TBMM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TBMM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2019 Perşembe

1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA BÖLÜM 3

1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA BÖLÜM 3



“Ankara, bütün manasıyla bir orfe masalını yaşamağa başlamıştı ve bu masalın kahramanının, saçlarındaki güneş, gözlerindeki gök parıltısıyla daima taze, daima coşkun bir ezeli gençlik kaynağı gibi yeşil Çankaya tepesinde çağladığı ve onu mevcudiyetinden bir şelalenin daima aşağıya doğru aktığı his olunuyordu.” (s. 167) 

Yakup Kadri’nin romanlarında önemli bir yer tutan Atatürk; Türk milletini felaketin, yok oluşun eşiğinden kurtaran bir kahraman, yeni bir devlet ve millet yaratan dahi, halkıyla bütünleşen bir önder ve (promete gibi) ‘trajik’ bir kahraman olarak görülmüş ve öyle gösterilmiştir. (Enginün, 1983, 41) 

Panorama’da Yakup Kadri’nin düşüncelerini temsil eden Halit Ramiz’in, Atatürk’ün heykeli karşısındaki karamsar düşünceleri bugün için de çok şey anlatıyor gibidir; 

“… O sağlam, memleketin mukadderatı her sarpa sardıkça etrafındakilerin gözleri ona hep bu sualle (Ne yapacağız? Akıbetimiz ne olacak?) çevrilmez, dudaklar hep bu suali mırıldanmaz mıydı? Kaç kere, her şeyin kaybolduğu, her ümidin kesildiği anlarda, ondan bu tarzda medet istenmez miydi? Tehlikeli bir düşman hücumuna uğrayan kumandan, elindeki idare dizginlerinin gevşediğini hisseden devlet adamı, yolunu şaşıran politikacı, onun irşad ve nasihatine baş vurmaz mıydı? Hatta Büyük Millet Meclisi bile, arada bir, büyük karar günlerinde, fırtınaya tutulmuş bir gemi gibi çalkalanmaya başladığı zaman, kaptan mevkiine onu çağırıp dümeni ona teslim etmez miydi? Kaç defa, -iki hafta önce- zor duruma düşmüş tümenler - iki hafta sonra- onun kullandığı bir cebirle harp tarihimizin en şerefli meydan muharebesini kazanmış; kaç defa yurdun dört bir köşesini saran isyan yangınları, onun bulduğu çareyle bastırılmış; kaç defa 
uçurumun kenarına kadar gelen bu toplum onun kılavuzluğunda selamet yoluna çıkmış değil miydi? 

Şimdi yine bir uçurumun kenarına geldik. Söyle, selamet yolu nerede?” (s. 464) şeklinde Atatürk heykeline sorular soran Halit Ramiz’in karşısındaki tunçtan Atatürk, küskün bir halde susmaktadır. 

Son olarak bu bağlamda, Atatürk dönemi Ankara’sını Türk edebiyatının üç özel kaleminden, yeni dönemin ve devletin başkenti ile ilgili hem tarihî hem de edebî belge niteliğindeki gözlem ve izlenimlerinden görmeğe çalışalım. 

Ahmet Haşim; 1929 yılında İkdam gazetesinde yayınlanan bir yazısında; 

“Ankara’yı büyük harbin sonlarına doğru tanımıştım. Senelerden sonra görünce hayret içinde kaldım.Ankara, şimdi bir şehir değil bina, yol, bahçe şeklini almış namütenahi bir iradededir. Bu şehrin taş ve toprağı laboratuarda tahlil edilse, cam boruların dibinde bırakacağı teressübat, maddi olmaktan ziyade manevidir. (…..) Romandaki bu efsane, Anadolu ortasında bugün bir hakikattir. Ağacın bitmediği, yaprağın açmadığı, kül rengi azim bir saha ortasında Ankara, şimdi büyük binalarının yüzbinlerce gözleriyle şafaklara bakıyor. 

Bu şehir güzel mi? 
Şehirlerin güzelliği nedir? Mânâları. 

(…..) Ankara mânâların en şa’şadârını taş ve toprağında taşımaktadır, çünkü orada bir zeka, eşyaya temessül etmiş düşünüyor, 
şefkat ve merhameti hudutsuz bir kalp çarpıyor, bir iradenin mıknatisiyeti ecsamı canlandırarak, onları muazzam bir mimarinin istikametlerini takiben harekete geçiriyor. Bu şehir güzel olmaktan ziyade düşündürücü, ümit ve kuvvet verici bir timsaldir.” der. (Bozyiğit 2000, 36) 

Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir’de, Ankara’nın Millî Mücadele’deki konumunu: 

“ (…) Anadolu kıt’asının kaderinde az çok değişiklik yapan vak’aların çoğu onun etrafında gelişir.Bu hadiselerin en mühimi şüphesiz en sonuncusu olan İstiklal savaşı’dır.Bu muharebe sadece Türk milletinin kendi hayat haklarını yeni baştan kazanmış olduğu harp değildir.Hakikatte 26 Ağustos sabahı Dumlupınar’da gürleyen toplar, iktisadi ve siyasi esaret altında yaşayan bütün şark milletleri 
için yeni bir devrin başladığını ilan ediyordu. Onun içindir ki, bundan böyle her zincir kırılışının başında Ankara’nın adı geçecek ve her hürriyet mücadelesi, Sakarya’da, İnönü’de, Afyon’da, Kütahya ve Bursa yollarında ölenlerin ruhuna kendiliğinden ithaf edilmiş bir dua olacaktır. 

Atatürk’ün hemen herkesin gördüğü mektep kitaplarına kadar geçmiş bir fotoğrafı vardır. Anafartalar ve Dumlupınar’ın kahramanı son muharebenin sabahında tek başına, ağzında sigarası, bir tepeye doğru ağır ağır ve düşünceli çıkar. İşte Ankara Kalesi muhayyilemde daima ömrümün en güneşli saatine böyle yavaş yavaş çıkan büyük adamla birleşmiştir. (….) Bir gün, bu fotoğrafa bakarken Ankara kalesi kendiliğinden gözlerimin önüne geldi ve ben bir daha bu iki hayali birbirinden ayıramadım…” cümleleriyle ifade eder. (Tanpınar 1979, 213) 

1919 yılının Ankara tarihinde önemli bir nokta olduğunu belirten Nezihe Araz’ın, yeni Meclis’in ilk milletvekillerinden olan babası Rıfat Araz’dan dinlemiş olduğu, şehrin kaderinin çizildiği bu yılların hikayesi, Ankara’nın canlı bir belgeseli niteliğindedir. Şöyle devam ediyor Nezihe Araz: 

“ (…) Şehrin yazgısında çok önemli bir değişikliğin haberi bu yıllarda yatar. 16 Mart 1919 günü İstanbul işgal ediliyor. 
O zaman Ankara Valisi, mülkiye (sivil) paşalardan Muhittin bey. Hemen Ankara’nın ileri gelenlerini vilayete çağırarak durumu anlatıyor. 

Bu, “ileri gelenler” Ankara’nın belli başlı ailelerinden, Börekçiler, Kütükçüler, Naifler, Bulgurlular, Koçlar, Mermerciler, Toygarlar, Serattarzadeler, Kınacılar, Ademzadeler ve diğerleri. 

Ali Fuat Paşa’ya kolordu karargahını Ankara’ya taşıma emri de Osmanlı yönetimince bu günlerde veriliyor. Bu tuhaf bir rastlantıdır. 
Çünkü Mustafa Kemal de o sıra karargahını Ankara’da kurma kararındadır ve tabii, Osmanlı yönetiminin bundan haberi yok. Ankara, Anadolu’nun hem doğusuna hem batısına hâkim stratejik bir nokta olarak alınmış, Kurtuluş Savaşı öncülerince. İşgal orduları birliklerinden ve İstanbul hükûmeti kuvvetlerinden önce bu kararların alınması ve sahiplenilmesi gerçekten, Kurtuluş’un lehine yazılan çok önemli bir karar. Ama yine de o günler, elbette ki hiç kimse, Ankara’nın ikbal günlerinin başladığını düşünmüyordu. Hatta hayal bile edemezdi. 

Ali Fuat Paşa, Ankara’ya gelir gelmez, Vali Muhsin beyle bağlantı kurarak şehrin güvenli, ketum, sakin eşraf grubuyla tanışıyor. 
Bunların başında manevi otoritenin temsilcisi, Börekçizade Mehmet Rıfat Efendi var. Ankara müftüsüydü o.ruhu şad olsun. 

Ankara’nın Millî Mukavemet (Mim Mim diye söylenirmiş) hareketine katılması, işte böyle başlıyor. 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’i işgal ettiği duyuluyor ama haberler karışık. 

Haber kanalları yetersiz. Her yer ve herkes gibi Ankara da üzüntü, çaresizlik ve acı bir beklenti içinde. Kimse ne yapacağını bilmiyor. 

Ama, beklenti uzun sürmeyecektir ve 19 Mayıs 1919 günü Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’da karaya çıktığı ve mukavemet hareketini açıkça başlattığı haberi, şifalı bir müjde gibi o kendi içine kapalı şehre de ulaşacaktır. 

28 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Havza’da bir tamim yayınlayarak bütün Türkleri İzmir faciasına karşı birleşmeye ve protesto mitingleri yapmaya çağırıyor. 

29 Mayıs 1919 günü Ankara halkı bu kutsal davete uyarak Vilayet Konağı meydanında toplanıyor ve İzmir’e yapılan haksız tecavüzü protesto ediyor. 

Ali Fuat Paşanın o günü değerlendirmesi şöyledir: “Dış görünüşleri sakin ve taş gibi sapsağlam olan bu yayla halkının coşkunluğunun şiddeti, hareketlerimizin, sağlam bir temele dayandığının ifadesiydi”. 

Ankara, Kuvay-i Millîyeciler tarafından Sıvas Kongresi’ne işte bu etkenlerle çağrılmış. Hacıayvaz mahallesinden İsmail beyin oğlu, mülkiye mesleğinden Ömer Mümtaz bey Sivas’a Ankara temsilcisi olarak gönderilmiş. 

Kongre 11 Eylül 1919’da Misakı Millî esaslarını kabul ediyor. Müftü Rıfat Börekçi, Ankara Müdaafa-i Hukuk reisi seçiliyor. Yeni belediye reisi ise Kütükçüoğlu Ali Bey. Ve bu üçlü grubun yönetiminde Ankara adına ilk açık eylem, İstanbul’dan gelecek yeni vali aleyhine başlatılıyor. Vali adayı Ziya Paşa’ya, kesinlikle İstenmediği ve Ankara’ya gelmemesi bildirilirken, Dahiliye Nazırına da vali adayı 
Ziya Paşa’yı tanımayacaklarına dair aldıkları karar resmen tebliğ ediliyor. 
Bu telgraf, Ankara halkının, Millî Mücadele hareketinde Mustafa Kemal’in yanında yer alışının ilk açık ifadesiydi. 

Kendi deyimiyle, “Her türlü rütbe ve mansıptan mahrum, yalnız şefkat ve civanmertliğine güvendiğim, bitmez feyz ve kudret kaynağında ilham ve kuvvet aldığım milletime dayanak” Mustafa Kemal, Heyet-i Temsiliye ile birlikte Sivas’tan ayrılmış ve Kayseri, Mucur, Hacı Bektaş, Kırşehir, Kaman yoluyla ilk kez Ankara’ya gelmiştir. (Tarih 27 Aralık 1919), günlerden pazartesi. O gün soğuk, puslu, yağmurlu bir gün. Uyuyan şehrin üstünde bir ses, bir haber patlıyor birden. Gök gürültüsü gibi: “ Mustafa Kemal geliyor!”. Ve komşu 
kasabaların birinden tüm Anadolu’ya sesleniyor Gazi Mustafa Kemal Paşa: “Millî varlığımız, onun kudreti, başımıza gelen ve gelecek olan bütün felaketleri def ve ref edecek kadar kuvvetli ve güven vericidir”, Yine sesleniyor: “İlerleme yolunda dev adımlar atacağız. Mensubu olduğumuz milletin tarihi, dünyanın tanıdığı en büyük varlıktır”. 

Mustafa Kemal Erzurum ve Sivas kongrelerinden dönüyor o sıra.. “Şimdi Kırşehir’dedir. 

“Aziz ve mübarek vatanımızı kurtarmak için bütün aydınların ve bütün vatan evladının hazır olması lazımdır”! 

Türkleri bir ve beraberliğe böyle davet ediyor ve göreve çağırıyor Mustafa Kemal. 

“İstanbul’a gitmeyeceğiz” diye haber veriyor. 

“Anadolu en büyük hazinemizdir” diye müjdeliyor. 

“Milletin sinesinde ölünceye kadar, kurtuluş yolunu birlikte arayacağız” diye yolu çiziyor. 

Uyuyan, ya da uyuduğu sanılan Ankara bu sesi duymuş, bu çağrıyı almış ve işte o an silkinerek terkedilmişliğinden, yalnızlığından uyanmıştır. 

Şimdi bütün şehir ayaktadır. O’nu karşılamak üzere yollara dökülmüştür. Kurtarıcıyı ve onun gerçeğini tanımış, ona inanmıştır. Ve işte O geliyor! Eşkıya bile dağdan inmiş, mahkumlar hapishaneden bırakılmış. Şehirli, köylü silahlanmış Kurtarıcı’yı karşılamak üzere Kızıl Yokuş’ta toplanmış, Davullar, zurnalar, onların ritmine uyarak pala sallayıp savaş oyunları oynayan seymenler ve ahiyân örgütlerinden artakalan esnaf.. Mustafa Kemal partal bir arabadan yokuşun başında iniyor. Başında boz kalpağı, zayıf, yorgun ama güçlü. 

Mustafa Kemal Paşa bu günü hiç unutmayacak, unutamayacağını da o günkü konuşmasında belirtecektir. Böyle bir kucaklaşmaya ihtiyacı vardır çünkü. Bir vatanı kurtarmak üzre yola çıkılmıştır ama inanılmaz yokluklar içinde. Ordu yok, örgüt yok, silah yok. Ve dünya güçleri karşılarına dikilmiş. En kötüsü, para da yok! 

Heyeti Temsiliye’nin muhasebecisi Mazhar Müfit (Kansu) Bey’in ifadesine göre kasada sadece 48 kuruş kalmış. 

“Ekmekçiye bile verecek paramız yoktu” diyor anılarında Mazhar Müfit Bey. Ama Paşa, bankalardan veya her hangi bir müesseseden borç almaya da izin vermiyor. Şeker çok pahalı olduğu için herkes şekerini kendi bulmak zorunda. Mustafa Kemal’in kahvesi var, ama şekeri yok. Ankara’daki ikinci günün sabahında Mazhar Müfit Bey’e, Müftü Rıfat efendinin geldiği bildirilince, Türk töresinden, alışkanlıklarından bir türlü vazgeçemeyen genç muhasebeci, “eyvah, ” diye feryat ediyor. “Şeker yok, sigara yok, kahve yapamayız, ben Müftü efendiye ne ikram edeceğim”? 

Ama telaşı boşunadır. Rıfat Börekçi, çok nazik bir edayla : “Sıkıntıda olduğunuzu haber aldık” diyor. “ Az da olsa, yardımda bulunmayı vazife bildik”. 

Mahzar Müfit bey duyduklarına inanamaya dursun.. Rıfat Börekçi tek tek sayarak kendisine Ankara halkının Kuvay-ı Millîye’ye ilk yardımı olan bin lirayı sunuyor. Mustafa Kemal’in bu olayı karşılayışı çok hoş: “Demek ki Allah bize yardım ediyor, demek ki doğru yoldayız!” diyor. Bana sorarsanız, Ankara’nın hükûmet merkezi olarak seçilmesinde, şehrin stratejik durumu kadar, halkının Mustafa Kemal’e inancı, güveni ve sevgisi de büyük etken olmuştur. 

Sonunda Mustafa Kemal Meclis’ini Ankara’da kuracağını ilan ediyor. Halk bu haberi kurbanlar keserek, dualar ederek karşılamıştır ama Meclis binası henüz yok. Bula bula, İttihat ve Terakki partisi tarafından yaptırılan, ama tamamlanamayan parti binası, ki sonraları Numune Mektebi adıyla bir sanat okulu haline getirilmiş ve de tamamlanmadan kullanılmıştır. İşte o bina ilk TBMM olarak uygun görülüyor. Binanın bir odası Ankara’daki Fransız işgal müfrezesinin komutanına verilmiş. Fransız subayı oradan çıkartılıyor, Ulucanlar’da bir okul için hazırlanmış kiremitlerle çatı kapatılıyor. Çeşitli okullardan sıralar getiriliyor ve reislik kürsüsü derme çatma da olsa, kuruluyor. 23 Nisan 1920 günü saat 14’te Meclis açılmıştır. 
Bundan sonraki günlerde ve yıllarda, acı yenilgiler, ihanetler, ayaklanmalar, mucizeli zaferler ve başarılı gelişmelerle Millî Kurtuluş hareketi yürümüş, gelişmiş; düşman, vatan topraklarından kovulmuş ve Misak-ı Millî sınırları Lozan barış antlaşmasıyla çizilmiştir ve 13 Ekim 1924 tarihinde, Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun 2. maddesiyle Ankara, resmen devlet merkezi olmuştur. 

İşte bu yeni Ankara, Mustafa Kemal’in Ankara’sıdır. Daha doğrusu onun Ankarası olacaktır. Mustafa Kemal nasıl birAnkara istiyordu? 
Her şeyden önce o, yeşil, yemyeşil bir Ankara İstiyordu. Yemyeşil!.. Falih Rıfkı’nın dediği gibi “Ya yeşil bir Ankara ya da hiç!” (Araz 1994, 30-34) 
Bütün bu örneklemeli söylemlerde de gözlemlendiği gibi; görmesini, bilmesini, duymasını ve sezmesini bilen, tarihimizin çok önemli ve kritik bir dönemine tanıklık ederek gözlemlerini ve yaşadıklarını büyük bir ustalıkla yazıya döken kalemler, var oluşun destanını dile getirmişler, kurtuluş ve kuruluşu tarihselliğin eşliğinde ölümsüzleştirip, nitelikli bir edebi düzlemde kalıcı kılarak, Türk 
kültür tarihine ve edebiyatına eşsiz eserler bırakmışlardır. 

SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA: 

ADIVAR, Halide Edip (1989) Ateşten Gömlek, İletişim Yayınları, İstanbul 
AKI, Niyazi (2001) Yakup Kadri Karaosmanoğlu (İnsan-Eser-Fikir-Üslup), İletişim Yayınları, 2. baskı 
AKTAŞ, Şerif (1987) Yakup K. Karaosmanoğlu, Kültür Bak., Ankara 
ARAZ, Nezihe (1994) Mustafa Kemal’in Ankara’sı, Apa Ofset Basımevi, İstanbul 
AYTAÇ, Gürsel (1990) Çağdaş Türk Romanları Üzerine İncelemeler, Gündoğan Yayınları, Ankara 
BALABANLILAR, Mürşit (2003) Türk Romanında Kurtuluş Savaşı, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 
BEKİROĞLU, Nazan (1999) Halide Edib Adıvar, Şule Yayınları, İstanbul 
BOZYİĞİT, A. Esat (2000) Ankara’nın Taşına bak… (Türk Yazınında Ankara), Kültür Bak. Yayını (Seçki) 
ÇETİŞLİ, İsmail (1999), Memduh Şevket Esendal-İnsan ve Eser, Kardelen Kitabevi, İsparta 
DEMİRCİ, İbrahim (2002), Romanın 27 Yılına Bakış (1923-1950), Hece (Türk Roman Özel Sayısı), S: 65, 66, 67 
DOĞAN, H. Mehmet (1976) “Türk Romanında Kurtuluş Savaşı”, Türk Dili (Türk Romanında Kurtuluş Savaşı Özel Sayısı), s. 7-40 
ENGİNÜN, İnci (1978) Halide Edib Adıvar’ın Eserlerinde Doğu ve Batı Meselesi, İ.Ü. Edebiyat Fak. Yayını: No: 2398 
(1986) Halide Edip Adıvar, Kültür Bakanlığı, Ankara Romanlarında Atatürk”, s. 15-41 (1983) “Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 
“Halide Edib’in Kalemiyle Atatürk”, s. 42-53 
“Millî Mücadele Devrinin Edebiyata Aksi” s.140-151 
“Ankara Romanında Batılılaşma Meselesi” s. 209-227, Yeni 
Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergah Yayınları, İstanbul(2002) Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Dergah Yayınları, 3. baskı, İstanbul 
ENGİNÜN İ.-KERMAN Z.-İLERİ S. (1998) Kurtuluş Savaşı ve Edebiyatımız, Oğlak Yayınları, İstanbul 
İLERİ, Selim (1976)“Aliye Öğretmen, Ayşe Hemşire, Halide Onbaşı”/ “Dikmen Yıldızı Üzerine”/”Yaban Üzerine”, Türk Dili 
(Türk Romanında Kurtuluş Savaşı Özel Sayısı), S: 298, Temmuz, s. 41-56 
(2001) Türk Romanından Altın Sayfalar, Doğan Kitap, İstanbul, 2. baskı 
KAPLAN M.-ENGİNÜN İ.-EMİL B.-BİRİNCİ N.-UÇMAN A. (1981) Devrin Yazarlarının Kalemiyle Millî Mücadele ve Gazi Mustafa Kemal, Kültür Bakanlığı yayını, Ankara 
KARAOSMANOĞLU, Y. Kadri (1960) Yaban, Remzi Kitabevi, İstanbul, 6. baskı (1981) Ankara, Birikim Yayınları, İstanbul 
KANSU, Ceyhun Atuf (1972) Atatürk ve Kurtuluş Savaşı, Varlık Yayınları, İstanbul 
KUNTAY, Mithat Cemal (1998) Üç İstanbul, (Yay. Hazırlayan: Raşit Çavaş), Oğlak yayınları, İstanbul 
KURDAKUL, Şükran (1987) Çağdaş Türk Edebiyatı-Cumhuriyet Dönemi, Broy Yayınları, İstanbul 
NACİ, Fethi (1981) 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, Gerçek Yayınevi, İstanbul (1999) Yüzyılın Yüz Romanı, Adam Yayınları, İstanbul 
NECATİGİL, Behçet (1983) Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü, Varlık Yayınları, İstanbul 
OĞUZKAN A. Ferhan (1979) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Varlık Yayınları, İstanbul, 2. baskı 
OKTAY, Ahmet (1993) Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı (1923-1950), Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 
TANPINAR, A. Hamdi (1979) Beş Şehir, Dergah Yayınları, İstanbul, 
YAKAR, Aytekin (1973) Türk Romanında Millî Mücadele, Ankara 
YALÇIN, Alemdar (1998) Sosyal ve Siyasal Değişmeler Açısından Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı, Günce Yayınları, Ankara 

***

1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA BÖLÜM 2

1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA BÖLÜM 2



Halide Edib’in anılarında “İşte garip bir surette ben denilen şeyin tamamen milletin içine karışmış olduğunu en fazla o zaman hissettim. Millet göçerse, ben de onlarla beraber gitmek istiyorum” şeklinde ifade ettiği milletin varlığını ve önemini seziş duygusu Sakarya Savaşı sırasında temellenmiştir. Kitaplarına girmemiş 1955 yılında Yeni İstanbul dergisinde yayınlanan bir yazısında Mustafa 
Kemal Paşa’nın merkezde olduğu kolektif ruhu şu şekilde anlatır: 

“Evvela Dumlupınar… İnişli, çıkışlı geniş ve boş bir yer. İçlerine doğru bir yerde, büyücek bir eski evde ordu merkezi var. Bu evden tıpkı bir deniz hamamına uzanan ince ve tahta bir iskeleye benzeyen bir şey nihayetinde üstü açık bir odaya benzeyen genişçe bir yerinde Mustafa Kemal Paşa oturuyor, bir kıyamet gününü andıran boşluktaki hayat hareketini seyrediyor. Bazen yaya, bazen 
atla vazife iktizası dolaştığım bu geniş saha dolup boşalıyor. Dumlupınar kadınları heyecan içinde. Kafile kafile dolaşıyorlar. Yüksek sesle istila devrinde başlarından geçenleri anlatıyorlar. Kalabalığın ortasından bir ucu yolda, bir ucu ordu karargahında, sonu gelmeyen yüksek rütbeli veyahut alelade erlerden müteşekkil bir esir kafilesi. Halk hep dönüp Mustafa Kemal Paşa’nın bu panoramayı seyrettiği yere bakıyor. Evin arkasından aşağı doğru yürürseniz, kıyamet gününün içine dalmış gibi oluyorsunuz. Silah, eşya, kağıt paralar, insanlar, sahibini kaybetmiş uluyan köpekler, başıboş atlar, daha neler neler…..” (Enginün, 1989, 231) 

Bu dikkatli gözlem ve duyarlı bakış O’nun roman ve hikayelerinin de kaynağı olacaktır. Peyami Safa, “..müşahade mahsulü tek bir harp romanı” nın yazarı olduğunu belirttiği Halide Edip için; “Gelip geçmiş Türk muharrirleri içinde (…) askerî üniforma giyerek hiç olmazsa müşahit sıfatıyla İstiklal harbine iştirak etmiş bir tek insan varsa bu kadındır.” (Enginün 1986, 28) diyecektir. 

Yakup Kadri; Millî Mücadele yıllarında Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin İstanbul başkanlığını yapmış ve doğrudan Mustafa Kemal Paşa ile irtibatlı olarak çalışmıştır. Bu çalışmalar sırasında işgalcilerin faaliyetlerini yakından takip ederek, gözlemlerde bulunması (Yalçın, 1998, 89) romanlarındaki realizm için belirleyici bir hareket noktası oluşturur. 

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun hem yakın geçmişi hem de yaşadığı dönemi yargılayan keskin bir bakışın sahibi olarak niteleyen Niyazi Akı; onu realist ve bedbin ancak sanatında idealist bir kişilik sıfatıyla tanımlar: 

“Cahil ve Sefil köylünün yanında bilgili ve mesut köylüyü düşünürüz: değerlerini kaybetmiş zayıf ve çaresiz insan ardında içi sağlam duygularla dolu, iradeli insanları hayal ederiz. Savaşlarla harap olmuş dünyayı, muhtelif ideolojilerle ruhları parçalanmış beşeriyeti düşünürken, elimizde olmayarak, bunların mesut bir sentezini tasarlarız.” (Akı, 2001, 257) 

Bir ideal olarak terennüm edilen Anadolu’nun yüzyıllara yayılan yanlış politikalarla yozlaşmasını ve yoksullaşmasını asıl tema olarak alan Yaban romanı, köye ve köylüye dönüşün bilinçli bir şekilde işlendiği ilk eser olması bakımından da önemlidir. Millî Mücadele döneminde, bu hareketin aleyhinde olan ve bozguncu propagandaya inanan bir Anadolu köyünde yaşamak zorunda kalan idealist roman kahramanı Ahmet Celal’in konumu oldukça trajiktir. İnancı ve iyimserliğinde direnerek umudunu koruyacaktır: 

“Hayır, hayır Türk ordusu dağılmadı. Ve Ankara’nın üstünden: ‘Düşman ilerleyebilir, düşman Ankara’ya da gelebilir. Fakat, biz yurdumuzun en son kayası üstünde de, kendimizi müdafaa edeceğiz. Düşmanı vatanın harim-i ismetinde boğacağız!’ diye bir ses yükseldi. 

Bu onun sesidir. Bu, insana ümit, kuvvet ve metanet veren sestir. İşte yeni bir azimle toplanan Büyük Millet Meclisi, onu geniş selahiyetler le Başkumandan tayin etti. Harp meydanına bizzat o geliyor. Altın başı ufukta bir çoban yıldızı gibi parıldamağa başladı. Dağılır gibi olan koçlar sürüsü gene toplanıyor. Muntazam asker kafilelerinin birer cüzü tam halinde yeni mevzilerine doğru yol aldıklarını 
görüyorum.” (Yaban, 111) 

Bu ruh hali Türk aydınının kötümserlikten kurtulmaya başladığının açık işaretidir ve Millî Mücadele devri eserlerinde genel olarak kendini gösteren bu husus, sonraki olumlu sonuçlar hazırlayan faktör olma özelliği taşır. Eserde İnebolu’dan Ankara’ya kadar konak yerleri, Cavit köyü, İsmail Çavuş ve hanı, Ankara büyük ölçüde yazarın gözlemlerinin zeminini oluşturur. Yaban’ın başına konan “Barbarların yaktığı Türk köylerine” ibaresi, yazarının ve kahramanı Ahmet Celal’in aydın duruşunun ifadesidir. Falih Rıfkı’nın; ‘Mustafa Kemal’in asıl zaferinin Türk Milletine yeni bir iman aşılamak ve onun kötümserliğini yenmek olduğunu…’ söylemesi eserle kurulan paralellik bakımından anlamlıdır. 

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, geçmiş ile gelecek hülyasını birleştirerek bir ütopya olarak kurguladığı Ankara (1934) romanı yaşanan zamana ait eleştirilerini de içeren bir eserdir. Aydının sorumluğunu ve görevini yeterice yerine getiremediğinin bir itirafı ve yazarın Tetkik-i Mezalim Heyeti ile Anadolu’da yaptığı inceleme gezisinin ürünü olan Yaban’dan (1932) sonra Ankara, gelecek için umutların sergilendiği iyimser bir zemindir. Yakup Kadri; Halide Edip’le birlikte Ankara civarındaki köyleri seyrederken Halide Edip’in “Bu güzellikleri acaba kim terennüm edebilecek?” diye konuşması üzerine duygularını şöyle anlatır: 

“İçimden hangi güzellik demiştim. Etraf çıplak, kurak, gölgesiz, renksizdi, köy bir taş ve toprak yığını idi; havada pislik ve ufunet kokuyordu. 

Rast geldiğimiz insanlar, kadın, erkek, çoluk çocuk hep yüzlerine bakılmayacak derecede çirkin, pis ve pejmürde idi. Lakin sonradan düşündüm ki mutlaka güzelliğin bedii olmaz, çirkinin de bedii vardır ve sanatta asıl hüner de çirkini güzelleştirmektir.” (Enginün, 2002, 284) 

Yakup Kadri’de Anadolu’ya açılan, Ankara’dan olduğu gibi vilayet, kaza ve köylerle beslenen romanlarında coğrafyayı genişlettiği bir yaklaşım öne çıkar. 
Ankara romanının yazılışında payı olan ve öne çıkan pasajlar Panorama’da tekrar yazılmıştır. Yeni bir hayatın doğuşunun anlatıldığı Yaban’da I. Dünya Savaşı sonunda Millî Mücadele ve savaştan sonraki yeni hükûmet merkezi olarak Ankara önemlidir. Romanda yeni nesil; derin düşünmez fakat iş görür; bir evvelki neslin düşünceleri bu nesilde vakar, istekleri de irade olur…” (Akı, 2001, 118) 

Millî Mücadelenin ardından merkezde yaşanan gelişmeleri konu alan Ankara romanında, iktidarın çarpıcı büyüsünün, aynı zamanda kararlılığı sağlam, iradesi tam olmayan zihniyetleri de bitiren bir güç olduğuna işaret edilir. Bu bakış, Türk aydınının iki yüz yıldır tekrarlayıp durduğu hatalara karşı uyarıcı ve gelecek tehlikelere dikkat çeker niteliktedir. Nitekim, 1911-1921 arasında geçen 10 yıllık 
dönem Türk dinamizminin üç kıtada toprağa gömüldüğü bir süreçtir ve Osmanlı devletinin genç, eğitimli ve donanımlı iki milyon evladı peş peşe verilen savaşlarda yok olup gitmiştir. Savaş sonrasında İstanbul’a dönmek yerine Anadolu’nun bağrında kalmayı ve yeniden dirilmek için Ankara’yı seçen yeni yapılanma; iki küçük tepeye yaslanan Ankara’nın yüzünü Batıya çevirmiştir. Büyük ideallerle ortaya çıkan yeni Cumhuriyet’in yeni cazibe merkezi olan Ankara’da; Seyranbağları, Dikmen, Keçiören ve Çankaya’nın bağ evlerinin yerini 
yavaş yavaş konaklar almaya başlamış, Yenişehir sadece bir semt adı olmayıp, yeni bir hayat tarzının hem adı, hem simgesi olmuştur. 

İstanbul’un Beyoğlu, Şişli, Taksim gibi muhitlerindeki köksüz ve yoz batılılaşma anlayışı bu sefer Ankara’ya yerleşenlerin köşklerine taşınır. Atatürk’ün Çankaya bağlarındaki taştan yapılmış köşkü adeta kuşatılmıştır. Batılılaşmayı, Cumhuriyeti ve yeni değerleri sığ bir batı hayranlığı olarak anlayan bir kesim, eğlence ve sefahat yarışına kapılarak vatan için (!) çabuk ve kolay kazanma yolunu seçmişlerdir. 

Ankara romanında Yakup Kadri, Selma ve gazeteci Neşet Sabit’in gözü ile anlatılan olaylarda 1930’ların Ankara’sını sergileyerek, yenileşme hareketinin kusurlu yönlerini ve yapılan hataları göstermeye çalışır. Ankara romanı üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm: Sakarya savaşı öncesi (1922’ye kadar).İkinci bölüm: Cumhuriyetin ilanını izleyen yıllar (1926’ya kadar).Üçüncü bölüm: Cumhuriyet sonrasının 14. ve 20. yıllarını (1937-1943’e kadar) anlatır. Romanın konusu bu üç dönemin Ankara’sıdır. Bu üç bölümdeki olaylar yazarın her bölümde ayrı bir kişilik olarak karşımıza çıkardığı Selma Hanım’ın çevresinde geçer. Selma’nın hayatı üç bölümde, üç ayrı erkekle geçerken, arayışları Ankara’nın arayışları, yazgısı Ankara’nın yazgısıdır. Selma Hanım’ın ilişki kurduğu erkekler ise birer simgedirler. 

Son bölüm yazarın hayalindeki Ankara’dır. Yazarın bu hayali Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümü bayramıyla başlar. Gazi Mustafa Kemal’in Türk milletine hitabesi, bir devir başlangıcının, bir yeni sabahın ilk işareti gibi olmuştur. Türk milleti ilim, imar, iktisat, güzel sanatlar sahasında büyük bir gelişme içerisindedir ve Ankara’nın çehresi değişmektedir. Yeni stadyumlar, yeşil çimenli sahalar, büyük fabrikalar, büyük binalar, alaca halk yığınları ve coşkuyla kutlanan büyük bir bayram havası bu ütopyanın somut ipuçlarını oluşturur. 

Ankara, yeniden doğuşun üç bölümde hikaye edildiği etkili bir anlatıma sahiptir. Romanın birinci bölümünde Millî Mücadele’de Ankara’nın durumu ve İstanbul’dan gelenler üzerindeki etkileri konu edilir. Bu değerlendirmelerin çoğu yazarın gözlem ve izlenimleri üzerine kurulmuştur. Eserin kahramanı Selma, bir İstanbullu olarak başlangıçta bir uyumsuzluk çekse de millî mücadelenin kalbinin attığı yerde bulunmaktan mutlu olmaya başlar. Ankara, ‘bir enerji ve cazibe merkezi’ olarak 1921’lerin “yegâne mânâsı” gibidir. Selma, Mustafa Kemal’in evini gördükten sonra büyük bir değişim yaşar. Cepheye gitmek ister, hastabakıcılık yapmaya başlar. Hastanede tanık olduğu durumlar, yaşadığı sahneler bu mücadelenin başarılacağı yönündeki inancını kuvvetlendirir. Genç kadın; ‘fikirce, hisçe bütün benliğine şamil bir inkılabın kaynağı’nı keşfeder ve daha önce tiksindiği yerleri, insanları sevmeye başlar. Bu ruh değişimi ve olgunluk süreci, bireyin kendi içinde büyümesi Yakup Kadri’nin kişiliğinde de kendini göstermiştir. Mütareke yıllarından başlayarak ferdi varlığı, milletin varlığından ayrı bir şey değildir. 1922 yılında yazılan Ankara romanında; Yakup Kadri, Ankara’nın üç safhasını Sakarya Savaşı günlerini, zafer sonrasını ve yeni Cumhuriyeti onuncu yılından yirminci yılına kadar olan devreyi anlatarak, 1942’lerin Ankara’sını tasavvur eder. zaferin sarhoşluğu ile İstanbul’dan Ankara’ya, Anadolu’nun bu sağlam değerlerini bozmak için gelenler bu ütopyayı 
gerçekleştiremeyerek yeniden İstanbul’daki kozmopolit hayatlarına dönerler. İlk iki bölüm gerçek hayattan izler taşırken üçüncü bölümün sonu yazarın gelecek hayallerinin yansımasıdır. 

Ankara romanının ilk bölümü, Ankara’yı askeri, devlet memuru, yerli halk, tüccar ve yeni kurulan bir başkent perspektifinden sergilerken savaş cephelerinden, ordudan ve komutanlardan da kesitler sunar. Romanın son iki bölümü daha sonra yazılacak olan Panorama’larda savaş sonrasının eleştirel bir bakışla irdelemesini içerir. Zeki Coşkun’a göre; “Sodom ve Gomore işgal ve Kurtuluş Savaşı dönemindeki İstanbul’un romanı ise, Yaban ‘o sırada Anadolu’, Ankara’nın ilk bölümü de ‘o sırada Ankara-Karargâh’ şeklinde okunabilir. 

Yazılış ve yayınlanış sırasına göre bakıldığında birinin bittiği yerde öteki başlar.” (Balabanlılar 2003, 100) 

İşgal yıllarında İstanbul’dan İnebolu yoluyla Anadolu’ya geçen Yakup Kadri, heyecanlı ve sıkıntılı bir yolculuktan sonra Ankara’ya ulaştığında duygularını; olayları dış görünüşleriyle değerlendirmeye çalışanların Ankara şehrindeki ‘tecellinin sırrını’ anlayamayacaklarını, ‘mazlum ve mağdur millet için de ilahi nefhanın estiği yer Anadolu’nun en harap bir kasabası olan Ankara’dır’ şeklinde dile getirecektir. Ergenekon’da Ankara’ya dair izlenimlerini anlatmayı sürdüren yazar, Atatürk’le ilk görüştüğünde çok heyecanlı olduğunu belirttikten sonra gözlem ve tasvirlerini şöyle dile getirir: 

“Mustafa Kemal Paşa, sivil giyinmiş, ortadan biraz daha boylu, zayıf ve sarışın bir zattı. Gazetelerde gördüğünüz resimlerden hiç birine benzemiyordu. Kendisi bu resimlerin hepsinden daha sevimli, daha canlı, daha müstesna bir simaydı. Yüzü renk ve çizgi itibariyle bir tunç parçası üzerine oyulmuş bir eski madalyonu andırır. Elmacık kemikleri çıkık, ağız kemikleri kuvvetli ve alnı sertti. Ve bu 
yüzün bütününde çok zahmet görmüş, çok uğraşmış, çok düşünmüş kimselerin çehresindeki ifade vardır; fakat, hiçbir yorgunluk emaresi göstermemek şartıyla. Kısık ve sıcak bir sesle konuşuyor, mavi gözleri muammalı nazarlarla bakıyor, vücudunun kımıldanışları genç bir parsın kımıldanışları gibi sevimli, munis bir tarzda haşin ve çeviktir.” (Ergenekon, 110) 

Yakup Kadri, ömrü boyunca bağlı kaldığı Atatürk’ü, çeşitli cepheleriyle anlattığı aynı adlı monografisinde;“Atatürk kendisini unutmayanlar için, tükenmez bir enerji ve optimizm kaynağıdır ve onu unutturmamak hepimize kutsal bir vatan borcudur” (Karaosmanoğlu 1981, 8) der. 1938 yılında Prag’da yazmaya başladığı ancak 1946’da basılabilen Atatürk monografisine, “Bizim ilk gençlik yıllarımız bir millî kahramana hasretle geçti” diye başlar. Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı İsviçre’de tedavi olduğu dönemde dışarıdaki genel hava ve düşman basınından takip ettiği batının Türklüğe karşı olan tutumu ve Türkler hakkındaki düşünceleri 29 yaşındaki Yakup Kadri’yi çok incitmiştir. Hatıralarında; “İsviçre’nin olsun, Fransa’nın olsun, İngiltere’nin olsun, bütün gazeteleri başımıza gelenleri azımsıyor, Türk milletinin yeryüzünden kazınmasını, Türkiye’nin dünya haritasından silinmesini istiyordu. Dünya amme-efkarı o derece aleyhimize kışkırtılmıştı ki, bizim için Türk sıfatıyla ne sokakta serbestçe dolaşmanın, ne pansiyonlarda, otellerde, kahvehanelerde rahat ve huzurla oturup kalkmanın imkanı kalmıştı.” (Enginün 2001, 111) derken bozuk sağlığını unutmuş, biran önce ülkesine dönme isteğiyle kıvranmaya başlamıştır. ‘Atatürk’ adını o sıralarda duyduğunu, Çanakkale Zaferi ve onun kahramanlarından Mustafa Kemal Paşa adının gönüllerde yeni bir ümit filizlendirdiğini anlatırken, söz konusu monografisinde halkın yarattığı bu kurtarıcı portresini muhayyilesini 
de katarak şu şekilde tasvir eder: 

“…… birçok hamasi menkıbeler, ruhu bir deniz gibi coşturan dinamizmasıyla birbirini takip etmekte ve muhayyilemizde, keskin profili otuz ikilik topların fasılalı ateşinde parlayıp sönen, sönen parlayan bir genç kahramanın yalın endamı çizgilenmekteydi. Bu kahraman, bu genç kumandan -halkın söylediğine göre- yanında bir avuç süngülü askerle, yerden, gökten, denizden kopan mütemadi bir gülle, kurşun ve şarapnel sağanağının ortasında muttasıl ileri doğru atılıyor ve kollarıyla kızgın boyunlarından yakalayıp denize yuvarlayacak mış gibi düşmanın sıra sıra topları üstüne saldırıyordu. Bu insan, ateşte yanmıyordu. Vücuduna kurşun işlemiyordu ve zırhlıların attığı gülleler başının üstünde munisleşmiş yırtıcı kuşlar gibi geçip gidiyordu. Kimdir, bu acayip adam? Nereden peydah olmuş? 

Adını hiçbir gazetede, hiçbir resmi tebliğde görmedik, okumadık. Fakat, halk onun adını da biliyordu: Mustafa Kemal diyordu. 
Bir paşa mı? Bir miralay mı? Kimi bir paşa, kimi bir miralay olduğunu söylüyor. Zaten rütbesinin ne önemi var? Böyle adama rütbe ne ilave edebilir?” (Enginün 2001, 111) 

Ankara romanında, kahramanların bakışı ve tepkileri ile ele alınan Atatürk, eserin birinci ve üçüncü bölümünde görünür. Selma bir at gezintisinde, Çankaya’yı görmek isteyince, yukarılarda ona “… biraz ötede bir küçük yarın ucunda, kocaman ağaçlar arasından, kayalara yaslanmış dört köşe bir taş bina”yı göstererek “İşte, Paşa’nın evi burası! “Daha yeni naklettiler, kira ile oturuyorlar!” deyince, Selma bu mütevazi yapı karşısında hayretler içinde kalır: 

“… Millî hareket başının Ankara’da ne kadar sade yaşadığını biliyordu fakat bu sadeliğin derecesini kendi gözleriyle tayin ederken bir mucize karşısında gibi hayret ve heyecana düşmüştü. Ne! Bütün dünyanın kendisinden bahsettiği adam, bu kayaların dibindeki tavşan kulübesinde mi oturuyordu? Genç kadının gözleri önünde Londra’da Westminster sarayının, Paris’te Elysee’nin, Washington’da White House’un resimlerde gördüğü muazzam ve muhteşem siluetleri tecessüm etti. Bunların yaldızlı tavanları altında, belki şu dakikada, şu 
kulübede oturanın adı söyleniyordu. Bu kulübenin sahibi mi? Mustafa Kemal Paşa şüphesiz o bile değildi.” (s. 68) 

Selma; savaş ortamının karmaşasında görmüş olduğu Atatürk’ün vakur ve sakin çehresinin kendisine ne kadar huzur ve güven verdiğini de hatırlar: 

“… Eskişehir istasyonunda, ara ve aman vermeyen bir ateş yağmuru altında Büyük Şef’in sakin, kararlı ve destani çehresini de görmüştü. Tahliye edilen kasabanın bozgun kalabalığı ortasında, keskin ve sıcak bir sesle emirler veriyor; yanında duran Garp cephesi kumandanına hemen hemen gülümseyerek bir şeyler söylüyor ve Ankara’ya ilk kafileyi götürecek olan trene son yolcunun binmesini bekliyordu. 

Mustafa Kemal Paşa’nın bu mahşer içindeki silueti Selma Hanım’ın hayalinde o kadar derin nakşolmuştu ki, bunu o en küçük teferruatına kadar hatırlıyordu. 

Üzerinde nefti bir avcı kostümü vardı. Bir gümüşi kalpak, gür ve uçları yukarıya doğru kıvrık sarı kaşlarının hizasına kadar iniyordu. Bütün bir ırkın asaletini taşıyan, uzun parmaklı, güzel elleri bir kehribar tespihle oynuyordu. Sanki, bir istirahat saatinde bahçesinde dolaşan bir genç aile reisi gibiydi ve sanki gökyüzünden durmaksızın yağan şeyler bir yaz yağmurunun ilk damlalarıydı. 

Selma Hanım’a, asıl, en büyük, en derin ve en sarsılmaz huzuru, emniyeti veren de, işte, büyük Şef’in ona bu ilk ve son görünüşü oldu.” (Ankara 87, 88) 

Bu heyecan verici tecrübe ve etkilenme roman kahramanının ruh büyümesini tetikleyen, duygu ve düşüncelerini değiştiren hadiselerin başlangıcını oluşturur ve “Ankara’ya, Ankara’nın ifade ettiği millî manaya bağlılığını artırır. İdeali, kurtuluş ümidi artan ve Türklüğe bakışı değişen genç kadın Cebeci hastanesinde gönüllü hastabakıcılığa başlar. Sakarya Zaferi, dalga dalga büyüyüp Ankara’ya 
ulaştığında halk gibi bunu doğal bir şey olarak karşılar: 

“Bütün Ankara’da gösterişsiz bir sevinme vardır. Bu bayraksız, donanmasız, davulsuz, zurnasız bir zafer bayramı oldu. Çünkü sevinç, yanık topraklardaki sular gibi, hep içe çekilmiş, yüreklere sinmişti.” (92) 

“Cumhuriyet’in onuncu yıldönümü bayramında, Gazi Mustafa Kemal’in Türk milletine hitabesi, bir devir başlangıcının bir yeni sabahın ilk işareti gibi olmuştu. Bu hitabe Türk milletini, ilim sahasında, unvan ve iktisat sahasında, güzel sanatlar sahasında taze, şevkli ve toplu bir hamleye davet ediyordu.” (s. 161) 

Şimdiki 19 Mayıs Stadyumu’nun yerinde bulunan “çam tahtalarından, derme çatma” tribünlerin birinde “civar köylerden, kasabalardan gelmiş bir alaca halk yığınına “hitap eden Mustafa Kemal’in fiziki portresi, dinleyiciler arasında bulunan roman kahramanını oldukça etkilemiştir. 

“Bu profilin en belli, en göze çarpan hususiyetleri, alında, göz yuvasında ve çenede toplanmıştı. Bu alın, çok geniş olmamakla beraber, eski Yunan heykeltıraşlarında bir genç ilah kafası örneği olacak derecede mevzun, ahenkdâr ve traşîde idi. Göz oyukları çukur değildi, fakat, bakışlarının derinden, çok derinden gelen bir hali vardı. Ve bütün yüzün enerjisi çenede toplanmış gibiydi. Bu kuvvetli, bu sert çene, kendi gücünden emin bir yumruk gibi hafifçe öne doğru uzanıyordu. Ve aynı ses… Selma Hanım’ın bundan on iki, on üç yıl 
evvel, bir kere, Eskişehir istasyonunda işittiği sıcak ve tesirli sesti.” (s. 162) 
Halkın içinde, onun sesi olarak gösterilen canlı, dinamik, sevilen önder portresi, Ankara’nın masal çağıyla da özdeşleşmiştir: 

Romanın sonu Cumhuriyet’in 20. yıldönümü ile biter… Selma 1942 yılındadır, kutlama hazırlık komitelerinden biri içinde görevlendirilmiştir. 

Ancak Yakup Kadri’nin geleceğe ait bu tasavvuru gerçekleşememiş, ölüm döşeğinde bulunan Atatürk 15. yıldönümü törenlerine bile katılamamıştır. 
Bu döneminde de, Çanakkale ve Millî Mücadele günlerindeki kadar yeniden efsaneleşen Atatürk; “… nice düğün günlerinin, nice destani millî bayramların bir araya getirip kaynaştıramadığı gönüller belki de bu yas gününün ıstırabı içinde akıbet birleşmesini, hep bir araya gelip haşır ve neşir olmasını bilecekti…” (Panorama, 279) 

Atatürk’ün varlığı ve işlevi kadar hastalığı ve ölümü de, farklı kutuplara ayrılmış aydınları yeniden birleştirici bir işlevi yerine getirmiştir. 

Yakup Kadri, romanının üçüncü baskısı yapılırken ‘Bir Not’ başlığı ile koyduğu açıklamada; 

“Otuz yıl önce yazdığım bu romanı, üçüncü baskıya vermek üzere gözden geçirirken bir düş görüyor gibi oldum ve bana öyle geldi ki, burada hikaye ettiğim devri bir somnambül hali (uyur-gezerlik) içinde geçip gitmiştim. 

Fakat, bu halim çok sürmüyor; uyanıyorum ve kendimi toparlayarak etrafıma bakıyorum, o devirden bu yana ne kalmış diye. Kitabın birinci bölümünde belirlemeye çalıştığım millî mücadele ruhundan hemen hiçbir iz bulamıyorum. 

Ya son bölümde hayalini kurduğum Türkiye’nin gerçekleşmesine doğru bir gelişme olmuş mudur? Ben, o zamanlar, bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmediğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliğiyle bu ideal Türkiye’ye yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum. Şimdi; o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor, fakat, biz, sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları 
bakımından, hala romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız.” (17) 

Kurduğu Ütopyasının ve geleceğe yönelik hayallerinin kırıklığı içinde konuşurken oldukça mutsuzdur: 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***