sonraki kuşağa aktarılması dil ile olur. Dil aynı zamanda “millî kimliğin” en önemli göstergesidir. Ortak diliniz varsa, ortak kimliğiniz vardır. Tarihte dilini kaybeden milletler, bir süre sonra kültürlerini, sonuçta da millî kimliklerini kaybetmişlerdir. 

Türklüğün tarihi incelendiği zaman; Türk milletinin büyük badireler atlatmasına, Türkçe’nin zaman zaman dar boğazlara girmiş olmasına rağmen her şeyinin dili sayesinde yaşadığı görülmektedir ki, Atatürk de çeşitli konuşmalarında bunu vurgulamıştır. Mesela şu sözleri bu bakımdan önemlidir: 

“Türk milletinin dili Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için, her Türk dilini sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlâkının, an’anelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, kısacası bugün kendi millîyetini yapan her şeyin dili sayesinde 
muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir...” 

Yine Atatürk, Medeni Bilgiler isimli eserde Türk milletini oluşturan tabii ve tarihi olguları sıralarken “dil birliğini” temel bir unsur olarak saymıştır. Türkçe, Osmanlı Devleti’nin kurulduğu 1300’den beri “resmi dili”; Cumhuriyetin başlangıcından beri de “eğitim-öğretim”, “medya (yazılı-sözlü)” dilidir. 

Hatta Atatürk “Türk Milleti” kavramını oluşturan ana esasın “Türkçe konuşmak” olduğunu ifade etmektedir. Atatürk, 17 Şubat 1931’de Adana Türk Ocağı’nda yaptığı önemli bir konuşmada bununla ilgili olarak şunları söylemiştir: 

“Türk demek, dil demektir. Millîyetin çok açık vasıflarından biri dildir. Türk milletindenim diyen insan her şeyden önce ve behemehal Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk toplumuna mensup olduğunu iddia ederse buna inanmak doğru olmaz. Halbuki Adana’da Türkçe konuşmayan 20 binden fazla vatandaş vardır. Eğer Türk Ocağı buna müsamaha gösterirse, gençler ve siyasi, içtimai bütün Türk kuruluşları bu durum karşısında duygusuz kalırlarsa en aşağı yüzyıldan beri devam ede gelen bu durum daha yüzlerce yıl devam edebilir. Bunun neticesi ne olur? Herhangi bir felaket günümüzde bu insanlar, başka dille konuşan insanlarla el ele vererek aleyhimizde hareket edebilirler”5 

Görüldüğü gibi, Atatürk “Türkçe konuşmayı” “Türk milletinden olmak”ın adeta bir ön koşulu olarak ifade etmektedir ve farklı bir dilde konuşan vatandaşların var olduğunu (Arapça konuşanları kastetmektedir), buna göz yumulmaması gerektiğini belirtmektedir. Bu konuşma ile Atatürk aynı zamanda, adeta günümüzdeki gelişmeleri kestirerek; bu durumun başka devletler tarafından bölücülük noktasında kullanılabileceğini açıkça söylemektedir. 

AB, “kültürel haklar” bağlamında her etnik grubun (Türkiye için bu sayı 47 (?) olarak veriliyor) ana dilinde yayın (özel ve resmi televizyonlarda) ve eğitim hakkının tanınmasını talep etmektedir. Bu talebin gerçekleştirilmesi çok kısa sürede, olmayan yeni etnik gruplar, yeni azınlıklar yaratacak ve yukarıda değindiğimiz ve Atatürk’ün de açıkça belirttiği “Türk milletinin bölünmesi” kültürel anlamda gerçekleşmiş olacaktır. 

2002 İlerleme Raporu’nda, “Dernek Kurma, Barışçı Toplantı Hakkı, Sivil Toplum” başlığı altında “Eksiklikler ve Beklentiler” sayılırken ifade edilen, “Resmi yazışmalarda Türkçe dışında dil kullanılmamaktadır” eleştirisinden açıkça anlaşılmaktadır ki; önümüzdeki yıllarda, yani bu sürecin sonucunda Türkçe’nin resmi devlet dili olmasından vazgeçmemiz talebi ile karşılaşacağız. 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, merkezî-millî devlettir. Burada merkezîlik özelliğinin vurgulanmasının nedeni, federal devletin de millî devlet olabileceği gerçeğidir. Bilindiği gibi, bir çok federal devlet millî devlet olabilmektedir. ABD, İsviçre modern millî devletlerdir, ancak siyasi yapıları federal yapımdır. Bu yönü ile millî devlet yapısı, imparatorluk devlet yapısını ve ümmetçi devlet yapısını 
reddetmektedir.6 

III. TAM BAĞIMSIZ DEVLET 

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti gibi siyasal ve ekonomik bakımdan yarı bağımlı bir devletin enkazı üzerinde kurulmuş ve yükselmiştir. Bu nedenle tam bağımsızlık, Atatürk’ün baştan beri üzerinde en çok durduğu bir temel esas olarak hayata geçirilmiştir. Atatürk’ün tam bağımsızlık konusundaki en veciz sözleri, Nutuk’un hafızalarımıza işlemiş olan şu satırlarında yer almaktadır: 

‘‘Esas, Türk milletinin haysiyetli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak tam bağımsızlıkla temin olunabilir. Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir millet medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık olamaz. Yabancı bir devletin koruyuculuğu ve kollayıcılığını kabul etmek insanlık vasıflarından yoksunluğu, aciz ve beceriksizliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten bu duruma düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla 
ihtimal verilemez. Halbuki Türk’ün haysiyeti ve izzet-i nefsi ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun evladır! Binaenaleyh, ya istiklal ya ölüm!'' 7 

Atatürk’e göre bağımsızlık, biçimsel ve sözde bir bağımsızlık değil, her alanda tam ve gerçek bir bağımsızlıktır. Nitekim, Haziran 1921’de Fransız temsilcisi Franklin Bouillon’a şunları söylemiştir: “Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan 
yoksunluk, millet ve memleketin, gerçek manasıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.”8 

Atatürk bağımsızlık konusunda özellikle mali bağımsızlıkla, dikkat çekmiş ve bunun önemini vurgulamıştır. 1 Mart 1922’de Büyük Millet Meclisi’nin üçüncü toplantı yılını açarken bu konuda şunları söylemiştir: “Bugünkü savaşmalarımızın gayesi tam bağımsızlıktır. 
Bağımsızlığın bütünlüğü ise ancak mali bağımsızlıkla mümkündür. Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun olunca, o devletin bütün hayat kollarında bağımsızlık felce uğramıştır. Çünkü her devlet organı ancak maliye kuvveti ile yaşar. Mali bağımsızlığın korunması için ilk şart, bütçenin ekonomik bünye ile orantılı ve denk olmasıdır. Dolayısıyla, devlet bünyesini yaşatmak için dışarıya başvurmaksızın memleketin gelir kaynaklarıyla idareyi temin çare ve tedbirini bulmak lazım ve mümkündür”9 

Şüphesizdir ki, Atatürk’ün tam bağımsızlık anlayışı, yabancı düşmanlığı veya dış ilişkilerde yalnızcılık politikası anlamına gelmez. 
Daha Sivas Kongresi kararlarından başlayarak diğer milletlerle bilimsel, ekonomik ve teknolojik ilişki ve işbirliğini dikkate alan Atatürk, bu konuda şunları söylemektedir: “Türkiye’nin istiklali her sahada kamilen tasdik olunmak şartıyla kapılarımız bütün yabancılara genişçe açık kalacaktır.” “Biz yabancılara karşı herhangi hasmane bir his beslemediğimiz gibi, onlarla samimi ilişkilerde bulunmak arzusundayız. Türkler bütün medeni milletlerin dostlarıdır... Maksadımız yeniden yakınlaşmak, bizi başka milletlere bağlayan bağları arttırmaktır. Memleketler çeşitlidir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin ilerlemesi için de bu yegane medeniyete katılması lazımdır”10 

IV. MİLLİ EGEMENLİĞE DAYALI (DEMOKRATİK-LAİK) DEVLET 

Atatürkçü Düşünce Sisteminin temellerini oluşturan üçüncü ana ilke, millî egemenliktir. Millî egemenlik, devlet içinde en üstün buyurma kudreti olan egemenliğin, millete ait olduğunu ifade eder. Bu anlamda millî egemenlik, kişi ve zümre egemenliği ile, yani monarşik, oligarşik veya dini (teokratik) yönetim biçimleri ile kesinlikle bağdaşmaz.11 

Tıpkı tam bağımsızlık ilkesi gibi millî egemenlik de, Atatürk’ün Millî Mücadelenin ilk günlerinden beri açıkça ortaya koyduğu, ısrarla vurguladığı bir ilkedir. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, irade-i millîye olarak ifade edilen bu ilke; 28 Aralık 1919’da Heyet-i Temsiliye’nin Ankara’ya gelişinden bir gün sonra Atatürk tarafından şu şekilde ortaya konulmuştur: “Bir millet, varlığı ve hakları için 
bütün kuvvetiyle, bütün fikri ve maddi güçleriyle alâkadar olmazsa, bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin etmezse, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz... Bu sebeple teşkilatımızda millî güçlerin etken ve millî iradenin egemen olması esası kabul edilmiştir. Bugün bütün cihanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Millî egemenlik...”12 

Atatürk, Millî Mücadelenin başlangıcından, kendisinin hayata veda ettiği ana kadar, her fırsatta millî egemenliği Türk toplumuna benimsetmeye çalışmış, her zaman kişisel yönetimin sakıncalarıyla millî egemenliğin üstünlüklerini çarpıcı şekilde karşılaştırmıştır. 

Çağdaş bir topluma ve çağdaş bir devlete yakışan yönetim şeklinin, millî egemenlik esasına dayanan sistem olduğunu çok iyi bilen Atatürk; 
TBMM’nin açılması, Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilanı, Halifeliğin kaldırılması ve diğer bazı temel yapısal değişim ve dönüşüm hareketleri (inkılaplar) ile hep millî egemenliği yerleştirme gayreti içinde olmuştur. 

Atatürkçü Düşünce Sisteminde millî egemenlik esası, demokratik-laik devleti gerçekleştirme amacının temel bir parçası olarak değerlendirilmiştir. Bu esas aynı zamanda Cumhuriyetçilik, Millîyetçilik, Halkçılık ve Laiklik ilkelerini de besleyen önemli bir ilkedir. 

Egemenliğin kaynağı olarak millet iradesi yani hukuki anlamda beşeri irade kabul edildiği ve bunun sonucu olarak millî egemenlik hayata geçirildiği zaman, laik devlet düzeninin oluşturulması için ilk adım da atılmış olmaktadır. Çünkü, iktidarın kaynağı ilahidir dendiğinde, bundan teokratik/skolastik düşünce sistemleri, dolayısıyla teokratik hukuk/devlet/toplum yapıları; iktidarın kaynağı beşeridir dendiğinde, bundan, ilahinin karşıtı laik düşünce sistemleri, dolayısıyla laik hukuk/devlet/toplum yapıları çıkmaktadır. 

Millî irade veya millî egemenlik düşüncesinin sonucu olarak, laik toplum / hukuk / Devlet düzenine geçişte, bir yandan teokratik toplum/hukuk/devlet düzenine ait ümmet fikri yerini millet fikrine bırakırken, öte yandan kul/tebaa fikri, yerini insan/vatandaş fikrine bırakmıştır. Böylece, bugün hararetle savunulan ve uluslararası sözleşmelerle korunması, geliştirilmesi devlete temel bir yükümlülük olarak yüklenen insan hakları düşüncesinin temelleri bu düşüncelerle atılmış olmaktadır. Günümüzde, gerçekten, insan hakları ancak laik-demokratik bir toplum/hukuk/devlet düzeninde söz konusu olabilmektedir.13 

V. SONUÇ 

Bazı küresel aktörlerin politikaları analiz edildiğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin; millî güvenlik unsurlarını da oluşturan bu temel esaslarının bozulması veya değiştirilmesi tehdidi ile karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Yani Türkiye, Merkezî-Millî (Üniter) Devlet, Tam Bağımsız Devlet, Millî Egemenliğe Dayalı (Demokratik-Laik) Devlet özellikleri ile tehdit altındadır. 

Türkiye’nin bir medeniyet ve çağdaşlaşma tercihi olduğu sık sık ifade edilen Avrupa Birliği üyeliğini de bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekir. Karşılıklı bir müzakere sürecini ifade eden Türkiye-AB ilişkilerinde Türkiye bakımından önem taşıyan konu, müzakerelerin iki egemen güç arasında ve eşit şartlarda cereyan edip etmediğidir. Bu bağlamda önem taşıyan bir diğer konu da Türkiye’ye 
önerilen şartların ve bu şartları yerine getirmek için Türkiye’nin atacağı adımların, Türkiye’nin millî güvenlik çıkarları bakımından ne sonuçlar doğuracağıdır. İstenilenler Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esasları ile ne derecede örtüşmektedir? Atılan ve atılacak adımlar, yapılan düzenlemeler temel esasları güçlendirecek midir? Zayıflatacak mıdır? Bu soruların cevaplandırıla bilmesi şüphesizdir ki; AB’nin şartları ve Türkiye’den beklentilerinin neler olduğunun analizine bağlıdır. 

AB’nin Türkiye’den beklentilerinin esaslarını göstermesi bakımından Hollandalı Hıristiyan Demokrat Grup üyesi Parlamenter Arie M. Oostlander tarafından hazırlanan yıllık Türkiye Raporu (2003 İlerleme Raporu) taslağında yer alan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “temel esasları’nı sorgulayan bir bölüm önemlidir. 

Bu rapor taslağı Hollandalı Parlamenter tarafından 12 Mart 2003 tarihinde AB Dışişleri, İnsan Hakları, Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası Komitesi’ne sunulmuştur. 

Komitede rapora ilişkin ilk görüşmeler 25 Mart 2003’de başlamıştır. Tüm değişiklik önerilerinin 9 Nisan 2003 tarihine kadar tamamlanmış ve Rapor’un 29 Nisan’da son kez gözden geçirildikten sonra biraz “yumuşatılarak” 5 Kasım 2003’te yayınlanmıştır. Taslak Rapor’da şunlar söyleniyor: 

<     “Kemalist fikirlere dayanan bir devletin, Avrupa Birliği’nin kabul ettiği ve desteklediği siyasi değerleri benimseyerek, Birliğe üye olabilmesi uzun soluklu bir iştir. Türkiye öncelikli olarak bir devlet reformu gerçekleştirmesi gerektiğine ikna olmalıdır. Kemalizm Türk devletinin bütünlüğü doğrultusunda Türk kültürünün homojenliği, silahlı kuvvetlerin gücü ve dine karşı çok sert bir tutum olarak kendini göstermektedir. Bu yaklaşım AB üyeliği önünde de bir engel olarak görülmektedir. 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin son on beş yılda devlet üzerindeki gücü bir hukuk devletinde kabul edilemeyecek ağırlıktadır. Millî Güvenlik Kurulu askerlerin siyasi gücünü temsil etmektedir. Bu yapının ortadan kaldırılması gerekli olmakla birlikte, bu konuda bir direnç olacağı da bilinmektedir. Savunma bütçesi ile devletin bütçesinin ayrı oluşu önemli bir sorundur. Genel bütçenin bir kalemi olması gereken savunma bütçesi Meclis tarafından kontrol edilmelidir. Askeri temsilcilerin YÖK ve RTÜK gibi kurumlarda yer almasına son verilmelidir. 

Türkiye ‘de yükselen kökten dincilik ve ayrılıkçılıktan duyulan korku nedeniyle dine karşı katı bir tutum söz konusudur. Hükûmet bu tutumu yumuşatmak, antidemokratik reaksiyonlara sebep olan sert seküler uygulamaları bırakmalıdır.” 

Görüldüğü gibi; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin (araştırmanın başında genel olarak ortaya konulan) merkezi-millî (üniter), tam bağımsız, ve millî egemenliğe (demokratik, laik) dayalı temel esaslarının, AB üyeliği için engel olduğu söylenmektedir. Hiçbir tarihi, sosyal ve kültürel değer dikkate alınmadan millî devlet anlayışı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin devlet içindeki yeri ve nihayet laik devlet yapısı sorgulanmaktadır. Türkiye’nin uzun yıllar mücadele etmek zorunda bırakıldığı etnik ve dinsel terör hiç dikkate alınmadan “Türkiye ‘de yükselen kökten dincilik ve ayrılıkçılıktan duyulan korku” (?) dan bahsedilmektedir. 

Bu noktada sorulması gereken soru şudur: “AB acaba; Türkiye’nin federal, yarı bağımlı, nispeten demokrasiye dayalı bir İslam Cumhuriyeti olmasını mı istemektedir?”  >


DİPNOTLAR;

1 Y. Büyükanıt, SAREM Uluslararası Küreselleşme ve Uluslararası Güvenlik Sempozyumu (29-30 Mayıs 2003) “Açış Konuşması Metni”, s. 8. 
2 E. Özbudun, “Atatürk ve Devlet Hayatı”, Atatürk İlkeleri Ve İnkılap Tarihi, Atatürkçülük (Atatürkçü Düşünce Sistemi), YÖK. Yayınları, Ankara, 1987, s. 35. 
3 A. Güler, Sevr’den Kopenhag’a Parçalanan Türkiye, Ankara, 2000, s. 9 vd. 
4 M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C: II., Ankara, 1960, s. 
5 Bu gezi ve konuşma hakkında bakınız: M. Önder, Atatürk’ün Yurt Gezileri, Ankara, 1998, s. 7-8. T. Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, 
   Adana, 1939,  s. 30. Cumhuriyet Gazetesi, 19 Şubat, 1931. 
6 Z. Hafızoğulları, Laiklik, İnanç, Düşünce ve İfade Hürriyeti, Ankara, 1997, s. 155. 
7 E. Özbudun, “Atatürk ve Devlet Hayatı”, s. 38. 
8 E. Özbudun, “Atatürk ve Devlet Hayatı”, s. 39. 
9 M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C: I., Ankara, 1959, s. 228229. 
10 M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev Ve Demeçleri, C: III., Ankara, 1961, s. 48-9, 65, 67-68. 
11 E. Özbudun, “Atatürk ve Devlet Hayatı”, s. 40-41. 
12 M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C: II., Ankara, 1960, s. 11. 
13 Z. Hafızoğulları, Laiklik, İnanç, Düşünce Ve İfade Hürriyeti, s. 34 vd. 


***

9 Kasım 2019 Cumartesi

TÜRKİYE’DEKİ LAİK ANLAYIŞA İLK KARŞI ÇIKIŞ HAREKETİ VE ONA VERİLEN CEVAPLAR (1923)

TÜRKİYE’DEKİ LAİK ANLAYIŞA İLK KARŞI ÇIKIŞ HAREKETİ VE ONA VERİLEN CEVAPLAR (1923) 


Prof. Dr. Mehmet Akif TURAL* 
* Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. 


     Sayın Başkan, kıymetli dinleyenler. Konuşmama başlamadan önce hepinizi saygıyla selamlıyorum. 
15 Ocak 1923 tarihli Hoca Şükrü.1 imzası ile yayımlanan broşür ve buna verilen cevaplar bildirimizin özünü teşkil etmektedir. 

Cumhuriyet henüz ilan edilmemiştir. Henüz Türkiye’yi laikleştiren yasalar çıkarılmamıştır. Cumhuriyetin ilanından 9 ay, Türkiye’yi laikleştiren 3 Mart 1924 tarihli kanunlardan 15 ay önce ortaya çıkan ulusal boyutlu bu tartışmanın 3 ayrı tarafı vardır: 

‘1923 yılında Laiklik mi vardı? Laik anlayış mı vardı? Laikliği koruyan kanun mu vardı? Bunlar bulunmadığına göre, laiklik konusunda bir karşı çıkıştan nasıl söz ediyorsunuz?’ denilebilir. Cevabımız: 


20.01.1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye kanununun 1.2.3.4.5. maddeleri, padişahlık/sultanlık kurumu ve anlayışı reddedip millî egemenlik yetkisini, Büyük Millet Meclisi’ne veriyordu. Sultanlıkla halifeliğin aynı kişide toplanan yönetim biçimine ait erki kullanma gücünü ise, aynı anayasanın2 “Şeriat hükümlerinin yerine getirilmesi, kanunların konulması, değiştirilmesi, kaldırılması, antlaşma ve barış yapılması, vatan savunması (yani savaş ilanı) için ordu sevk etme gibi esas haklar, Büyük Millet Meclisi’nindir. Kanunların ve nizamların düzenlen mesinde kişiler arası ilişkilere ve günün ihtiyaçlarına en uygun fıkıh ve hukuk hükümleriyle kişiler arası uygarca tutum ve davranış esas tutulur. Bakanlar kurulunun görev ve yetkisi özel kanunla belirtilir.” denilmektedir. Bu hüküm ile Halifenin-Sultanın Hilafet makamıyla ilgili sayılagelen yetkileri TBMM üzerinde toplanmış oluyordu. 

1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması ile 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanununun ilk 5 maddesinde geçen hükümler ebedileşti. 

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti isimli yeni devletin yapısı tescil edilmiş oldu.3 Ancak Saltanatın kaldırılması ile ilgili bu kanuna “Halifelik” Osmanlı Padişahlık ailesine ait olup Halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce bu ailenin bilim ve ahlak bakımından iyi, uygun, faydalı ve yol gösterici olanın seçilmesini “Türkiye Devleti Halifelik makamının dayanağıdır” hükmü, saltanatı kaldıran 
kanunla birlikte, Halifeyi görevini, buna bağlı olarak da, görevden alma yetkisini, meclise veriyordu. Bu hükümle padişahın şahsında toplanan “sultanlık” dünya işleri yönetimi ile “halifelik” din işleri yönetimi birbirinden ayrılmış görünüyordu. Din işlerine ait görev ve yetkilerin halifelik unvanı ile seçilen kişiye verildiği görülüyor. 
İşte 16/17 Kasım’da padişah Vahdettin ülke dışına çıkınca halifelik makamı boş kaldı. 
Din işleri bakanı Şer’iye ve Evkaf Vekili Mehmet Vehbi Efendi din bakımından halifelik makamı boş kalmış olduğundan yeni birinin seçimine dair fetva verdi, Meclis bu fetvayı oybirliğiyle kabul etti. 

1-Teşkilâtı Esasiye Kanunu ile Türkiye halkı, hukuku hâkimiyet ve hükümranesini mümessili hakikisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin şahsiyeti maneviyesinde gayri kabili terk ve tecezzi ve ferağ olmak üzere temsile ve bilfiil istimale ve İradei Milliyeye istinat etmeyen hiçbir kuvvet ve heyeti tanımamağa karar verdiği cihetle Misaki Milli hudutları dahilinde Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmetinden başka şekli hükûmeti tanımaz. 

Binaenaleyh Türkiye Halkı Hâkimiyeti şahsiyeye müstenit olan İstanbul’daki şekli hükûmeti 16 Mart 1336 (1920) dan itibaren ve ebediyen tarihe 
müntakil addeylemiştir. 

2-Hilâfet; hanedanı âli Osman’a ait olup Halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bu hanedanın ilmen ve ahlâken erşet ve eslah olanı intihap olunur. Türkiye Devleti hilafetin istinatgahıdır. 

Osmanoğulları şehzadelerinden Abdurrahman Efendi’ye 2 oy, Selim Efendi’ye 3 oy, Abdülmecit Efendi’ye 148 oy verildi. 9 oy çekimser çıktı. Meclisin bu oylaması sonucu Abdülmecit Efendi halife seçildi.4 

1922 yılının Aralık ayında Hüseyin Avni Bey ve aynı düşünenlerce meclise sunulan iki maddeli bir kanun önerisini görüyoruz. Bu kanunun 1. Maddesi Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilebilmek için Türkiye’nin bugünkü sınırları içindeki yerler ahalisinden olmak şart koşulmuştur. 2.Madde milletvekili olabilmek için yerleştiği yerde 5 yıl yaşamış olmak şartını taşımaktadır. 

Gazi Mustafa Kemal’in doğduğu Selanik sınırlar dışındadır. 

Ömrü cephelerde geçtiği için hiçbir yerde 5 yıl yaşayamamıştır. Bu iki maddeli kanun önerisi meclisin içinden çıkmaktadır. Aynı meclis Mustafa Kemal tarafından, Ankara’da Mustafa Kemal’in öncülüğünde, onun düşüncesiyle Ankara’da toplanan bu meclis, yine Mustafa Kemal’i meclis başkanı yapmıştır. Sakarya Savaşı’ndan önce Gazi Paşa’ya Başkumandanlık vermiş, Sakarya Savaşını cepheden yöneterek kazandığı zafer sonucu Mareşal rütbesi vermiştir. Henüz birkaç ay önce Mudanya Mütarekesi yapılmış iken Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya milletvekilliğinin bile yine bu meclisin içinden bazı kişilerce çok görülmesinin anlamı nedir? Bu çirkin tutumun 1 

Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılması ile bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır. 

Bu iki madde Gazi Mustafa Kemal tarafından Mecliste, kendisini meclisin dışına atmak manası taşıdığı yönünde yapmış olduğu sert açıklamasına karşılık Millî Meclisin yine içinden “siz kastedilmiyorsunuz”, “siz meclisimiz içinde çok önemlisiniz” gibi takiyeci söylemlerle konu kapanmıştır; ama, onun kendini savunması ajans ve gazetelerden memleketin her yerine yayılmıştır. 

Gazi Paşa’yı Ankaralılar kendi il nüfus kütüklerine kaydettiler (birkaç ay sonra Erzurum ve Gaziantep illerinin de aynı tutumu gösterdiklerini takdirle ifade etmeliyiz.). Olay kapanmış gibi görünüyordu. Ama yeni bir düzen yeni bir devlet şekli, alışılmamış cümleler, devlet ile ilgili, yönetimin şekli ile ilgili yeni ifade ve tanımlamalar meclisin içindeki ikinci gurup olarak adlandırılan milletvekilleri tarafında anlaşılamıyordu. Damar ARIKOĞLU’ nun Hatıralarım kitabında, bu ikinci grup olarak tanınan 66 milletvekilinin isim yaş ve mesleği verilmiştir. 

Bu gurup meclisin yetkilerini daha da fazla artıracak yeni girişimlerle, Meclis içi hareketliği ve gruplaşmaları artırmıştır. 

Bu bağlamda Meclis’in ikinci başkanı istifa etmiş Ali Fuat Paşa ile Kâzım Karabekir Paşa karşı karşıya getirilmiş, TBMM’de otorite konusunda belirsizlik havası hâkim olmuştur. Ama 1923 yılı Ocak ayında, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’nin, cumhura dayalı olduğu ilkesi ve gerçeği, isimlendirilmediği halde, rejimin ruhu belli olmuştur. Laik anlayışa laik düşünceye oturan oturtulmak 
istenen bir yeni devlet yeni hukuk ve yeni millet anlayışı akıllı olanların görebildiği bir tercih olarak TBMM ve hükûmeti etkiliyordu. 

Halifelik bir devletin bir niteliğidir; ama, yeni Türkiye devletinin yapısı içinde halife meclis tarafından seçilen bir görevlidir. Yeni seçilen halife ile Refet Paşa ve meclisteki ikinci gurup ile ikinci gurup dışındaki bazı milletvekilleri tarafından kurulmuş olan yakın ilişkiler, Mustafa Kemal Paşa ve onunla beraber hareket eden arkadaşlarında tekrar eski düzene geçileceği kuşkusu yarattı. Mecliste 
de, yine Ocak ayının ilk günlerinde Meclisin yetkilerini artırmak yanında, Halifeye de meclis tarafından daha fazla yetkiler vererek onu TBMM’nin de üstünde bir güç yapmak isteğine dair hava seziliyordu. TBMM’nin her türlü iradenin üstünde olduğunu söyleyen üç tarafın, bu iradeyi kullandırmakla ilgili istek ve beklentilerinin çok farklı olduğu açıktır. Zaten ikinci gurup milletvekilleri aynı günlerde meclis yetkilerinin büyüklüğünün her türlü güce sahip olduğunu anlatırken meclisin dilediği her yetkiyi kullanabileceği veya kullandırtabileceği ni anlatırken, halifelik unvanının tekrar sultan yetkileri ile meclis tarafından donatılacağı kuşkularını doğurmuştur, Ocak ayının meclis tutanaklarına bakıldığında endişeler ve beklentiler görülmektedir. 

Eskiye dönüşle ilgili endişelerin yaşandığı günlerde Mustafa Kemal paşa iki çıkış yolu düşündü. 

Birincisi Mecliste daha güçlü bir gurup oluşturabilmek için bir siyasi parti kurmak. Bu parti halkın partisi olacaktı milletin tüm fertlerinin içine aldığı bir programa sahip olacaktı. Mecliste yapılması gerekenleri programlayan seçilmiş bir güç olmak istiyordu. 

İkincisi mecliste olanları Anadolu’yu gezerek, halkla görüşerek halka anlatmak. Çünkü O, Türk milletinin varlık mücâdelesini milletinden aldığı güçle zaferle bitirmişti. Yeni devlet şeklinin ölmüş olan eski devlet şeklinden tamamen ayrı başka bir biçimde “kaynağını beşeri iradeden” alan ki bu laik anlayıştır, bir yapıyı kurma mücadelesi başlattı. 14 Ocak 1923’de İleri Gazetesi başyazarı Celal Nuri 
Bey’e bu gezisini anlattı. “Cepheyi denetlemekten amacım orduları yakından görmek ve halk ile temasta bulunmaktır” demiştir. 15 Ocak 1923’de Eskişehir’de yaptığı ilk gezi konuşmasında yeni idare şeklinden bahsetmiştir. 

İşte 15 Ocak 1923 tarihinde, Afyon Karahisar milletvekili Hoca Şükrü imzasıyla “Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” isimli kitapçık yayımlandı. Bu kitapçık bütün milletvekillerine dağıtılmıştır. Kitapçığın 15 Ocak tarihinde dağıtılmış olmasına rağmen, hazırlanmasının saltanatın kaldırılmasını da içine alan bir süreci kapsadığı anlaşılmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk Büyük Nutuk’ta şu bilgileri vermektedir. “Milletin ortadan kaldırdığı şahıs saltanatını, Hilafet makamında devam ettirmek ve padişahın yerine Halifeyi geçirmek sevdasına düşmüşlerdi. Gerçekten de gerici bir gurup, Hoca Şükrü imzasıyla ‘Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi’ adıyla bir kitapçık yayımladı. Bu broşürün Ankara’da 15 Ocak 1923 tarihinde yayımlandığı ve bütün milletvekillerine dağıtıldığı bana İzmit’te bildirildi. 

Broşürün üzerine sadece 1339 (1923) yılı yazılmıştı. Fakat broşürün daha ben Ankara’da iken hazırlanıp bastırıldığı ve benim Ankara’dan ayrılış tarihim olan 14 Ocak 1923 gününün ertesinde ortaya çıkarıldığı anlaşılmıştı.” 

Geriye dönüş için seçilmişlerin meclis içindeki siyasal mücadelesinin ilki olan bu hareketin, Hoca Şükrü Efendinin çıkardığı tartışmanın tarafları şunlardır: 

1.Hoca Şükrü ve onun gibi düşünenler 
2.Hoca Şükrü gibi düşünmeyen Türk aydınları 
3.Başta Gazi Mustafa Kemal (Atatürk) olmak üzere yönetimi biçimlendiren, yeni kurum ve kuruluşlar ile buyurma erkinin ‘kaynağını ilahî irade yerine beşeri iradeden alan bir toplum-devlet düzeni kurmak’ isteyen, devlet ve hükûmet yetkililerinin yorum ve kabulleri. 

Bu üç taraftarlıktan sadece Hoca Şükrü Efendi gibi düşünmeyen aydınlar, fikirlerini basın yoluyla açıkladılar. Çünkü bu cevap hakkını kullanmaları, broşürde geçen halifeyi, padişah yapma isteğine karşı çıkmalarındandı. Hoca Şükrü Efendi’nin bu risalesine karşı olanlar Mustafa Kemal Paşa’nın ve onun uygulamalarını, milletle birlikte yapmak istediklerinin ne kadarını kavramışlardır ki gönüllü olmuşlardır? Bu yeni rejimi, yeni yönetimi benimseyen gönüllüler, yeni kavramların ve kurumların da gereğine inanarak onları benimsemiş olarak zaman içinde bu benimsediklerini vazgeçilmez sayarak savunmuş olan aydınlar dır. Birinci Meclis kayıtlarında Afyon Karahisar milletvekili, mesleği Vaizlik olarak ve yaşı 46 olarak kayıtlı bulunan, kitapçığı hazırlayan İsmail Şükrü Efendi’nin risalesinden alıntılar yaparak, devrin aydınlarının yapmış olduğu eleştirilerden, karşı çıkışlardan örnekler vereceğiz. Hoca İ. Şükrü’nün Risale’sinin giriş bölümünden bazı cümleleri alıntılayalım: 

“Bütün Müslümanlar bilmelidir ki, buhranlı ve olağan üstü günler yaşıyoruz. Hiç şüphe yok ki bu durum geçicidir ve inşaallah çok gecikmeksizin gerçek ve doğal duruma geri dönülecektir.” İslam kamuoyu yakinen bilmelidir ki, Büyük Millet Meclisi ile meclisin seçtiği ve tâbi olduğu Müslümanlardan halifesi arasında hiçbir ayrılık ve gayrılık yoktur. Halife meclisin, meclis halifenindir. 

‘İmamet Kureyş’tendir’ hadis-i şerifine gelince, bundaki hükmün özü, nüfuz ve kudrettir. Nitekim İslam fıkıhçıları, kuvvet ve kudretsiz Hilafetin, şer’i anlamı olmadığından hareketle Kureyşîliği Hilafet şartlarından kabul etmemişlerdir. O zaman Arap kabileleri arasında en nüfuzlu Kureyşîler olduğundan, Hilafet görevini ancak onlar yerine getirebilirdi. Yoksa Kureyşiler hakkında ümmetine, seslenerek ‘doğrulukla hareket etmezlerse kılıçlarınızı boynunuza takıp ocaklarını söndürünüz. 
Yapamazsanız gerçekten sersem kimselersiniz’ buyuran Peygamberimiz hiçbir zaman nüfuz ve kudretsiz bir hilafeti kast etmemişlerdir. 

Maddî kudret ve hükûmet kuvveti, hilafetin temel direği olmakla, bu hilafet, bu kudret ve kuvvetten ayrıldığı gün, elbetteki artık onun hiçbir İslamî anlamı kalmaz.” 
Hoca Şükrü’nün, savunduğu fikir için ileri sürdüğü iddiaya destek olan hadis, zaten kendini tezini desteklemiyor, aksine, ‘yönetim kötüyse indirin’ diyor; hem de şeklini kılıç olarak gösteriyor. Halbuki, Millî Mücadele, Meclisin aldığı kararların doğrultusunda yapılmıştır. Zaten Gazi Mustafa Kemal Atatürk demokrasi hakkında ‘yönetim kötüyse, seçim yoluyla indirir, iyisini getirirsiniz’ diyor. Hoca İ. Şükrü’nün peşin hükmü mantığını felç etmiş görünüyor. 

Basından birkaç başka örnek: 

“Hoca Şükrü diyor ki, ‘O halde seçtiğimiz Müslümanların halifesi nedir?’ Bu halifeyi seçmemizden amaç, gelecekte İslam dünyasının kurtarılması adına bekleyerek kurtarıcı olan ve olmayan bütün Müslümanların bir kurtuluş noktası saydıkları geleneğe bağlılıktır. Bugün hür olan yalnız Türkiye’dir. Türkiye külfetini ve özellikle masrafını göze alarak İslam dünyasının, istediği bu siyasi halifeliği 
devam ettiriyor. 

İnşallah İslam kurtuluşa erer ve bağlı oldukları Hıristiyanları kovar. Bu takdirde bütün İslam milletleri ve devletleri amaçlarını sonuçlandırabilir ler. O mutlu zamanda bütün Müslümanlar çok büyük bir tavaf halinde toplanıp konfederasyon başkanı seçtikleri halifeye verirler.” 

“Hoca diyor ki; ‘İslam şeriatı kuvvetsiz, hükûmetsiz, istiklalsiz, hürriyetsiz bir hilafet ve halife tanımamıştır. Kısaca halifenin kuvvet ve yücelik sahibi kamu işlerinde tasarrufa kadir olması, en önemli bir şeriat esası olduğundan, bugünkü hale nazaran, hükûmetimizin, devletimizin başkanı olması bir zorunlu emirdir. Bu noktada başka türlü bir şekle imkân yoktur.’ 

“Halifeyi krala dönüştürmek emeli sayfalarınızın her yerinde sırıtıyor. Dön dolaş diyorsunuz ki: ‘Halifenin asli görevleri ancak konuya ait işlerden yani hükûmet etmekten ibarettir.’ Tekrar edelim, Hoca efendi, bu devletin ne kralı ne de imparatoru vardır.” 

“Hilafetten, saltanattan amaç hükûmettir. Hükûmet halkın tek başına ve kişisel olarak yapamadığı işlerini yaptırmak için halkın kendi seçimiyle oluşturup kurduğu bir heyettir. Bu heyet, bugün TBMM’dir. Kısaca bugün hilafetin temsilcisi TBMM’dir. Şu halde TBMM hükûmeti yalnız hilafetin dayanağı değil aynı zamanda hem kaynağı hem de kökü ve merkezidir.” 

“Şükrü Efendi risalesinin 8. Sayfasında aynen şöyle yazıyor: “Halifenin sahip olduğu dini ve siyasi görevi bakımından, islami meclislerin, memleketlerine özgü geleneklerin zaman ve mekanın, kararlaştıracakları kanunlar ve tüzüklerde önemli bir etkisi vardır. 
Bunun gibi meclislerin karar altına aldıkları maddelerin kolayca kabul görmesi için halifenin onayına sunulması gerekir. Ancak bu sayededir ki, bu gibi kararlar seri hükümlerin arasına girer.” 

Şükrü Efendi bu anlaşılmaz cümlelerde belirtmek istediği düşüncesini daha açık ve kesin bir dille risalesinin 26. Sayfasında şöyle açıklamıştır: “Şu duruma göre, kanunların düzenlenmesi ve hükûmeti yürütme yetkisi yüklenen meclisimizin başkanlığına halifenin sahip olması, yani devlet kanunları ve hükûmet kararlarının halifenin görüşüne ve onayına sunulması şer’i bir emirdir, mecburi dir.” “Şükrü Efendi’nin düşüncesi açık ve kesindir. Halifelik makamının onaylamadığı herhangi bir kanun, herhangi bir karar İslam kanununa uygun değildir. 

Bilindiği üzere TBMM kurulduğu günden bu yana kadar kendisine halife hiçbir zaman başkanlık etmemiş ve hiçbir kanun ve 
hiçbir karar onun onayına sunulmamıştır. 

Kısacası Şükrü Efendi’nin düşüncesine göre öncelikle TBMM, bu dört yıl içersinde günah işlemiştir. Ve ikinci olarak kabul etmiş olduğu kanun ve kararların hiç birisi meşru değildir. O halde, millete düşen görev nedir?” Hoca Şükrü Efendi gibi düşünmeyen aydınlar, devletin yeni yönetim şeklini yöneticilere bırakmadan kendileri savunmuştur. 

Türk İnkılabı bir bütündür. Bu bütünlük içinde her yapılan inkılap değişim dönüşüm hareketleri, temel olarak laik anlayış, laik hukuk, millî birlik, millî hâkimiyet ve tam bağımsızlığa dayanır. Yasama, Yürütme ve Yargının durumları belirlenmiştir. 1921 Anayasası ile başlayan hukuk devleti, demokratikleşme, çağdaşlaşma, laik düzen, cumhuriyet yönetimi için çekilen çileler, verilen mücadeleler ve elde edilenler, Türkiye’nin 85 yıllık bu uzun birikimini TBMM ve milletin orada görevlendirdikleri çok iyi değerlendirmelidirler. 
“TBMM demokrasinin millet iradesinin ortaya çıkış yeridir”. “Meclis millî iradenin temsil yeridir.” sözleri doğrudur. “O halde, meclis yasama ve yürütme gücüyle her şeyin üstündedir; çünkü, seçilmişlerdir; seçilmişler millet adına iş yapıyor” gerçeğinden, atanmışlar seçilmişler münakaşası doğarsa ve başka atanmış kurum ve kuruluşların birbiriyle ve meclisle olan uyumunu etkiler. 

12 Eylül 1980 müdahalesi öncesi yaşananlar, 1982 TC Anayasası 3.Maddesine, Bayrağın şekli, kanunda belirtilen beyaz ay yıldızlı al bayraktır; hükmü ile Millî Marşı İstiklâl Marşıdır; hükmü konulmuştur. Türkiye’de Millî Marşın, İstiklal Marşı olduğu, bayrağın hangi renk olduğu, 1982 yılına kadar bilinmediği için mi anayasaya bu hükümler konulmuştur? Bu durum göstermektedir ki, kavramlar ın hangi anlam ve gerekçe ile kullanılması veya tanımlanması kişilerin veya grupların taleplerine bağlı değildir.5 

Bu büyük toplantımızın yetmiş sekiz ayrı konuşması içinde bazı konuşmacıların, laiklik anayasaya nasıl girmiştir? Ne anlama gelir? 
Hangi anayasamızda ne şekilde ifade edilmiştir? Gibi soruların cevabına ilişkin çalışmalarını bildiri olarak sunacaklarını davetiye ekindeki programda görmekte yiz. Bildirileri dinleyeceğiz, ama şu ana konuları günümüz açısından 1982 anayasasındaki durumu söylemeliyim: 

Laiklik, Devletin bir niteliği olarak görülmekte, (md.2) egemenliği, millete (md.6) verip herkesin kanun önünde eşit olduğunu (md.10), din ve vicdan hürriyetini (md.24) kabul etmektedir. Dinin siyasete karıştırılması engellenmiş (md.68), laik devlet düzenini din adına yıkarak teokratik devlet düzeni getirme fiilleri yasaklanmıştır (md.14). Din hizmetlerini, dinin eğitim-öğretimini (md.24/2 md.26, 27), bir kamu hizmeti sayıp (md.136), teşkilatlandırılacaktır. Bu maddelerden anlaşılacağı gibi laiklik hem siyasi hem de hukukî ve kültürel alanlar için bir yaşama biçimidir. 

Laiklik kavramı ve bir devletin temel niteliği olması konusu, bilginlerin, fikir adamlarının öncelikle düşünmesi gereken bir konudur; kaldı ki, bu konuyu 
karşı duruş ve söylemleriyle bulandırmaya, kirletmeye kalkan ideolojik politik tutumlar bizim çalışma alanımızın dışındadır. 

1923’te Hoca Şükrü Efendi ve onun gibi düşünenler, aslında Meclisli rejime karşı değildi. Çünkü, onun meclise dayalı rejimle sorunu yoktu. Rejim içindeki erkin Cumhurbaşkanına, hükûmet ve oluşturulacak kurum veya kuruluşlara değil halife unvanlı kişiye ait olması sorunu vardı. Vaz geçemediği ve imanının şartı gibi savunduğu iddiası ise, Halifenin yetkisizliğinin kabul edilemeyeceğidir. 

Günümüz Türkiye’sinde rejim sorunu, rejime sahip olma sorunu ikileminde münakaşalar yaratmak, bu açıdan değerlendirilmelidir. 
Hoca Şükrü anlayışını taşıyan çıkışların meclisin içinden bir milletvekili veya bir grup milletvekili tarafından yapılmış olması, asla Büyük Millet Meclisini bağlamamıştır. Büyük Millet Meclisi yasama ve yürütme gücünü elinde bulundurma bakımından dönem dönem kendini yenileyen bir kurumdur. Rejimin diğer kurumları ve kuruluşları ile de 1923’ten günümüze kadar kanun, gelenek ve birikimlerin ışığında uyumlu çalışmanın gereğini yaşamıştır. Büyük millet Meclisi, seçilmişlerden oluşmakta olup seçilmişlerin seçtiği makam olarak Cumhurbaşkanlığının da rejimin bütünü içinde anayasaya dayalı, kaynağını anayasadan alan yetkileri vardır. “Ekümeniklik uluslararası bir dini makam, halifelikte bunun karşısına konulsa”, “Patrikhaneye karşı uluslararası halifeliği kullansak”, “İslam dünyası üzerinde etkili olmak için halifeliğimizi tekrar canlandırsak” gibi söylemler, günümüzde fazlaca artmaktadır. 

1923 Ocak ayında meclisten yükselen Gazi Mustafa Kemal Atatürk karşıtlığı ve onun kurmaya çalıştığı laik anlayışa karşı oluş hak ettiği cevabını almış olduğunu Türk aydınlarının unutmadığına olan inancımla, Atatürk’ün ışığının bizi aydınlatacağını tekrarlıyorum. 

Beni dinlediğiniz için hepinizi Saygılarımla Selamlıyorum. 

DİPNOTLAR;

1 Mehmet Akif Tural, Hilafet Sevdası Karşısında Milli Hâkimiyet Mücadelesi, ATAM yy., 2. bs., Ankara, 2005. 
2 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 20.1.1337 (1921) Kanun No:85; Madde 7- Ahkâmı şer’iyenin tenfizi, umum kavaninin vazı, tadili, feshi ve 
muahede ve sulh akti ve vatan müdafaası ilânı gibi hukuku esasiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Kavanin ve nizamat tanziminde muamelat-ı nasa erfak ve ihtiyacat-ı zamana evfak ahkâmı fıkhiye ve hukukiye ile adap ve muamelat 
esas ittihaz kılınır. Heyet-i vekilenin vazife ve mesuliyeti kanun-ı mahsus ile tayin edilir. 
3 TBMM’nin Hukuku Hâkimiyet ve Hükümraninin mümessili hâkimi olduğuna dair heyet umumiye kararı 1-2.11.1338 (1922) Karar No:308 
(… Türk milleti saray ve Babı âlinin hıyanetini gördüğü zaman Teşkilatı Esasiye kanunu isdar ederek onun birinci maddesi ile Hâkimiyeti Padişahtan alıp bizzat Millete ve ikinci maddesi ile İcrai ve Teşrii kuvvetleri onun yedi kudretine vermiştir. Yedinci madde ile de harp ilânı, Sulh akdi gibi bütün hukuku hükümraniyi Milletin nefsinde cem eylemiştir…) 
4 M. Akif Tural, Saltanatın Otopsisi ve Milli Hâkimiyet Yolunda Çekilen Çileler, ATAM Yay., 2. bs Ankara, 1999, s.:40-44 


***