7 Kasım 2019 Perşembe

ABD’nin Ortadoğu Politikalarının Sürdürülebilirliği ve Ortadoğu’da Güç Mücadelesi., BÖLÜM 1

ABD’nin Ortadoğu Politikalarının Sürdürülebilirliği ve Ortadoğu’da Güç Mücadelesi., BÖLÜM 1


Zafer Akbaş* 
* Yrd. Doç. Dr; Düzce Üniversitesi İşletme Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü – Düzce. 

Özet 

İkinci Dünya Savaş’ından sonra, Ortadoğu’da en etkili aktör, ABD olmuştur. Ancak ABD’nin etki kapasitesinde değişme yaşanmaktadır. ABD’nin Ortadoğu stratejisinin sürdürülebilirliği, konjonktürel gelişmelere, ekonomik, politik ve askeri unsurlara bağlıdır. Çalışmada ABD’nin hegemonik gücünün hızla erimeye başladığı, savaşa varan müdahale şekilleri ile ekonomik durgunluk ve krizlerin de bu gerilemeyi hızlandırdığı; BRIC ülkeleri ve Türkiye gibi bölgesel aktörlerin uluslararası düzende ve bölgede daha etkin olacağı ve mevzi kazanacağı değerlendirmesi yapılmıştır. 

Anahtar Kelimeler: ABD, Ortadoğu, Güç Mücadelesi, Bölgesel Aktörler, Ekonomi 

Giriş 




ABD’nin Soğuk Savaş Dönemi’nde Ortadoğu ile ilişkileri güçlenmiştir. 

Bu dönemde bölgeye ABD ve SSCB güç rekabeti damga vurmuştur. 1997’de 21. Yüzyılı “Amerikan Yüzyılı” olarak ilan eden projeyi başlatan, 11 Eylül 2001’de de tarihinin en büyük terörist saldırısını yaşayan ABD, Ortadoğu’ya yönelerek, bölgeyi askeri müdahalelerle şekillendirmeye çalışmıştır. Ancak, ABD’nin bölgeye yönelik politikalarının sonucu olan Afganistan ve 2003’teki II. Körfez Savaşları, ABD politikalarının meşruiyetini sorgulatmıştır. 

Ekonomik sorunlar ve finans krizleri, ABD gücü ve politikalarında zorunlu değişime neden olmuştur. ABD politikalarındaki değişimde müttefiklerinin ekonomik gücündeki azalmanın da etkisi olmuştur. Japonya ve Avrupa Birliği ülkelerinin 2008’den beri içinde bulunduğu ekonomik sorunlar ABD’yi olumsuz etkilemektedir. 
Ortadoğu Bölgesi tarih boyunca güçlü devletlerin egemen olmak istediği bir yer olmuştur. Bölgenin jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik özellikleri bölgeyi bir rekabet alanı haline getirmiştir. ABD’de bölgenin özellikleri nedeniyle bölgeye yönelik hakimiyet politikaları izlemiştir. ABD bölgeyi kendi çıkarları bakımından “yaşamsal öneme sahip bölge” olarak görmektedir. Ancak ABD gücünde azalma yönündeki değişim ABD ve bölgedeki çıkarlarını etkilemektedir. 

Çalışmada bölgenin taşıdığı özellikler bağlamında ABD’nin bölgede izlediği politikalar ele alınmıştır. Ayrıca bölgede ABD stratejisinin sürdürülebilirlik koşulları da incelenmeye çalışılmıştır. 

ABD’nin Ortadoğu Politikasının Temel Unsurları, Aktörler ve Süreçler 

ABD, dünya sahnesine her ne kadar Birinci Dünya Savaşı’nda çıkmışsa da etkili bir aktör olarak rol üstlenmesi, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında olmuştur. ABD’nin Ortadoğu’ya girişi konjonktürel gelişmelerin de etkisiyle olmuştur denilebilir. İngiltere, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde bölgeden çekilmeye başlarken; bölgede Amerikan etkisi artmaya başlamıştır. 

Ortadoğu, zengin enerji kaynaklarının bulunmasıyla, 20. Yüzyıldan itibaren bölgenin enerji kaymaklarına bağımlı tüm ulusların, ekonomi politikalarını ve güvenliklerini etkileyen bir bölge haline gelmiştir. ABD’nin Ortadoğu’ya ilgisi, I.Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde, petrolün temel enerji kaynağı olarak kullanılmaya başlaması ile artar. ABD’nin bölge politikası, “bölgenin zengin petrol kaynaklarına serbestçe erişim ve söz sahibi olmaya” odaklanmıştır. Bölgenin Soğuk Savaş Dönemi SSCB-ABD rekabeti, Soğuk Savaş Dönemi sonrasında sona ererken, bölgenin tek süper gücü ABD olmuştur.1 

Truman yönetimi, Sovyetler Birliği’ne karşı çevreleme politikası izlerken, Ortadoğu’da zayıflamaya başlayan İngiliz yönetiminin yerini doldurma isteğinde olduğunu da bir anlamda ortaya koymuş oluyordu.2 ABD, 1957’de Eisenhower Doktrini ile tam da Ortadoğu’ya yöneldi. Bu doktrin ile Ortadoğu ülkelerine, ekonomik ve askeri yardım yapılması, Komünist kontrol altında bulunan her hangi bir devletten bu devletlere saldırı yapılması ve bölge devletlerinin istemesi halinde, Amerikan Silahlı Kuvvetleri’nin kullanılması kararlaştırılmıştır.3 ABD bu sayede, bir taraftan Arap ülkeleriyle daha yakın ilişkiler kurmaya, diğer yandan da SSCB’yi kontrol etmeye çalışmıştır. Bununla birlikte Vietnam Savaşı’nın ABD üzerindeki olumsuz etkilerinin de bir sonucu olarak, 1970’te yayımlanan Nixon Doktrini’nde ABD’nin bölgesel çatışmalara doğrudan müdahale etmeyeceği, bunun yerine askeri ve ekonomik yardım yapacağı ifade edildiyse de bu durum kalıcı hale gelememiştir. 1980’de ilan edilen Charter Doktrini’nde ise Basra Körfezi’ne yapılacak herhangi bir saldırının ABD’nin yaşamsal çıkarlarına bir saldırı olarak değerlendirileceği ve bu tür bir saldırının her türlü araçla önleneceği ifade edilerek Nixon Dönemi anlayışı terk edilmiştir. 

ABD, başta Sovyet tehdidini önlemek, sonra da diğer çıkarlarını yerine getirmek amacıyla, 1979 sonunda Ortadoğu Bölgesi’nde görev almak üzere, merkezi Amerika’da olan Çevik Kuvvet’i kurmuştur. Sonraları I.Körfez Savaşı’nda olduğu gibi gereksinim duyduğu durumlarda, Çevik Kuvveti askeri müdahaleler ve yardımlar için kullanmıştır. 1980’li yıllarda Reagan Yönetimi Sovyet karşıtı tutumunu ve Ortadoğu’ya ilgisini sürdürmüştür. Bütün bunlar, Ortadoğu petrollerinin güvenliğinin ve Batıya akışının sürekliliğinin sağlanmasının, ABD’nin 
Ortadoğu politikasının temel ve vazgeçilmez unsuru haline dönüştüğünü göstermektedir. 

1990’larda ABD’nin dünyaya egemen olması birçok gözlemciye göre “tek kutuplu an”ı oluşturmuştur. Soğuk Savaş yıllarının tersine, Amerika’nın karşısında uluslararası sistemde ciddi bir rakip, bir askeri ve siyasi gücüyle ABD ile boy ölçüşecek ikinci bir güç yoktu. ABD ekonomik gücünü dünyaya yansıtarak küreselleşme sürecini bütün gücüyle desteklemiştir.4 Amerika Birleşik Devletleri'nin küresel hegemonya hedefi, pek çok kimse tarafından imparatorluk olarak nitelendirilmekte, hatta “Yeni Roma İmparatorluğu ya da İkinci 
Roma İmparatorluğu” benzetmesi yapılmaktadır. 

11 Eylül 2001’de El Kaide terör örgütü üyesi oldukları kabul edilen bir grup terörist, New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Washington’daki Savunma Bakanlığı binası Pentagon’a saldırı düzenledi. Bu saldırıda çok sayıda ölen oldu. ABD, saldırılar sonrasında terörle mücadeleyi sadece ülke de değil ülke dışında da sürdüreceği mesajını verdi ve öyle de yaptı. 

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ABD’nin dost ve düşman tanımlaması değişti. ABD, terörist saldırılar sonrasında dünyayı kendi çıkarlarına göre şekillendirme gayreti içine girdi. Bunun için de askeri müdahaleyi bir araç olarak kullandı. 

11 Eylül saldırılarının ardından CIA Başkanı George Tenet, Irak’ın El Kaide Örgütü ile temasta bulunduğunu ve Irak ile İran’ın 11 Eylül saldırılarını desteklediklerini düşündüklerini ifade etmiştir. Başkan Bush, ABD Kongresi’nde 29 Ocak 2002’de yaptığı konuşmada Irak, İran ve Kuzey Kore’yi “Şeytan Üçgeni-Axis of Evil” olarak nitelemiştir.5 

Savaş sonrasında CIA (Merkezi Haberalma Teşkilatı) tarafından verilen bazı bilgilerin doğru çıkmaması CIA’nin dolayısıyla da ABD’nin eleştirilmesine neden olmuştur. Ancak yapılan savaşın ve verilen zararın artık geri dönüşü söz konusu olamazdı. 

Doig ve diğerleri tarafından ele alınan bir makalede, CIA tarafından Bush Yönetimi’ne verilen bilgilerin, Bush Yönetimi tarafından politize edilerek kullanıldığı ifade edilmiştir. Hatta CIA üzerinde baskı kurularak Saddam ile El Kaide arasında işbirliği bulunduğuna yönelik deliller elde edilmeye çalışıldığı ve zaman zaman da CIA’nın devre dışı bırakıldığı belirtilmiştir.6 

Kendi topraklarında terörist saldırılara maruz kalan ABD, mağdur psikolojisinin meydana getirdiği uluslararası ortamdan yararlanarak, önce Afganistan’a, ardından Irak’a girdi. El Kaide üyelerinin Afganistan’da konuşlandığını ve bunların teslimini isteyen ABD, istediği sonucu alamayınca 7 Ekim 2001’de Afganistan’a müdahale etti. 

Afganistan’a müdahale eden ABD ve müttefikleri, Taliban iktidarına son vermiştir. Afganistan Müdahalesi, başlangıçta NATO desteği alınmadan başlatılmış, sonradan NATO’nun ve dolayısıyla AB’nin desteği alınmıştır. 

Barnell’e göre 11 Eylül saldırıları takvimsel olarak değil ama dünyayı değiştiren, dönüştüren sosyal, ekonomik, politik özellikleri dolayısıyla 20. Yüzyılı sonra erdiren önemli bir tarihsel olaydır. 11 Eylül saldırıları, yeni stratejik ortaklıklara ve diplomatik birlikteliklere neden olmuştur.7 

ABD, Afganistan müdahalesinde tutsak ettiklerini savaş tutsağı kabul etmemiştir. Bunları Guantanamo üssünde tutuklu tutmuştur. Bu askeri üstte tutsakların maruz kaldığı işkence ve kötü muamele uluslararası alanda başta insan hakları örgütlerince, ciddi eleştiriye maruz kalmıştır. ABD’nin savaş hukukuna ve insan haklarına aykırı hareket ettiği ifade edilerek ABD eleştirilmiştir. 

Ayrıca Afganistan mücadelesi sırasında ve sonrasında, ABD askerleri tarafından öldürülen siviller de ABD’nin Afganistan müdahalesinin meşruiyetini sorgulatır hale gelmiştir. ABD, Afganistan müdahalesinin adını “Sürekli Özgürlük” olarak koymuştur. Ancak müdahalenin üzerinden on yıl gibi bir zaman geçmesine rağmen, Afganistan’da kalıcı barışın ve düzenin sağlanamaması ABD’ye olan güveni sarsıcı etki doğurmuştur. 
Operasyon zamanında ABD’ye destek verenlerin bu desteğinin II. Körfez Savaşı’nda da günümüzde de kalmadığı değerlendirilmektedir. 

ABD ve İngiltere tarafından düzenlenen ve “Irak’a Özgürlük Operasyonu-Operation Iraqi Freedom” adıyla duyurulan işgal operasyonu, 20 Mart 2003’te başladı. Bu operasyon kamuoyunda beklenen desteği bulamamıştır. 

Fransa, Almanya, Rusya ve Çin gelişmelerden endişe duyduklarını dile getirerek, saldırıları durdurması istiyordu. Belçika ise ABD’nin hukuk düzeninden ayrıldığını dile getirmiştir.8 

II. Körfez Savaşı sonrası, ABD’nin Ortadoğu politikalarına tepki daha fazla artmıştır. Bu tepkiler, bir taraftan AB üyesi bazı ülkelerden gelirken, diğer taraftan Rusya ve Çin gibi aktörlerden gelmiştir. 

ABD ile AB arasında II. Körfez Savaşı sonrasında “Transatlantik Çatlak” meydana geldiği sıklıkla dile getirilmiştir. Bu bağlamda olmak üzere; Almanya ve Fransa, ABD’nin askeri politikalarına karşı çıkmıştır. İngiltere, İspanya ve eski Doğu Bloku ülkelerinin bazıları ise ABD politikalarını desteklemiştir. 

ABD’nin Irak’a karşı askeri güç kullanma stratejisine, uluslararası alanda karşı çıkan ülkelerin başında Çin ve Rusya yer almıştır. ABD müdahalesine karşı BM Güvenlik Konseyi’nde oylama olması halinde veto yetkisinin kullanılacağı dile getirilmiştir. Bunun üzerine ABD, askeri müdahaleyi içeren karar tasarısını Güvenlik Konseyi gündemine getirmemiştir. 

Benzer şekilde bazı bölgesel aktörler de, II. Körfez Savaşı’na aktif askeri destek vermemiştir. Türkiye bunlardan biridir. Türkiye, Irak’a Kuzey’den, Türk topraklarından girme stratejisine karşı çıkmıştır. Suudi Arabistan’da ABD’ye yakınlığına rağmen, beklediği düzeyde destek vermeyen bölgesel aktörlerden biridir. 

ABD’nin Ortadoğu’da izlediği politikaları gerçekleştirmek üzere izlediği politikalardan biri de Büyük Ortadoğu Projesi’dir. Bu proje ABD çıkarlarını bölgede korumak ve geliştirmek üzere dizayn edilmiş ve somutlaştırılmıştır. 

11 Eylül saldırılarının ABD’de meydana getirdiği etki sonrasında, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) gündeme gelmiş ve terörizmle savaş, radikal hareketlerin sınırlandırılmasına yönelmiştir. Büyük Ortadoğu Projesi, ABD Başkanı Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice tarafından, Fas’tan Çin sınırına kadar 22 ülkenin siyasi ve ekonomik coğrafyasının değiştirilmesi hedefi olarak tarif edilmiştir. 

İlerleyen zaman içinde BOP, Kuzey Afrika, Kafkasya ile Orta Asya ülkelerini alarak, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) haline dönüştürülmüş ve Çin’e kadar uzanan coğrafyada, sivil toplum hareketlerinden kuvvet kullanımına kadar varan çeşitli yöntemlerle, Batıyla uyumlu rejimlerin tesis edilmesi hedefine yöneltilmiştir.9 Daha önceleri, Büyük Ortadoğu Projesi olarak adlandırılan proje, 2004 Haziran’ında, ABD’nin Georgia eyaletinin Sea Island bölgesinde düzenlenen G8 zirvesi ile birlikte, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi adıyla anılmıştır. 

GOP, Ortadoğu ülkelerinde eğitime destek verilmesi, kadınların kamusal alana daha fazla çekilmesi, demokrasinin güçlenmesi, terörün, uyuşturucu ve silah kaçakçılığının önlemesi, insan haklarına daha fazla önem verilmesi gibi somut taleplerin hayata geçirilmesi gibi hedeflere yönelmiştir. Bu hedefler özde bölge halkları için yararlı olacağı iddia edilebilir hedefler olmakla beraber, dışarıdan dayatılıyor olmasının başarı şansını azalttığı söylenebilir. 

ABD, bu projeyi Afganistan ve Irak müdahalelerinin ardından ortaya atmıştır. Projenin fikir babaları ABD Yeni Muhazakarları’dır (New Conservatives). Projenin ortaya atılmasındaki amaçların, bozulan ABD imajının düzeltilmesi, ABD’nin bölgesel çıkarlarının gerçekleştirilmesi, kendisine ve müttefiki olan İsrail’e yöneldiği iddia edilen tehditlerin bertaraf edilmesi olduğu söylenebilir. 

ABD’nin demokratikleşme söylemine destek vereceği düşünülen bu proje ile bölge ülkelerinin yeniden yapılanmasının; ülke halklarının ise demokratik ve ekonomik kriterlere göre daha iyi duruma ulaşmasının sağlanacağı de varsayılmaktadır. Bu vesile ile ABD, bir yandan doğal kaynakları kontrol ederken, diğer taraftan ülke rejimlerini ve bunun uluslararası düzeydeki yansımasını belirleyerek merkezi konumunu pekiştirecektir.10 

BOP ile ilgili hedeflerden biri de demokratikleşmedir. Bu amacı gerçekleştirmek üzere Ortadoğu’da demokratikleşmenin sağlanması ve kurumsallaşması gerekçesiyle, Büyük Ortadoğu coğrafyasının bilgi toplumuna dönüştürülmesi hedeflenmektedir. Bunun için 800 milyon insanın yaşadığı bölgede okuma yazma bilmeyenlerin oranının yarı yarıya azaltılması, yüz bin kadın öğretmen yetiştirilmesi, internet ağlarının kurulması, okullara kitap yardımı yapılması ve dünya klasiklerinin Arapça’ya çevrilmesi öngörülmüştür.11 ABD’nin 
demokratikleşme söylemi bölge için önemli olmakla beraber bunun bir süreç olduğu, sürecin doğru yöneltilmemesinin amacın gerçekleşmesini geciktirebileceği ve ABD’nin bölge ülkelerine öncelikle güven vermesi gerektiği söylenebilir. 

Demokratikleşme ve ekonomik kalkınmaya ağırlık verilmesine ilişkin olduğu iddia edilen Büyük Ortadoğu Projesi’nin esasında, Ortadoğu’nun enerji kaynaklarını kontrol altında tutmak, bölgeyi kendi ekonomik, askeri ve siyasal çıkarlarının yanı sıra, İsrail için de daha güvenli hale getirmeyi amaçladığının düşünülmesi BOP’a duyulan kuşkuları artırmıştır.12 

Bu nedenle de BOP’un kadük kaldığı değerlendirmesi yapılmaktadır. 

ABD’nin 2003’te başlattığı II. Körfez Harekatı, tek taraflı ve müttefikleriyle dünya üzerinde hegemonyasını pekiştirmek isteyen ABD dış politikasının, Uluslararası hukuku, normları ve örgütleri ikinci plana atan dünyayı yönetme girişimi13 olarak nitelendirilmiştir. 

Bush Yönetimi’nin 11 Eylül saldırıları sonrası ortaya attığı “Önleyici Savaş” doktrini, ABD’nin uluslararası hukuku kendi çıkarlarına göre yorumladığı, terörist saldırıları insanlığa karşı değil sadece kendi ulusuna karşı saldırılar olarak nitelediği, diğer devletleri “dostlar ve düşmanlar” olarak ayırdığı, bu nedenlerden ötürü de büyük bir meşruiyet krizini derinleştirdiği doktrin olmuştur. 

ABD’nin uyguladığı bu strateji, dünyayı daha çok güvenlik eksenli politikalara doğru yöneltmiştir. Demokratik uygulamaların bu vesileyle kısıtlandığı, bir ortamı meydana getiren anlayış da aynı anlayıştır. 

Günümüz ABD Ortadoğu politikasının önemli bir ayağını da İsrail’in bölgedeki varlığı oluşturmaktadır. İsrail, bölge ülkeleri içinde ABD’ye en yakın devlettir. ABD’nin bölgedeki en önemli amaçlardan biri İsrail’in varlığını korumak ve geliştirmektir. 

ABD’nin stratejik çıkarlarından biri olan İsrail’in bölgedeki varlığının sürdürülmesine ve geliştirilmesine yönelik izlediği bazı politikalar, gerek bölge ülkeleri tarafından gerekse bölge dışı aktörler tarafından eleştirilmektedir. 

İsrail’in terörle mücadele adı altında bölgede izlediği politikalar insan hakları ihlallerine yol açmaktadır. Filistinlilerin yurtlarından edilmesi İsrail’in izlediği bir diğer politikadır. İsrail, uluslararası hukuku hiçe sayarak Doğu Kudüs’te yerleşimciler için yeni konutlar yapmaktadır. ABD’nin Ortadoğulu devletleri silahlanma konusunda tehdit ve takip ettiği dönemlerde İsrail’e askeri yardımlar yapması, İsrail’i izlediği politikalar ve yaptığı eylemler nedeniyle neredeyse koşulsuz desteklemesi sık görülen bir durumdur. ABD’nin bölgedeki en önemli stratejik ortağı İsrail’dir. Bütün bunlar ABD’nin gerek bölgesel aktörler gerekse diğer aktörler tarafından eleştirilmesine neden olmaktadır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi’nin İsrail’i eleştiren, kınayan karar tasarıları ABD engeline takılmaktadır. ABD veto yetkisini sürekli olarak İsrail lehine kullanmaktadır. 

ABD’nin bölgede izlediği İsrail stratejisi sürdürülebilir değildir. ABD’nin İsrail ile ilgili politikaları Wilsoncu ABD ilkelerine de uymamaktadır. Ancak ABD’nin realist 
yaklaşımla çıkarlarını önceleyen politikaları tercih etmesi, uluslararası toplumun hem ABD’ye hem de İsrail’e olan desteğinin azalmasına neden olmaktadır. 

ABD için İsrail’in bölgedeki varlığının korunması ve geliştirilmesi öncelikli çıkarlardandır ve hatta en öncelikli olanıdır. ABD, İsrail’i bölgede terör başta olmak üzere her türlü tehlikeden koruma görevini üstlenmiş durumdadır. İsrail’in uluslararası hukuku ve insan haklarını hiçe sayan politikaları bile ABD için bir sorun kabul edilmemektedir. ABD içinde İsrail’i destekleme yönünde güçlü bir lobi faaliyeti yürütülmektedir. 

Arap-İsrail çatışması, Ortadoğu’da istikrarsızlık nedenlerinin en önemlilerindendir ve bu durum merkezi bir problemi oluşturmaktadır. Bu sorundan dolayı bölgede birçok savaş çıkmış, terörist ve gerilla grupları oluşmuştur.14 

ABD’nin Ortadoğu’da izlediği önemli politikalardan biri de İran’ın çevrelenmesidir. Daha önceleri dost ve müttefik ülke olan İran artık ABD tarafından uluslararası terörü destekleyen devletler arasında sayılmakta ve sürekli baskı ve ambargo altında tutulmaktadır. 

ABD’nin İran’a karşı sert tutumu 11 Eylül saldırıları sonrasında daha da sertleşmiştir. İran’ın barışçıl amaçlı olduğunu iddia ettiği nükleer enerji programı ABD tarafından şiddetle eleştirilmektedir. ABD girişimleri sonucu BM’den İran’a ambargo uygulanması kararı alınmıştır. İran ile İsrail arasındaki karşılıklı tehditler de ABD’nin İran’a karşı tutum geliştirmesine neden olmaktadır. 

ABD’nin Ortadoğu politikasının önemli bir ayağını enerji kaynakları ihtiyacı oluşturmaktadır. ABD’nin petrole olan ihtiyacı yaşamsal bir çıkar sorunu olarak 
tanımlanmaktadır. Bu nedenle, bölge enerji kaynaklarının Batıya ucuz, güvenli, kesintisiz ve sorunsuz aktarılması ABD’nin en önemli dış politika önceliklerinden dir. 
ABD’nin günlük petrol tüketimi 25 milyon varildir. ABD, petrol ihtiyacının % 30’unu üretmekte, % 70’ini ise ithal etmektedir. Bu durum ABD’nin petrolde dışa bağımlılığını göstermektedir. 2003’te varili 25 ABD Doları olan petrol 2011’de 90 ile 100 dolar civarında seyretmektedir. Petrol fiyatlarındaki dalgalanmalar ABD ekonomisini büyük oranda etkilemektedir.15 

Ekonomi günümüzde güvenliğin olmazsa olmaz bir parçası olarak kabul edilmektedir. Ekonomik bakımdan dışa bağımlı olan ülkeler siyaseten veya askeri olarak “güvensiz” ülke olarak nitelendirilebilmektedir. Bu nedenle ABD ekonomik bakımdan dışa bağımlılığı azaltmak istemektedir. ABD için Ortadoğu petrollerinin güvenliği neredeyse ABD’nin güvenliği ile eşdeğer durumdadır. 

2008’de ABD’de başlayan finans krizi ile 2011’e gelindiğinde iyice derinleşen ABD ekonomisindeki resesyon ve tekrar eden kriz beklentisi, enerji kaynaklarının önemini artırmıştır. Bu durum ABD’nin bölgesel aktörlerle ve diğer büyük güçlerle enerji kaynakları kontrolü hakkındaki rekabetini daha çetin hale getirmektedir. 

Çin, Rusya ve AB ülkelerinin enerji politikaları ABD çıkarlarını etkilemektedir. Bu bakımdan dünyanın en önemli enerji kaynağı olan Ortadoğu üzerindeki rekabet de artmaktadır. 
Benzer şekilde, Hazar petrolleri, Kafkasya ve Karadeniz üzerinde de bir rekabet yaşanmaktadır. Bu durum Ortadoğu’nun önemini artırmaktadır. ABD hegemonyasının sürdürülebilirliği bölge enerji kaynaklarının kontrolüne bağlıdır. 

ABD’nin izlediği güvenlik politikaları, 1945'ten beri izlediği ''dünyanın çeşitli bölgelerinde kendisine rakip olabilecek güçlerin doğmasına engel olma'' politikasının taktiksel düzeyde farklılaşmış devamıdır. ABD, potansiyel rakiplerin doğmasını önleyebilmek için dünyanın temel kaynaklarının da kontrol etmek durumundadır.16 

ABD’nin Ortadoğu politikasının önemli bir temelini de ABD güvenliği ve terörle mücadele oluşturmaktadır. 11 Eylül saldırıları güvenlik sorunsalını ABD ihtiyaçları için liste başı yapmıştır. 

ABD’nin ulusal çıkarları bakımından tehlike ve tehdit oluşturabilecek devletler “Ortadoğu devletleri” olarak kabul edilmektedir. Ayrıca terör faaliyetlerinin odaklandığı en önemli merkez de Ortadoğu kabul edilmektedir. 

ABD küreselleşmiş dünyada, artık güvenliğin yerelde olamayacağını düşünmektedir. Terör küreselleşmiş durumdadır. ABD için güvenlik artık denizaşırı anlam taşımaktadır. 

ABD’nin güvenliğini en çok tehdit ettiği kabul edilen bölge Ortadoğu’dur. 

ABD’nin savunma hattı, Amerika Kıtası’nın dışına taşmıştır. Orta Asya, Kafkasya ve Ortadoğu bu hatta yer almaktadır. Bu bölgelerin kontrol altında bulundurulması, ABD ulusal güvenlik ve refahının sürdürülmesi için gerekli bir koşul kabul edilmektedir. ABD’nin amacı bu bölgelerde egemenliğini kurarak, bu coğrafyayı kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmektir.17 

ABD, 11 Eylül sonrası geleneksel dış politika stratejisi olan Çevreleme (Containment) ve Caydırıcılık (Deterrence) stratejisini terk ederek, Önceden müdahale (Preemption) stratejisini uygulamaya başlamıştır.18 Bu strateji, uluslararası kamuoyunda haklı ve ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Bu nedenle Obama’nın başa geçmesinden sonra, Bush yönetimi ve uygulamalarının olumsuz yansımaları giderilmeye çalışmıştır. 

Obama Dönemi’nde ABD’nin çok taraflı, diplomasiye dayalı, yumuşak güç kullanımına ağırlık veren, bölgesel değil ülkesel yaklaşımları benimseyen, iç dinamiklerin göz ardı edilmediği politikaların daha çok uygulanmaya çalışıldığı söylenebilir.19 

Obama’nın başa geçmesi ile birlikte, ABD’nin küresel stratejik hedefi değişmemiştir. Hedeflere yönelik araçlar değişmiştir. Bush’un tercih ettiği “Hard Power” yerine “Soft Power” devreye girmiştir. Obama Dönemi’nde Genişletilmiş Ortadoğu’ya yeniden yönelmek ve Ortadoğu’da Amerikan diplomasine yeniden önem vermek gerektiği değerlendirmesi yapılmıştır. 20 

Uluslararası Düzende Küresel ve Bölgesel Değişimler 

Günümüz uluslararası düzeninin en güçlü aktörü ABD’dir. ABD, uluslararası sistemi tek başına etkileme kapasitesine sahiptir. ABD’nin küresel yönetişimi her zaman tek başına gerçekleştiremediği iddia edilebilir ancak ABD’den günümüzde daha güçlü bir uluslararası aktör olmadığı da ortadadır. 
Küresel düzeyde ABD’nin güç kaybetmesi dışında güç kazanan, aktörler vardır. Bunlar bölgesel ve küresel düzeyde politika izleyen Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya, Güney Kore, Türkiye gibi aktörlerdir. 

Kissenger’a göre XX. yüzyılda, uluslararası ilişkileri hiçbir ülke, Birleşik Devletler kadar kesin, fakat aynı zamanda kararsız bir şekilde etkilememiştir. Hiçbir toplum, onun kadar başka devletlerin içişlerine karışmama ilkesinde ısrarlı ve kendi değerlerinin dünyaca uygulanması düşüncesinde bu kadar ateşli olmamıştır.21 Ancak ABD’nin bu politikalarında özellikle Bush döneminde önemli bir değişimin de olduğunu söylemek gerekir. ABD anılan dönemde realist politikaların idealist politikalara galip geldiği bir ülke olmuştur. 
Obama Dönemi’ni ise bu bakımdan bir nevi restorasyon dönemi olarak görmek mümkündür. 

Soğuk Savaş Sonrası Dönemde, Ortadoğu Bölgesi’nde artık iki kutuplu dünyaya göre değil, bir yandan küresel dünya düzeni tarafından yönlendirilen, diğer yandan ülkelerin kendi ulusal politik, ekonomik, stratejik ve etnik yapılarının gerektirdiği çıkarlara uygun politikalar izlenmektedir.22 

11 Eylül saldırıları, Westfalyan sistemin seküler niteliğini sorgulatmıştır. Değerler ve normların dikkate alındığı, kimlik-kültür faktörlerinin belirleyiciliğine önem veren yeni yaklaşımlar daha fazla önem kazanmıştır. Ayrıca ABD’nin teröre karşı savaşı ve yeni Amerikan stratejisi, transatlantik gerilimlere ve Asya’da ittifakların yön değiştirmesine yol açmıştır. Sınır aşan güvenlik sorunları da gün geçtikçe artmaktadır.23 

Wallerstein’e göre, dünya sisteminde ABD’nin 50 yıl önceki hegemonyası, üretim verimliliğine, Avrupa ve Asyalı müttefikleri tarafından kabul edilen politik ajandasına ve askeri süper güç üstünlüğüne dayanıyordu. Oysa bu durum günümüzde değişmiştir. Artık ABD’nin üretim verimliliği çok büyük bir rekabetle karşı karşıyadır. Müttefiklerin eski politik desteği olmamakla beraber bir rekabet durumu da vardır. Bütün bunların dışında geriye şimdilik sadece askeri süper gücü kalmaktadır.24 Wallerstein bu düşünceyi 2002’de dile getirmiştir. 
Günümüzdeki gelişmeler de bu iddiayı doğrulamaktadır. 

ABD üretim verimliliğindeki düşüş ve politik desteğinin de eskisi gibi olmadığı düşünüldüğünde; askeri süper gücünün sürdürülebilir olmadığı ortaya çıkar. Bu durum, sadece bölgesel ölçekte değil, aynı zamanda küresel ölçekte de güç dengesinde değişime neden olabilecektir. 

Afganistan ve Irak'ın işgali, İran ve Suriye'ye yönelik ciddi tehditler, Büyük Ortadoğu Projesi'nin aşama aşama uygulamaya konulması, ABD’nin küresel imparatorluk hedefinin aşamaları olarak algılanmıştır. Amerikan yönetiminin uluslararası hukuku tanımayan tavrı, uluslararası kuruluşlarla işbirliği yapmayan tutumu ve Amerikan çıkarlarını dünyanın geri kalanından çok daha önemli kabul eden yaklaşımı, yeni yüzyılda çok ciddi bir kaos ve belirsizliğin kapılarını aralamıştır.25 

Yüzyıllık jeopolitik tezlerden, yeni büyük oyun yaklaşımlarının ortaya konduğu günümüze kadar uzanan geniş zaman diliminde, Avrasya coğrafyasının bir çatışma ve mücadele alanı olacağı beklentisi sürekli canlı tutulmuştur. Dünya siyasetine egemen güç olmanın yolunun bu coğrafyada hakimiyet kurmaktan geçtiği çeşitli tezlerin merkezinde yer aldı. Bu bölgede devam eden karışıklıklar egemen gücün ya da güçlerin meşruiyetini ortaya koyması ve kendini dönemin şartlarına göre yeniden üretmesi için kullanılmaya başlanmıştır.26 


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder