TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN TEMEL NİTELİKLERİ VE MİLLİ DEVLETE YÖNELİK TEHDİTLER
Dr. Ali GÜLER*
* (E) Dr. Öğ. Alb.,
aliguler@lycos.com
I. GİRİŞ
Bilindiği gibi; tehdit algılamaları başta olmak üzere, ülkelerin askeri, politik, ekonomik ve sosyal değerleri millî güvenlik değerlendirmelerine esas teşkil etmektedir. Bütün bu değerler, küresel, bölgesel ve ulusal anlamda hayati derecede önem taşımaktadır. Günümüzdeki bazı gelişmeler incelendiği zaman, küresel bazı güçlerin (ABD, AB gibi) güvenlik algılamalarının, gelişmekte olan ülkelerin algılamaları ile aynı olmadığı, çoğu zaman da iki algılama arasında gelişmekte olan ülkeler aleyhine bir çatışmanın veya zafiyetin yaşandığı görülmektedir.
Gelişmekte olan ülkelerin “güvenlik politikalarının, büyük ölçüde ithal malı tehdit algılamalarına dayandığını görmekteyiz. Bu tür yaklaşımların, ulusal çıkarlar ile çoğu kez ters düşmesine karşılık, uygulama zorunluluğu, bu ülkelere zarar verebilmektedir. Yaşadığımız çağda gelişmekte olan ülkeler, askerî yaptırımlardan çok politik, ekonomik ve sosyal yaptırımların tehdidi altında bulunmaktadır. Küresel ekonomik manipülasyonlar, ekonomik hassasiyetlerin istismarı, ülke içi etnik hassasiyetleri istismarı ve bu konuların siyasi dayatmalara dönüşmesi, bu ülkeler için en önemli tehdit algılamalarını oluşturmaktadır...”1
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen bir millî kurtuluş savaşı sonrasında, belli temel esaslar üzerinde kurulmuştur. “Merkezî-Millî (Üniter) Devlet”, “Tam Bağımsız Devlet”, “Millî Egemenliğe Dayalı (Demokratik-Laik) Devlet” özellikleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esaslarıdır. Bazı başka özelliklerle anayasalarımıza da yansıyan bu esaslar, Atatürkçü Düşünce Sisteminin de özünü oluşturan temel değerlerdir. Şu halde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesini oluşturan Atatürkçü Düşünce
Sistemi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yaşatma ve yarınlara taşıma bilincini de ifade etmektedir.
II. MERKEZÎ-MİLLİ (ÜNİTER) DEVLET
Kamu Hukuku’na göre bir devlet ikisi kurucu, ikisi de hazırlayıcı dört unsur ile kurulmaktadır. Bunların birincisi toprak unsuru yani “ülke”dir. Bu sınırları belirlenmiş bir coğrafyadır. “Coğrafya” kanınızla sulanırsa, kültür değerlerinizle damgalanırsa “vatan”laşır. İkinci kurucu unsur, insan unsurudur.
Bu da “millet’tir. Bu iki kurucu unsuru tamamlayanlar ise siyasi teşkilatlanma yani “hükûmet” ve “egemenlik” (iç ve dış) unsurlarıdır.
Çağımızın devleti, modern devlet, bazı istisnalar bir yana bırakılırsa, millî (üniter) devlettir. Diğer bir deyimle, günümüzde devletin insan unsuru millet adını alan topluluktur. Türkiye Cumhuriyeti, yerine kurulduğu Osmanlı Devleti gibi, çok milletli bir imparatorluk değildir. İnsan unsuru Türk Milleti’ne dayanan, tam anlamıyla millî bir devlettir.2 Türk çoğunluğu topraklarını hedefleyen Misak-ı Millî sınırları üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu temel özelliği, Lozan Antlaşması’nda da milletlerarası hukuk bakımından da tescil edilmiştir.3
Atatürkçü Düşünce Sisteminin temel esaslarından biri olan millî devlet anlayışı, Fransız İhtilali’nden sonra gelişen evrensel-çağdaş değerlerden biri olduğu gibi, Millîyetçilik ilkesinin de tabii bir sonucudur.
Merkezî-Millî Devlet özelliği, hem ülkenin, hem de milletin bölünmezliğini, birliğini ifade eder. Türkçe’nin resmî, devlet, eğitim ve yayın dili olması; hukukun tekliği; merkezi idare, kültürel ve siyasal bütünlük bunu tamamlar. Mevcut anayasamızın 3., 42. ve 66. Maddesi millî devlet olma esasını; 126 ve 127. Maddeler de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin siyasi-coğrafı düzeninin merkezî devlet olduğu esasını getirmiştir.
Bilindiği gibi, büyük bir kurtuluş mücadelesi sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak uluslararası camiada tanınması Lozan Antlaşması ile olmuştur. Lozan’da oluşturulan hukuki-siyasi statüye göre Türkiye, sadece “Gayrimüslim azınlık” kavramı ile ifadesini bulan Rum, Ermeni ve Yahudileri “azınlık” olarak tanımıştır. Bunun dışında Türkiye Cumhuriyeti’ni
kuran herkes devletin asli unsuru, “Türk Milleti”nin önemli bir parçasıdır.
Hem devletin anayasal sistemi içinde, hem de devleti kuran Atatürk’ün yazı ve konuşmalarında açıkça belirtildiği gibi, “Türk Milleti” kavramı, sübjektif unsurlara dayanan, günümüzde Amerikan sosyolojisinin de kabul ettiği “etnik grup” tanımı ile aynı olan bir derinlikte ele alınmıştır. Yani Türk milleti, ortak tarih içinde yaratılan aynı kültürü paylaşan insan topluluğudur. Bu anlamda bakıldığı
zaman, farklı menşelerden gelse ve farklı alt grup isimleri ile anılsa bile Türkiye’de yaşayan unsurlar ayrı ayrı “milletler” değil; Türk milletinin birer parçasıdırlar.
Devletin insan unsurunu, milletin kimliğini tanımlaması bakımından 66. Madde önemlidir: Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür.
Görüldüğü gibi Anayasa, insan unsurunu, milletin kimliğini “Türk” olarak tanımlamıştır ve bu tanımı yaparken de “vatandaşlık bağını” esas almıştır. Bazı bölücüler tarafından iddia edildiği gibi “ırk” veya “kan” bağını esas almamaktadır. Yani Anayasa’daki “Türk” kavramı bir “ırkı” değil, “vatandaşı” ifade etmektedir. Kaldı ki, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren hem Atatürk’ün konuşmaları, hem de devletin yazılı belgeleri incelendiği zaman görülmektedir ki, “Türk” ve “Türklük” kavramı “kültürel” bir kavramdır, “ırka” veya “kana dayalı” bir kavaram değildir. Yani aynı kültürü paylaşan insanların tamamı “Türk” olarak, aynı “millet” olarak tanımlanmıştır.
Bu sosyolojik yaklaşım, Anayasa’da da hukuki ifadesini bulmuştur.
Nitekim, Atatürk 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Fakültesi’ni açarken yaptığı konuşmada, millî devletin insan unsuru için “öngörülen bağ”ı şu şekilde açıklamıştır: “Bugünkü devletimizin şekli, asırlardan beri gelen eski şekilleri bertaraf eden en gelişmiş tarz olmuştur. Milletin, varlığını devam ettirmek için fertleri arasında düşündüğü müşterek bağ, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, yani millet, dini ve mezhebi bağlılık yerine, TÜRK MİLLİYETİ bağıyla fertlerini toplamıştır”4
Anayasa’nın 3. maddesinde yer alan “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletliyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir” ifadesindeki “Dili Türkçe’dir” sözleri devletin “resmi dilinin Türkçe olduğunu” belirlemektedir. Çünkü, 3. maddenin madde başlığı, “III. Devletin bütünlüğü, resmi dili, millî marşı ve başkenti” şeklindedir. Bilindiği gibi, Anayasa Hukuku’na göre, madde başlıkları da anayasanın lafzı ve ruhu içindedir.
42. Madde ise eğitim ve öğretim dilini belirlemektedir: “Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez”
Sosyoloji biliminin verilerine göre “ortak dil” bir milletin “ortak kültürü”nü oluşturan en önemli değerdir. Çünkü, hem kültür unsurları arasındaki iletişim ve etkileşim; hem de kültür değerlerinin bir sonraki kuşağa aktarılması dil ile olur. Dil aynı zamanda “millî kimliğin” en önemli göstergesidir. Ortak diliniz varsa, ortak kimliğiniz vardır. Tarihte dilini kaybeden milletler, bir süre sonra kültürlerini, sonuçta da millî kimliklerini kaybetmişlerdir.
Türklüğün tarihi incelendiği zaman; Türk milletinin büyük badireler atlatmasına, Türkçe’nin zaman zaman dar boğazlara girmiş olmasına rağmen her şeyinin dili sayesinde yaşadığı görülmektedir ki, Atatürk de çeşitli konuşmalarında bunu vurgulamıştır. Mesela şu sözleri bu bakımdan önemlidir:
“Türk milletinin dili Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için, her Türk dilini sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlâkının, an’anelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, kısacası bugün kendi millîyetini yapan her şeyin dili sayesinde
muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir...”
Yine Atatürk, Medeni Bilgiler isimli eserde Türk milletini oluşturan tabii ve tarihi olguları sıralarken “dil birliğini” temel bir unsur olarak saymıştır. Türkçe, Osmanlı Devleti’nin kurulduğu 1300’den beri “resmi dili”; Cumhuriyetin başlangıcından beri de “eğitim-öğretim”, “medya (yazılı-sözlü)” dilidir.
Hatta Atatürk “Türk Milleti” kavramını oluşturan ana esasın “Türkçe konuşmak” olduğunu ifade etmektedir. Atatürk, 17 Şubat 1931’de Adana Türk Ocağı’nda yaptığı önemli bir konuşmada bununla ilgili olarak şunları söylemiştir:
“Türk demek, dil demektir. Millîyetin çok açık vasıflarından biri dildir. Türk milletindenim diyen insan her şeyden önce ve behemehal Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk toplumuna mensup olduğunu iddia ederse buna inanmak doğru olmaz. Halbuki Adana’da Türkçe konuşmayan 20 binden fazla vatandaş vardır. Eğer Türk Ocağı buna müsamaha gösterirse, gençler ve siyasi, içtimai bütün Türk kuruluşları bu durum karşısında duygusuz kalırlarsa en aşağı yüzyıldan beri devam ede gelen bu durum daha yüzlerce yıl devam edebilir. Bunun neticesi ne olur? Herhangi bir felaket günümüzde bu insanlar, başka dille konuşan insanlarla el ele vererek aleyhimizde hareket edebilirler”5
Görüldüğü gibi, Atatürk “Türkçe konuşmayı” “Türk milletinden olmak”ın adeta bir ön koşulu olarak ifade etmektedir ve farklı bir dilde konuşan vatandaşların var olduğunu (Arapça konuşanları kastetmektedir), buna göz yumulmaması gerektiğini belirtmektedir. Bu konuşma ile Atatürk aynı zamanda, adeta günümüzdeki gelişmeleri kestirerek; bu durumun başka devletler tarafından bölücülük noktasında kullanılabileceğini açıkça söylemektedir.
AB, “kültürel haklar” bağlamında her etnik grubun (Türkiye için bu sayı 47 (?) olarak veriliyor) ana dilinde yayın (özel ve resmi televizyonlarda) ve eğitim hakkının tanınmasını talep etmektedir. Bu talebin gerçekleştirilmesi çok kısa sürede, olmayan yeni etnik gruplar, yeni azınlıklar yaratacak ve yukarıda değindiğimiz ve Atatürk’ün de açıkça belirttiği “Türk milletinin bölünmesi” kültürel anlamda gerçekleşmiş olacaktır.
2002 İlerleme Raporu’nda, “Dernek Kurma, Barışçı Toplantı Hakkı, Sivil Toplum” başlığı altında “Eksiklikler ve Beklentiler” sayılırken ifade edilen, “Resmi yazışmalarda Türkçe dışında dil kullanılmamaktadır” eleştirisinden açıkça anlaşılmaktadır ki; önümüzdeki yıllarda, yani bu sürecin sonucunda Türkçe’nin resmi devlet dili olmasından vazgeçmemiz talebi ile karşılaşacağız.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, merkezî-millî devlettir. Burada merkezîlik özelliğinin vurgulanmasının nedeni, federal devletin de millî devlet olabileceği gerçeğidir. Bilindiği gibi, bir çok federal devlet millî devlet olabilmektedir. ABD, İsviçre modern millî devletlerdir, ancak siyasi yapıları federal yapımdır. Bu yönü ile millî devlet yapısı, imparatorluk devlet yapısını ve ümmetçi devlet yapısını
reddetmektedir.6
III. TAM BAĞIMSIZ DEVLET
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti gibi siyasal ve ekonomik bakımdan yarı bağımlı bir devletin enkazı üzerinde kurulmuş ve yükselmiştir. Bu nedenle tam bağımsızlık, Atatürk’ün baştan beri üzerinde en çok durduğu bir temel esas olarak hayata geçirilmiştir. Atatürk’ün tam bağımsızlık konusundaki en veciz sözleri, Nutuk’un hafızalarımıza işlemiş olan şu satırlarında yer almaktadır:
‘‘Esas, Türk milletinin haysiyetli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak tam bağımsızlıkla temin olunabilir. Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir millet medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık olamaz. Yabancı bir devletin koruyuculuğu ve kollayıcılığını kabul etmek insanlık vasıflarından yoksunluğu, aciz ve beceriksizliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten bu duruma düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla
ihtimal verilemez. Halbuki Türk’ün haysiyeti ve izzet-i nefsi ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun evladır! Binaenaleyh, ya istiklal ya ölüm!'' 7
Atatürk’e göre bağımsızlık, biçimsel ve sözde bir bağımsızlık değil, her alanda tam ve gerçek bir bağımsızlıktır. Nitekim, Haziran 1921’de Fransız temsilcisi Franklin Bouillon’a şunları söylemiştir: “Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan
yoksunluk, millet ve memleketin, gerçek manasıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.”8
Atatürk bağımsızlık konusunda özellikle mali bağımsızlıkla, dikkat çekmiş ve bunun önemini vurgulamıştır. 1 Mart 1922’de Büyük Millet Meclisi’nin üçüncü toplantı yılını açarken bu konuda şunları söylemiştir: “Bugünkü savaşmalarımızın gayesi tam bağımsızlıktır.
Bağımsızlığın bütünlüğü ise ancak mali bağımsızlıkla mümkündür. Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun olunca, o devletin bütün hayat kollarında bağımsızlık felce uğramıştır. Çünkü her devlet organı ancak maliye kuvveti ile yaşar. Mali bağımsızlığın korunması için ilk şart, bütçenin ekonomik bünye ile orantılı ve denk olmasıdır. Dolayısıyla, devlet bünyesini yaşatmak için dışarıya başvurmaksızın memleketin gelir kaynaklarıyla idareyi temin çare ve tedbirini bulmak lazım ve mümkündür”9
Şüphesizdir ki, Atatürk’ün tam bağımsızlık anlayışı, yabancı düşmanlığı veya dış ilişkilerde yalnızcılık politikası anlamına gelmez.
Daha Sivas Kongresi kararlarından başlayarak diğer milletlerle bilimsel, ekonomik ve teknolojik ilişki ve işbirliğini dikkate alan Atatürk, bu konuda şunları söylemektedir: “Türkiye’nin istiklali her sahada kamilen tasdik olunmak şartıyla kapılarımız bütün yabancılara genişçe açık kalacaktır.” “Biz yabancılara karşı herhangi hasmane bir his beslemediğimiz gibi, onlarla samimi ilişkilerde bulunmak arzusundayız. Türkler bütün medeni milletlerin dostlarıdır... Maksadımız yeniden yakınlaşmak, bizi başka milletlere bağlayan bağları arttırmaktır. Memleketler çeşitlidir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin ilerlemesi için de bu yegane medeniyete katılması lazımdır”10
IV. MİLLİ EGEMENLİĞE DAYALI (DEMOKRATİK-LAİK) DEVLET
Atatürkçü Düşünce Sisteminin temellerini oluşturan üçüncü ana ilke, millî egemenliktir. Millî egemenlik, devlet içinde en üstün buyurma kudreti olan egemenliğin, millete ait olduğunu ifade eder. Bu anlamda millî egemenlik, kişi ve zümre egemenliği ile, yani monarşik, oligarşik veya dini (teokratik) yönetim biçimleri ile kesinlikle bağdaşmaz.11
Tıpkı tam bağımsızlık ilkesi gibi millî egemenlik de, Atatürk’ün Millî Mücadelenin ilk günlerinden beri açıkça ortaya koyduğu, ısrarla vurguladığı bir ilkedir. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, irade-i millîye olarak ifade edilen bu ilke; 28 Aralık 1919’da Heyet-i Temsiliye’nin Ankara’ya gelişinden bir gün sonra Atatürk tarafından şu şekilde ortaya konulmuştur: “Bir millet, varlığı ve hakları için
bütün kuvvetiyle, bütün fikri ve maddi güçleriyle alâkadar olmazsa, bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin etmezse, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz... Bu sebeple teşkilatımızda millî güçlerin etken ve millî iradenin egemen olması esası kabul edilmiştir. Bugün bütün cihanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Millî egemenlik...”12
Atatürk, Millî Mücadelenin başlangıcından, kendisinin hayata veda ettiği ana kadar, her fırsatta millî egemenliği Türk toplumuna benimsetmeye çalışmış, her zaman kişisel yönetimin sakıncalarıyla millî egemenliğin üstünlüklerini çarpıcı şekilde karşılaştırmıştır.
Çağdaş bir topluma ve çağdaş bir devlete yakışan yönetim şeklinin, millî egemenlik esasına dayanan sistem olduğunu çok iyi bilen Atatürk;
TBMM’nin açılması, Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilanı, Halifeliğin kaldırılması ve diğer bazı temel yapısal değişim ve dönüşüm hareketleri (inkılaplar) ile hep millî egemenliği yerleştirme gayreti içinde olmuştur.
Atatürkçü Düşünce Sisteminde millî egemenlik esası, demokratik-laik devleti gerçekleştirme amacının temel bir parçası olarak değerlendirilmiştir. Bu esas aynı zamanda Cumhuriyetçilik, Millîyetçilik, Halkçılık ve Laiklik ilkelerini de besleyen önemli bir ilkedir.
Egemenliğin kaynağı olarak millet iradesi yani hukuki anlamda beşeri irade kabul edildiği ve bunun sonucu olarak millî egemenlik hayata geçirildiği zaman, laik devlet düzeninin oluşturulması için ilk adım da atılmış olmaktadır. Çünkü, iktidarın kaynağı ilahidir dendiğinde, bundan teokratik/skolastik düşünce sistemleri, dolayısıyla teokratik hukuk/devlet/toplum yapıları; iktidarın kaynağı beşeridir dendiğinde, bundan, ilahinin karşıtı laik düşünce sistemleri, dolayısıyla laik hukuk/devlet/toplum yapıları çıkmaktadır.
Millî irade veya millî egemenlik düşüncesinin sonucu olarak, laik toplum / hukuk / Devlet düzenine geçişte, bir yandan teokratik toplum/hukuk/devlet düzenine ait ümmet fikri yerini millet fikrine bırakırken, öte yandan kul/tebaa fikri, yerini insan/vatandaş fikrine bırakmıştır. Böylece, bugün hararetle savunulan ve uluslararası sözleşmelerle korunması, geliştirilmesi devlete temel bir yükümlülük olarak yüklenen insan hakları düşüncesinin temelleri bu düşüncelerle atılmış olmaktadır. Günümüzde, gerçekten, insan hakları ancak laik-demokratik bir toplum/hukuk/devlet düzeninde söz konusu olabilmektedir.13
V. SONUÇ
Bazı küresel aktörlerin politikaları analiz edildiğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin; millî güvenlik unsurlarını da oluşturan bu temel esaslarının bozulması veya değiştirilmesi tehdidi ile karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Yani Türkiye, Merkezî-Millî (Üniter) Devlet, Tam Bağımsız Devlet, Millî Egemenliğe Dayalı (Demokratik-Laik) Devlet özellikleri ile tehdit altındadır.
Türkiye’nin bir medeniyet ve çağdaşlaşma tercihi olduğu sık sık ifade edilen Avrupa Birliği üyeliğini de bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekir. Karşılıklı bir müzakere sürecini ifade eden Türkiye-AB ilişkilerinde Türkiye bakımından önem taşıyan konu, müzakerelerin iki egemen güç arasında ve eşit şartlarda cereyan edip etmediğidir. Bu bağlamda önem taşıyan bir diğer konu da Türkiye’ye
önerilen şartların ve bu şartları yerine getirmek için Türkiye’nin atacağı adımların, Türkiye’nin millî güvenlik çıkarları bakımından ne sonuçlar doğuracağıdır. İstenilenler Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esasları ile ne derecede örtüşmektedir? Atılan ve atılacak adımlar, yapılan düzenlemeler temel esasları güçlendirecek midir? Zayıflatacak mıdır? Bu soruların cevaplandırıla bilmesi şüphesizdir ki; AB’nin şartları ve Türkiye’den beklentilerinin neler olduğunun analizine bağlıdır.
AB’nin Türkiye’den beklentilerinin esaslarını göstermesi bakımından Hollandalı Hıristiyan Demokrat Grup üyesi Parlamenter Arie M. Oostlander tarafından hazırlanan yıllık Türkiye Raporu (2003 İlerleme Raporu) taslağında yer alan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “temel esasları’nı sorgulayan bir bölüm önemlidir.
Bu rapor taslağı Hollandalı Parlamenter tarafından 12 Mart 2003 tarihinde AB Dışişleri, İnsan Hakları, Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası Komitesi’ne sunulmuştur.
Komitede rapora ilişkin ilk görüşmeler 25 Mart 2003’de başlamıştır. Tüm değişiklik önerilerinin 9 Nisan 2003 tarihine kadar tamamlanmış ve Rapor’un 29 Nisan’da son kez gözden geçirildikten sonra biraz “yumuşatılarak” 5 Kasım 2003’te yayınlanmıştır. Taslak Rapor’da şunlar söyleniyor:
< “Kemalist fikirlere dayanan bir devletin, Avrupa Birliği’nin kabul ettiği ve desteklediği siyasi değerleri benimseyerek, Birliğe üye olabilmesi uzun soluklu bir iştir. Türkiye öncelikli olarak bir devlet reformu gerçekleştirmesi gerektiğine ikna olmalıdır. Kemalizm Türk devletinin bütünlüğü doğrultusunda Türk kültürünün homojenliği, silahlı kuvvetlerin gücü ve dine karşı çok sert bir tutum olarak kendini göstermektedir. Bu yaklaşım AB üyeliği önünde de bir engel olarak görülmektedir.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin son on beş yılda devlet üzerindeki gücü bir hukuk devletinde kabul edilemeyecek ağırlıktadır. Millî Güvenlik Kurulu askerlerin siyasi gücünü temsil etmektedir. Bu yapının ortadan kaldırılması gerekli olmakla birlikte, bu konuda bir direnç olacağı da bilinmektedir. Savunma bütçesi ile devletin bütçesinin ayrı oluşu önemli bir sorundur. Genel bütçenin bir kalemi olması gereken savunma bütçesi Meclis tarafından kontrol edilmelidir. Askeri temsilcilerin YÖK ve RTÜK gibi kurumlarda yer almasına son verilmelidir.
Türkiye ‘de yükselen kökten dincilik ve ayrılıkçılıktan duyulan korku nedeniyle dine karşı katı bir tutum söz konusudur. Hükûmet bu tutumu yumuşatmak, antidemokratik reaksiyonlara sebep olan sert seküler uygulamaları bırakmalıdır.”
Görüldüğü gibi; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin (araştırmanın başında genel olarak ortaya konulan) merkezi-millî (üniter), tam bağımsız, ve millî egemenliğe (demokratik, laik) dayalı temel esaslarının, AB üyeliği için engel olduğu söylenmektedir. Hiçbir tarihi, sosyal ve kültürel değer dikkate alınmadan millî devlet anlayışı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin devlet içindeki yeri ve nihayet laik devlet yapısı sorgulanmaktadır. Türkiye’nin uzun yıllar mücadele etmek zorunda bırakıldığı etnik ve dinsel terör hiç dikkate alınmadan “Türkiye ‘de yükselen kökten dincilik ve ayrılıkçılıktan duyulan korku” (?) dan bahsedilmektedir.
Bu noktada sorulması gereken soru şudur: “AB acaba; Türkiye’nin federal, yarı bağımlı, nispeten demokrasiye dayalı bir İslam Cumhuriyeti olmasını mı istemektedir?” >
DİPNOTLAR;
1 Y. Büyükanıt, SAREM Uluslararası Küreselleşme ve Uluslararası Güvenlik Sempozyumu (29-30 Mayıs 2003) “Açış Konuşması Metni”, s. 8.
2 E. Özbudun, “Atatürk ve Devlet Hayatı”, Atatürk İlkeleri Ve İnkılap Tarihi, Atatürkçülük (Atatürkçü Düşünce Sistemi), YÖK. Yayınları, Ankara, 1987, s. 35.
3 A. Güler, Sevr’den Kopenhag’a Parçalanan Türkiye, Ankara, 2000, s. 9 vd.
4 M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C: II., Ankara, 1960, s.
5 Bu gezi ve konuşma hakkında bakınız: M. Önder, Atatürk’ün Yurt Gezileri, Ankara, 1998, s. 7-8. T. Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri,
Adana, 1939, s. 30. Cumhuriyet Gazetesi, 19 Şubat, 1931.
6 Z. Hafızoğulları, Laiklik, İnanç, Düşünce ve İfade Hürriyeti, Ankara, 1997, s. 155.
7 E. Özbudun, “Atatürk ve Devlet Hayatı”, s. 38.
8 E. Özbudun, “Atatürk ve Devlet Hayatı”, s. 39.
9 M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C: I., Ankara, 1959, s. 228229.
10 M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev Ve Demeçleri, C: III., Ankara, 1961, s. 48-9, 65, 67-68.
11 E. Özbudun, “Atatürk ve Devlet Hayatı”, s. 40-41.
12 M. K. Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C: II., Ankara, 1960, s. 11.
13 Z. Hafızoğulları, Laiklik, İnanç, Düşünce Ve İfade Hürriyeti, s. 34 vd.
***