14 Kasım 2019 Perşembe

ATATÜRK - İLERİ GÖRÜŞLÜ BÜYÜK BİR AVRUPALI

ATATÜRK - İLERİ GÖRÜŞLÜ BÜYÜK BİR AVRUPALI 



Prof. Dr. Kopi KİÇİKU 

Sayın Baylar, Değerli Dostlar, 

Sözüme başlamadan önce, sizlere sağlık ve mutluluk dilerim. Mesleğinizde ve çalışmalarınızda, başarılarınızın devamını diliyorum. 
Türk atasözü, “İnsan çehresinden belli olur” der ve büyük Fransız yazarı Victor Hugo der ki: “İyi insani anlamanın yolu onunla beş dakika konuşmaktan geçer”. Türklerle geçirdiğim uzun süre ve sizleri tanımak benim için büyük bir onur kaynağı olmuştur. Bana bu imkânı sağladığınız için, başta “Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” başkanı, Sayın Prof. Dr. Sadık Tural’a ve tüm meslektaşlarına teşekkürü borç bilirim. 

Ben, on yıldan beri yaşamakta olduğum Bükreş’ten, yakın dostum, büyük Türkolog, yurtsever ve Kuran-ı Kerimi Romence’ye çeviren, Prof. Dr. Mustafa Ali Mehmet beyle beraber gelmiş bulunuyorum. Ben, yüzde yüz Arnavut asıllıyım. 
Ankara’ya, ilk defa, 1969 yılının Mayıs ayında, o zamanlar Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanı olan Ferruh Bozbeyli davetlisi Arnavut Parlamentosu heyetinde bulunarak gelmiştim. Aradan geçen 37 yıldan beri, Anıtkabir’in özlemini çekiyordum. Sempozyumun ilk günü, kendimi, Gazi’nin kabri yanında görünce, gözlerim yaşardı. 

Türkiye tarihi çok ilgimi çekti ve okuyarak, araştırarak, çok aydınlandım, yeni şeyler öğrendim. Bunların tümü, Sümerlerden ve Hititlerden bu yana sekiz bin yıldan beri var ve 19 imparatorluk kurmuş olan Türk kardeş halkının zenginliğidir. Şimdiye kadar, Türkiye ve Atatürk hakkında, Arnavutça üç kitap yayınlamıştım. Bunlardan birisi ile ilgili olarak, sayın Bilâl N. Şimşir, Arnavutluğa tayin edilen en seçkin Büyükelçisi bulunduğu sırada, çok duygulu bir mektup yazdı. Bu vesile ile, kendisine bir kez daha teşekkür etmekten kıvanç duyarım. 

Bunlardan ayrı olarak, son aylarda Romanya’da Romence: “Atatürkçülük ve Üçüncü Millenyum’da Türkiye” başlığı altında bir eser daha yayınlamış bulunuyorum. Türkiye’ye ve Atatürk’e karşı sevgi duygusunu, bana, İstanbul’da Beyoğlu’nda 26 yıl yaşamış olan dedem aşılamıştır. 

Hayatım boyunca Atatürk’ü Sevenler Derneği’nin kurucusu ve başkanı olmak, ikinci Dünya Savaşı sonrası Türk yakın tarihi hakkında doktora tezi yazmış olmak, bunlar, bana nasip olduğundan, inanın, benim için büyük gurur kaynakları olacaktır. Bugünlerde, Arnavutluk’taki Atatürk Sevenler Derneği’nin dokuz yönetim kurulu üyesi arkadaşlarımla görüştüm. Sizleri Sn. Süleyman Demirel, Sn.Turgut Özal, Sn. Bilâl Şimşir, Sn. Salih Berisha, Sn. Recep Meydani, Sn. Yaşar Kemal, Sn. Aziz Nesin, Sn. Metin Örnekol, Sn. Sadık Tural ve diğer Türkiye’den, Arnavutluk’tan, Romanya’dan ve diğer ülkelerin devlet ve ilim adamları gibi derneğimizin onur üyesi olarak görmekten şeref duyacağız. 

Türk halkına bağlılığın ve kardeşlik duygularımın neticesi olarak kendi çabalarım ile Türk dilini öğrenmeye çalıştım ve Türkçe’den Arnavutça’ya çeviriler yaptım. 

Salı akşamı, 16 Mayıs 2006, Estergon kalesinde, Atatürk’ün özlü sözlerinden olan: “Yüksel Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur!” şeklindeki bir vecizeyi okuyunca, Gazi tarafından Başkent olarak ve Avrupa’da bulunan, Ankara’nın hızla ilerleyerek, bir nevi Londra’sı, yani, yeni bir diğer Commonwealth’in merkezi olabileceğini düşündüm. Bu merkezin etrafına bütün Türk dünyası toplanabilir sandım. Çünkü kökleri, tarihleri ve gelenekleri bir olan özgür devletlerin bir araya gelmekte olduklarını gördüm. Zira, bu ülkelerin hissiyatlarını memnuniyetle gördüm ki, hepsi, yani Azeriler olsun, Kazaklar ve diğer, Türk dilini veya bir şivesini konuşuyorlar ve kendilerinde Türklük ruhunu yaşatıyorlar. İşte, bu gibi nedenlerden dolayıdır ki, Türkiye, bu yeni Commonwealth’in merkezi olmaya lâyık görülür, diye düşünüyorum. Zira, şimdiki Türkiye, her şeyden önce, şanlı ecdadından, miras aldığı toleransı ve de
mokrasi duygularını yaşamaktadır. Halbuki, Avrupa, bunları, ancak, şimdi uygulamaya koymaya çalışmaktadır. 

Ben tarihçi olarak teyit ederim ki, Osmanlı İmparatorluğu, tarihin en toleranslı devlet idaresi olmuştur. Basit bir tezkere ile, Osmanlı’nın mutlu halkı tüm yaşadığımız coğrafyayı, vizesiz ve izinsiz dolaşmıyorlar mıydı? Aynı insanlar hiçbir dini baskı olmadan tüm inançlarını (Cami, Sinagog, Kilise hepsi yan yana) yargı, anadil, ve öğrenim haklarını sonuna kadar uygulamıyor muydu? 

Romen, Eflâk-Boğdan’da yukarıda saydığım tüm hakları sağlamıştı. En önemlisi, tüm etnik gruplar, ile Türk halkı tıpatıp, aynı haklara ve sorumluluklara sahiplerdi. İlerleme ve gelişim sevdalısı Türk halkı, bunun bir ispatı olarak dünyanın en büyük inkılapçısı Atatürk’ü içinden çıkarmıştır. Bu büyük halk, Atatürk’ü kendi içinden çıkarmıştır. 

Biraz evvel, büyük bir imparatorluğun toleransından bahsediyordum ve altını çizerek, eklemeliyim ki, bu Türk halkının en güzel ve en önemli özelliğidir; hükûmetin tavrına bakılmaksızın, Türkiye halkı yıllar boyunca sınırsız bir iyilik severlik sergilediğini ve bu şekilde karakterize edilebileceğini inanarak belirtmeliyim. Medeniyetlerin tarihinde, kendi isteklerinin doğrultusunda, kendi politik zekası ve erdemlikleriyle, imparatorlukları müthiş değişikliklere uğratan iki insan tanıyorum. Bu iki insan da, bizim bölgemizden yani, Doğu-Avrupa’dan gelmektedirler. Biri Rusya’daki büyük bir kuvvetin doğmasına sebep olan Büyük Petro, diğeri ise, Mustafa Kemal Atatürk’tür. Verdiğim bu iki örnek dünyada, kendi kişilikleriyle kayıba giden iki büyük devleti değiştirebilme gücüne sahip olan insanlardı. 

Türk ve Balkan ülkeleri halkları 500 yıl beraber yaşadılar, onların damarlarından aynı kan aktı. Benim ana dilim olan Arnavutça’da 2000’in üstünde ortak kelimemiz ve atasözümüz bulunmaktadır. Örneğin: Can, cam, tavan, taban, cep, döşeme, “Can çıkar huy çıkmaz”, “Allah bir söz bir”, “Ak akçe kara gün için”, “Allah’tan korkmayandan kork”, “Al gülüm, ver gülüm”, “Söz gümüşse, sükût altındır” gibi. Romence’de, Bulgarca’da, Yunanca’da aynıdır. 

Büyük özellik ve önem taşıyan bir husus vardır ki, o da Atatürk’ün Türkiye ve Balkan ülkeleri arasındaki anlaşmalarla ilgili güzel fikirleridir. 17 Mayıs 1937’de, Ankara’da akredite olan bir diplomatla yaptığı konuşmada, Mustafa Kemal, “Balkan devletleriyle, anlaşmalardan ziyade, daha çok duygularla birbirimize bağlıyız” diyordu. 

Atatürk, Balkan devletlerinin birbirlerine karşı kardeşçe yaklaşmalarının sebebini sadece gelenekler değil, o anların getirdiği bir mecburiyetin ve iki taraflı işbirliği, eşitliği, ayrıca birbirlerinin iç düzeninde birbirlerine karışmamasını öngörüyordu. 

4-11 Kasım 1993’te Selanik’te düzenlenen ve Arnavutluk, Bulgaristan, Yugoslavya, Yunanistan, Türkiye delegelerinin katılmış olduğu 4’cü Balkanlar Konferansı’nda bu vesileyle, Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu evine levha asıldığında bakın, Yunanlı delegelerin temsilcisi olan Papanastasiu şunları söylüyordu: 

“Mustafa Kemal sadece dost ülkenin temsilcisi değil. O Balkan ülkelerin büyük devlet adamdır.Türkiye devletini gençleştirdikten sonra, bunu, Balkan ülkelerine yaklaştırmayı, dost olarak kazandırmayı bilmiştir ve böylece bu ülkelerin birbirlerine bağlanmaları fikrine en bağlı, bu fikrin en ateşli havarisi olarak nitelendiriyorum.” 

Anı plaketinin yanında Atatürk’ün resmi bulunuyor ve bunların yanında da şu sözler yazılıdır: “Türk milletinin büyük müceddidi ve Balkan ittihadının müzahiri GAZİ MUSTAFA-KEMAL burada dünyaya gelmiştir. İş bu levha Türkiye Cumhuriyeti’nin onuncu yıldönümü münasebetiyle konulmuştur. Selanik, 29 Birinci teşrin 1933”. 

20 Ekim 1931 tarihinde, İstanbul’da İkinci Balkan Konferansı yapılmıştır. Delegeler, Ankara’ya giderek, Atatürk tarafından kabul edilmişlerdi. Aynı gün, Türkiye Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Gazi, Konferansa katılan Balkan Devletlerinin şerefine birer telgraf çekmiştir. 
Arnavutluk Kralı’na Ahmet Zogu’ya çekmiş olduğu telgrafta, Atatürk şunları belirtiyordu: “Bugün, İkinci Balkan Konferansı’na katılan delegeleri Ankara’da kabul etmekle gerçekten, bir memnuniyet hissettim. Arnavut millî makamları tarafından gerek benim hakkında ve gerekse Türk milleti hakkında beyan edilen temennilerden çok duygulandım. Bu vesileden yararlanarak, gerek Ekselanslarınızın ve gerekse Arnavut ulusunun bahtiyarlığı ve refahı için en içten dileklerimi sunuyorum. Bu suretle, ancak benim değil, Türk ulusunun da 
duygularını belirtmiş oluyorum.” 

Yukarıda bahsettiğim ve Ankara’da düzenlenmiş olan Balkan Konferansı’nda Kemalist Türkiye’nin, ilerleme ve modernleşmeye yönelik yürüdüğü ve daha o zamanlardan beri GüneyDoğu Avrupa’ya yakışan bir ülke olarak ve ayrıca o zamanlardan beri, Avrupa’ya entegre olduğu düşünülüyordu. Aynı Balkan Konferansı’nda, Atatürk’ün diğer ülkelere tebliğ ettiği tebrikler, bu yeni doğan realitenin yankısını teşkil etmekte idi. 

O zamanlar, Romanya’nın kaderini belirleyen ve çok büyük kişiliğe sahip olan, Nicolae Titulescu, Balkan ülkelerinin iyiliği için bütün zorlukları aşma rolünü üstlenmişti ve Atatürk’te bütün aktifliğiyle, Romanya’nın yanında idi. 

Birçok şeylerin yanısıra, Türkiye’nin artik işgal edici konumuyla ve yapısıyla değil, tam tersine, “Yaşlı” Avrupa’nın kucağında yer almak istediğini herkese ispatlamıştır. 

Bunu kanıtlayıcı bir manzarayı çizmek istersek eğer, Atatürk’ün hükûmetiyle beraber, Arnavutluk gibi küçük bir devlete karşı gösterdiği dostluk ve Arnavutluğu Türkiye gibi eşit tutması son derece güzel bir olaydır. 

Mustafa Kemal Paşa, Türk ve Arnavut milletleri arasındaki dostluk ilişkilerin gelişmesine büyük bir önem vermiştir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin lideri, “Biz Arnavut milletini seviyoruz. Biz Arnavutları kendi kardeşlerimiz gibi görüyoruz. Onlar bizlere uzak değildir. Biz, Arnavutların, devlet ve millet olarak, gelişmelerini, güçlenmelerini ve ileri gitmelerini arzu ediyoruz. 
Bizler Arnavutluğun, herşeyden önce, müstakil bir devlet olarak, Balkanlar’da lâyık olduğu yeri almasını isteriz. Arnavutluk bizim samimiyetimizden emin olmalıdır. Arnavutluk, hiçbir zaman, Türk milletinin ona karşı olan kardeşlik duygularından şüphelenmemelidir. Bu duygular ancak bir tabirden ibaret değildir, kalbin derinliklerinden gelen duygulardır” demiştir. 

9 şubat 1934 tarihinde, Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya, dört devlet olmak üzere, Balkan Anlaşmasını imzalamışlardır. 
Bulgaristan ve Arnavutluk dışarıda kalmışlardır. Arnavutluğun bu bölgesel teşkilâtta gereken yerini alması hususunda yakından ilgilenen Atatürk, ayni zamanda, faşist İtalya’nın baskıları karşısında, zor durumlardan geçen Arnavutluğun müşkül vaziyetini de göz önünde bulundurarak, şunları beyan ediyordu: “Arnavutluğun, 

Balkan Paktına girmesiyle ilgili olarak, şimdiye kadar herhangi bir teşebbüs yapılmamış ve somut girişimlerde bulunulmamış ise, bu hususta, kendi menfaatleri dikkate alınmıştır. Benim arzum Arnavutluğu bu Anlaşmanın tabîi ve daimî bir üyesi olarak görmektir. Arnavut Devleti, uygun şartlara kavuşunca, en kısa zamanda, bir arzunun gerçekleşmesini ümitle beklemekteyiz. Arnavutluk her ne kadar, bu Anlaşmada olmazsa da, işler bir yola konulmuştur ki, Arnavutluk Hükûmeti, Balkan hudutlarını garantili ve bilmiş sayılmaktadır.” (Ayni yer). 

Geleneksel Arnavut-Türk ve Balkan - Türk ilişkileri iyi bir istikamette devam etmiş ise, hattâ fevkalâde bir seviyeye yükselmiş ise, bunu, her şeyden ve herkesten önce, büyük Atatürk’e borçlu olduğumuzu düşünmekteyim. O’nun realizmi ve ileri görüşü, sayesindedir ki, bu gün dahi, Balkan, özellikle Arnavutluk ile Türkiye, iyi ve kötü günlerde, yan yana devam etmektedirler. 

Bazılara göre, 1920, 1930 hatta 1940 yıllarında, Kemalist Cumhuriyeti, Türkiye’nin Avrupa’ya ilgisi olmadığı, hatta ve hatta, Avrupa ülkesi olması için çaba sarf etmediği şeklinde söylentiler vardır. 

Bu yönde, o zamanlar iki çeşit hareket vardı. ilk önce, on sekizinci yüzyılın (XVIII. yy) sonlarında Türkiye’de başlatılan laikliğe giden genel bir yapılanma vardı. Bu olay Mustafa Kemal’in yaptığı bir konuşmada toplumun, Avrupaî bir uygarlığa ulaşması gerektiği, fakat Türk kökeninin unutulmamasının, şart konulduğunu açıklıyordu. Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olarak görülmesi, o zamanlar, millîyetçi bir hareket görülüyordu ve böylece Türkler de Avrupalılara eşit olacaklardı. Elbette tarihe dayanarak, ve tarihi olaylarla tasdik edilerek, bu batılaşma biraz tereddüt gösteriyordu; çünkü Türkiye’nin modernleşme yolu Avrupa ile kavga etmekten geçmişti. 

Özgürlük savaşında, Türkiye, elindeki silâhıyla, Yunanistan’a ve Ermeniler’e hak tanıyan Avrupa’nın karşısına çıkmıştı. Çünkü, Avrupa, Osmanlıyı bölmesinden öte, Türkiye’yi de bölmek istemişti. Neticede, 1920’de imzalanan Sevr Antlaşmasına göre, Türkiye Yunanistan’a Ege bölümünden bir parça ve Doğu-Anadolu’dan, Ermenilere bir parça toprak vermişti. Bu gün bile millîyetçi konuşmalarda, Türkiye’nin Avrupa’ya zorla girmek istediği ve yine Türkiye’nin Avrupa’nın iznini almadan geliştiği söyleniyor. Bu günkü Türkiye toplumunda “Sevr kompleksi” denilen ve laikler tarafından, hatta bir kampı tarafından kuvvetli bir cereyan esmektedir. 

Avrupa’ya girmek veya Avrupa’dan korku fikir tartışmaları bir süre daha devam edecektir. Bu konuda çoğu zaman şu konu işlenmektedir: 
“Avrupa bizlerden neyi istiyor ve bizler de ona neyi verebiliriz?” 
. Türklerin çoğu Avrupa’ya entegre olmayı “iyi bir iş” olarak algılasa da, dini ve kültürel yapısını bozmamak, kimliğini kaybetmemek şartıyla, bunu kabul etmektedirler. Otantik Kemalistlere ve laikizme bağlı olanlara bakıldığında, bunlar tamamıyla batılaşmış durumdalar fakat onlar bile, ulus-devlet statülerini tutmak gerekliliği taraftandırlar. 

Sonuç olarak, Türkiye büyük bir zorlukla karşılamaktadır. Bu yüzden, henüz genç ve hassas olarak, birçok ülkenin bulunduğu bir bölgeye entegre olmak Türkiye için zor bir olaydır. Bir şekilde Atatürk’ün Türkiyesi ve özellikle kendisi hayattayken, hep Avrupa’ya doğru bakmıştır; fakat, kardeş gözüyle bakmıştır. Sovyetler Birliğinden kurtulan Türk devletleri bile, Kemalist düşünceleri en güzel 
şekilde muhafaza edip, ayakta tutuyorlar. Bu gün Atatürk geleneğini koruyan ve devam ettiren Türkiye’nin yeri Avrupa’nın yanındadır, diye düşünmekteyim. Akademisiyen ve ayni zamanda, Uluslararası Güney-Doğu Avrupa Araştırma Derneğinin (AIESEE) Genel Sekreteri olan Razvan Theodorescu, ”Güney-Avrupa’daki birkaç arkadaşımın karşı gelmiş gelmiş olsa da, ben, Türkiye’nin Avrupa’ya girmesinden yanayım ve bu yolda yürümeye kararlıyım. Bizler burada sadece kültürel bir politika yapıyoruz; demek ki, Türkiye’nin kültürel 
politikasının da burada yeri vardır.” diye vurgulamıştır. 

Aşırı İslamcılar ve Turancılar yeni kurulmuş olan devlet için kendi ideolojilerini empoze ederken ve bu devlete bunu yakıştırırken, bütün bunlara karşı gelen Mustafa Kemal Atatürk, “Gerçeklere ve ulusun sınırlarına dönelim” diyordu. Böyle bir düşüncenin, Osmanlı Devletine karşı son darbe olması gerekiyordu. Çünkü, Osmanlı hayati boyunca kendi ülkesi dahil, egemenliği altında tuttuğu ülkelerde de derin izler bırakmıştır. Yine, Atatürk, “Özgürlüğü kısıtlanan bir ülke ölüme ya da kayıba mahkûmdur” diye vurguluyordu. Öte yandan, yine Mustafa Kemal’e göre, özgürlük her topluma uygarlıkve modernleşme getireceğini, görmekte idi. 

Modern Türkiye’nin kurucusu, hür ve özgür yaşamak, hem insanın hem de her ulusun hakkı olduğunu ve her ülke dünya uygarlığını zenginleştirdiğine inanıyordu. Bütün ülkelerin vatandaşları, öyle bir eğitim almalıydı ki, kıskançlıktan, açgözlülükten, kin ve nefretten, uzak tutmalıydı. 

Atatürk, çoğu zaman Türkiye’nin kaderinin diğer ülkelere bağlı olduğuna inanarak, “Ulusların iyiliği için çalıştığında, elbette kendi ülkene mutluluğu ve barışı sağlamış oluyorsun “ diye düşünmekteydi. 

Türkiye’yi işgal savaşından sonraki günlerde Gazi, savaş alanında gezerken duygulu anlar yaşayarak, kadavra ve silahları gördüğünde, nöbetçi askere: “Burada gördüklerin insanlığı kesinlikle onure etmiyor. Onlar bizim ülkemizi işgal ettiler ve bizler de korunduk Acaba, kim suçlu?” diye sordu. Birkaç metre mesafede yürümeye devam ederken, yerlerde yatan Yunan bayrağını görerek onun hemen kaldırılmasını emretti. Çünkü, fikirlerine göre, bir ulusun sembolü ayaklar altında çiğnenemez ve ona saygı gösterilmelidir. 

İkinci Dünya Savaşına doğru, ilerleyen senelerde, Ankara, Yugoslavya Başbakanını ağırlıyordu. Bu Başbakanın Hitlerizme olan düşkünlüğü biliniyordu. Tam tersine, Atatürk, Güney’den gelen bir şiddete maruz kalınırsa, Balkan işbirliğinin gerektiğini düşünerek, bu misafir için bir balo gecesi düzenlediğinde, orada bulunanlar, Gazi’nin, Belgratlı misafire, “Bizler kimsenin düşmanı değiliz, sadece insanlığın düşmanlarına karşıyız” şeklinde konuştuğunu duymuşlardır. 

Atatürk homojen, modern sınırları korunmuş ve geçmişin hatıralarından arınmış bir devlet kurmak istiyordu. 

O’na göre: “Herkes kendi için değil, herkes, herkes için çalışmalıydı”. Çünkü, “büyük sanat eserleri, önemli girişimler, ancak toplu bir güçle elde edilebilirdi”. 

Mustafa Kemal, eğer “Güvenlik, bütün uluslar için değilse, o zaman dünya barışı sağlanamaz” sözüne dikkat çekmekteydi. 

Atatürk’ün bütün düşünceleri, bir Avrupa ileri görüşlü olduğunu ispatlamaktadır ve ayni zamanda, Türkiye’nin yerinin, doğal olarak “Yaşlı” Avrupa’nın yanında olduğuna içten inanmaktaydı. 
Şanlı Atatürk’ün ismi ve kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devletleri, ebediyen yaşasın! 

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder