9 Kasım 2019 Cumartesi

TÜRKİYE’DEKİ LAİK ANLAYIŞA İLK KARŞI ÇIKIŞ HAREKETİ VE ONA VERİLEN CEVAPLAR (1923)

TÜRKİYE’DEKİ LAİK ANLAYIŞA İLK KARŞI ÇIKIŞ HAREKETİ VE ONA VERİLEN CEVAPLAR (1923) 


Prof. Dr. Mehmet Akif TURAL* 
* Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. 


     Sayın Başkan, kıymetli dinleyenler. Konuşmama başlamadan önce hepinizi saygıyla selamlıyorum. 
15 Ocak 1923 tarihli Hoca Şükrü.1 imzası ile yayımlanan broşür ve buna verilen cevaplar bildirimizin özünü teşkil etmektedir. 

Cumhuriyet henüz ilan edilmemiştir. Henüz Türkiye’yi laikleştiren yasalar çıkarılmamıştır. Cumhuriyetin ilanından 9 ay, Türkiye’yi laikleştiren 3 Mart 1924 tarihli kanunlardan 15 ay önce ortaya çıkan ulusal boyutlu bu tartışmanın 3 ayrı tarafı vardır: 

‘1923 yılında Laiklik mi vardı? Laik anlayış mı vardı? Laikliği koruyan kanun mu vardı? Bunlar bulunmadığına göre, laiklik konusunda bir karşı çıkıştan nasıl söz ediyorsunuz?’ denilebilir. Cevabımız: 


20.01.1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye kanununun 1.2.3.4.5. maddeleri, padişahlık/sultanlık kurumu ve anlayışı reddedip millî egemenlik yetkisini, Büyük Millet Meclisi’ne veriyordu. Sultanlıkla halifeliğin aynı kişide toplanan yönetim biçimine ait erki kullanma gücünü ise, aynı anayasanın2 “Şeriat hükümlerinin yerine getirilmesi, kanunların konulması, değiştirilmesi, kaldırılması, antlaşma ve barış yapılması, vatan savunması (yani savaş ilanı) için ordu sevk etme gibi esas haklar, Büyük Millet Meclisi’nindir. Kanunların ve nizamların düzenlen mesinde kişiler arası ilişkilere ve günün ihtiyaçlarına en uygun fıkıh ve hukuk hükümleriyle kişiler arası uygarca tutum ve davranış esas tutulur. Bakanlar kurulunun görev ve yetkisi özel kanunla belirtilir.” denilmektedir. Bu hüküm ile Halifenin-Sultanın Hilafet makamıyla ilgili sayılagelen yetkileri TBMM üzerinde toplanmış oluyordu. 

1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması ile 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanununun ilk 5 maddesinde geçen hükümler ebedileşti. 

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti isimli yeni devletin yapısı tescil edilmiş oldu.3 Ancak Saltanatın kaldırılması ile ilgili bu kanuna “Halifelik” Osmanlı Padişahlık ailesine ait olup Halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce bu ailenin bilim ve ahlak bakımından iyi, uygun, faydalı ve yol gösterici olanın seçilmesini “Türkiye Devleti Halifelik makamının dayanağıdır” hükmü, saltanatı kaldıran 
kanunla birlikte, Halifeyi görevini, buna bağlı olarak da, görevden alma yetkisini, meclise veriyordu. Bu hükümle padişahın şahsında toplanan “sultanlık” dünya işleri yönetimi ile “halifelik” din işleri yönetimi birbirinden ayrılmış görünüyordu. Din işlerine ait görev ve yetkilerin halifelik unvanı ile seçilen kişiye verildiği görülüyor. 
İşte 16/17 Kasım’da padişah Vahdettin ülke dışına çıkınca halifelik makamı boş kaldı. 
Din işleri bakanı Şer’iye ve Evkaf Vekili Mehmet Vehbi Efendi din bakımından halifelik makamı boş kalmış olduğundan yeni birinin seçimine dair fetva verdi, Meclis bu fetvayı oybirliğiyle kabul etti. 

1-Teşkilâtı Esasiye Kanunu ile Türkiye halkı, hukuku hâkimiyet ve hükümranesini mümessili hakikisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin şahsiyeti maneviyesinde gayri kabili terk ve tecezzi ve ferağ olmak üzere temsile ve bilfiil istimale ve İradei Milliyeye istinat etmeyen hiçbir kuvvet ve heyeti tanımamağa karar verdiği cihetle Misaki Milli hudutları dahilinde Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmetinden başka şekli hükûmeti tanımaz. 

Binaenaleyh Türkiye Halkı Hâkimiyeti şahsiyeye müstenit olan İstanbul’daki şekli hükûmeti 16 Mart 1336 (1920) dan itibaren ve ebediyen tarihe 
müntakil addeylemiştir. 

2-Hilâfet; hanedanı âli Osman’a ait olup Halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bu hanedanın ilmen ve ahlâken erşet ve eslah olanı intihap olunur. Türkiye Devleti hilafetin istinatgahıdır. 

Osmanoğulları şehzadelerinden Abdurrahman Efendi’ye 2 oy, Selim Efendi’ye 3 oy, Abdülmecit Efendi’ye 148 oy verildi. 9 oy çekimser çıktı. Meclisin bu oylaması sonucu Abdülmecit Efendi halife seçildi.4 

1922 yılının Aralık ayında Hüseyin Avni Bey ve aynı düşünenlerce meclise sunulan iki maddeli bir kanun önerisini görüyoruz. Bu kanunun 1. Maddesi Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilebilmek için Türkiye’nin bugünkü sınırları içindeki yerler ahalisinden olmak şart koşulmuştur. 2.Madde milletvekili olabilmek için yerleştiği yerde 5 yıl yaşamış olmak şartını taşımaktadır. 

Gazi Mustafa Kemal’in doğduğu Selanik sınırlar dışındadır. 

Ömrü cephelerde geçtiği için hiçbir yerde 5 yıl yaşayamamıştır. Bu iki maddeli kanun önerisi meclisin içinden çıkmaktadır. Aynı meclis Mustafa Kemal tarafından, Ankara’da Mustafa Kemal’in öncülüğünde, onun düşüncesiyle Ankara’da toplanan bu meclis, yine Mustafa Kemal’i meclis başkanı yapmıştır. Sakarya Savaşı’ndan önce Gazi Paşa’ya Başkumandanlık vermiş, Sakarya Savaşını cepheden yöneterek kazandığı zafer sonucu Mareşal rütbesi vermiştir. Henüz birkaç ay önce Mudanya Mütarekesi yapılmış iken Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya milletvekilliğinin bile yine bu meclisin içinden bazı kişilerce çok görülmesinin anlamı nedir? Bu çirkin tutumun 1 

Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılması ile bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır. 

Bu iki madde Gazi Mustafa Kemal tarafından Mecliste, kendisini meclisin dışına atmak manası taşıdığı yönünde yapmış olduğu sert açıklamasına karşılık Millî Meclisin yine içinden “siz kastedilmiyorsunuz”, “siz meclisimiz içinde çok önemlisiniz” gibi takiyeci söylemlerle konu kapanmıştır; ama, onun kendini savunması ajans ve gazetelerden memleketin her yerine yayılmıştır. 

Gazi Paşa’yı Ankaralılar kendi il nüfus kütüklerine kaydettiler (birkaç ay sonra Erzurum ve Gaziantep illerinin de aynı tutumu gösterdiklerini takdirle ifade etmeliyiz.). Olay kapanmış gibi görünüyordu. Ama yeni bir düzen yeni bir devlet şekli, alışılmamış cümleler, devlet ile ilgili, yönetimin şekli ile ilgili yeni ifade ve tanımlamalar meclisin içindeki ikinci gurup olarak adlandırılan milletvekilleri tarafında anlaşılamıyordu. Damar ARIKOĞLU’ nun Hatıralarım kitabında, bu ikinci grup olarak tanınan 66 milletvekilinin isim yaş ve mesleği verilmiştir. 

Bu gurup meclisin yetkilerini daha da fazla artıracak yeni girişimlerle, Meclis içi hareketliği ve gruplaşmaları artırmıştır. 

Bu bağlamda Meclis’in ikinci başkanı istifa etmiş Ali Fuat Paşa ile Kâzım Karabekir Paşa karşı karşıya getirilmiş, TBMM’de otorite konusunda belirsizlik havası hâkim olmuştur. Ama 1923 yılı Ocak ayında, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’nin, cumhura dayalı olduğu ilkesi ve gerçeği, isimlendirilmediği halde, rejimin ruhu belli olmuştur. Laik anlayışa laik düşünceye oturan oturtulmak 
istenen bir yeni devlet yeni hukuk ve yeni millet anlayışı akıllı olanların görebildiği bir tercih olarak TBMM ve hükûmeti etkiliyordu. 

Halifelik bir devletin bir niteliğidir; ama, yeni Türkiye devletinin yapısı içinde halife meclis tarafından seçilen bir görevlidir. Yeni seçilen halife ile Refet Paşa ve meclisteki ikinci gurup ile ikinci gurup dışındaki bazı milletvekilleri tarafından kurulmuş olan yakın ilişkiler, Mustafa Kemal Paşa ve onunla beraber hareket eden arkadaşlarında tekrar eski düzene geçileceği kuşkusu yarattı. Mecliste 
de, yine Ocak ayının ilk günlerinde Meclisin yetkilerini artırmak yanında, Halifeye de meclis tarafından daha fazla yetkiler vererek onu TBMM’nin de üstünde bir güç yapmak isteğine dair hava seziliyordu. TBMM’nin her türlü iradenin üstünde olduğunu söyleyen üç tarafın, bu iradeyi kullandırmakla ilgili istek ve beklentilerinin çok farklı olduğu açıktır. Zaten ikinci gurup milletvekilleri aynı günlerde meclis yetkilerinin büyüklüğünün her türlü güce sahip olduğunu anlatırken meclisin dilediği her yetkiyi kullanabileceği veya kullandırtabileceği ni anlatırken, halifelik unvanının tekrar sultan yetkileri ile meclis tarafından donatılacağı kuşkularını doğurmuştur, Ocak ayının meclis tutanaklarına bakıldığında endişeler ve beklentiler görülmektedir. 

Eskiye dönüşle ilgili endişelerin yaşandığı günlerde Mustafa Kemal paşa iki çıkış yolu düşündü. 

Birincisi Mecliste daha güçlü bir gurup oluşturabilmek için bir siyasi parti kurmak. Bu parti halkın partisi olacaktı milletin tüm fertlerinin içine aldığı bir programa sahip olacaktı. Mecliste yapılması gerekenleri programlayan seçilmiş bir güç olmak istiyordu. 

İkincisi mecliste olanları Anadolu’yu gezerek, halkla görüşerek halka anlatmak. Çünkü O, Türk milletinin varlık mücâdelesini milletinden aldığı güçle zaferle bitirmişti. Yeni devlet şeklinin ölmüş olan eski devlet şeklinden tamamen ayrı başka bir biçimde “kaynağını beşeri iradeden” alan ki bu laik anlayıştır, bir yapıyı kurma mücadelesi başlattı. 14 Ocak 1923’de İleri Gazetesi başyazarı Celal Nuri 
Bey’e bu gezisini anlattı. “Cepheyi denetlemekten amacım orduları yakından görmek ve halk ile temasta bulunmaktır” demiştir. 15 Ocak 1923’de Eskişehir’de yaptığı ilk gezi konuşmasında yeni idare şeklinden bahsetmiştir. 

İşte 15 Ocak 1923 tarihinde, Afyon Karahisar milletvekili Hoca Şükrü imzasıyla “Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” isimli kitapçık yayımlandı. Bu kitapçık bütün milletvekillerine dağıtılmıştır. Kitapçığın 15 Ocak tarihinde dağıtılmış olmasına rağmen, hazırlanmasının saltanatın kaldırılmasını da içine alan bir süreci kapsadığı anlaşılmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk Büyük Nutuk’ta şu bilgileri vermektedir. “Milletin ortadan kaldırdığı şahıs saltanatını, Hilafet makamında devam ettirmek ve padişahın yerine Halifeyi geçirmek sevdasına düşmüşlerdi. Gerçekten de gerici bir gurup, Hoca Şükrü imzasıyla ‘Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi’ adıyla bir kitapçık yayımladı. Bu broşürün Ankara’da 15 Ocak 1923 tarihinde yayımlandığı ve bütün milletvekillerine dağıtıldığı bana İzmit’te bildirildi. 

Broşürün üzerine sadece 1339 (1923) yılı yazılmıştı. Fakat broşürün daha ben Ankara’da iken hazırlanıp bastırıldığı ve benim Ankara’dan ayrılış tarihim olan 14 Ocak 1923 gününün ertesinde ortaya çıkarıldığı anlaşılmıştı.” 

Geriye dönüş için seçilmişlerin meclis içindeki siyasal mücadelesinin ilki olan bu hareketin, Hoca Şükrü Efendinin çıkardığı tartışmanın tarafları şunlardır: 

1.Hoca Şükrü ve onun gibi düşünenler 
2.Hoca Şükrü gibi düşünmeyen Türk aydınları 
3.Başta Gazi Mustafa Kemal (Atatürk) olmak üzere yönetimi biçimlendiren, yeni kurum ve kuruluşlar ile buyurma erkinin ‘kaynağını ilahî irade yerine beşeri iradeden alan bir toplum-devlet düzeni kurmak’ isteyen, devlet ve hükûmet yetkililerinin yorum ve kabulleri. 

Bu üç taraftarlıktan sadece Hoca Şükrü Efendi gibi düşünmeyen aydınlar, fikirlerini basın yoluyla açıkladılar. Çünkü bu cevap hakkını kullanmaları, broşürde geçen halifeyi, padişah yapma isteğine karşı çıkmalarındandı. Hoca Şükrü Efendi’nin bu risalesine karşı olanlar Mustafa Kemal Paşa’nın ve onun uygulamalarını, milletle birlikte yapmak istediklerinin ne kadarını kavramışlardır ki gönüllü olmuşlardır? Bu yeni rejimi, yeni yönetimi benimseyen gönüllüler, yeni kavramların ve kurumların da gereğine inanarak onları benimsemiş olarak zaman içinde bu benimsediklerini vazgeçilmez sayarak savunmuş olan aydınlar dır. Birinci Meclis kayıtlarında Afyon Karahisar milletvekili, mesleği Vaizlik olarak ve yaşı 46 olarak kayıtlı bulunan, kitapçığı hazırlayan İsmail Şükrü Efendi’nin risalesinden alıntılar yaparak, devrin aydınlarının yapmış olduğu eleştirilerden, karşı çıkışlardan örnekler vereceğiz. Hoca İ. Şükrü’nün Risale’sinin giriş bölümünden bazı cümleleri alıntılayalım: 

“Bütün Müslümanlar bilmelidir ki, buhranlı ve olağan üstü günler yaşıyoruz. Hiç şüphe yok ki bu durum geçicidir ve inşaallah çok gecikmeksizin gerçek ve doğal duruma geri dönülecektir.” İslam kamuoyu yakinen bilmelidir ki, Büyük Millet Meclisi ile meclisin seçtiği ve tâbi olduğu Müslümanlardan halifesi arasında hiçbir ayrılık ve gayrılık yoktur. Halife meclisin, meclis halifenindir. 

‘İmamet Kureyş’tendir’ hadis-i şerifine gelince, bundaki hükmün özü, nüfuz ve kudrettir. Nitekim İslam fıkıhçıları, kuvvet ve kudretsiz Hilafetin, şer’i anlamı olmadığından hareketle Kureyşîliği Hilafet şartlarından kabul etmemişlerdir. O zaman Arap kabileleri arasında en nüfuzlu Kureyşîler olduğundan, Hilafet görevini ancak onlar yerine getirebilirdi. Yoksa Kureyşiler hakkında ümmetine, seslenerek ‘doğrulukla hareket etmezlerse kılıçlarınızı boynunuza takıp ocaklarını söndürünüz. 
Yapamazsanız gerçekten sersem kimselersiniz’ buyuran Peygamberimiz hiçbir zaman nüfuz ve kudretsiz bir hilafeti kast etmemişlerdir. 

Maddî kudret ve hükûmet kuvveti, hilafetin temel direği olmakla, bu hilafet, bu kudret ve kuvvetten ayrıldığı gün, elbetteki artık onun hiçbir İslamî anlamı kalmaz.” 
Hoca Şükrü’nün, savunduğu fikir için ileri sürdüğü iddiaya destek olan hadis, zaten kendini tezini desteklemiyor, aksine, ‘yönetim kötüyse indirin’ diyor; hem de şeklini kılıç olarak gösteriyor. Halbuki, Millî Mücadele, Meclisin aldığı kararların doğrultusunda yapılmıştır. Zaten Gazi Mustafa Kemal Atatürk demokrasi hakkında ‘yönetim kötüyse, seçim yoluyla indirir, iyisini getirirsiniz’ diyor. Hoca İ. Şükrü’nün peşin hükmü mantığını felç etmiş görünüyor. 

Basından birkaç başka örnek: 

“Hoca Şükrü diyor ki, ‘O halde seçtiğimiz Müslümanların halifesi nedir?’ Bu halifeyi seçmemizden amaç, gelecekte İslam dünyasının kurtarılması adına bekleyerek kurtarıcı olan ve olmayan bütün Müslümanların bir kurtuluş noktası saydıkları geleneğe bağlılıktır. Bugün hür olan yalnız Türkiye’dir. Türkiye külfetini ve özellikle masrafını göze alarak İslam dünyasının, istediği bu siyasi halifeliği 
devam ettiriyor. 

İnşallah İslam kurtuluşa erer ve bağlı oldukları Hıristiyanları kovar. Bu takdirde bütün İslam milletleri ve devletleri amaçlarını sonuçlandırabilir ler. O mutlu zamanda bütün Müslümanlar çok büyük bir tavaf halinde toplanıp konfederasyon başkanı seçtikleri halifeye verirler.” 

“Hoca diyor ki; ‘İslam şeriatı kuvvetsiz, hükûmetsiz, istiklalsiz, hürriyetsiz bir hilafet ve halife tanımamıştır. Kısaca halifenin kuvvet ve yücelik sahibi kamu işlerinde tasarrufa kadir olması, en önemli bir şeriat esası olduğundan, bugünkü hale nazaran, hükûmetimizin, devletimizin başkanı olması bir zorunlu emirdir. Bu noktada başka türlü bir şekle imkân yoktur.’ 

“Halifeyi krala dönüştürmek emeli sayfalarınızın her yerinde sırıtıyor. Dön dolaş diyorsunuz ki: ‘Halifenin asli görevleri ancak konuya ait işlerden yani hükûmet etmekten ibarettir.’ Tekrar edelim, Hoca efendi, bu devletin ne kralı ne de imparatoru vardır.” 

“Hilafetten, saltanattan amaç hükûmettir. Hükûmet halkın tek başına ve kişisel olarak yapamadığı işlerini yaptırmak için halkın kendi seçimiyle oluşturup kurduğu bir heyettir. Bu heyet, bugün TBMM’dir. Kısaca bugün hilafetin temsilcisi TBMM’dir. Şu halde TBMM hükûmeti yalnız hilafetin dayanağı değil aynı zamanda hem kaynağı hem de kökü ve merkezidir.” 

“Şükrü Efendi risalesinin 8. Sayfasında aynen şöyle yazıyor: “Halifenin sahip olduğu dini ve siyasi görevi bakımından, islami meclislerin, memleketlerine özgü geleneklerin zaman ve mekanın, kararlaştıracakları kanunlar ve tüzüklerde önemli bir etkisi vardır. 
Bunun gibi meclislerin karar altına aldıkları maddelerin kolayca kabul görmesi için halifenin onayına sunulması gerekir. Ancak bu sayededir ki, bu gibi kararlar seri hükümlerin arasına girer.” 

Şükrü Efendi bu anlaşılmaz cümlelerde belirtmek istediği düşüncesini daha açık ve kesin bir dille risalesinin 26. Sayfasında şöyle açıklamıştır: “Şu duruma göre, kanunların düzenlenmesi ve hükûmeti yürütme yetkisi yüklenen meclisimizin başkanlığına halifenin sahip olması, yani devlet kanunları ve hükûmet kararlarının halifenin görüşüne ve onayına sunulması şer’i bir emirdir, mecburi dir.” “Şükrü Efendi’nin düşüncesi açık ve kesindir. Halifelik makamının onaylamadığı herhangi bir kanun, herhangi bir karar İslam kanununa uygun değildir. 

Bilindiği üzere TBMM kurulduğu günden bu yana kadar kendisine halife hiçbir zaman başkanlık etmemiş ve hiçbir kanun ve 
hiçbir karar onun onayına sunulmamıştır. 

Kısacası Şükrü Efendi’nin düşüncesine göre öncelikle TBMM, bu dört yıl içersinde günah işlemiştir. Ve ikinci olarak kabul etmiş olduğu kanun ve kararların hiç birisi meşru değildir. O halde, millete düşen görev nedir?” Hoca Şükrü Efendi gibi düşünmeyen aydınlar, devletin yeni yönetim şeklini yöneticilere bırakmadan kendileri savunmuştur. 

Türk İnkılabı bir bütündür. Bu bütünlük içinde her yapılan inkılap değişim dönüşüm hareketleri, temel olarak laik anlayış, laik hukuk, millî birlik, millî hâkimiyet ve tam bağımsızlığa dayanır. Yasama, Yürütme ve Yargının durumları belirlenmiştir. 1921 Anayasası ile başlayan hukuk devleti, demokratikleşme, çağdaşlaşma, laik düzen, cumhuriyet yönetimi için çekilen çileler, verilen mücadeleler ve elde edilenler, Türkiye’nin 85 yıllık bu uzun birikimini TBMM ve milletin orada görevlendirdikleri çok iyi değerlendirmelidirler. 
“TBMM demokrasinin millet iradesinin ortaya çıkış yeridir”. “Meclis millî iradenin temsil yeridir.” sözleri doğrudur. “O halde, meclis yasama ve yürütme gücüyle her şeyin üstündedir; çünkü, seçilmişlerdir; seçilmişler millet adına iş yapıyor” gerçeğinden, atanmışlar seçilmişler münakaşası doğarsa ve başka atanmış kurum ve kuruluşların birbiriyle ve meclisle olan uyumunu etkiler. 

12 Eylül 1980 müdahalesi öncesi yaşananlar, 1982 TC Anayasası 3.Maddesine, Bayrağın şekli, kanunda belirtilen beyaz ay yıldızlı al bayraktır; hükmü ile Millî Marşı İstiklâl Marşıdır; hükmü konulmuştur. Türkiye’de Millî Marşın, İstiklal Marşı olduğu, bayrağın hangi renk olduğu, 1982 yılına kadar bilinmediği için mi anayasaya bu hükümler konulmuştur? Bu durum göstermektedir ki, kavramlar ın hangi anlam ve gerekçe ile kullanılması veya tanımlanması kişilerin veya grupların taleplerine bağlı değildir.5 

Bu büyük toplantımızın yetmiş sekiz ayrı konuşması içinde bazı konuşmacıların, laiklik anayasaya nasıl girmiştir? Ne anlama gelir? 
Hangi anayasamızda ne şekilde ifade edilmiştir? Gibi soruların cevabına ilişkin çalışmalarını bildiri olarak sunacaklarını davetiye ekindeki programda görmekte yiz. Bildirileri dinleyeceğiz, ama şu ana konuları günümüz açısından 1982 anayasasındaki durumu söylemeliyim: 

Laiklik, Devletin bir niteliği olarak görülmekte, (md.2) egemenliği, millete (md.6) verip herkesin kanun önünde eşit olduğunu (md.10), din ve vicdan hürriyetini (md.24) kabul etmektedir. Dinin siyasete karıştırılması engellenmiş (md.68), laik devlet düzenini din adına yıkarak teokratik devlet düzeni getirme fiilleri yasaklanmıştır (md.14). Din hizmetlerini, dinin eğitim-öğretimini (md.24/2 md.26, 27), bir kamu hizmeti sayıp (md.136), teşkilatlandırılacaktır. Bu maddelerden anlaşılacağı gibi laiklik hem siyasi hem de hukukî ve kültürel alanlar için bir yaşama biçimidir. 

Laiklik kavramı ve bir devletin temel niteliği olması konusu, bilginlerin, fikir adamlarının öncelikle düşünmesi gereken bir konudur; kaldı ki, bu konuyu 
karşı duruş ve söylemleriyle bulandırmaya, kirletmeye kalkan ideolojik politik tutumlar bizim çalışma alanımızın dışındadır. 

1923’te Hoca Şükrü Efendi ve onun gibi düşünenler, aslında Meclisli rejime karşı değildi. Çünkü, onun meclise dayalı rejimle sorunu yoktu. Rejim içindeki erkin Cumhurbaşkanına, hükûmet ve oluşturulacak kurum veya kuruluşlara değil halife unvanlı kişiye ait olması sorunu vardı. Vaz geçemediği ve imanının şartı gibi savunduğu iddiası ise, Halifenin yetkisizliğinin kabul edilemeyeceğidir. 

Günümüz Türkiye’sinde rejim sorunu, rejime sahip olma sorunu ikileminde münakaşalar yaratmak, bu açıdan değerlendirilmelidir. 
Hoca Şükrü anlayışını taşıyan çıkışların meclisin içinden bir milletvekili veya bir grup milletvekili tarafından yapılmış olması, asla Büyük Millet Meclisini bağlamamıştır. Büyük Millet Meclisi yasama ve yürütme gücünü elinde bulundurma bakımından dönem dönem kendini yenileyen bir kurumdur. Rejimin diğer kurumları ve kuruluşları ile de 1923’ten günümüze kadar kanun, gelenek ve birikimlerin ışığında uyumlu çalışmanın gereğini yaşamıştır. Büyük millet Meclisi, seçilmişlerden oluşmakta olup seçilmişlerin seçtiği makam olarak Cumhurbaşkanlığının da rejimin bütünü içinde anayasaya dayalı, kaynağını anayasadan alan yetkileri vardır. “Ekümeniklik uluslararası bir dini makam, halifelikte bunun karşısına konulsa”, “Patrikhaneye karşı uluslararası halifeliği kullansak”, “İslam dünyası üzerinde etkili olmak için halifeliğimizi tekrar canlandırsak” gibi söylemler, günümüzde fazlaca artmaktadır. 

1923 Ocak ayında meclisten yükselen Gazi Mustafa Kemal Atatürk karşıtlığı ve onun kurmaya çalıştığı laik anlayışa karşı oluş hak ettiği cevabını almış olduğunu Türk aydınlarının unutmadığına olan inancımla, Atatürk’ün ışığının bizi aydınlatacağını tekrarlıyorum. 

Beni dinlediğiniz için hepinizi Saygılarımla Selamlıyorum. 

DİPNOTLAR;

1 Mehmet Akif Tural, Hilafet Sevdası Karşısında Milli Hâkimiyet Mücadelesi, ATAM yy., 2. bs., Ankara, 2005. 
2 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 20.1.1337 (1921) Kanun No:85; Madde 7- Ahkâmı şer’iyenin tenfizi, umum kavaninin vazı, tadili, feshi ve 
muahede ve sulh akti ve vatan müdafaası ilânı gibi hukuku esasiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Kavanin ve nizamat tanziminde muamelat-ı nasa erfak ve ihtiyacat-ı zamana evfak ahkâmı fıkhiye ve hukukiye ile adap ve muamelat 
esas ittihaz kılınır. Heyet-i vekilenin vazife ve mesuliyeti kanun-ı mahsus ile tayin edilir. 
3 TBMM’nin Hukuku Hâkimiyet ve Hükümraninin mümessili hâkimi olduğuna dair heyet umumiye kararı 1-2.11.1338 (1922) Karar No:308 
(… Türk milleti saray ve Babı âlinin hıyanetini gördüğü zaman Teşkilatı Esasiye kanunu isdar ederek onun birinci maddesi ile Hâkimiyeti Padişahtan alıp bizzat Millete ve ikinci maddesi ile İcrai ve Teşrii kuvvetleri onun yedi kudretine vermiştir. Yedinci madde ile de harp ilânı, Sulh akdi gibi bütün hukuku hükümraniyi Milletin nefsinde cem eylemiştir…) 
4 M. Akif Tural, Saltanatın Otopsisi ve Milli Hâkimiyet Yolunda Çekilen Çileler, ATAM Yay., 2. bs Ankara, 1999, s.:40-44 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder