CUMHURİYETİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
CUMHURİYETİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Kasım 2019 Çarşamba

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN TEMEL NİTELİKLERİ VE MİLLİ DEVLETE YÖNELİK TEHDİTLER

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN TEMEL NİTELİKLERİ VE MİLLİ DEVLETE YÖNELİK TEHDİTLER 


Dr. Ali GÜLER* 
* (E) Dr. Öğ. Alb., 
aliguler@lycos.com 


I. GİRİŞ 

Bilindiği gibi; tehdit algılamaları başta olmak üzere, ülkelerin askeri, politik, ekonomik ve sosyal değerleri millî güvenlik değerlendirmelerine esas teşkil etmektedir. Bütün bu değerler, küresel, bölgesel ve ulusal anlamda hayati derecede önem taşımaktadır. Günümüzdeki bazı gelişmeler incelendiği zaman, küresel bazı güçlerin (ABD, AB gibi) güvenlik algılamalarının, gelişmekte olan ülkelerin algılamaları ile aynı olmadığı, çoğu zaman da iki algılama arasında gelişmekte olan ülkeler aleyhine bir çatışmanın veya zafiyetin yaşandığı görülmektedir. 

Gelişmekte olan ülkelerin “güvenlik politikalarının, büyük ölçüde ithal malı tehdit algılamalarına dayandığını görmekteyiz. Bu tür yaklaşımların, ulusal çıkarlar ile çoğu kez ters düşmesine karşılık, uygulama zorunluluğu, bu ülkelere zarar verebilmektedir. Yaşadığımız çağda gelişmekte olan ülkeler, askerî yaptırımlardan çok politik, ekonomik ve sosyal yaptırımların tehdidi altında bulunmaktadır. Küresel ekonomik manipülasyonlar, ekonomik hassasiyetlerin istismarı, ülke içi etnik hassasiyetleri istismarı ve bu konuların siyasi dayatmalara dönüşmesi, bu ülkeler için en önemli tehdit algılamalarını oluşturmaktadır...”1 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen bir millî kurtuluş savaşı sonrasında, belli temel esaslar üzerinde kurulmuştur. “Merkezî-Millî (Üniter) Devlet”, “Tam Bağımsız Devlet”, “Millî Egemenliğe Dayalı (Demokratik-Laik) Devlet” özellikleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esaslarıdır. Bazı başka özelliklerle anayasalarımıza da yansıyan bu esaslar, Atatürkçü Düşünce Sisteminin de özünü oluşturan temel değerlerdir. Şu halde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesini oluşturan Atatürkçü Düşünce 
Sistemi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yaşatma ve yarınlara taşıma bilincini de ifade etmektedir. 

II. MERKEZÎ-MİLLİ (ÜNİTER) DEVLET 

Kamu Hukuku’na göre bir devlet ikisi kurucu, ikisi de hazırlayıcı dört unsur ile kurulmaktadır. Bunların birincisi toprak unsuru yani “ülke”dir. Bu sınırları belirlenmiş bir coğrafyadır. “Coğrafya” kanınızla sulanırsa, kültür değerlerinizle damgalanırsa “vatan”laşır. İkinci kurucu unsur, insan unsurudur. 
Bu da “millet’tir. Bu iki kurucu unsuru tamamlayanlar ise siyasi teşkilatlanma yani “hükûmet” ve “egemenlik” (iç ve dış) unsurlarıdır. 

Çağımızın devleti, modern devlet, bazı istisnalar bir yana bırakılırsa, millî (üniter) devlettir. Diğer bir deyimle, günümüzde devletin insan unsuru millet adını alan topluluktur. Türkiye Cumhuriyeti, yerine kurulduğu Osmanlı Devleti gibi, çok milletli bir imparatorluk değildir. İnsan unsuru Türk Milleti’ne dayanan, tam anlamıyla millî bir devlettir.2 Türk çoğunluğu topraklarını hedefleyen Misak-ı Millî sınırları üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu temel özelliği, Lozan Antlaşması’nda da milletlerarası hukuk bakımından da tescil edilmiştir.3 

Atatürkçü Düşünce Sisteminin temel esaslarından biri olan millî devlet anlayışı, Fransız İhtilali’nden sonra gelişen evrensel-çağdaş değerlerden biri olduğu gibi, Millîyetçilik ilkesinin de tabii bir sonucudur. 

Merkezî-Millî Devlet özelliği, hem ülkenin, hem de milletin bölünmezliğini, birliğini ifade eder. Türkçe’nin resmî, devlet, eğitim ve yayın dili olması; hukukun tekliği; merkezi idare, kültürel ve siyasal bütünlük bunu tamamlar. Mevcut anayasamızın 3., 42. ve 66. Maddesi millî devlet olma esasını; 126 ve 127. Maddeler de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin siyasi-coğrafı düzeninin merkezî devlet olduğu esasını getirmiştir. 

Bilindiği gibi, büyük bir kurtuluş mücadelesi sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak uluslararası camiada tanınması Lozan Antlaşması ile olmuştur. Lozan’da oluşturulan hukuki-siyasi statüye göre Türkiye, sadece “Gayrimüslim azınlık” kavramı ile ifadesini bulan Rum, Ermeni ve Yahudileri “azınlık” olarak tanımıştır. Bunun dışında Türkiye Cumhuriyeti’ni 
kuran herkes devletin asli unsuru, “Türk Milleti”nin önemli bir parçasıdır. 
Hem devletin anayasal sistemi içinde, hem de devleti kuran Atatürk’ün yazı ve konuşmalarında açıkça belirtildiği gibi, “Türk Milleti” kavramı, sübjektif unsurlara dayanan, günümüzde Amerikan sosyolojisinin de kabul ettiği “etnik grup” tanımı ile aynı olan bir derinlikte ele alınmıştır. Yani Türk milleti, ortak tarih içinde yaratılan aynı kültürü paylaşan insan topluluğudur. Bu anlamda bakıldığı 
zaman, farklı menşelerden gelse ve farklı alt grup isimleri ile anılsa bile Türkiye’de yaşayan unsurlar ayrı ayrı “milletler” değil; Türk milletinin birer parçasıdırlar. 

Devletin insan unsurunu, milletin kimliğini tanımlaması bakımından 66. Madde önemlidir: Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür. 

Görüldüğü gibi Anayasa, insan unsurunu, milletin kimliğini “Türk” olarak tanımlamıştır ve bu tanımı yaparken de “vatandaşlık bağını” esas almıştır. Bazı bölücüler tarafından iddia edildiği gibi “ırk” veya “kan” bağını esas almamaktadır. Yani Anayasa’daki “Türk” kavramı bir “ırkı” değil, “vatandaşı” ifade etmektedir. Kaldı ki, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren hem Atatürk’ün konuşmaları, hem de devletin yazılı belgeleri incelendiği zaman görülmektedir ki, “Türk” ve “Türklük” kavramı “kültürel” bir kavramdır, “ırka” veya “kana dayalı” bir kavaram değildir. Yani aynı kültürü paylaşan insanların tamamı “Türk” olarak, aynı “millet” olarak tanımlanmıştır. 

Bu sosyolojik yaklaşım, Anayasa’da da hukuki ifadesini bulmuştur. 

Nitekim, Atatürk 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Fakültesi’ni açarken yaptığı konuşmada, millî devletin insan unsuru için “öngörülen bağ”ı şu şekilde açıklamıştır: “Bugünkü devletimizin şekli, asırlardan beri gelen eski şekilleri bertaraf eden en gelişmiş tarz olmuştur. Milletin, varlığını devam ettirmek için fertleri arasında düşündüğü müşterek bağ, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, yani millet, dini ve mezhebi bağlılık yerine, TÜRK MİLLİYETİ bağıyla fertlerini toplamıştır”4 

Anayasa’nın 3. maddesinde yer alan “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletliyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir” ifadesindeki “Dili Türkçe’dir” sözleri devletin “resmi dilinin Türkçe olduğunu” belirlemektedir. Çünkü, 3. maddenin madde başlığı, “III. Devletin bütünlüğü, resmi dili, millî marşı ve başkenti” şeklindedir. Bilindiği gibi, Anayasa Hukuku’na göre, madde başlıkları da anayasanın lafzı ve ruhu içindedir. 

42. Madde ise eğitim ve öğretim dilini belirlemektedir: “Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” 

Sosyoloji biliminin verilerine göre “ortak dil” bir milletin “ortak kültürü”nü oluşturan en önemli değerdir. Çünkü, hem kültür unsurları arasındaki iletişim ve etkileşim; hem de kültür değerlerinin bir sonraki kuşağa aktarılması dil ile olur. Dil aynı zamanda “millî kimliğin” en önemli göstergesidir. Ortak diliniz varsa, ortak kimliğiniz vardır. Tarihte dilini kaybeden milletler, bir süre sonra kültürlerini, sonuçta da millî kimliklerini kaybetmişlerdir. 

Türklüğün tarihi incelendiği zaman; Türk milletinin büyük badireler atlatmasına, Türkçe’nin zaman zaman dar boğazlara girmiş olmasına rağmen her şeyinin dili sayesinde yaşadığı görülmektedir ki, Atatürk de çeşitli konuşmalarında bunu vurgulamıştır. Mesela şu sözleri bu bakımdan önemlidir: 

“Türk milletinin dili Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için, her Türk dilini sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlâkının, an’anelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, kısacası bugün kendi millîyetini yapan her şeyin dili sayesinde 
muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir...” 

Yine Atatürk, Medeni Bilgiler isimli eserde Türk milletini oluşturan tabii ve tarihi olguları sıralarken “dil birliğini” temel bir unsur olarak saymıştır. Türkçe, Osmanlı Devleti’nin kurulduğu 1300’den beri “resmi dili”; Cumhuriyetin başlangıcından beri de “eğitim-öğretim”, “medya (yazılı-sözlü)” dilidir. 

Hatta Atatürk “Türk Milleti” kavramını oluşturan ana esasın “Türkçe konuşmak” olduğunu ifade etmektedir. Atatürk, 17 Şubat 1931’de Adana Türk Ocağı’nda yaptığı önemli bir konuşmada bununla ilgili olarak şunları söylemiştir: 

“Türk demek, dil demektir. Millîyetin çok açık vasıflarından biri dildir. Türk milletindenim diyen insan her şeyden önce ve behemehal Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk toplumuna mensup olduğunu iddia ederse buna inanmak doğru olmaz. Halbuki Adana’da Türkçe konuşmayan 20 binden fazla vatandaş vardır. Eğer Türk Ocağı buna müsamaha gösterirse, gençler ve siyasi, içtimai bütün Türk kuruluşları bu durum karşısında duygusuz kalırlarsa en aşağı yüzyıldan beri devam ede gelen bu durum daha yüzlerce yıl devam edebilir. Bunun neticesi ne olur? Herhangi bir felaket günümüzde bu insanlar, başka dille konuşan insanlarla el ele vererek aleyhimizde hareket edebilirler”5 

Görüldüğü gibi, Atatürk “Türkçe konuşmayı” “Türk milletinden olmak”ın adeta bir ön koşulu olarak ifade etmektedir ve farklı bir dilde konuşan vatandaşların var olduğunu (Arapça konuşanları kastetmektedir), buna göz yumulmaması gerektiğini belirtmektedir. Bu konuşma ile Atatürk aynı zamanda, adeta günümüzdeki gelişmeleri kestirerek; bu durumun başka devletler tarafından bölücülük noktasında kullanılabileceğini açıkça söylemektedir. 

AB, “kültürel haklar” bağlamında her etnik grubun (Türkiye için bu sayı 47 (?) olarak veriliyor) ana dilinde yayın (özel ve resmi televizyonlarda) ve eğitim hakkının tanınmasını talep etmektedir. Bu talebin gerçekleştirilmesi çok kısa sürede, olmayan yeni etnik gruplar, yeni azınlıklar yaratacak ve yukarıda değindiğimiz ve Atatürk’ün de açıkça belirttiği “Türk milletinin bölünmesi” kültürel anlamda gerçekleşmiş olacaktır. 

2002 İlerleme Raporu’nda, “Dernek Kurma, Barışçı Toplantı Hakkı, Sivil Toplum” başlığı altında “Eksiklikler ve Beklentiler” sayılırken ifade edilen, “Resmi yazışmalarda Türkçe dışında dil kullanılmamaktadır” eleştirisinden açıkça anlaşılmaktadır ki; önümüzdeki yıllarda, yani bu sürecin sonucunda Türkçe’nin resmi devlet dili olmasından vazgeçmemiz talebi ile karşılaşacağız. 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, merkezî-millî devlettir. Burada merkezîlik özelliğinin vurgulanmasının nedeni, federal devletin de millî devlet olabileceği gerçeğidir. Bilindiği gibi, bir çok federal devlet millî devlet olabilmektedir. ABD, İsviçre modern millî devletlerdir, ancak siyasi yapıları federal yapımdır. Bu yönü ile millî devlet yapısı, imparatorluk devlet yapısını ve ümmetçi devlet yapısını 
reddetmektedir.6 

III. TAM BAĞIMSIZ DEVLET 

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti gibi siyasal ve ekonomik bakımdan yarı bağımlı bir devletin enkazı üzerinde kurulmuş ve yükselmiştir. Bu nedenle tam bağımsızlık, Atatürk’ün baştan beri üzerinde en çok durduğu bir temel esas olarak hayata geçirilmiştir. Atatürk’ün tam bağımsızlık konusundaki en veciz sözleri, Nutuk’un hafızalarımıza işlemiş olan şu satırlarında yer almaktadır: 

‘‘Esas, Türk milletinin haysiyetli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak tam bağımsızlıkla temin olunabilir. Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir millet medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık olamaz. Yabancı bir devletin koruyuculuğu ve kollayıcılığını kabul etmek insanlık vasıflarından yoksunluğu, aciz ve beceriksizliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten bu duruma düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla 
ihtimal verilemez. Halbuki Türk’ün haysiyeti ve izzet-i nefsi ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun evladır! Binaenaleyh, ya istiklal ya ölüm!'' 7 

Atatürk’e göre bağımsızlık, biçimsel ve sözde bir bağımsızlık değil, her alanda tam ve gerçek bir bağımsızlıktır. Nitekim, Haziran 1921’de Fransız temsilcisi Franklin Bouillon’a şunları söylemiştir: “Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan 
yoksunluk, millet ve memleketin, gerçek manasıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.”8 

Atatürk bağımsızlık konusunda özellikle mali bağımsızlıkla, dikkat çekmiş ve bunun önemini vurgulamıştır. 1 Mart 1922’de Büyük Millet Meclisi’nin üçüncü toplantı yılını açarken bu konuda şunları söylemiştir: “Bugünkü savaşmalarımızın gayesi tam bağımsızlıktır. 
Bağımsızlığın bütünlüğü ise ancak mali bağımsızlıkla mümkündür. Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun olunca, o devletin bütün hayat kollarında bağımsızlık felce uğramıştır. Çünkü her devlet organı ancak maliye kuvveti ile yaşar. Mali bağımsızlığın korunması için ilk şart, bütçenin ekonomik bünye ile orantılı ve denk olmasıdır. Dolayısıyla, devlet bünyesini yaşatmak için dışarıya başvurmaksızın memleketin gelir kaynaklarıyla idareyi temin çare ve tedbirini bulmak lazım ve mümkündür”9 

Şüphesizdir ki, Atatürk’ün tam bağımsızlık anlayışı, yabancı düşmanlığı veya dış ilişkilerde yalnızcılık politikası anlamına gelmez. 
Daha Sivas Kongresi kararlarından başlayarak diğer milletlerle bilimsel, ekonomik ve teknolojik ilişki ve işbirliğini dikkate alan Atatürk, bu konuda şunları söylemektedir: “Türkiye’nin istiklali her sahada kamilen tasdik olunmak şartıyla kapılarımız bütün yabancılara genişçe açık kalacaktır.” “Biz yabancılara karşı herhangi hasmane bir his beslemediğimiz gibi, onlarla samimi ilişkilerde bulunmak arzusundayız. Türkler bütün medeni milletlerin dostlarıdır... Maksadımız yeniden yakınlaşmak, bizi başka milletlere bağlayan bağları arttırmaktır. Memleketler çeşitlidir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin ilerlemesi için de bu yegane medeniyete katılması lazımdır”10 

IV. MİLLİ EGEMENLİĞE DAYALI (DEMOKRATİK-LAİK) DEVLET 

Atatürkçü Düşünce Sisteminin temellerini oluşturan üçüncü ana ilke, millî egemenliktir. Millî egemenlik, devlet içinde en üstün buyurma kudreti olan egemenliğin, millete ait olduğunu ifade eder. Bu anlamda millî egemenlik, kişi ve zümre egemenliği ile, yani monarşik, oligarşik veya dini (teokratik) yönetim biçimleri ile kesinlikle bağdaşmaz.11 

Tıpkı tam bağımsızlık ilkesi gibi millî egemenlik de, Atatürk’ün Millî Mücadelenin ilk günlerinden beri açıkça ortaya koyduğu, ısrarla vurguladığı bir ilkedir. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, irade-i millîye olarak ifade edilen bu ilke; 28 Aralık 1919’da Heyet-i Temsiliye’nin Ankara’ya gelişinden bir gün sonra Atatürk tarafından şu şekilde ortaya konulmuştur: “Bir millet, varlığı ve hakları için 
bütün kuvvetiyle, bütün fikri ve maddi güçleriyle alâkadar olmazsa, bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin etmezse, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz... Bu sebeple teşkilatımızda millî güçlerin etken ve millî iradenin egemen olması esası kabul edilmiştir. Bugün bütün cihanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Millî egemenlik...”12 

Atatürk, Millî Mücadelenin başlangıcından, kendisinin hayata veda ettiği ana kadar, her fırsatta millî egemenliği Türk toplumuna benimsetmeye çalışmış, her zaman kişisel yönetimin sakıncalarıyla millî egemenliğin üstünlüklerini çarpıcı şekilde karşılaştırmıştır. 

Çağdaş bir topluma ve çağdaş bir devlete yakışan yönetim şeklinin, millî egemenlik esasına dayanan sistem olduğunu çok iyi bilen Atatürk; 
TBMM’nin açılması, Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilanı, Halifeliğin kaldırılması ve diğer bazı temel yapısal değişim ve dönüşüm hareketleri (inkılaplar) ile hep millî egemenliği yerleştirme gayreti içinde olmuştur. 

Atatürkçü Düşünce Sisteminde millî egemenlik esası, demokratik-laik devleti gerçekleştirme amacının temel bir parçası olarak değerlendirilmiştir. Bu esas aynı zamanda Cumhuriyetçilik, Millîyetçilik, Halkçılık ve Laiklik ilkelerini de besleyen önemli bir ilkedir. 

Egemenliğin kaynağı olarak millet iradesi yani hukuki anlamda beşeri irade kabul edildiği ve bunun sonucu olarak millî egemenlik hayata geçirildiği zaman, laik devlet düzeninin oluşturulması için ilk adım da atılmış olmaktadır. Çünkü, iktidarın kaynağı ilahidir dendiğinde, bundan teokratik/skolastik düşünce sistemleri, dolayısıyla teokratik hukuk/devlet/toplum yapıları; iktidarın kaynağı beşeridir dendiğinde, bundan, ilahinin karşıtı laik düşünce sistemleri, dolayısıyla laik hukuk/devlet/toplum yapıları çıkmaktadır. 

Millî irade veya millî egemenlik düşüncesinin sonucu olarak, laik toplum / hukuk / Devlet düzenine geçişte, bir yandan teokratik toplum/hukuk/devlet düzenine ait ümmet fikri yerini millet fikrine bırakırken, öte yandan kul/tebaa fikri, yerini insan/vatandaş fikrine bırakmıştır. Böylece, bugün hararetle savunulan ve uluslararası sözleşmelerle korunması, geliştirilmesi devlete temel bir yükümlülük olarak yüklenen insan hakları düşüncesinin temelleri bu düşüncelerle atılmış olmaktadır. Günümüzde, gerçekten, insan hakları ancak laik-demokratik bir toplum/hukuk/devlet düzeninde söz konusu olabilmektedir.13 

V. SONUÇ 

Bazı küresel aktörlerin politikaları analiz edildiğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin; millî güvenlik unsurlarını da oluşturan bu temel esaslarının bozulması veya değiştirilmesi tehdidi ile karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Yani Türkiye, Merkezî-Millî (Üniter) Devlet, Tam Bağımsız Devlet, Millî Egemenliğe Dayalı (Demokratik-Laik) Devlet özellikleri ile tehdit altındadır. 

Türkiye’nin bir medeniyet ve çağdaşlaşma tercihi olduğu sık sık ifade edilen Avrupa Birliği üyeliğini de bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekir. Karşılıklı bir müzakere sürecini ifade eden Türkiye-AB ilişkilerinde Türkiye bakımından önem taşıyan konu, müzakerelerin iki egemen güç arasında ve eşit şartlarda cereyan edip etmediğidir. Bu bağlamda önem taşıyan bir diğer konu da Türkiye’ye 
önerilen şartların ve bu şartları yerine getirmek için Türkiye’nin atacağı adımların, Türkiye’nin millî güvenlik çıkarları bakımından ne sonuçlar doğuracağıdır. İstenilenler Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esasları ile ne derecede örtüşmektedir? Atılan ve atılacak adımlar, yapılan düzenlemeler temel esasları güçlendirecek midir? Zayıflatacak mıdır? Bu soruların cevaplandırıla bilmesi şüphesizdir ki; AB’nin şartları ve Türkiye’den beklentilerinin neler olduğunun analizine bağlıdır. 

AB’nin Türkiye’den beklentilerinin esaslarını göstermesi bakımından Hollandalı Hıristiyan Demokrat Grup üyesi Parlamenter Arie M. Oostlander tarafından hazırlanan yıllık Türkiye Raporu (2003 İlerleme Raporu) taslağında yer alan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “temel esasları’nı sorgulayan bir bölüm önemlidir. 

Bu rapor taslağı Hollandalı Parlamenter tarafından 12 Mart 2003 tarihinde AB Dışişleri, İnsan Hakları, Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası Komitesi’ne sunulmuştur. 

Komitede rapora ilişkin ilk görüşmeler 25 Mart 2003’de başlamıştır. Tüm değişiklik önerilerinin 9 Nisan 2003 tarihine kadar tamamlanmış ve Rapor’un 29 Nisan’da son kez gözden geçirildikten sonra biraz “yumuşatılarak” 5 Kasım 2003’te yayınlanmıştır. Taslak Rapor’da şunlar söyleniyor: 

<     “Kemalist fikirlere dayanan bir devletin, Avrupa Birliği’nin kabul ettiği ve desteklediği siyasi değerleri benimseyerek, Birliğe üye olabilmesi uzun soluklu bir iştir. Türkiye öncelikli olarak bir devlet reformu gerçekleştirmesi gerektiğine ikna olmalıdır. Kemalizm Türk devletinin bütünlüğü doğrultusunda Türk kültürünün homojenliği, silahlı kuvvetlerin gücü ve dine karşı çok sert bir tutum olarak kendini göstermektedir. Bu yaklaşım AB üyeliği önünde de bir engel olarak görülmektedir. 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin son on beş yılda devlet üzerindeki gücü bir hukuk devletinde kabul edilemeyecek ağırlıktadır. Millî Güvenlik Kurulu askerlerin siyasi gücünü temsil etmektedir. Bu yapının ortadan kaldırılması gerekli olmakla birlikte, bu konuda bir direnç olacağı da bilinmektedir. Savunma bütçesi ile devletin bütçesinin ayrı oluşu önemli bir sorundur. Genel bütçenin bir kalemi olması gereken savunma bütçesi Meclis tarafından kontrol edilmelidir. Askeri temsilcilerin YÖK ve RTÜK gibi kurumlarda yer almasına son verilmelidir. 

Türkiye ‘de yükselen kökten dincilik ve ayrılıkçılıktan duyulan korku nedeniyle dine karşı katı bir tutum söz konusudur. Hükûmet bu tutumu yumuşatmak, antidemokratik reaksiyonlara sebep olan sert seküler uygulamaları bırakmalıdır.” 

Görüldüğü gibi; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin (araştırmanın başında genel olarak ortaya konulan) merkezi-millî (üniter), tam bağımsız, ve millî egemenliğe (demokratik, laik) dayalı temel esaslarının, AB üyeliği için engel olduğu söylenmektedir. Hiçbir tarihi, sosyal ve kültürel değer dikkate alınmadan millî devlet anlayışı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin devlet içindeki yeri ve nihayet laik devlet yapısı sorgulanmaktadır. Türkiye’nin uzun yıllar mücadele etmek zorunda bırakıldığı etnik ve dinsel terör hiç dikkate alınmadan “Türkiye ‘de yükselen kökten dincilik ve ayrılıkçılıktan duyulan korku” (?) dan bahsedilmektedir. 

Bu noktada sorulması gereken soru şudur: “AB acaba; Türkiye’nin federal, yarı bağımlı, nispeten demokrasiye dayalı bir İslam Cumhuriyeti olmasını mı istemektedir?”  >


DİPNOTLAR;

1 Y. Büyükanıt, SAREM Uluslararası Küreselleşme ve Uluslararası Güvenlik Sempozyumu (29-30 Mayıs 2003) “Açış Konuşması Metni”, s. 8. 
2 E. Özbudun, “Atatürk ve Devlet Hayatı”, Atatürk İlkeleri Ve İnkılap Tarihi, Atatürkçülük (Atatürkçü Düşünce Sistemi), YÖK. Yayınları, Ankara, 1987, s. 35. 
3 A. Güler, Sevr’den Kopenhag’a Parçalanan Türkiye, Ankara, 2000, s. 9 vd. 
4 M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C: II., Ankara, 1960, s. 
5 Bu gezi ve konuşma hakkında bakınız: M. Önder, Atatürk’ün Yurt Gezileri, Ankara, 1998, s. 7-8. T. Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, 
   Adana, 1939,  s. 30. Cumhuriyet Gazetesi, 19 Şubat, 1931. 
6 Z. Hafızoğulları, Laiklik, İnanç, Düşünce ve İfade Hürriyeti, Ankara, 1997, s. 155. 
7 E. Özbudun, “Atatürk ve Devlet Hayatı”, s. 38. 
8 E. Özbudun, “Atatürk ve Devlet Hayatı”, s. 39. 
9 M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C: I., Ankara, 1959, s. 228229. 
10 M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev Ve Demeçleri, C: III., Ankara, 1961, s. 48-9, 65, 67-68. 
11 E. Özbudun, “Atatürk ve Devlet Hayatı”, s. 40-41. 
12 M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C: II., Ankara, 1960, s. 11. 
13 Z. Hafızoğulları, Laiklik, İnanç, Düşünce Ve İfade Hürriyeti, s. 34 vd. 


***

18 Aralık 2016 Pazar

SELÇUKLU, OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ HANGİ MİLLETİN DEVLETİ?



SELÇUKLU, OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ HANGİ MİLLETİN DEVLETİ? 



Böyle garip bir soru olur mu demeyiniz. Lütfen son 10 yılda yapılanları ve tartışılanları hatırlayınız. Sıfırdan “yeni ve sivil” anayasa yapacağız iddiasıyla, Türk Milleti’nin 1000 yıllık egemenliğini temelden sarsacak nitelikte düzenlemelerin yapıldığını göreceksiniz. 

Bakınız, anayasamız bireylerin eşitliği temelinde, Türk Devleti üniter ve milli, dili Türkçe, dediği halde neler yapılmış; 

. Devlet televizyonunda 24 saat Kürtçe yayın yapılması 
. Kürtçenin devlet okullarında seçmeli ders olması 
. Üniversitelerde Kürtçe bölümlerin açılıp, öğretmen yetiştirilmesi 
. Partilere etnik dillerde propaganda imkânı tanınması 
. Etnik örgütlenmelerin ve bölücülük propagandasının serbest bırakılması 
. Etnik partilere fiilen (defakto) izin verilmesi 
. Yerel belediyelerin “Kürtçe” yazışma yapmaları 


Bu şekilde pek çok düzenleme yapıldı. Etnik gruplar siyasallaştırıldı, tüzel kişilik kazandırılarak egemenliğe ortaklığı başlatıldı. Altyapı hazırlığı tamamlandı, sıra devletin üniter-milli yapısına geldi. Millî (bir millete ait) devlet ortak kabul etmez. 
Bunun için anayasadan egemenliğin Türk Milletine ait olduğunu gösteren hükümlerin kaldırılıp, egemenliğin etnik grupların ortaklığına müsait hale getirilmesi gerekiyor. 

Bütün bunlar; Türk Milleti de etnik gruplardan biridir, tek başına egemenliğe sahip olamaz iddiasına dayandırılıyor. 

Esasen, “yeni ve sivil” anayasa ihtiyacı da bu anlayıştan, yani Türk’ün hepimizin milletinin adı olduğu gerçeğinin inkârından kaynaklanıyor. “Türkiye’yi dönüştürme” dedikleri de budur. Haçlılar da işbirlikçi iç mihraklar da, anayasa değişikliğini aynen böyle anlıyorlar. 

Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) göre; çok ortaklı devlet kurulunca, önce Irak’ın kuzeyindeki “özerk yönetimin”, sonra yetişebilirse Suriye’deki benzer bir “özerk yönetimin”, bu ortaklığa katılmasına sıra gelecektir. Bu eski bir ABD projesidir. 
Buna göre önce Türkiye toprakları büyüyecek ve bu durum toplumda büyük bir memnuniyet uyandıracaktır. Ancak güneydoğu ile entegrasyon tamamlanınca, “Büyük Kürdistan” kurulacak, yani “ikinci İsrail” doğmuş olacaktır. 

Görüldüğü kadarıyla haçlıların ve işbirlikçilerin anayasa konusunda acelesi vardır. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin gerginliğini, ABD’nin bölgedeki diplomatik atağını ve Erdoğan, Barzani, PKK, Genel Kurmay Başkanı Özel gibi aktörlerle yürütülen kapalı görüşmeleri bu açıdan yorumlamak mümkündür. 

Anayasanın müsait hale getirilmesi için de, bölücü teröre “demokratik ve siyasi bir çözüm” bulunması gerekiyor. Bunun için şunların yapılması isteniyor: 


1) Ya Türk adı anayasadan çıkmalı veya diğer etnik adlar da girmeli 
2) “Türk etnik” grubu ile diğerleri devlete ortaklıkta eşit konumda olmalı 
3) Ana dillerde eğitim kabul edilmeli 
4) Etnik özerk bölgeler kurulmalı 


Evet, Türkiye’ye dayatılanlar bu kadar sade ve açıktır. Yani, 1923 öncesine dönmemiz, haçlılar, işbirlikçiler ve PKK ile anlaşarak devleti ortaklık temelinde yeniden kurmamız istenmektedir. 

STK’LARIN “ YENİ VE SİVİL ” ANAYASA GÖRÜŞÜ 

Şimdi de “yeni ve sivil” anayasa için yapılan çalışmalara değinelim. Öncelikle TBMM uyum komisyonuna sunulan önerilere bakalım. Sonra da tarihimize yönelerek, “millet, devletin dili ve egemenlik” gibi hususları ağırlıklı olarak ele alalım. 

Meclise görüş bildiren STK’lardan bazıları şunlar: 

Hak-İş, 
Müsiad, 
Tüsiad, 
Tesev, 
Memur-Sen, 
Mazlum-Der,
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, 
Abant Platformu, 
İnsan Hakları Derneği (PKK’nın yan kuruluşu), 
Kesk, 
İmam Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği, 
Ehlibeyt Vakfı vb. 

Bunlara, henüz ne olduğu açıklanmayan “yeni ve sivil” anayasayı şimdiden kurtuluş reçetesi gibi tanıtan ve bunun için Türkiye’yi dolaşıp kamuoyu oluşturmaya çalışan TEPAV’ı da ilave etmeliyiz. 

Bunların görüşlerindeki ortak noktalar ise, anayasadan Türk adı çıkarılmalı, egemenlik açısından bütün etnik gruplar (Türk de dâhil) eşit konuma getirilmeli, ana dilde eğitim ve öğretim yapılmalı, etnik özerklik tanınmalı şeklinde özetleyebiliriz. 

Bilindiği gibi bu görüşleri; 

AKP, CHP, BDP, ABD, AB, Barzani, PKK, İslamcı Kürtçü Partiler ve Yazarlar, İkinci cumhuriyetçiler gibi işbirlikçiler de hararetle savunmakta dırlar. 

Bu önerileri biraz daha yakından görelim. 

Devlet memurlarının sendikası Memur-Sen adına hazırlanan raporda; 

“Vatandaşlık etnik bir kimliği (Türk’ü) esas aldığından, diğer etnik grupları yok saymaktadır… Bütün etnik grupları referans almak için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını esas almalıdır… Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı bulunan 
herkes, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır denilmelidir.” (Akyüz, s. 41) 

Abant Platformu sonuç bildirisinden okuyalım; 

Dil konusu; “Anayasa'da farklı anadillerde eğitim yapılma hakkı tanınmalıdır. Veya “Resmi dilin öğrenilmesi ve öğretilmesi şartı ile herkes eğitimde anadilini kullanma hakkına sahiptir.” 

Özerklik konusu; “Türkiye'nin idari yapısı, yerinden yönetim (âdem-i merkeziyet) esasına dayanır. Yerel yönetimler üzerindeki her türlü idari vesayet kaldırılma lıdır. Veya Merkezden yönetim istisna, yerinden yönetim esastır.” 
( 26. Abant Bildirgesi 

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın teklifi: 

“Anayasanın başlangıç bölümü kaldırılmalı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak paydası, yeni anayasanın temel felsefesi olmalı. İlk ve ortaöğretim kurumlarında eğitim dili Türkçe olup yeterli sayıda velinin talebi halinde 
diğer bir dilin de eğitim dili olarak kullanılması ve ayrıca anadillerin öğretilmesi için gereken düzenlemeler yapılır.” 

TEPAV’ın ülkeyi tarayan konferansları da oldukça ilginçtir. Başta TBMM Başkanı Cemil Çiçek (yetkisizliğini ve tarafsızlığını unutup), TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu ve parti temsilcileri ile birlikte il il dolaşarak, bol bol “yeni ve sivil” anayasa reklamı yapıyorlar. Şu ana kadar 12 ilde toplantı yapılmış. Konuşmalarda; mevcut anayasayı ve 1987’den 2010’a kadar TBMM tarafından yapılan 136 
değişikliği aşağılayan, kamuoyunu meçhul bir anayasa için şartlandırmaya çalışan telkinler ve propagandalar yapılıyor. Özellikle, devletimizin milli ve üniter kimliğini savunanlar eleştiriliyor, içeriği açıklanmayan “yeni ve sivil” anayasanın her derdimize deva olacağı reklam ediliyor. 

TBMM Başkanı Çiçek, acelesi olmalı ki, üstüne vazifeymiş gibi, bu anayasanın yazımına 1 Mayıs'ta başlanacağını, yılsonuna da hazır olacağını açıklıyor. (12 Mart 2012) 

CUMHURİYET ÖNCESİNDE ANAYASA TARTIŞMALARI 

Hayati derecede önem arz eden bu tespit ve iddialarımızı daha da geniş ve derin bir çerçevede ele almak isteriz. Bunun için Cumhuriyet öncesi döneme, dünyanın genel durumuna ve uluslararası hukuka bakmaya çalışacağız. Bilindiği gibi; 1876, 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasaları da sıfırdan yapılmıştır, ama devletin Türk Milleti’ne ait olduğunu gösteren kurucu hükümler hep 
aynı kalmıştır. Aynı kalması da zaruri idi. Zira kurucu irade Türk Milleti’ne aitti. Beylikler, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı gibi Türkiye Cumhuriyeti de Türk Milleti’nin devletiydi ve ortağı da yoktu. 

Evet, aslında egemenliğimiz ve Türk Milleti üzerinde yürütülmek istenen operasyonlar yeni değildir. Bu sahneler Osmanlı Devleti’nin son döneminde de, bire bir yaşanmıştır. Devletin kimliği ve dili açısından bugün iddia edilenler, o dönemin kopyası gibidir. Demek ki biz bu filmi daha önce de aynen görmüşüz. Ama ders almadığımız ve tarih şuurundan mahrum olduğumuz için tekrar 
ciddi tehlikelerle karşı karşıya bulunuyoruz. 

Meşrutiyet dönemini hatırlayalım. Sultan Abdülhamit Han Padişah. 1876 Kanunu Esasi tartışılıyor. Entrikalar birbirini kovalıyor. Örnekler verelim: 

Anayasa için üç ayrı komisyon kurulmuş. Mithat Paşa’nın başkanlık ettiği komisyonun devletin diliyle ilgili teklifi, “yeni ve sivil” anayasa diyenlerle aynı nitelikte. Okuyalım: “Osmanlı halkının her biri, kendi lisanı üzere talimi tekellümde serbesttir.” 

Yani Osmanlı halkının her biri kendi lisanı üzere eğitim, öğretim ve konuşmada serbesttir. (Pekdemir, s. 39) 

İlginçtir, anayasa çalışmalarının arkasında o gün de batılı güçler var. Basın yoluyla kamuoyunu yönlendirmek, çıkarlarına uygun bir anayasa yapılmasını sağlamak için işbirlikçi devlet adamlarını desteklemekteler. Birkaç misal verelim. 

İngiltere’de yayımlanan 15.11.1876 günlü Westminster Gazette’nin haberine bakalım: 

“İstanbul’daki Rum ve Ermeni Patrikhanelerinin anayasa hazırlıklarında verdikleri destek, Türkleri bir kere daha medeniyet kapısından içeri sokacaktır. 

Anayasanın, üzerinde müzakereler yapılan bir maddesine göre, Osmanlı 
Devleti’nin çeşitli milliyetleri bundan sonra artık kendi dilleri ile okuyacaklar, yazacaklar ve devlete başvuruda bulunacaklardır. Böylece çok yakın zamanda, her milliyetin kendi muhtar idaresine kavuşması da imkân dâhiline girecektir. Türk asıllı olmayanlar, geri kalmış bir kültür olan Türkçenin engellerinden kurtulacaktır.” 

Bu yazının sonundaki imzanın sahibi ise, “Evangelos Petridis, Heybeliada Ruhban Okulu Müdürü ve Patrik yardımcısıdır.” (Pekdemir, s. 39) 

Bugün Ruhban Okulunu açmaya çalışanlar, PKK’nın siyasi ve demokratik çözüm(!) talebini savunanlar, meselenin kökünün nerelere kadar gittiğini anlamak için bu haberi iyice okumalıdırlar. 

Anayasa, ortak komisyonda müzakere edilirken de, Trablusşamlı Bahattin Dai Efendi şu teklifi yapar: 

“Peygamber efendimiz Arapça konuşur. Her padişah Türkçenin kısırlığının kurbanı olmamak için, Arapça öğrenir. 

Anayasayı bu çeşitli halklara nasıl Türkçe olarak anlatabilirsiniz? O halde her unsurun kendi mektebi, kendi gazetesi, kendi kâtibi ve kendi dairesi olması gerekir.” (Sevinç, s. 434) 

Görülen o ki, o zaman da, günümüzde olduğu gibi, devletin kurucusu olan Türk Milleti’ne karşı, Müslim Gayrimüslim aynı safta yer alabilmişler. Oldukça anlamlı değil mi? 


Mithat Paşa, Nafıa Müsteşarı Ermeni Odyan efendiyi, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Derby’ye gönderip desteğini ister. Odyan efendi; “Bu anayasa Hıristiyan ve diğer uyrukluların hukuklarını daha fazla temin edecektir. Bu konuda istediğiniz güvenceyi hükümetim kabul edecektir. Anayasayı Avrupa hükümetleri tarafından garanti altına almanızı teklif ediyorum…“ der. Bu talep Osmanlı’nın içişlerine açıktan karışmak olarak görüldüğünden kabul edilmez. (Bardakçı) 

136 yıl önce yaşanan bu ibret verici acı gerçekler, bugün de aynen
tekrarlanmıyor  mu? İçerisi ve dışarısı işbirliği yaparak devletimizin 
temellerini oymaya ve milletimizi aldatmaya çalışmıyor mu? 

Devam edelim. Anayasa hazırlama komisyonu uzun tartışmalardan sonra orta yolu bulur. Taslağın 18. Maddesi şöyle olur: “Osmanlı ülkesinde yaşayan unsurların her biri kendilerine ait dil ile eğitim ve öğretimde muhtardır. Fakat devlet hizmetinde bulunmak için devletin resmi dili olan Türkçeyi bilmek şarttır.” (Gencer, s. 186) Yani resmi dil Türkçe, ama unsurların diliyle eğitim ve öğretim serbest olabilecektir. 

Bu öneriler bugün de önümüze konuyor. Koca Osmanlı’yı halletmişler, demek ki şimdi sıra bugünkü devletimize gelmiş oluyor. Tarih tekerrür ettirilmek isteniyor. 

Bu metne sadece Eğinli Sait Paşa itiraz eder ve Sultan Abdülhamit Han’a bir layiha (rapor) verir. 

Durumu yakından takip eden Sultan Abdülhamit Han, Mithat Paşayı çağırtıp, şu uyarıda bulunur: 

“Bilmeliydiler ki Paşa, nasıl Kur’an-ı Kerimi Arapça okumaktan vazgeçmezsem, devletimin toprakları üzerinde de, Türkçe konuşulmasından ve Türk lisanından başkasını kabul edemem. Böyle bir maddenin yer alacağı Kanun-u Esasi’yi bana getirmeyin.” (Sevinç, s. 435) 

Padişahın kararlı tutumu üzerine madde düzeltilir. Ama dil tartışmaları mecliste devam eder. 12. oturumda Suriye Milletvekili Nevfel, Erzurum Milletvekili Ermeni Hanazap ve İstanbul Milletvekili Vasiliki Efendi, devletin dilinin değiştirilmesi amacıyla ortak bir teklif hazırlar. Buna göre; “Osmanlı Devleti’nin resmi dilinin Türkçe olduğunu belirten madde değiştirilmeli ve resmi dil olarak Türkçe ile beraber Rusça ve Ermenice de kabul edilmelidir.” (Pekdemir, s. 46) 

Önergeyi gören Meclis Başkanı Ahmet Vefik Paşa öfkeyle; 

“Bu ne vicdansızlık ve bu ne vefasızlıktır!.. Sizler hala evinizde, okullarınızda, kitaplarınızda kendi dilinizle yazıyor ve konuşuyorsanız, bu imkânı bu devletin alicenaplığına borçlusunuz. Teklifinizi vermemiş olun. Ben de duymamış 
olayım” diyerek işleme koymaz. (Pekdemir, s. 47) 

Bugün de, Mithat paşalar, Odyan efendiler, Nevfel efendiler, Hanazap efendiler, Vasiliki efendiler görev başındadırlar. Ancak Sultan Abdülhamit Han gibi bir devlet başkanımız, Ahmet Vefik Paşa gibi bir Meclis başkanımız var mıdır? İşte Abdullah Gül, işte Cemil Çiçek ve işte R. T. Erdoğan… Neler neler yapıyorlar ortada… 

*** 

Bölücü ve yıkıcılarla böylesine bir mücadeleden sonra, büyük devlet adamı Sultan Abdülhamit Han ve milli şuur sahibi devlet kadroları sayesinde Anayasa Mecliste onaylanır. Şer cephesinin hevesi kursağında kalır. Devletin ve egemenliğin Türk Milletine ait olduğunu gösteren esaslar kesinleşir. 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında da aynen devam eden Kanuni Esasi’deki bu esaslar şöyledir: 

Madde 1. Osmanlı devleti, ülkesiyle bir bütündür, hiçbir gerekçeyle bölünemez. 

Madde 2. Osmanlı Devletinin başşehri İstanbul’dur. 

Madde 8. Osmanlı Devleti’nin uyruğunda bulunanlara “Osmanlı” denir. 

Madde 17. Yasa önünde bütün Osmanlılar eşittir. Kişilerin, din ve mezhebine bakılmaksızın vatana karşı aynı hak ve ödevleri vardır. 

Madde 18. Devlet memuru olabilmek için “devletin resmi dili” Türkçeyi bilmek şarttır. 

Madde 57. Mecliste müzakerelerin dili Türkçedir. 

Madde 68. Türkçe bilmeyen milletvekili olamaz. 

Madde 71. Milletvekilleri, seçim bölgesinin ayrıca vekili olmayıp, Osmanlı vekilidir. 

(Kili - Gözübüyük, s. 31, 32, 33, 37, 38, 39) 

Tekrar edecek olursak, bu esaslar Osmanlı Devletinin milli ve üniter yapıda olduğunu göstermeye, sanırız yeter. Cumhuriyet dönemi de aynıdır. Zira devlet Türk Milleti’nindir. 

Ancak unutmayalım ki anayasa yapılırken, Osmanlı Cihan Devleti son nefeslerini almaktaydı. Türkçe bilenler, Arapça bilenlerden daha azdı. Medreselerde eğitim Arapçaydı ve Padişah aynı zamanda Halife sıfatını taşıyordu. 

Bu şartlarda devletin resmi dili Türkçe yerine, Türkçe ve Arapça denilebilirdi. Bu da çok normal görülebilirdi. Ama Türkçe denilmiştir. Acaba neden? Hiç şüphe yok ki, Devlet Türk Milleti’ne aittir de ondan. 

SULTAN HAMİD’İN MİLLİYETÇİLİĞİ VE DEVLET ADAMLIĞI 

Sultan Abdülhamit Han egemenlik konusunda da son derce hassastı. Şu örnek, sanırız fikir vermeye yetecektir: 

Piriştina Belediye Meclisi, “hutbelerin Arnavutça” okunmasına dair aldığı kararı, izin için İstanbul’a gönderiyor. Bu duruma karşı Sultan Abdülhamit Han’ın verdiği ret cevabı şöyledir: 

“Bu benim Hükümranlık (egemenlik) hakkımdır. Hala dilimizi öğrenmemişler mi?” (Sezgin) 

Bilindiği gibi Müslümanlar, devletleri bağımsız ise cuma namazı kılabilirler. Çünkü Cuma hem din, hem de egemenlikle ilgili olan bir ibadettir. Bunun içindir ki hutbe hükümdar adına okunmaktadır. Bugün bu gerçeği unutmuş görünen bazı Diyanet yetkililerinin, “etnik dilde” ezan, Kur’an, Hutbe, Mevlit gibi siyasi söylemlerde bulunması ne kadar sorumsuzca ve endişe vericidir. 

Bir düne, bir de bugüne bakalım. Dün tarihimizin en bunalımlı döneminde bile egemenliğimizi temsil eden kadroların, milletimize ve devletimize sahip çıkma konusunda ne kadar kararlı ve şuurlu olduklarını göreceğiz. Bu haysiyetli duruşla gurur duymamak ve bundan ibret almamak nasıl mümkün olabilir? 


Milli kimliğimizin en önemli unsurlarının başında dilin geldiği malumdur. Türk Dili konusunda Sultan Abdülhamit Han’ın gayretleri, hayranlık uyandıracak kadar çok ve muhteşemdir. Özetlersek; dilin sadeleştirilmesi, yabancı sözcüklerden 
arındırılması ve geliştirilmesi için, Sultan iki tamim, bir tebliğ yayımlatmıştır. İlki Fuat Köprülü’nün açıkladığı 18 Mart 1894 tarihli vesika, ikincisi de Nihat Sami Banarlı tarafından tam metni yayımlanan vesikadır. Bu vesikalarda sözün, güzel ve doğru söyleme kurallarına uygun olması, mümkün olduğu kadar Arapça ve Farsça kelimeler yerine Türkçesinin kullanılması, Türkçeye sokulmaya çalışılan bu tür sözlerin bilhassa okullarımızda kullanılmaması; dil işinin ancak ilim
cemiyetleri kurmak suretiyle yürütülebileceği, yazı dili ile konuşma dilinin yaklaştırılması ve İstanbul ağzının yaygınlaştırılmasının esas tutulması gibi hususlar belirtiliyor. (Banarlı, s. 6) 

Padişah bu çerçevede Milli Eğitim Bakanı Zühtü Paşaya, Babıali vasıtasıyla gönderdiği tebliğ ile yaz tatilinde öğretmenlerin, halkın dilindeki Türkçe kelimeleri araştırmasını ve yazarak toplamasını emretmiştir. (Banarlı, s. 8) 

Sultan Abdülhamit Han’ın devlet adamlığı anlayışını, Başkâtip Tahsin Paşaya söylediği, kulaklara küpe olacak nitelikteki şu sözlerinde buluyoruz: 

“Bir hükümdar için lazım olan şey, memleketin yararıdır. Eğer bu yarar anayasanın ilanında ise, o da yapılıyor. Fakat iyi uygulanır mı, Türk’ün yararı saklı kalır mı, burasını kestiremiyorum.” (Danişmend, s. 201) 
Bu bakımdan Meşrutiyetin ilanında, Padişah’ı en çok unsurlar meselesi düşündürüyordu. Mesele, devlette Türk’ün diğer unsurlar toplamına oranla azlıkta kalmasıydı. Ali Paşa gibi, o da meclisin unsurlar çekişmesine sahne olacağı endişesini taşıyordu. Bu sebeple 2. Meşrutiyetin ilanından önce, Türk Milliyetini koruyacak bir anayasa yapmak için, Avrupa anayasalarını tercüme ettirip incelemiştir. 

Sultan Abdülhamit Han şuurlu bir milliyetçiydi. Ona göre Türkçe çok önemliydi. Türk sadece Osmanlı sınırları içinde yaşayanlardan ibaret değildi. Bunun en güzel örneğini, Azerbaycan Türkçesini kurtaran şu gayretinde görüyoruz: 

“İran Şahı Muzaffereddin Kaçar’ın İstanbul’a gelmesinden yararlan Abdülhamit Han, o zamana kadar Azerbaycan okullarında okutulması yasak olan, Türk diline ait yasağın kaldırılmasını sağlamak suretiyle, milliyetçiliğinin büyük bir 
delilini daha göstermiştir. Şahın, memleketine dönerken yolda İran Milli Eğitim Bakanlığı’na telgrafla emir vermiş olduğundan bahsedilir. İstanbul gazeteleri bu millî müjdeyi, 1900 yılının 29 Ekim Pazartesi günü yayımlamışlardır. 

O zamanki ‘Tercüman’ı Hakikat’ gazetesinin ifadesine göre; Muzaffereddin Şah, “Azerbaycan’da bulunan okullarda, bundan böyle Farsça ile beraber Türkçenin de birlikte okutulmasına ve özellikle Türkçenin gereği gibi öğretilmesine dikkat edilmesini” emretmiştir. 

Her halde Sultan Abdülhamit Han’ın bu başarısı Türk Milliyetçiliği tarihinin hiçbir zaman unutamayacağı bir hizmettir.” (Danişmend, s. 201, 202) 

Hatırlamalıyız ki, Anadolu’da olduğu gibi İran coğrafyasında da, Türkler 1000 yıl (1924’e kadar) egemen olmuşlardır. Bugün bu geçmişe ve İran nüfusunun, en az yarısının Türk olmasına rağmen, üzücüdür okullarda Türkçe yasaktır. 


OSMANLI’DA TÜRKÇE VE TÜRKLÜK 

Türkçeye sahip çıkılması ve zenginleştirilmesi, elbette Abdülhamit Han dönemiyle sınırlı değildir. 1839’da tahta çıkan Abdülmecit döneminde de önemli çalışmalar yapılmıştır. 1848’de Muallim Okulu, 1850’de ilk Türk Akademisi olan Encümeni Daniş kurulmuştur. Cevdet Paşa’nın hazırladığı beyannamede, “Akademi, Türk dilini geliştirmeye çalışacaktır. Bu dil ihmal edilmiştir. Eskiler eserlerinde Arapça ve Farsça kelimelere o kadar yer vermişlerdir ki, bir sayfada birkaç Türkçe sözcüğe rastlanmaktadır.” (Sevinç, s. 506) 

Akademinin ilk kararı, Türkçe gramerin, Türkçe sözlüğün, sade bir dille Türk tarihinin hazırlanması ve basılmasıdır. Encümeni Daniş’in yayımladığı ilk eser, Fuat ve Cevdet Paşaların birlikte yazdıkları Osmanlı Dilinin Kuralları adlı gramerdir. Arkasından Cevdet Paşa’nın ünlü Tarihi Cevdet isimli eseri yayımlanmıştır. 

Söz buraya gelmişken, Osmanlı kavramı üzerinde de durmak isteriz. Çünkü o dönemde bile bu kavram, çok farklı anlaşılmıştır. Bu bakımdan zihni karışıklığa ışık tutacağı düşüncesiyle, ünlü bilim adamımız Fuat Köprülü’nün “Osmanlı Telakkisi” başlıklı makalesinden bir bölümü aktaralım. 

Köprülü diyor ki; “Osmanlı kelimesi bir devlet, yani bir siyasi heyet adıdır; yoksa bu kelime Tanzimatçıların zannettiği gibi ‘dinde, lisanda ve netice olarak hissiyatta’ müşterek bir millet unvanı değildir. Binaenaleyh Osmanlılık demek, 
Türklüğün, Araplığın, Rumluğun, Ermeniliğin, vs. toplu heyeti demektir. 

Devletimizi büyük bir içtimai daireye benzetecek olursak; merkezi daireyi Türklük, onun etrafındaki birinci daireyi, ilkine sıkı bir surette merbut (bağlamış) olarak İslamlık, son daireyi de Türk ve İslam cazibe kuvvetine tabiatıyla boyun 
eğmeye mecbur olan Hıristiyan unsurlar teşkil eder. Osmanlı Devletinin şimdiye kadar vatanın parçalarından birçoğunu kaybetmesi, Türk merkezi kuvvetinin zaafından ileri gelmektedir.” (Köprülü, s. 33) 

Köprülü pek tabiidir ki, Osmanlı bir Türk Devletidir diyor. 

Geçtiğimiz aylarda vefat eden Neslişah Sultan’ın hayatını yazan Murat Bardakçı, merhumun annesi Sabiha Sultan’ın şu sözlerini aktarıyor: “Bugün Cumhuriyet kurulmuş, ailemiz vazifesini yapıp geçmiştir. İmparatorluk ayrı bir devirdi, fakat o da Türk’ündü, bugünkü Cumhuriyet de Türk’ün malıdır. Devlet aynıdır. Rejim değiştiği için isim değişmiştir.” (Hürriyet, 23.10.2011) 

Hanedanın içinden gelen bu çığlıkta da aynı mesaj yüklü değil mi? 

Bir de TBMM’nin 1922’de aldığı 308 numaralı karara bakalım. Karar şöyledir: “Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk Milleti… düşmanlarına karşı kıyam etmiş… bu günkü kurtuluş gününe vasıl olmuştur.” 
( Kili Gözübüyük,s.96) 

Evet, Selçuklu da, Osmanlı da Cumhuriyet de Türk Milleti’nindir. Sultan Alparslan, “Biz bidat nedir bilmeyen temiz Müslümanlarız. Bu sebeple Allah halis Türkleri aziz kıldı” diyerek devleti bu iki temel üzerine kurmuş ve Anadolu’nun 
kapısını bizlere açmıştır. 

Hala şüphesi olanlar varsa, gece ve gündüz kadar hakikat olan bu gerçeği artık kabul etmelidirler. İşte haçlıların “yeni ve sivil” anayasa ile yıkılmasını istedikleri, bu tarihi gerçektir. Yani, bir olan milletimizin ve milli devletimizin bölünmesidir. 

Abdülhamit Han’ın meclisi kapatması üzerine Alman birliğini kuran ünlü devlet adamı Bismarck diyor ki; “İyi ettiniz de meclisi 
feshettiniz. Bir devlet tek bir milletten mürekkep olmadıkça, meclis faydadan ziyade zarar verir.” (Bardakçı, (b), s. 135) 

Bu meselede ünlü İslam düşünürü Şeyh Cemalettin Afgani’ye de bakalım: “Milliyetçilik dışında saadet yoktur. Fertleri dil, yani ırk (millet) ile din birbirine bağlar. Fakat dil birliği daha önemlidir. Çünkü dil ve ırk (millet) değişmez, ama insan isterse dinini değiştirebilir.” (Sevinç, s. 507) 

Böylesine sağlam ve güçlü deliller karşısında uyanmak, tarihe ve dünyaya bakıp ders almak gerekmez mi? 

Dünya dedik, ona da kısaca bakalım. Görüyoruz ki; ülkelerin tamamına yakını egemenliği, bir millet, bir devlet, eşit birey esasına göre inşa etmiştir. Uluslararası hukuk da aynen böyledir. Devlet, millet çoğunluğunun ortak değerleri üzerine kurulur. Mesela, çoğunluğun dili, devletin dili olur. Yerel dil ve özelliklere, devletin hukukunda yer verilmez. Ama bunlar toplum içinde hür bir 
şekilde yaşanıyor. Buna, devlet bir dilli, millet birden çok dilli olur diyebiliriz. 

Konjonktürün sonucu olarak veya emperyalist güçlerin çıkarlarına göre kurulan; SSCB, Yugoslavya, Çekoslovakya, (bölünerek milli devlet oldular) Belçika, (fiilen bölündü) Kanada ve Irak gibi yapay ülkeler istisna teşkil ettiğinden, emsal yapılamazlar. (Diğer taraftan bölünen Doğu ve Batı Almanya, bir millete ait olduğu için, 45 yıl sonra birleşmiştir.) Ayrıca sosyolojiye ve dünya hukukuna göre, 


etnik gruplar milletin rakibi değil, bir bölümü olduğundan, bunlar üzerine devlet kurulamaz. Milli egemenlik milletin bütününe aittir ve ortağı olamaz. Türk’ün devlet felsefesi buna, “egemenlik tecezzi (bölünme) kabul etmez. Aynen iffet ve namus gibidir, bölüşülemez” demektedir. 

İşte, sıfırdan “yeni ve sivil” anayasa yapmak isteyenlerle anlaşmanın imkânsızlığı buradadır. Bunlar Cumhuriyet dönemini kabul etmediği için, biz çözümü milletimizin en büyük eseri olan Osmanlı’da, tarihi kültürümüzde ve dünyanın genel durumunda aramaya çalıştık. 

SON SÖZ 

Bu gerçekler ışığında, samimi ve namuslu düşünenlere seslenerek diyoruz ki: 

Asırlar ötesinden gelen ve bedeli fazlasıyla ödenmiş bulunan muhteşem medeniyetimiz, egemenliğimiz ve devam eden sarsılmaz birliğimiz karşısında, sizleri yeniden düşünmeye davet ediyoruz. 

1000 yıllık tarihî tecrübemizi inkâr ederek; bir ve bütün olan milletimizi, milli devletimizi ve egemenliğimizi ayrıştırıp, siyasallaştırılmış etnik gruplara dayalı “çok ortaklı devlet” düzeni kurma siyaseti, ülkeyi felakete sürükler. İç çatışmayı 
ve kardeş kavgasını kaçınılmaz hale getirir. 

Dünyada bunun en yeni örneği, işgalci emperyalist batının kurduğu “Irak Federal Cumhuriyeti”dir. Bu sebeple de akan kan durmamaktadır. 


Gelinen noktada; bütün bunların haçlının etnik fitne tuzağı olduğu görülmelidir. Bunca acıdan sonra artık, batıl üzerine devlet inşa edilemeyeceği kabul edilmelidir. 

“Yeni ve sivil” Anayasa yapacağız şaşırtmacasıyla, Türk’ün devletinin elinden alınamayacağı bilinmelidir. 

Bu vesile ile ana fikri egemenliğimizin teslimi olan “yeni ve sivil” anayasaya bugüne kadar doğrudan veya dolaylı, bilerek veya bilmeyerek destek veren bazı Türk Milliyetçilerini, tarihe ve aynı ülküyü taşıyan gelecek nesillere karşı olan sorumluluklarının bilincinde olarak, Türk Milleti’ne ve onun devletine sahip çıkmaya çağırıyoruz. 

ÖZETİN ÖZETİ 

Ya 1000 yıllık egemenliğe son ve “çok ortaklı etnik devlete” evet; 
Ya da devleti ebet müddete devam… 
Ya bu aldatmacaya, evet; 
Ya da tarihin hakkınızdaki hükmünü düşünerek, hayır diyeceksiniz! 
Buyurun! Karar sizin! 


KAYNAKLAR 

1. Hüseyin Rahmi Akyüz (Ed.), Yeni Anayasa Raporu II, Ankara, Memur-Sen (Memur Sendikaları Konfederasyonu), Aralık 2011. 
2. 26. Abant Toplantısı Sonuç Bildirgesi http://www.samanyoluhaber.com/gundem/Iste-Abant-Toplantisi-sonuc-bildirgesi/739126 (06.05.2012) 
3. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, http://www.haber3.com/iste-gulenin-anayasa-onerisi-1121607h.htm (06.05.2012) 
4. M. Kemal Pekdemir, Tarihin En Tartışmalı Padişahı Abdülhamid, 2008 
5. Pekdemirli, a.g.e. 
6. Necdet Sevinç. Osmanlı’nın Yükselişi ve Çöküşü, 2008 
7. İlhan Bardakçı Zaman Gazetesi, (a) 7 Temmuz 1995 
8. İlhan Bardakçı, “İmparatorluğa Veda”, Hülbe Yayınları, (b) İstanbul 1985 
9. Dr. Ali İhsan Gencer, İlk Osmanlı Anayasasında Türkçenin Resmi Dil Olarak Kabulü Meselesi. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fak. Yayınları no:423, Armağan, Kanunu Esasi’nin 100. Yılı 
10. Prof. Dr. Suna Kili, Prof. Dr. A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1985 
11. Nihat Sami Banarlı, Sultan Hamit’in Türkçeciliği, Hayat Tarih Mecmuası, yıl 3, c. 2, sayı 11, 1 Aralık 1967 
12. İsmail Hami Danişmend, Tarihi Hakikatler, Tercüman Tarih ve Kültür Yayınları I, Birinci Cilt, İstanbul 2002 
13. Fuat Köprülü, Akşam, 28 Teşrinievvel, 1334 (1918) 
14. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20260959.asp 
15. Dr. Abdülkadir Sezgin, Türk Milliyetçileri ve Aşağılanan Kadınlar Aleviler Çingeneler Makalesi 


MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ HAKKINDA 
SELÇUKLU, OSMANLI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ HANGİ MİLLETİN DEVLETİ? 
Sadi SOMUNCUOĞLU 
Milli Düşünce Merkezi Genel Başkanı 
Haziran 2012, Ankara 
Açıklama: mdmlogo.png 
Yayın Numarası: 4 
1. Baskı 
Cantekin Matbaası 
Haziran 2012

Merkezimiz ilk olarak Temmuz 2008 tarihinde, Eski Devlet Bakanı Sadi SOMUNCUOĞLU başkanlığında, faaliyetlerine Ankara Balgat adresinde 
başlamıştır. Yaklaşık iki buçuk yıl burada çalışmalarını sürdürdükten sonra faaliyetlerinin genişlemesi üzerine Ocak 2011’de şimdi bulunduğu 
Kızılay’daki yerine taşınmıştır. Kuruluşundan bu yana önceden belirlenmiş programı çerçevesinde ilgi duyan herkese açık olan 
hizmetlerine kesintisiz olarak devam etmektedir. 

Bilgi Şölenleri ismi ile her hafta Çarşamba günü gerçekleştirilen sistematik toplantılarda, ülkemizin temel meseleleri, alanında uzman 
kişiler tarafından sunum ve tartışmalar eşliğinde incelenmektedir. Bu çalışmaların amacı Türkiye ve Türk-İslam Dünyasının ana meseleleri 
üzerinde kapsamlı bir bilgi birikimi ve görüş birliği sağlamaktır. Bugüne kadar 163 Bilgi Şöleni yapılmıştır. 

Yine bu amaçlar doğrultusunda serbest sohbet imkânı sağlayan Cumartesi toplantıları da aralıksız olarak sürdürülmektedir. 
Bilgilendirici ve kaynaştırıcı nitelikte olan bu sohbetlerde gündemin önemli olayları beyin fırtınası şeklinde değerlendirilmektedir. 

Geniş katılım ile yapılan bu çalışmalar, ülkemiz içinden ve dışından, her yerden takip edilebilmesi için video şeklinde internet sitelerimizden 
yayınlanmaktadır. 

(www.millidusunce.org ve www.iktidarmuhalefet.com) 

Sadi SOMUNCUOĞLU 



****