14 Kasım 2019 Perşembe

1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA BÖLÜM 2

1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA BÖLÜM 2



Halide Edib’in anılarında “İşte garip bir surette ben denilen şeyin tamamen milletin içine karışmış olduğunu en fazla o zaman hissettim. Millet göçerse, ben de onlarla beraber gitmek istiyorum” şeklinde ifade ettiği milletin varlığını ve önemini seziş duygusu Sakarya Savaşı sırasında temellenmiştir. Kitaplarına girmemiş 1955 yılında Yeni İstanbul dergisinde yayınlanan bir yazısında Mustafa 
Kemal Paşa’nın merkezde olduğu kolektif ruhu şu şekilde anlatır: 

“Evvela Dumlupınar… İnişli, çıkışlı geniş ve boş bir yer. İçlerine doğru bir yerde, büyücek bir eski evde ordu merkezi var. Bu evden tıpkı bir deniz hamamına uzanan ince ve tahta bir iskeleye benzeyen bir şey nihayetinde üstü açık bir odaya benzeyen genişçe bir yerinde Mustafa Kemal Paşa oturuyor, bir kıyamet gününü andıran boşluktaki hayat hareketini seyrediyor. Bazen yaya, bazen 
atla vazife iktizası dolaştığım bu geniş saha dolup boşalıyor. Dumlupınar kadınları heyecan içinde. Kafile kafile dolaşıyorlar. Yüksek sesle istila devrinde başlarından geçenleri anlatıyorlar. Kalabalığın ortasından bir ucu yolda, bir ucu ordu karargahında, sonu gelmeyen yüksek rütbeli veyahut alelade erlerden müteşekkil bir esir kafilesi. Halk hep dönüp Mustafa Kemal Paşa’nın bu panoramayı seyrettiği yere bakıyor. Evin arkasından aşağı doğru yürürseniz, kıyamet gününün içine dalmış gibi oluyorsunuz. Silah, eşya, kağıt paralar, insanlar, sahibini kaybetmiş uluyan köpekler, başıboş atlar, daha neler neler…..” (Enginün, 1989, 231) 

Bu dikkatli gözlem ve duyarlı bakış O’nun roman ve hikayelerinin de kaynağı olacaktır. Peyami Safa, “..müşahade mahsulü tek bir harp romanı” nın yazarı olduğunu belirttiği Halide Edip için; “Gelip geçmiş Türk muharrirleri içinde (…) askerî üniforma giyerek hiç olmazsa müşahit sıfatıyla İstiklal harbine iştirak etmiş bir tek insan varsa bu kadındır.” (Enginün 1986, 28) diyecektir. 

Yakup Kadri; Millî Mücadele yıllarında Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin İstanbul başkanlığını yapmış ve doğrudan Mustafa Kemal Paşa ile irtibatlı olarak çalışmıştır. Bu çalışmalar sırasında işgalcilerin faaliyetlerini yakından takip ederek, gözlemlerde bulunması (Yalçın, 1998, 89) romanlarındaki realizm için belirleyici bir hareket noktası oluşturur. 

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun hem yakın geçmişi hem de yaşadığı dönemi yargılayan keskin bir bakışın sahibi olarak niteleyen Niyazi Akı; onu realist ve bedbin ancak sanatında idealist bir kişilik sıfatıyla tanımlar: 

“Cahil ve Sefil köylünün yanında bilgili ve mesut köylüyü düşünürüz: değerlerini kaybetmiş zayıf ve çaresiz insan ardında içi sağlam duygularla dolu, iradeli insanları hayal ederiz. Savaşlarla harap olmuş dünyayı, muhtelif ideolojilerle ruhları parçalanmış beşeriyeti düşünürken, elimizde olmayarak, bunların mesut bir sentezini tasarlarız.” (Akı, 2001, 257) 

Bir ideal olarak terennüm edilen Anadolu’nun yüzyıllara yayılan yanlış politikalarla yozlaşmasını ve yoksullaşmasını asıl tema olarak alan Yaban romanı, köye ve köylüye dönüşün bilinçli bir şekilde işlendiği ilk eser olması bakımından da önemlidir. Millî Mücadele döneminde, bu hareketin aleyhinde olan ve bozguncu propagandaya inanan bir Anadolu köyünde yaşamak zorunda kalan idealist roman kahramanı Ahmet Celal’in konumu oldukça trajiktir. İnancı ve iyimserliğinde direnerek umudunu koruyacaktır: 

“Hayır, hayır Türk ordusu dağılmadı. Ve Ankara’nın üstünden: ‘Düşman ilerleyebilir, düşman Ankara’ya da gelebilir. Fakat, biz yurdumuzun en son kayası üstünde de, kendimizi müdafaa edeceğiz. Düşmanı vatanın harim-i ismetinde boğacağız!’ diye bir ses yükseldi. 

Bu onun sesidir. Bu, insana ümit, kuvvet ve metanet veren sestir. İşte yeni bir azimle toplanan Büyük Millet Meclisi, onu geniş selahiyetler le Başkumandan tayin etti. Harp meydanına bizzat o geliyor. Altın başı ufukta bir çoban yıldızı gibi parıldamağa başladı. Dağılır gibi olan koçlar sürüsü gene toplanıyor. Muntazam asker kafilelerinin birer cüzü tam halinde yeni mevzilerine doğru yol aldıklarını 
görüyorum.” (Yaban, 111) 

Bu ruh hali Türk aydınının kötümserlikten kurtulmaya başladığının açık işaretidir ve Millî Mücadele devri eserlerinde genel olarak kendini gösteren bu husus, sonraki olumlu sonuçlar hazırlayan faktör olma özelliği taşır. Eserde İnebolu’dan Ankara’ya kadar konak yerleri, Cavit köyü, İsmail Çavuş ve hanı, Ankara büyük ölçüde yazarın gözlemlerinin zeminini oluşturur. Yaban’ın başına konan “Barbarların yaktığı Türk köylerine” ibaresi, yazarının ve kahramanı Ahmet Celal’in aydın duruşunun ifadesidir. Falih Rıfkı’nın; ‘Mustafa Kemal’in asıl zaferinin Türk Milletine yeni bir iman aşılamak ve onun kötümserliğini yenmek olduğunu…’ söylemesi eserle kurulan paralellik bakımından anlamlıdır. 

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, geçmiş ile gelecek hülyasını birleştirerek bir ütopya olarak kurguladığı Ankara (1934) romanı yaşanan zamana ait eleştirilerini de içeren bir eserdir. Aydının sorumluğunu ve görevini yeterice yerine getiremediğinin bir itirafı ve yazarın Tetkik-i Mezalim Heyeti ile Anadolu’da yaptığı inceleme gezisinin ürünü olan Yaban’dan (1932) sonra Ankara, gelecek için umutların sergilendiği iyimser bir zemindir. Yakup Kadri; Halide Edip’le birlikte Ankara civarındaki köyleri seyrederken Halide Edip’in “Bu güzellikleri acaba kim terennüm edebilecek?” diye konuşması üzerine duygularını şöyle anlatır: 

“İçimden hangi güzellik demiştim. Etraf çıplak, kurak, gölgesiz, renksizdi, köy bir taş ve toprak yığını idi; havada pislik ve ufunet kokuyordu. 

Rast geldiğimiz insanlar, kadın, erkek, çoluk çocuk hep yüzlerine bakılmayacak derecede çirkin, pis ve pejmürde idi. Lakin sonradan düşündüm ki mutlaka güzelliğin bedii olmaz, çirkinin de bedii vardır ve sanatta asıl hüner de çirkini güzelleştirmektir.” (Enginün, 2002, 284) 

Yakup Kadri’de Anadolu’ya açılan, Ankara’dan olduğu gibi vilayet, kaza ve köylerle beslenen romanlarında coğrafyayı genişlettiği bir yaklaşım öne çıkar. 
Ankara romanının yazılışında payı olan ve öne çıkan pasajlar Panorama’da tekrar yazılmıştır. Yeni bir hayatın doğuşunun anlatıldığı Yaban’da I. Dünya Savaşı sonunda Millî Mücadele ve savaştan sonraki yeni hükûmet merkezi olarak Ankara önemlidir. Romanda yeni nesil; derin düşünmez fakat iş görür; bir evvelki neslin düşünceleri bu nesilde vakar, istekleri de irade olur…” (Akı, 2001, 118) 

Millî Mücadelenin ardından merkezde yaşanan gelişmeleri konu alan Ankara romanında, iktidarın çarpıcı büyüsünün, aynı zamanda kararlılığı sağlam, iradesi tam olmayan zihniyetleri de bitiren bir güç olduğuna işaret edilir. Bu bakış, Türk aydınının iki yüz yıldır tekrarlayıp durduğu hatalara karşı uyarıcı ve gelecek tehlikelere dikkat çeker niteliktedir. Nitekim, 1911-1921 arasında geçen 10 yıllık 
dönem Türk dinamizminin üç kıtada toprağa gömüldüğü bir süreçtir ve Osmanlı devletinin genç, eğitimli ve donanımlı iki milyon evladı peş peşe verilen savaşlarda yok olup gitmiştir. Savaş sonrasında İstanbul’a dönmek yerine Anadolu’nun bağrında kalmayı ve yeniden dirilmek için Ankara’yı seçen yeni yapılanma; iki küçük tepeye yaslanan Ankara’nın yüzünü Batıya çevirmiştir. Büyük ideallerle ortaya çıkan yeni Cumhuriyet’in yeni cazibe merkezi olan Ankara’da; Seyranbağları, Dikmen, Keçiören ve Çankaya’nın bağ evlerinin yerini 
yavaş yavaş konaklar almaya başlamış, Yenişehir sadece bir semt adı olmayıp, yeni bir hayat tarzının hem adı, hem simgesi olmuştur. 

İstanbul’un Beyoğlu, Şişli, Taksim gibi muhitlerindeki köksüz ve yoz batılılaşma anlayışı bu sefer Ankara’ya yerleşenlerin köşklerine taşınır. Atatürk’ün Çankaya bağlarındaki taştan yapılmış köşkü adeta kuşatılmıştır. Batılılaşmayı, Cumhuriyeti ve yeni değerleri sığ bir batı hayranlığı olarak anlayan bir kesim, eğlence ve sefahat yarışına kapılarak vatan için (!) çabuk ve kolay kazanma yolunu seçmişlerdir. 

Ankara romanında Yakup Kadri, Selma ve gazeteci Neşet Sabit’in gözü ile anlatılan olaylarda 1930’ların Ankara’sını sergileyerek, yenileşme hareketinin kusurlu yönlerini ve yapılan hataları göstermeye çalışır. Ankara romanı üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm: Sakarya savaşı öncesi (1922’ye kadar).İkinci bölüm: Cumhuriyetin ilanını izleyen yıllar (1926’ya kadar).Üçüncü bölüm: Cumhuriyet sonrasının 14. ve 20. yıllarını (1937-1943’e kadar) anlatır. Romanın konusu bu üç dönemin Ankara’sıdır. Bu üç bölümdeki olaylar yazarın her bölümde ayrı bir kişilik olarak karşımıza çıkardığı Selma Hanım’ın çevresinde geçer. Selma’nın hayatı üç bölümde, üç ayrı erkekle geçerken, arayışları Ankara’nın arayışları, yazgısı Ankara’nın yazgısıdır. Selma Hanım’ın ilişki kurduğu erkekler ise birer simgedirler. 

Son bölüm yazarın hayalindeki Ankara’dır. Yazarın bu hayali Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümü bayramıyla başlar. Gazi Mustafa Kemal’in Türk milletine hitabesi, bir devir başlangıcının, bir yeni sabahın ilk işareti gibi olmuştur. Türk milleti ilim, imar, iktisat, güzel sanatlar sahasında büyük bir gelişme içerisindedir ve Ankara’nın çehresi değişmektedir. Yeni stadyumlar, yeşil çimenli sahalar, büyük fabrikalar, büyük binalar, alaca halk yığınları ve coşkuyla kutlanan büyük bir bayram havası bu ütopyanın somut ipuçlarını oluşturur. 

Ankara, yeniden doğuşun üç bölümde hikaye edildiği etkili bir anlatıma sahiptir. Romanın birinci bölümünde Millî Mücadele’de Ankara’nın durumu ve İstanbul’dan gelenler üzerindeki etkileri konu edilir. Bu değerlendirmelerin çoğu yazarın gözlem ve izlenimleri üzerine kurulmuştur. Eserin kahramanı Selma, bir İstanbullu olarak başlangıçta bir uyumsuzluk çekse de millî mücadelenin kalbinin attığı yerde bulunmaktan mutlu olmaya başlar. Ankara, ‘bir enerji ve cazibe merkezi’ olarak 1921’lerin “yegâne mânâsı” gibidir. Selma, Mustafa Kemal’in evini gördükten sonra büyük bir değişim yaşar. Cepheye gitmek ister, hastabakıcılık yapmaya başlar. Hastanede tanık olduğu durumlar, yaşadığı sahneler bu mücadelenin başarılacağı yönündeki inancını kuvvetlendirir. Genç kadın; ‘fikirce, hisçe bütün benliğine şamil bir inkılabın kaynağı’nı keşfeder ve daha önce tiksindiği yerleri, insanları sevmeye başlar. Bu ruh değişimi ve olgunluk süreci, bireyin kendi içinde büyümesi Yakup Kadri’nin kişiliğinde de kendini göstermiştir. Mütareke yıllarından başlayarak ferdi varlığı, milletin varlığından ayrı bir şey değildir. 1922 yılında yazılan Ankara romanında; Yakup Kadri, Ankara’nın üç safhasını Sakarya Savaşı günlerini, zafer sonrasını ve yeni Cumhuriyeti onuncu yılından yirminci yılına kadar olan devreyi anlatarak, 1942’lerin Ankara’sını tasavvur eder. zaferin sarhoşluğu ile İstanbul’dan Ankara’ya, Anadolu’nun bu sağlam değerlerini bozmak için gelenler bu ütopyayı 
gerçekleştiremeyerek yeniden İstanbul’daki kozmopolit hayatlarına dönerler. İlk iki bölüm gerçek hayattan izler taşırken üçüncü bölümün sonu yazarın gelecek hayallerinin yansımasıdır. 

Ankara romanının ilk bölümü, Ankara’yı askeri, devlet memuru, yerli halk, tüccar ve yeni kurulan bir başkent perspektifinden sergilerken savaş cephelerinden, ordudan ve komutanlardan da kesitler sunar. Romanın son iki bölümü daha sonra yazılacak olan Panorama’larda savaş sonrasının eleştirel bir bakışla irdelemesini içerir. Zeki Coşkun’a göre; “Sodom ve Gomore işgal ve Kurtuluş Savaşı dönemindeki İstanbul’un romanı ise, Yaban ‘o sırada Anadolu’, Ankara’nın ilk bölümü de ‘o sırada Ankara-Karargâh’ şeklinde okunabilir. 

Yazılış ve yayınlanış sırasına göre bakıldığında birinin bittiği yerde öteki başlar.” (Balabanlılar 2003, 100) 

İşgal yıllarında İstanbul’dan İnebolu yoluyla Anadolu’ya geçen Yakup Kadri, heyecanlı ve sıkıntılı bir yolculuktan sonra Ankara’ya ulaştığında duygularını; olayları dış görünüşleriyle değerlendirmeye çalışanların Ankara şehrindeki ‘tecellinin sırrını’ anlayamayacaklarını, ‘mazlum ve mağdur millet için de ilahi nefhanın estiği yer Anadolu’nun en harap bir kasabası olan Ankara’dır’ şeklinde dile getirecektir. Ergenekon’da Ankara’ya dair izlenimlerini anlatmayı sürdüren yazar, Atatürk’le ilk görüştüğünde çok heyecanlı olduğunu belirttikten sonra gözlem ve tasvirlerini şöyle dile getirir: 

“Mustafa Kemal Paşa, sivil giyinmiş, ortadan biraz daha boylu, zayıf ve sarışın bir zattı. Gazetelerde gördüğünüz resimlerden hiç birine benzemiyordu. Kendisi bu resimlerin hepsinden daha sevimli, daha canlı, daha müstesna bir simaydı. Yüzü renk ve çizgi itibariyle bir tunç parçası üzerine oyulmuş bir eski madalyonu andırır. Elmacık kemikleri çıkık, ağız kemikleri kuvvetli ve alnı sertti. Ve bu 
yüzün bütününde çok zahmet görmüş, çok uğraşmış, çok düşünmüş kimselerin çehresindeki ifade vardır; fakat, hiçbir yorgunluk emaresi göstermemek şartıyla. Kısık ve sıcak bir sesle konuşuyor, mavi gözleri muammalı nazarlarla bakıyor, vücudunun kımıldanışları genç bir parsın kımıldanışları gibi sevimli, munis bir tarzda haşin ve çeviktir.” (Ergenekon, 110) 

Yakup Kadri, ömrü boyunca bağlı kaldığı Atatürk’ü, çeşitli cepheleriyle anlattığı aynı adlı monografisinde;“Atatürk kendisini unutmayanlar için, tükenmez bir enerji ve optimizm kaynağıdır ve onu unutturmamak hepimize kutsal bir vatan borcudur” (Karaosmanoğlu 1981, 8) der. 1938 yılında Prag’da yazmaya başladığı ancak 1946’da basılabilen Atatürk monografisine, “Bizim ilk gençlik yıllarımız bir millî kahramana hasretle geçti” diye başlar. Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı İsviçre’de tedavi olduğu dönemde dışarıdaki genel hava ve düşman basınından takip ettiği batının Türklüğe karşı olan tutumu ve Türkler hakkındaki düşünceleri 29 yaşındaki Yakup Kadri’yi çok incitmiştir. Hatıralarında; “İsviçre’nin olsun, Fransa’nın olsun, İngiltere’nin olsun, bütün gazeteleri başımıza gelenleri azımsıyor, Türk milletinin yeryüzünden kazınmasını, Türkiye’nin dünya haritasından silinmesini istiyordu. Dünya amme-efkarı o derece aleyhimize kışkırtılmıştı ki, bizim için Türk sıfatıyla ne sokakta serbestçe dolaşmanın, ne pansiyonlarda, otellerde, kahvehanelerde rahat ve huzurla oturup kalkmanın imkanı kalmıştı.” (Enginün 2001, 111) derken bozuk sağlığını unutmuş, biran önce ülkesine dönme isteğiyle kıvranmaya başlamıştır. ‘Atatürk’ adını o sıralarda duyduğunu, Çanakkale Zaferi ve onun kahramanlarından Mustafa Kemal Paşa adının gönüllerde yeni bir ümit filizlendirdiğini anlatırken, söz konusu monografisinde halkın yarattığı bu kurtarıcı portresini muhayyilesini 
de katarak şu şekilde tasvir eder: 

“…… birçok hamasi menkıbeler, ruhu bir deniz gibi coşturan dinamizmasıyla birbirini takip etmekte ve muhayyilemizde, keskin profili otuz ikilik topların fasılalı ateşinde parlayıp sönen, sönen parlayan bir genç kahramanın yalın endamı çizgilenmekteydi. Bu kahraman, bu genç kumandan -halkın söylediğine göre- yanında bir avuç süngülü askerle, yerden, gökten, denizden kopan mütemadi bir gülle, kurşun ve şarapnel sağanağının ortasında muttasıl ileri doğru atılıyor ve kollarıyla kızgın boyunlarından yakalayıp denize yuvarlayacak mış gibi düşmanın sıra sıra topları üstüne saldırıyordu. Bu insan, ateşte yanmıyordu. Vücuduna kurşun işlemiyordu ve zırhlıların attığı gülleler başının üstünde munisleşmiş yırtıcı kuşlar gibi geçip gidiyordu. Kimdir, bu acayip adam? Nereden peydah olmuş? 

Adını hiçbir gazetede, hiçbir resmi tebliğde görmedik, okumadık. Fakat, halk onun adını da biliyordu: Mustafa Kemal diyordu. 
Bir paşa mı? Bir miralay mı? Kimi bir paşa, kimi bir miralay olduğunu söylüyor. Zaten rütbesinin ne önemi var? Böyle adama rütbe ne ilave edebilir?” (Enginün 2001, 111) 

Ankara romanında, kahramanların bakışı ve tepkileri ile ele alınan Atatürk, eserin birinci ve üçüncü bölümünde görünür. Selma bir at gezintisinde, Çankaya’yı görmek isteyince, yukarılarda ona “… biraz ötede bir küçük yarın ucunda, kocaman ağaçlar arasından, kayalara yaslanmış dört köşe bir taş bina”yı göstererek “İşte, Paşa’nın evi burası! “Daha yeni naklettiler, kira ile oturuyorlar!” deyince, Selma bu mütevazi yapı karşısında hayretler içinde kalır: 

“… Millî hareket başının Ankara’da ne kadar sade yaşadığını biliyordu fakat bu sadeliğin derecesini kendi gözleriyle tayin ederken bir mucize karşısında gibi hayret ve heyecana düşmüştü. Ne! Bütün dünyanın kendisinden bahsettiği adam, bu kayaların dibindeki tavşan kulübesinde mi oturuyordu? Genç kadının gözleri önünde Londra’da Westminster sarayının, Paris’te Elysee’nin, Washington’da White House’un resimlerde gördüğü muazzam ve muhteşem siluetleri tecessüm etti. Bunların yaldızlı tavanları altında, belki şu dakikada, şu 
kulübede oturanın adı söyleniyordu. Bu kulübenin sahibi mi? Mustafa Kemal Paşa şüphesiz o bile değildi.” (s. 68) 

Selma; savaş ortamının karmaşasında görmüş olduğu Atatürk’ün vakur ve sakin çehresinin kendisine ne kadar huzur ve güven verdiğini de hatırlar: 

“… Eskişehir istasyonunda, ara ve aman vermeyen bir ateş yağmuru altında Büyük Şef’in sakin, kararlı ve destani çehresini de görmüştü. Tahliye edilen kasabanın bozgun kalabalığı ortasında, keskin ve sıcak bir sesle emirler veriyor; yanında duran Garp cephesi kumandanına hemen hemen gülümseyerek bir şeyler söylüyor ve Ankara’ya ilk kafileyi götürecek olan trene son yolcunun binmesini bekliyordu. 

Mustafa Kemal Paşa’nın bu mahşer içindeki silueti Selma Hanım’ın hayalinde o kadar derin nakşolmuştu ki, bunu o en küçük teferruatına kadar hatırlıyordu. 

Üzerinde nefti bir avcı kostümü vardı. Bir gümüşi kalpak, gür ve uçları yukarıya doğru kıvrık sarı kaşlarının hizasına kadar iniyordu. Bütün bir ırkın asaletini taşıyan, uzun parmaklı, güzel elleri bir kehribar tespihle oynuyordu. Sanki, bir istirahat saatinde bahçesinde dolaşan bir genç aile reisi gibiydi ve sanki gökyüzünden durmaksızın yağan şeyler bir yaz yağmurunun ilk damlalarıydı. 

Selma Hanım’a, asıl, en büyük, en derin ve en sarsılmaz huzuru, emniyeti veren de, işte, büyük Şef’in ona bu ilk ve son görünüşü oldu.” (Ankara 87, 88) 

Bu heyecan verici tecrübe ve etkilenme roman kahramanının ruh büyümesini tetikleyen, duygu ve düşüncelerini değiştiren hadiselerin başlangıcını oluşturur ve “Ankara’ya, Ankara’nın ifade ettiği millî manaya bağlılığını artırır. İdeali, kurtuluş ümidi artan ve Türklüğe bakışı değişen genç kadın Cebeci hastanesinde gönüllü hastabakıcılığa başlar. Sakarya Zaferi, dalga dalga büyüyüp Ankara’ya 
ulaştığında halk gibi bunu doğal bir şey olarak karşılar: 

“Bütün Ankara’da gösterişsiz bir sevinme vardır. Bu bayraksız, donanmasız, davulsuz, zurnasız bir zafer bayramı oldu. Çünkü sevinç, yanık topraklardaki sular gibi, hep içe çekilmiş, yüreklere sinmişti.” (92) 

“Cumhuriyet’in onuncu yıldönümü bayramında, Gazi Mustafa Kemal’in Türk milletine hitabesi, bir devir başlangıcının bir yeni sabahın ilk işareti gibi olmuştu. Bu hitabe Türk milletini, ilim sahasında, unvan ve iktisat sahasında, güzel sanatlar sahasında taze, şevkli ve toplu bir hamleye davet ediyordu.” (s. 161) 

Şimdiki 19 Mayıs Stadyumu’nun yerinde bulunan “çam tahtalarından, derme çatma” tribünlerin birinde “civar köylerden, kasabalardan gelmiş bir alaca halk yığınına “hitap eden Mustafa Kemal’in fiziki portresi, dinleyiciler arasında bulunan roman kahramanını oldukça etkilemiştir. 

“Bu profilin en belli, en göze çarpan hususiyetleri, alında, göz yuvasında ve çenede toplanmıştı. Bu alın, çok geniş olmamakla beraber, eski Yunan heykeltıraşlarında bir genç ilah kafası örneği olacak derecede mevzun, ahenkdâr ve traşîde idi. Göz oyukları çukur değildi, fakat, bakışlarının derinden, çok derinden gelen bir hali vardı. Ve bütün yüzün enerjisi çenede toplanmış gibiydi. Bu kuvvetli, bu sert çene, kendi gücünden emin bir yumruk gibi hafifçe öne doğru uzanıyordu. Ve aynı ses… Selma Hanım’ın bundan on iki, on üç yıl 
evvel, bir kere, Eskişehir istasyonunda işittiği sıcak ve tesirli sesti.” (s. 162) 
Halkın içinde, onun sesi olarak gösterilen canlı, dinamik, sevilen önder portresi, Ankara’nın masal çağıyla da özdeşleşmiştir: 

Romanın sonu Cumhuriyet’in 20. yıldönümü ile biter… Selma 1942 yılındadır, kutlama hazırlık komitelerinden biri içinde görevlendirilmiştir. 

Ancak Yakup Kadri’nin geleceğe ait bu tasavvuru gerçekleşememiş, ölüm döşeğinde bulunan Atatürk 15. yıldönümü törenlerine bile katılamamıştır. 
Bu döneminde de, Çanakkale ve Millî Mücadele günlerindeki kadar yeniden efsaneleşen Atatürk; “… nice düğün günlerinin, nice destani millî bayramların bir araya getirip kaynaştıramadığı gönüller belki de bu yas gününün ıstırabı içinde akıbet birleşmesini, hep bir araya gelip haşır ve neşir olmasını bilecekti…” (Panorama, 279) 

Atatürk’ün varlığı ve işlevi kadar hastalığı ve ölümü de, farklı kutuplara ayrılmış aydınları yeniden birleştirici bir işlevi yerine getirmiştir. 

Yakup Kadri, romanının üçüncü baskısı yapılırken ‘Bir Not’ başlığı ile koyduğu açıklamada; 

“Otuz yıl önce yazdığım bu romanı, üçüncü baskıya vermek üzere gözden geçirirken bir düş görüyor gibi oldum ve bana öyle geldi ki, burada hikaye ettiğim devri bir somnambül hali (uyur-gezerlik) içinde geçip gitmiştim. 

Fakat, bu halim çok sürmüyor; uyanıyorum ve kendimi toparlayarak etrafıma bakıyorum, o devirden bu yana ne kalmış diye. Kitabın birinci bölümünde belirlemeye çalıştığım millî mücadele ruhundan hemen hiçbir iz bulamıyorum. 

Ya son bölümde hayalini kurduğum Türkiye’nin gerçekleşmesine doğru bir gelişme olmuş mudur? Ben, o zamanlar, bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmediğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliğiyle bu ideal Türkiye’ye yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum. Şimdi; o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor, fakat, biz, sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları 
bakımından, hala romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız.” (17) 

Kurduğu Ütopyasının ve geleceğe yönelik hayallerinin kırıklığı içinde konuşurken oldukça mutsuzdur: 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder