TURGUT Özal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TURGUT Özal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2020 Çarşamba

ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN GERÇEK AKTÖRÜ ERDOĞAN MI?

ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN GERÇEK AKTÖRÜ ERDOĞAN MI?


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
02.10.2013 

      Turgut Özal'ın gelişi Kürt sorununun çözümsüzlüğü üzerineydi. Özal, uzun süre şiddetle çözebileceğine inandı. Ancak bunu yapamayacağını anlayınca barışçı yoldan çözüm arayışına girdi. Bu şekilde çözümsüzlükten çözüm yanlısı yolunda ilerledi. Önünde içte ve dışta büyük engeller vardı. Erdoğan ise başa gelir gelmez çözüm yanlısı olduğunu gösterdi. 

Çözüm yanlısı olarak başlayan tavrı çözümsüzlüğe/oyalanmaya doğru gitmeye başladı. Çözümsüzlükten çözüme, çözümden çözümsüzlüğe Türk siyasetinin genetiğine işlenmiş, adı ne olursa olsun Özal/Erdoğan'dan çözüm beklemek mümkün görünmüyor. Çünkü Kürt sorunu tarihiyle, sosyolojisiyle bütündür. 

Bu sorunun çözümü tüm Türkiye düşüncesinin bütünüyle dönüşümüyle mümkün olabilir o da olamayacağına göre iş mücadele güçlerine kalmıştır. Mücadele nasıl ki askeri yapıyı sarstıysa bu konuda da sarsacaktır. Özal çözüme giderken ölümüne yaklaşırken, Erdoğan çözümsüzlüğe giderek siyasal ömrünü uzatmaktadır. Kürtler için değişmeyen kurallar yürüyor. Asimilasyon tam gaz...

Kürt sorunu konusunda en kritik tavrı koyan İlker Başbuğ'un tutuklanması üzerinde özellikle durulmalıdır. Bu kez çözümsüzlük yanlısı olanın Erdoğan olduğunun bilinmesi gerekiyor. İlk kez görevi başındayken aftan, Kürtlerin bireysel olsa da haklarından söz eden birinin o süreçte tutuklanıp müebbede mahkum edilmesini Ergenekon’a bağlamak o kadar kolay olmasa gerek. Çözümsüzlüğün tek kaynağının asker olmadığı neden görülmek istenmiyor?

7 Şubat 2012 darbesi olarak adlandırılan soruşturmada Erdoğan'ın rolü nedir? Erdoğan'ın da soruşturma ile karşı karşıya kaldığı doğru mu? Bunların hiç biri doğru değil; her şey Erdoğan'ın kontrolü altındadır. Soruşturmayı açtıran da durduran da odur. Başbuğ tutuklandığındaki tutuklamaya yönelik tepkisini , Başbuğ, müebbede mahkum edilirken neden tepki göstermeyişi bu konuda Erdoğan’ın karar verici olduğu konusunda bilgi veriyor. Yarın öbür gün aynı şeyi Hakan Fidan için de yapabilir. Başbakan Hakan Fidan'ı ustaca kullanmakta onun aracılığıyla çözüm yanlısı gibi görünerek başkanlığa doğru gidiyor. Asıl tehlike onun başkanlığında görülecektir, bu arada Kürtlerin direniş ve örgütlülüğünü de dağıtabilse onu durdurabilecek hiç bir güç de kalmaz.

Akil İnsanları da aynı amaçla kullandı. Bunu ilk fark eden Murat Belge'ydi. Demokrasi paketinden akil insanların raporundan iz bile yok. Oyalama, kandırma boyutunun nerelere uzandığının açıklığa kavuşması için Kürt siyaseti kafasını gömdüğü kumdan çıkarmalı artık...

Erdoğan, uluslar arası politikada da etkili olabilmek adına başka ülkelerin iç işlerine değişik yöntemler kullanmaya başladığı konusundaki ip uçları üzerinde de durmak gerekiyor. Özellikle 2010-2011 yıllarında Irak’ta Sünni Haşimi’nin başkanlığı/başbakanlığı için çok uğraştı. Bu plan başarılı olmayınca Haşimi’i kendi ülkesinden kaçarak Türkiye’ye sığındı. Haşimi, Türkiye’ye sığındıktan sonra oluşan yeni Irak yönetimi Haşimi’yi “terör olaylarından” sorumlu tutarak idam cezasına mahkum etti. Irak’ta her gün onlarca patlama yaşanmaya devam etmekle kalmamakta;Hewler(Erbil) saldırılarında olduğu gibi Irak Kürdistan’ın kalbine kadar gelmiş oldu. Bunu,Türkiye’nin Kürtlerin Rojava’daki kazanımlarına karşı destek verdiği radikal İslamcılardan ayrı düşünmek mümkün değildir. Rojava konusunda Kürdistan Bölgesel Yönetimini tam olarak yanında görmemesi nedeniyle onlara göz dağı vermek isteyebilir. Hewler saldırısına bu açıdan bakmaya fayda vardır.

Erdoğan’ın durumu böyle iken bunu ustaca gizlemek için manevralar yapsa da görünür duruma gelmiştir. Bunu daha fazla sürdürmesi de mümkün değildir. Kürt sorununu çözmek adına Şırnak Havaalanına “Şerafettin Elçi Havaalanı”, Alevi Sorununu çözmek adına Nevşehir Üniversitesine “Hacı Bektaş-ı Veli” adının vermekle soruna çözüm getirmeyeceğini anlaması gerekiyor. Hele hele en büyük Boğaz Köprüsünün adı “Yavuz Sultan Selim” olduğu müddetçe bu göstermelik jestlerin bir anlam ifade etmediği de görüldükten sonra…       

***

11 Mayıs 2020 Pazartesi

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 3

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 3




   Koalisyon üyeleri Temmuz 1991’de Irak’taki güçlerini geri çektiler. 

Bunun yerine Türkiye’ye daha küçük bir acil müdahale gücü konuslandırmaya karar verdiler. 
Silopi’ye yerlesen bu gücün kara unsurları bir süre sonra geri çekildi ve hava unsurları da İncirlik’e kaydırıldı. 30 Eylül 1991’den baslayarak beş yıl boyunca görev süresi TBMM tarafından her üç ayda bir uzatılan bu güce “Çekiç Güç” (Poised Hammer) adı verildi. 1997’den itibaren gücün adı “Kesif Gücü” (Operation Northern Watch) olarak değistirildi; görev süresi de altı ayda bir uzatılmaya baslandı. ABD, Dngiltere, Fransa ve Türkiye’ye ait Awacs, A-10, F-4, F-16, F-111, F-15E, F-16CJ, Mirage ve Jaguar tipi uçaklar değisik zamanlarda burada görev aldılar. Fransa, 1998’de, ABD’nin Irak’a yönelik “Çöl Tilkisi” operasyonuna tepki olarak güçten çekildi. Bundan sonra Kesif Gücü, Amerikan, İngiliz ve Türk uçaklarının katılımıyla, ABD’nin Irak’a müdahale ettiği 
2003 yılına değin faaliyetlerini sürdürdü. Aslında gücü olusturan hava unsurlarının %80’inden fazlası her zaman ABD’ye aitti. Türkiye’nin güce katılımı genelde sembolik düzeydeydi ve kendi toprakları kullanılarak yapılan bir operasyonun dısında olmadığını göstererek kamuoyundaki rahatsızlığı gidermek amacını güdüyordu. Güce bağlı Amerikan ve İngiliz uçakları sık sık Irak radarlarına kilitleniyor ve bunları imha ediyorlardı. 

Çekiç Güç/Kesif Gücü gibi isimlerle yürütülen operasyon, Bağdat’ın otoritesini 
Kuzey Irak’tan dıslama amacını güdüyordu. Bunun sonucunda, bölgedeki otorite 
bosluğu yerel Kürt gruplarca doldurulacaktı. Böylece, gelecekte kurulması öngörülen Kürdistan Devleti’nin olusumuna zemin hazırlanacaktı. Kuzey Irak’ta, “güvenli bölge”nin olusturulmasından hemen sonra, ABD ve Dngiltere’nin girisimiyle, Irak’taki tüm rejim muhaliflerini bir araya getiren Irak Ulusal Kongresi örgütlendi. Kongrenin, Aralık 1991’de Sam’da yaptığı ilk toplantının ardından da Kuzey Irak’ta seçim kampanyası baslatıldı. Kampanya boyunca, Kürt liderler, sürekli olarak Irak’ın toprak bütünlüğünden yana oldukları mesajını verdiler. Elbette bu bir yalandı. 17 Mayıs 1992’de Kuzey Irak’ta parlamento seçimleri yapıldı. Seçimlere aralarında KDP ve KYB’nin de bulunduğu yedi parti katıldı. %7’lik ülke barajının uygulandığı seçimlerde 105 milletvekili belirlendi. KDP ile KYB’nin ayrı ayrı %40’ın üzerinde oy aldıkları, diğer partilerin29 ise ülke barajını asamadıkları açıklandı. Buna karsılık, Batı’nın baskısıyla Hristiyan Süryani Partisine, 105 üyeli mecliste beş sandalye ayrıldı. Geri kalan sandalyeler, KDP ile KYB arasında esit olarak —50–50— paylaştırıldı.30 

Parlamentonun açılmasından sonra da, KDP ve KYB’nin altısar bakanla temsil 
edildikleri bir hükümet olusturuldu. Böylece “Kürdistan Devleti” fiilen kurulmuş oldu. 

Bu gelişmeler karsısında, Türk hükümetinin girisimiyle Ankara’da bir araya 
gelen Türkiye, İran ve Suriye hükümetlerinin temsilcileri, Kuzey Irak’ta kurulan 
hükümeti tanımadıklarını ve Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulmasına izin 
vermeyeceklerini belirten ortak bir açıklama yaptılar. Ama her üç devletin de bu 
konudaki samimiyetlerinden kusku duyulmasını gerektiren nedenler vardı. Bir kere İran ve Suriye, Kürtleri, komsularının iç istikrarını bozmak amacıyla bir araç olarak kullanmaktan hiçbir zaman geri durmamıslardı. Her iki ülke, PKK’nın kendi topraklarında üslenip, askerî eğitim kampları kurmasına göz yummus, örgüt ele baslarına da barınma olanağı sağlamıstı. Hatta, Ankara’daki üçlü toplantı sırasında bile, PKK’ya verdikleri desteği fiilen sürdürüyorlardı. Kaldı ki, Irak’ın güneyinde, eninde sonunda kendi denetimine gireceğini umduğu bir Siî devletinin kurulması olasılığına hiç de soğuk bakmayan İran’ın, Irak’ın toprak bütünlüğünü gerçekten isteyip istemediği çok tartısmalıydı. Öte yandan, Kuzey Irak’taki otorite bosluğuna yol açan sürecin baslamasında etkin biçimde rol alan; simdi de topraklarında konuslanmasına izin verdiği “Çekiç Güç” aracılığıyla bu sürecin devamına hizmet eden Türkiye, ortaya çıkan otorite bosluğunun doğal sonucu olan de facto Kürt Devletinin varlığından yakınmakta haklı sayılabilir miydi? Nitekim, Ankara’daki ortak açıklama ancak suya yazılan yazı kadar etki yaptı. 

Ankara’nın kendi ulusal çıkarlarıyla bağdasmayan gelismeler karsısında 
göstermelik tepkilerin ötesinde ciddî bir tavır sergilememesi, hatta sürece katkıda bulunmayı sürdürmesi, ABD ve Batılıları daha da cesaretlendirdi. “Huzur 
Operasyonu”nun baslangıcında, Türkiye’den çekindiği için Kürtlerle doğrudan iliski kurmaktan kaçınan ve Kürtlerin bu yöndeki girisimlerini de sürekli olarak geri çeviren Washington yönetiminin tutumunda 1992’den baslayarak köklü bir değisiklik olduğunu görüyoruz. Bu değisiklikte, Ermeni ve Rum lobilerinin ABD’de Kürtler adına sürdürdükleri propaganda faaliyetleri etkili olmustur. Fakat Amerikan yönetiminin Kuzey Irak’taki Kürt liderlerini doğrudan muhatap almak konusundaki çekingenliğini asmasını sağlayan asıl etken, aynı seyi Türkiye Cumhurbaskanı Turgut Özal’ın yapmış olmasıdır. Özal, 1991 yılının Haziran ayında KYB lideri Celal Talabani ile görüsmüstür. Kendi Cumhurbaskanı bile Kuzey Irak’taki Kürt liderlerini doğrudan muhatap aldıktan sonra Türkiye’nin aynı seyi Amerikan yönetiminin yapmasına karsı çıkması elbette söz konusu olamazdı. 

Kuzey Irak seçimlerinden bir ay sonra, Haziran 1992’de, Irak Ulusal Kongresi 
Viyana’da ikinci toplantısını yaptı ve aralarında Barzani ile Talabani’nin de bulunduğu sekiz kisilik bir heyeti Amerikan yönetimiyle görüşmelerde bulunmak üzere Washington’a gönderme kararı aldı. Heyet, 29 Temmuz 1992’de ABD Dı 
isleri Bakanı James Baker tarafından kabul edildi. İzleyen yıllarda, Amerikan yönetimiyle Kürt liderler arasındaki görüsmeler sık sık yinelendi. Üstelik bu süreçte Barzani, Talabani ve diğer Kürt temsilcileri ABD’ye Türkiye Cumhuriyetinin verdiği kırmızı pasaportlarla giriş yaptılar. 

Kuzey Irak’ta Türkiye’nin desteğiyle kurulan de facto Kürdistan Devleti, yine 
Türkiye’nin yardım ve desteğiyle kurumsallasma olanağı buldu. 10 yılı askın süreyle Türkiye toprakları, “insanî yardım” adı altında Kuzey Irak’a ulastırılan ve nitelikleri çok tartısmalı olan yardım malzemelerinin geçirildiği ana güzergah olarak kullanıldı. BM Güvenlik Konseyinin 1995’de aldığı 986 sayılı karar çerçevesinde Irak’ın petrol satısından elde ettiği gelirden Kuzey Irak’taki Kürt gruplara ayrılması sart kosulan %15’lik bölüm ve Amerikan Kongresi’nin 1998’de kabul ettiği “Irak’ı Özgürlestirme Yasası” çerçevesinde ABD’nin Iraklı muhaliflere yaptığı 97 milyon dolarlık maddî yardım, Türkiye toprakları kullanılarak Kuzey Irak’taki Kürt gruplarına ulastırıldı. 

Ayrıca bu gruplar, Türkiye ile yaptıkları sınır ticaretinden de önemli miktarda gelir elde ediyorlardı. “Çekiç Güç/Kesif Gücü” bünyesinde faaliyet gösteren Amerikan–İngiliz uçaklarının bu Kürt gruplarına, görev tanımlarıyla bağdaşmayacak biçimde bazı yardımlarda bulunduklarına iliskin spekülasyonlar da hiç eksik olmadı.31 

Diğer yandan, Kuzey Irak’ta yaratılan ortam, burada üslenen PKK’nın 
Türkiye’ye yönelik eylemlerini daha kolay örgütlemesine olanak sağladı. Türkiye, 1984’te Irak ile yaptığı anlasmaya dayanarak, Kuzey Irak’a birkaç kez askerî operasyon düzenledi. Ama bir yandan PKK’nın üslenip örgütlenmesi için uygun ortamın hazırlanmasına katkıda bulunulurken, diğer yandan PKK’ya yönelik operasyonlar düzenlemenin inandırıcılığını elbette tarih sorgulayacaktır. 

Türkiye’nin tüm “hata”larına karsın, Kürtlerdeki toplumsal örgütlenmenin 
yapısını ve niteliğini iyi bilenler, bağımsız bir Kürt Devleti’nin kurulması, kurulsa da kendi gücüyle ayakta kalması olasılığının son derece zayıf olduğunun ayrımındadırlar. 
Kürtlerin, kendi aralarında birlik ve bütünlük olusturmaları olanaksızdır. Asiret temeline dayanan toplumsal iliskiler, her zaman kaypak ve güvenilmezdir. Bu iliskiler üzerine siyasî bir kurumlasma yapılandırılamaz. Tarihin hiçbir döneminde, baska hiçbir etnik gruba, kendi siyasî yapılarını olusturabilmeleri için son 15 yılda Kürtlere verilen destek çapında bir destek verilmemistir. Buna karsın Kürtler, aralarındaki anlasmazlıkları asarak kendi ayakları üzerinde durmayı basaramamıslardır. 1992’deki parlamento seçimlerinin üzerinden iki yıl bile geçmeden, KDP ile KYB yanlıları arasında çatısma çıkmıştır. 

1994 Haziran’ında, Türkiye devreye girerek, tarafları Silopi’de bir araya getirdi 
ve —her nedense— uzlasmalarını sağlamaya çalıstı. Ancak Silopi görüşmelerin den sonuç alınamadı. Ağustos ayında, İran’ın desteklediği Talabani’ye bağlı pesmergeler, KDP’nin yönetim merkezinin bulunduğu Erbil’i ele geçirdiler. 

Bundan sonra çatısmalar daha da siddetlendi. Bu kosullarda parlamento ve hükümet faaliyetleri elbette sona erdi. ABD’nin devreye girmesiyle yeni bir görüsme trafiği baslatıldı. 1995 Temmuzu’nda Lizbon’da, aynı yılın Eylülünde Dublin’de bir araya gelen taraflar anlasmaya varamadılar. Ekim ayında bu kez İran’ın girisimiyle Tahran’da masaya oturan KDP ve KYB yine anlasamadı.32 

1996 Temmuz ayında hiç beklenmedik bir olay yasandı. Irak Cumhuriyet 
Muhafızları, düzenledikleri bir operasyonla Erbil’deki KYB denetimine son verdiler. 

Bölgede kuş uçurtmayan Çekiç Güç’e bağlı uçakların Cumhuriyet Muhafızlarının 
Erbil’e kadar gelip, KYB’yi kentten çıkardıktan sonra geri dönmelerine göz yummaları yeni soru isaretleri yarattı. Erbil’de yeniden denetim sağlayan KDP pesmergeleri, kısa bir süre sonra KYB’nin yönetim merkezi olan Süleymaniye’yi de ele geçirdiler. KYB yanlısı Kürtler kitle halinde Dran sınırına doğru kaçmaya baslayınca, ABD bir kez daha devreye girdi ve 23 Ekim 1996’da taraflar arasında ateskes antlasması imzalanmasını sağladı. Antlasma ile olayların baslangıcındaki duruma geri dönüldü. Böylece iki yıldan uzun süren ve binlerce insanın ölümüne yol açan çatısmalar son buldu. 

Bu arada dünya bir baska olaya daha tanık oldu. Kuzey Irak’taki karsıt Kürt 
grupları arasındaki çatısmanın yarattığı kargasa sırasında, çok sayıda özel eğitilmi Kürtün ABD adına bölgede casusluk yaptıkları anlasıldı. Amerikalılar, desifre olan bu insanları, Türkiye üzerinden Pasifik Okyanusu’ndaki Guam Adası’na götürdüler. Kuzey Irak’ta Kürt Devleti’nin kurulması sürecinde kendilerinden yararlanıldığı anlasılan bu insanların daha sonra ABD tarafından hangi amaçlarla kullanıldıkları bilinmiyor. Ama, izleyen yıllardaki çesitli Amerikan operasyonlarında ve 2003 yılında Irak’ın isgal edilmesi sırasında bu casus Kürtlerin kullanıldığını tahmin etmek güç olmasa gerek. 

Aralarındaki çatısmaya son veren Kürt gruplar, yine Türkiye’nin önayak 
olmasıyla, 1996 yılı Aralık ayında Ankara’da barış masasına oturdularsa da sonuç alamadılar. Bunun üzerine, yine ABD devreye girdi ve Barzani ile Talabani’yi 1998 Eylülü’nde Washington’da bir araya getirdi. Fakat antlasma sağlanamadı. 2003 Mart ayında ABD müdahalesi gerçeklestiğinde, Kuzey Irak’ta iki siyasal ve yönetsel birim bulunuyordu. Erbil, KDP’nin; Süleymaniye ise, KYB’nin yönetim merkeziydi. Bu iki yapı bugün de varlıklarını korumaktadır.33 


D. Amerikan İşgali Sonrası “ Kürt Sorunu ” “ Kürdistan”In Resmen Tanınmasına Doğru 


   ABD’nin Kürt sorunuyla ilgili olarak Türkiye’nin ulusal duyarlılıklarını gözetmek 
gibi bir kaygı tasımadığı, 2003 yılının baslarında yasanan tezkere bunalımı sırasında bir kez daha ortaya çıkmıstır. ABD, Türkiye’den kuzeyde ikinci bir cephe açmasına olanak tanınmasını ve Türkiye topraklarında kendisine kara ve hava üsleriyle çesitli hava yolu, liman ve ulasım kolaylıkları sağlanmasını istemistir. Türkiye ise karsılığında su taleplerde bulunmustur: 

1) Türk ordusu sınır güvenliğini sağlayabilmek amacıyla Kuzey Irak’ta doğrudan ve bağımsız olarak operasyon yapabilmelidir; 

2) Barzani ve Talabani’ye bağlı pesmergelere verilmesi öngörülen silâhların dağıtımı Türkiye’nin denetiminde yapılmalı ve operasyon bittikten sonra bu silâhlar yine Türkiye’nin denetiminde toplanmalıdır; 

3) Kuzey Irak’taki Amerikan askerlerinin görevi bölgedeki Türk birlikleriyle 36. paralelin güneyindeki Amerikan birlikleri arasında bağlantıyı sağlamakla sınırlı olmalıdır; 

4) Katar’daki komuta merkezinde Amerikalı komutanla birlikte bir Türk komutan da görev yapmalıdır; 

5) Türkiye’de Katar’dakine e ikinci bir harekat merkezi kurulmalı ve bunun da basına birer Amerikalı ve Türk komutan atanmalıdır. Türk isteklerinden özellikle ilk ikisi Amerikan tarafınca kabul edilmeyince anlasma sağlanamamıstır. 

Ama gerek dünya medyası, gerekse bizim bilinen medyamız, sanki anlasmazlık ekonomik konulardan çıkmış gibi bir izlenim yaratmaya çalışmışlardır.34 

İşgal operasyonu basladıktan sonra ABD, Türkiye’yi Kuzey Irak’a girmemesi 
konusunda uyarmıstır. Ama aynı ABD, Türkiye’den Amerikan füze ve uçaklarının 
geçmesi için hava sahasını açmasını istemekten de geri kalmamıstır. ABD’nin Irak’a müdahale etmesini önlemek için onunla siyasî çatısmayı göze alan kimi Avrupa devletleri ise, Türkiye’nin kendi ulusal güvenlik gereksinimlerini karsılamak amacıyla sınırda bazı önlemler almak istemesi karsısında, ABD ile tam bir görü birliği içinde hareket ederek Türkiye’yi engellemislerdir. Hatta bu devletler Türkiye’nin savunması için gerekli olan bazı askerî malzemenin Türkiye’ye gönderilmesini NATO mekanizması içinde bloke etmeye çalısmıslardır. Türkiye’nin “müttefikleri” olan ABD ve Avrupa devletlerince dıslanmasından yüreklenen KDP sözcüsü Haydar Zebari de, eğer Türk askeri Kuzey Irak’a girerse, bu askerlerle yerli halk arasında siddetli çatısmaların çıkacağı tehdidini savurmustur.35 

Bugün Kuzey Irak’ın siyasal ve yönetsel denetimi, KDP ve KYB’nin elindedir. 
Her iki grubun emrinde ABD tarafından silâhlandırılmı on binlerce peşmerge bulunmaktadır. 

Ayrıca bu gruplar, Amerikan isgal ordusunun doğrudan desteğine de 
sahiptirler. Barzani ve Talabani, Batılı velinimetlerinin istek ve beklentileri 
doğrultusunda hareket ederek özerklik ve bağımsızlık yönünde ortak savasım 
verdikleri görüntüsünü yaratmaya çalıssalar da, aralarında geçmise dayanan derin bir düsmanlık bulunmaktadır. KDP’nin daha feodal ve gelenekçi, KYB’nin daha seküler bir anlayısa sahip olmasının yarattığı farklılık bir yana, ancak asiret örgütlenmesinin yapısal zaaflarıyla açıklanabilecek asılması olanaksız güvensizlik ve çekememezlikler, kosulların zorladığı ve Batılıların el birliğiyle tesvik ettiği aldatıcı i birliği görüntüsünün altında gizlenmeye çalısılmaktadır. Her seye karsın, yüzeysel de olsa, devlet olmanın gerektirdiği kurumsal alt yapı yine Batılıların yardım ve desteğiyle büyük ölçüde tamamlanmış durumdadır. “Kürdistan” Devletinin resmen tanınması artık yalnızca bir zaman sorunudur. 

Bu adım atıldığında bölge, Dsrail Devletinin kurulmasının yol açtığından çok 
daha büyük bir çatısma ve kaos ortamına sürüklenecektir. Çünkü Dsrail Devleti’nin karsısında esas itibarıyla yalnızca Araplar vardı. “Kürdistan” Devletinin karsısında ise, tüm bölge güçleri yer alacaktır. Ortaya çıkacak çatısma ve kaostan tüm bölge halkları zarar görecektir. Fakat kuskusuz en ağır bedeli yine Kürtler ödeyecektir. ABD’nin çekilmesi durumunda Kürtler, onları “hain” kimliğiyle damgalamı olan diğer bölgesel güçlerle iliskilerinde çok zor bir durumda kalacaklardır.36 

Ama emperyalizme güvenilemeyeceği konusunda tarihten ders almayanların bu 
aymazlıklarının bedelini er geç ödemeleri kaçınılmazdır. 

Sonuç 

ABD ve İsrail’in, önümüzdeki yılları kapsayacak bir süreçte Orta Doğu’nun 
siyasî haritasını değistirmek; bölge ülkelerini parçalayarak bu yolla Dsrail’in geleceğini ve güvenliğini sağlama almak gibi bir tasarıları olduğu artık ortaya çıkmıstır. Bu tasarının Türkiye Cumhuriyetinin topraklarını kapsamadığını düsünmek saflık olur. Kuzey Irak’ta kurulacak bir devlet, hiç kusku yok ki, daha uzun dönemli bir planın ilk halkasını olusturacaktır. Gelecekte Orta Doğu için suyun petrolden çok daha büyük bir stratejik değer kazanacağı da, Orta Doğu’nun su kaynaklarının Doğu Anadolu’da bulunduğu da, gelecekte bu kaynakları denetleyebilen gücün, tüm Orta Doğu’yu denetleyeceği de birer sır değildir. Nasıl ki, İsrail’in, Kuzey Irak’taki Kürtlere özel eğitim vermesi, Kürtleri “Yahudilere en yakın ırk” olarak tanımlaması ve GAP bölgesinden bol 
miktarda toprak satın alması birer rastlantı değilse, İsrail’in Kürtlere ilgisi ne yenidir; ne de amaçsızdır.37 

Türkiye çok büyük bir tehlikeyle karsı karsıyadır. Ama bütün göstergeler 
Türkiye’nin yakın gelecekte kendisini bekleyen tehlikenin niteliğini ve boyutlarını 
algılayamadığını ortaya koymaktadır. Geçen 15 yılda Kuzey Irak’ta bir de facto 
devletin kurulup örgütlenmesine akıl almaz bir aymazlık içerisinde yardımcı olan 

Türkiye, aynı aymazlıkla, ana dilde eğitim, yerel yönetimler yasası gibi AB dayatması düzenlemeleri art arda yaparak, kurulan bu devletin, sınırlarını gelecekte Türkiye’nin belli bölgelerini içine alacak biçimde genişletmesinin de zeminini hazırlamaktadır. Lozan’da yalnızca gayrimüslim yurttaşlarımızla sınırlı olarak düzenlenen azınlık tanımının kapsamının, Müslüman yurttaşlarımızı da içine alacak biçimde genişletilmeye çalışılması ve sözde Ermeni soykırımının tanınmasına yönelik uluslararası çabalara Türkiye içinden bazı kesimlerce etkin destek verilmesi tam da bu döneme denk gelmektedir. Kuskusuz bunlar da birer rastlantı olarak nitelendirilemez. 

Son zamanlarda, Batı basınında yer alan hemen tüm yorumlar, AB’den üyelik 
beklentisi içindeki Türkiye’nin Kuzey Irak’taki gelismeler üzerindeki etkisinin her 
zamankinden zayıf olduğu yolundadır. Dolayısıyla Türkiye’nin ne Kerkük’teki 
gelismelere, ne de Kuzey Irak’ta ortaya çıkan bağımsız Kürt yapılanmasının resmiyet kazanmasına tepki gösterebilecek durumda olmadığı değerlendiril mektedir.38 

Nitekim, 30 Ocak 2005 tarihinde, Irak’ta isgal güçlerinin namlularının 
gölgesinde yapılan ve Sünnî Arapların boykot ettikleri; Türkmenlerin ise Türkiye’nin isteği ile kısmen ve kerhen katıldıkları sözde seçimlerde, oyların %25’ini alarak 275 sandalyeli Geçici Ulusal Meclis’te 77 sandalye elde eden Kürtler, Siî din adamı Sistani’nin desteklediği Birlesik Irak Dttifakından sonra en kalabalık grubu olusturmuslardır. Kürtlerle Siîler arasında aylarca süren koalisyon görüsmelerinde Kürtler, Siîlerin siyasal deneyimsizliklerinden de yararlanarak, isteklerinin çoğunu elde etmislerdir. Bunlar arasında Kerkük petrollerinden önemli pay almak ve “Kürdistan Savunma Gücü” adı altında 100 bin Pesmergeyi silâh altında tutmak da bulunmaktadır.39 

Kerkük ise, seçimlerden hemen önce gerçeklestirilen büyük çaplı bir göç operasyonuyla Kürt kentine dönüstürülmüstür. Olusan Kerkük Yürütme 
Konseyinde Kürtler çoğunluğu sağlamıslar ve daha ilk günden konseyin Kürt üyeleriyle Türkmen ve Arap üyeleri karsı karsıya gelmislerdir. Türkmen ve Arap üyelerin toplantıyı terketmesiyle sonuçlanan bu gelisme karsısında Türkiye, Batılı gözlemcilerin tahmin ve beklentilerini haklı çıkarır biçimde sessiz ve hareketsiz kalmıstır. 

Bu hareketsizliğin bir sonucu olarak bugün Irak’ta, devlet baskanlığını Celal Talabani’nin yaptığı, kağıt üzerinde birlesik, ama uygulamada ayrı ayrı kurumsallasmı iki devlet vardır. Fiilî durumun resmiyet kazanması için uygun zaman beklenmektedir. 

Yasanan gelismeler, Irak’ın kuzeyinde yaratılan bağımsız siyasal yapının 
“Kürdistan Devleti” olarak resmen tanınmasının yalnızca bir zaman sorunu olduğunu, Türkiye’nin ise ulusal çıkarları açısından son derecede sakıncalı olan bu süreci engellemek söyle dursun, her asamasında ona katkıda bulunduğunu ve bulunmaya devam ettiğini göstermektedir. 

Türkiye, son 60 yıldaki, özellikle de son 25 yıldaki stratejik tercihlerini köklü bir 
biçimde değistirmediği; AB üyeliği, Batı ile bütünlesme gibi gerçekçilikten uzak ve ulusal çıkarlarımıza aykırı tasarıları bir kenara bırakmadığı ve Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesine dayanan dış politika stratejisine geri dönmediği takdirde bundan 15 yıl sonra Mîsâk-ı Millî sınırlarımızdan ödün verme noktasına geldiğimizi hep birlikte göreceğiz. Bu öngörünün gerçekleşme olasılığı, Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürdistan Devleti kurulacağına ilişkin 15 yıl önceki kaygıların, o tarihteki gerçekleşme olasılığından daha düşük değildir. 


KAYNAKÇA 

Yayınlanmamış Belgeler 

1) İngiliz Dış işleri Bakanlığı Belgeleri, Public Record Office, Kew, Londra, 
Dosya No. FO 371/5048, 5162, 5228, 5229, 5230, 5231. 

Kitaplar 

1) Arı, Tayyar, Irak, Dran ve A.B.D., Önleyici Savas, Petrol ve Hegemonya, 1.B., Dstanbul, Alfa Yayınları, 2004. 
2) Bulut, Faik, Dslamcı Örgütler, Dstanbul, Tümzamanlar Yayıncılık, 1993. 
3) http://www.127.parsimony.net/forum67746/messages/5991, 5999, 6001,6002.html, 29.3.2005. 
4) Karpat, Kemal H., Ottoman Population 1830-1914; Demographic and Social Characteristics, Madison, Wisconsin, 
    University of Wisconsin Press, 1985. 
5) Kaymaz, Dhsan Serif, Musul Sorunu: Petrol ve Kürt Sorunlarıyla Bağlantılı 
    Tarihsel – Siyasal Bir Dnceleme, 1.B., Dstanbul, Otopsi Yayınları, 2003. 
6) Marr, Phebe, The Modern History of Iraq, Westview, Colorado, Westview  Press, 1985. 
7) Moss Helms, Christine, Iraq:Eastern Flank of the Arab World, Washington D.C., Brooking Institution, 1964. 
8) Owen, Roger, Sevket Pamuk, A History of Middle East Economies in the Twentieth Century, 1.B., Londra, Tauris, 1998. 
9) Sluglett, Marion Farouk, Peter Sluglett, Iraq Since 1958: From Revolution to Dictatorship, 1.B., New York, Tauris, 1987. 


Makaleler (Kitap, Dergi, Gazete, Internet) 

1) Berzenci, Sa’di, “Irak Kürdistanında Mevcut Durum Hakkında Görüs,” 
Avrasya Dosyası, C. 3., S. 1 (Dlkbahar 1996), s. 193-216. 
2) British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq: Ayatollah Sistani, 
Iraqi Islamic Party, Muktada Sadr, Muslim Schoolar’s Association, SCIRI (Supreme 
Council for the Islamic Revolution ın Iraq), http://news.bbc.co.uk. 
3) Brook, Kevin Alan, “The Genetic Bonds Between Kurds and Jews,” 
http://www.washingtoninstitute.org/media. 
4) Caldwell, Alison, (Report by) “Kurds Welcome Call for Independent State,” 
ABC PM, 22.11.2004, http://www.abc.net.au/pm. 
5) Canbolat, Recep, “Mukteda es-Sadr Irak Direnisinde Merkez Olmaya 
Basladı,” http://www.haberx.com. 
6) Centeral Intelligence Agency, “The World Factbook: Iraq,” 
http://www.cia.gov/cia/publications/ factbook. 
7) Çelik, Halil, “Ayetullah Sistani Eliyle Mukteda el Sadr’a Tasfiye,” Zaman, 
17.8.2004, http://www.zaman.com.tr. 
8) Doğan, Yalçın, Milliyet, 3.2.1993. 
9) Federal Research Division, Library of Congress, “A Country Study:Iraq,” 
http://lcweb2.loc.gov/ frd/cs/iqtoc.html. 
10) Glass, Charles, “Welcome to Kurdistan (While It Lasts),” The Independent, 
23.11.2004, http://news.independent.co.uk. 
11) Knights, Michael, “Kurds Aim to Secure Continued Regional Control,” 
Focus, http://www.washingtoninstitute.org/media. 
12) Lawless, R. I., “Iraq: Changing Population Patterns,” Population in the 
Middle East and North Africa, J.J. Clarke, W.B. Fisher, Londra, University of London 
Press, 1972, s. 97-129. 
13) Marr, Phobe, “Republic of Iraq,” The Government and Politics of the 
Middle East and North Africa, Ed. by David E. Long, Bernard Reich, Boulder, Westview Press, 1995. 
14) Özcan, Mesut, “Irak: Ortadoğu’nun Etnik ve Kültürel Minyatürü,” Değisen 
Toplumlar, Değişmeyen Siyaset: Ortadoğu, Yayına Hazırlayan Fulya Atacan, Dstanbul, 
Bağlam Yayınları, 2004, s. 157-180. 
15) Özdağ, Ümit, “Kuzey Irak ve PKK,” Avrasya Dosyası, C. 3, S. 1 (Dlkbahar 
1996), s. 81-104. 
16) Öznur, Hakkı, “Dsrail–Kürt Dliskilerinin Tarihsel Arkaplanı,” 2023, S. 39 
(15.7.2004), s. 32-44. 
17) Prince, James A., “A Kurdish State in Iraq,” Current History, Vol. 92, No. 
570 (January 1993). 
18) Rubin, Michael, “The Other Iraq,” Jarusalem Report, 31.12.2001, 
http://www.barzan.com. 
19) Sezal, S. Rana, “Irak’ta Devlet ve Siîler,” Avrasya Dosyası, C. 6, S. 3 
(2000), s. 110-121. 
20) Turan, Sefer, “Irak’ta Direnis: Siîler ve Sünnîler–2,” Radikal, 19.4.2004, 
http://www.radikal.com.tr. 
21) Wilkinson, Tracy, “Turkey Looks South and Worries,” Los Angeles Times, 
20.10.2004, http://www.flash-bulletin.de/2004. 


DİPNOTLAR:

1 J. McCray, M. Sa’eed, “The Social Characteristics of the Population of Iraq,” Bulletin of the College of Arts, University of Baghdad, 1968, C.II., s. 69-124’den aktaran R. I. Lawless, “Iraq: Changing Population Patterns,” Population of the Middle East and North Africa: A Geographical Approach, Ed. by J. J. Clarke, W. 
B. Fisher, Londra, University of London Press, 1972, s. 97; M. S. Hassan, “Growth and Structure of Iraq’s Population, 1867-1947,” Bulletin of Oxford University, S. 20 (1958)’den aktaran idem. 
2 Kemal H. Karpat, Ottoman Population, 1830-1914, Demographic and Social Characteristics, Madison, Wisconsin, University of Wisconsin Press, 1985, s. 144-145, 152-153, 190. 
3 Federal Research Division, Library of Congress, “A Country Study: Iraq,” 
   http://lcweb2.loc.gov/frd/cs/iqtoc.html, 25.03.2005. 
4 Phebe Marr, “Republic of Iraq,” The Government and Politics of the Middle East and North Africa, Ed. by David E. Long, Bernard Reich, Boulder, Westview Press, 1995, s. 102-108. 
5 Centeral Intelligence Agency, “The World Factbook: Iraq,” http://www.cia.gov/cia/publications/factbook, 28.03.2005. 
6 İngiliz belgelerinden öğrendiğimize göre, Ankara hükümeti ayaklanmacılara yedi bin lira göndermis; ayrıca, Mustafa Kemal Pasa, Bağdat’taki Osmanlı Ulusal Güçler Komutanı Nasuhî Bey’e yazdığı 21 Mart 1921 tarihli mektupta, simdilik etkin yardım yapabilecek durumda olmadıklarını belirterek, gönderilen paranın bir bölümünün asiret seflerine dağıtılmasını, bir bölümü ile de silâh ve cephane alınarak çete savası yapılmasını istemisti. (FO 371/5048, E 5162/3/44: Wratislaw to Curzon, Beyrut, 4.5.1920/31.) Ayrıca, yeni kurulan El-Cezire Cephesi de, Üsteğmen Kadri Bey aracılığıyla Tel Afar’daki ayaklanmacılara silâh yardımında bulunmustu. (FO 371/5228, E 9849/2719/44; FO 371/5229 E 10440/2719/44; FO 371/5230 E 12339/2719/44; FO 371/5231 E 12966/2719/44.) 1920’den bu yana, Türkiye’nin konumunda meydana gelen değişiklik çok dikkat çekicidir. 
7 İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu: Petrol ve Kürt Sorunlarıyla Bağlantılı Tarihsel ve Siyasal Bir İnceleme, 1.B., İstanbul, Otopsi Yayınları, 2003, s. 149-154. 
8 Faik Bulut, İslâmcı Örgütler, İstanbul, Tümzamanlar Yayıncılık, 1993, s. 495-525. 
9 Phebe Marr, The Modern History of Iraq, Westview-Colorado, Westview Press, 1985, s. 228; Christina Moss Helms, Iraq: Eastern Flank of the Arab World, Washington D.C., Brooking Institution, 1964, s. 100; Bulut, a.g.e., s. 516-536. 
10 S. Rana Sezal, “Irak’ta Devlet ve Siîler,” Avrasya Dosyası, C.VI., S. 3 (2000), s. 112-120; Mesut Özcan, 
   “Irak: Ortadoğu’nun Etnik ve Kültürel Minyatürü,” Değisen Toplumlar, Değismeyen Siyaset: Ortadoğu, 1.B., Yayına Hazırlayan Fulya Atacan, Dstanbul, Bağlam Yayınları, 2004, s. 172-173. 
11 Federal Research Division, Library of Congress, “A Country Study: Iraq,” 
    http://lcweb2.loc.gov/frd/cs/iqtoc.html, 25.03.2005. 
12 idem. 
13 İdem. 
14 Tayyar Arı, Irak, Dran ve A.B.D.: Önleyici Savas, Petrol ve Hegemonya, 1.B., İstanbul, Alfa Yayınları, 2004, s. 524-525; British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq:  Muktada Sadr.” 
    http://news.bbc.co.uk, 29.03.2005. 
15 Arı, a.g.e., s. 525; British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq: Supreme Council for the Islamic 
    Revolution in Iraq (SCIRI).” http://news.bbc.co.uk, 29.03.2005. 
16 Sefer Turan, “Irak’ta Direnis: Siîler ve Sünnîler-2”, Radikal, 19.4.2004, http://www.radikal.com.tr. 
17 Arı, a.g.e., s. 525-526; British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq: Ayatollah Sistani,” 
     http://news.bbc.co.uk. Halil Çelik, “Ayetullah Sistani Eliyle Mukteda el Sadr’a Tasfiye,” Zaman, 17.8.2004, 
     http://www.zaman.com.tr. 
18 Bulut, a.g.e., s. 516-536. 
19 Recep Canbolat, “Mukteda es-Sadr Irak Direnisinde Merkez Olmaya Basladı,” 
     http://www.haberx.com, 14.8.2004. 
20 Arı, a.g.e., s. 469-470. 
21 http://www.127.parsimony.net/forum 67746/messages/5991, 5999, 6001, 6002.htm, 29.3.2005. 
22 Marion Farouk Sluglett, Peter Sluglett, Iraq Since 1958, from Revolution to Dictatorship, 1.B., New York, 
    Tauris, 1987, s. 16. 
23 Sluglett, a.g.e., s. 34-35; Roger Owen, Sevket Pamuk, A History of Middle East Economies in the 
    Twentieth Century, 1.B., London, Tauris, 1998, s. 162. 
24 Marr, a.g.m., s. 105. 
25 British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq: Sunni Groups: Iraqi Islamic Party, Muslim Schoolar’s Association.” 
    http://news.bbc.co.uk, 25.02.2005. 
26 Kaymaz, a.g.e., s. 29-30. 
27 Kaymaz, a.g.e., s. 101-106, 197-200, 313-321, 361-362. 
28 Congressional Quarterly Weekly Report, Vol. 49, No. 15 (April 13, 1991), s. 933; No. 16 (April 20, 1991), s. 1009-1011’den aktaran Arı, a.g.e., , s. 447-448. 
29 Bunlar, Kürdistan Sosyalist Demokratik Partisi, Kürdistan Sosyalist Partisi, Kürdistan Demokratik Halk Partisi, Kürdistan Komünist Partisi, Irak Kürdistan islâmî Hareketi ve Hristiyan Süryani Partisi idi. Türkmenler ve Araplar seçimlere katılmadılar. 
30 James A. Prince, “A Kurdish State in Iraq,” Current History, Vol. 92, No. 570 (Ocak, 1993), s. 17-22. 
31 Yalçın Doğan, Milliyet, 3.2.1993. 
32 Sa’di Berzenci, “Irak Kürdistanı’nda Mevcut Durum Hakkında Görüs,” Avrasya Dosyası, Cilt. 3., Sayı. 1 ( İlkbahar 1996 ), s. 193-216; Ümit Özdağ, “ Kuzey Irak ve PKK,” Avrasya Dosyası, C. 3., S. 1 (İlkbahar 1996), s. 81-104. 
33 Arı, a.g.e., s. 445-468. 
34 Arı, a.g.e., s. 508-509. 
35 Arı, a.g.e., s. 510-511. 
36 Nuri Talabani, Arapların artık Kürtleri de Dsrailliler gibi görmeye basladığını söylerken, aslında tüm bölge halklarının Kürtlere yönelik bakı açılarını yansıtıyor, Charles Glass, “Welcome to Kurdistan (While It 
 Lasts),” The Independent, 23.11.2004, http:// news.independent.co.uk. 
37 Michael Rubin, ”The Other Iraq,” Jerusalem Report, 31.12.2001, 
    http://www.barzan.com; Kevin AlanBrook, “The Genetic Bonds Between Kurds and Jews,” 
    http://www.washingtoninstitute.org/media; Hakkı Öznur, “İsrail Kürt ilişkisinin Tarihsel Arkaplanı,” 2023, S. 39 (15 Temmuz 2004), s. 32-44. 
38 Glass, a.g.m., The Independent; Alison Caldwell, (Report by) “Kurds Welcome Call for Independent State,” ABC PM, 22.11.2004, http://www.abc.net.au/pm; Tracy Wilkinson, “Turkey Looks South and 
Worries,” Los Angeles Times, 20.10.2004, 
http://www.flash-bulletin.de/2004; Michael Knights, “Kurds Aim to 
Secure Continued Regional Control,” Focus, http://www.washington institute.org/media. 
39 http://www.127.persimony.net/forum67746/messages/5991, 5999, 6001, 6002.htm, 29.3.2005. 



***

14 Kasım 2019 Perşembe

ATATÜRK - İLERİ GÖRÜŞLÜ BÜYÜK BİR AVRUPALI

ATATÜRK - İLERİ GÖRÜŞLÜ BÜYÜK BİR AVRUPALI 



Prof. Dr. Kopi KİÇİKU 

Sayın Baylar, Değerli Dostlar, 

Sözüme başlamadan önce, sizlere sağlık ve mutluluk dilerim. Mesleğinizde ve çalışmalarınızda, başarılarınızın devamını diliyorum. 
Türk atasözü, “İnsan çehresinden belli olur” der ve büyük Fransız yazarı Victor Hugo der ki: “İyi insani anlamanın yolu onunla beş dakika konuşmaktan geçer”. Türklerle geçirdiğim uzun süre ve sizleri tanımak benim için büyük bir onur kaynağı olmuştur. Bana bu imkânı sağladığınız için, başta “Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” başkanı, Sayın Prof. Dr. Sadık Tural’a ve tüm meslektaşlarına teşekkürü borç bilirim. 

Ben, on yıldan beri yaşamakta olduğum Bükreş’ten, yakın dostum, büyük Türkolog, yurtsever ve Kuran-ı Kerimi Romence’ye çeviren, Prof. Dr. Mustafa Ali Mehmet beyle beraber gelmiş bulunuyorum. Ben, yüzde yüz Arnavut asıllıyım. 
Ankara’ya, ilk defa, 1969 yılının Mayıs ayında, o zamanlar Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanı olan Ferruh Bozbeyli davetlisi Arnavut Parlamentosu heyetinde bulunarak gelmiştim. Aradan geçen 37 yıldan beri, Anıtkabir’in özlemini çekiyordum. Sempozyumun ilk günü, kendimi, Gazi’nin kabri yanında görünce, gözlerim yaşardı. 

Türkiye tarihi çok ilgimi çekti ve okuyarak, araştırarak, çok aydınlandım, yeni şeyler öğrendim. Bunların tümü, Sümerlerden ve Hititlerden bu yana sekiz bin yıldan beri var ve 19 imparatorluk kurmuş olan Türk kardeş halkının zenginliğidir. Şimdiye kadar, Türkiye ve Atatürk hakkında, Arnavutça üç kitap yayınlamıştım. Bunlardan birisi ile ilgili olarak, sayın Bilâl N. Şimşir, Arnavutluğa tayin edilen en seçkin Büyükelçisi bulunduğu sırada, çok duygulu bir mektup yazdı. Bu vesile ile, kendisine bir kez daha teşekkür etmekten kıvanç duyarım. 

Bunlardan ayrı olarak, son aylarda Romanya’da Romence: “Atatürkçülük ve Üçüncü Millenyum’da Türkiye” başlığı altında bir eser daha yayınlamış bulunuyorum. Türkiye’ye ve Atatürk’e karşı sevgi duygusunu, bana, İstanbul’da Beyoğlu’nda 26 yıl yaşamış olan dedem aşılamıştır. 

Hayatım boyunca Atatürk’ü Sevenler Derneği’nin kurucusu ve başkanı olmak, ikinci Dünya Savaşı sonrası Türk yakın tarihi hakkında doktora tezi yazmış olmak, bunlar, bana nasip olduğundan, inanın, benim için büyük gurur kaynakları olacaktır. Bugünlerde, Arnavutluk’taki Atatürk Sevenler Derneği’nin dokuz yönetim kurulu üyesi arkadaşlarımla görüştüm. Sizleri Sn. Süleyman Demirel, Sn.Turgut Özal, Sn. Bilâl Şimşir, Sn. Salih Berisha, Sn. Recep Meydani, Sn. Yaşar Kemal, Sn. Aziz Nesin, Sn. Metin Örnekol, Sn. Sadık Tural ve diğer Türkiye’den, Arnavutluk’tan, Romanya’dan ve diğer ülkelerin devlet ve ilim adamları gibi derneğimizin onur üyesi olarak görmekten şeref duyacağız. 

Türk halkına bağlılığın ve kardeşlik duygularımın neticesi olarak kendi çabalarım ile Türk dilini öğrenmeye çalıştım ve Türkçe’den Arnavutça’ya çeviriler yaptım. 

Salı akşamı, 16 Mayıs 2006, Estergon kalesinde, Atatürk’ün özlü sözlerinden olan: “Yüksel Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur!” şeklindeki bir vecizeyi okuyunca, Gazi tarafından Başkent olarak ve Avrupa’da bulunan, Ankara’nın hızla ilerleyerek, bir nevi Londra’sı, yani, yeni bir diğer Commonwealth’in merkezi olabileceğini düşündüm. Bu merkezin etrafına bütün Türk dünyası toplanabilir sandım. Çünkü kökleri, tarihleri ve gelenekleri bir olan özgür devletlerin bir araya gelmekte olduklarını gördüm. Zira, bu ülkelerin hissiyatlarını memnuniyetle gördüm ki, hepsi, yani Azeriler olsun, Kazaklar ve diğer, Türk dilini veya bir şivesini konuşuyorlar ve kendilerinde Türklük ruhunu yaşatıyorlar. İşte, bu gibi nedenlerden dolayıdır ki, Türkiye, bu yeni Commonwealth’in merkezi olmaya lâyık görülür, diye düşünüyorum. Zira, şimdiki Türkiye, her şeyden önce, şanlı ecdadından, miras aldığı toleransı ve de
mokrasi duygularını yaşamaktadır. Halbuki, Avrupa, bunları, ancak, şimdi uygulamaya koymaya çalışmaktadır. 

Ben tarihçi olarak teyit ederim ki, Osmanlı İmparatorluğu, tarihin en toleranslı devlet idaresi olmuştur. Basit bir tezkere ile, Osmanlı’nın mutlu halkı tüm yaşadığımız coğrafyayı, vizesiz ve izinsiz dolaşmıyorlar mıydı? Aynı insanlar hiçbir dini baskı olmadan tüm inançlarını (Cami, Sinagog, Kilise hepsi yan yana) yargı, anadil, ve öğrenim haklarını sonuna kadar uygulamıyor muydu? 

Romen, Eflâk-Boğdan’da yukarıda saydığım tüm hakları sağlamıştı. En önemlisi, tüm etnik gruplar, ile Türk halkı tıpatıp, aynı haklara ve sorumluluklara sahiplerdi. İlerleme ve gelişim sevdalısı Türk halkı, bunun bir ispatı olarak dünyanın en büyük inkılapçısı Atatürk’ü içinden çıkarmıştır. Bu büyük halk, Atatürk’ü kendi içinden çıkarmıştır. 

Biraz evvel, büyük bir imparatorluğun toleransından bahsediyordum ve altını çizerek, eklemeliyim ki, bu Türk halkının en güzel ve en önemli özelliğidir; hükûmetin tavrına bakılmaksızın, Türkiye halkı yıllar boyunca sınırsız bir iyilik severlik sergilediğini ve bu şekilde karakterize edilebileceğini inanarak belirtmeliyim. Medeniyetlerin tarihinde, kendi isteklerinin doğrultusunda, kendi politik zekası ve erdemlikleriyle, imparatorlukları müthiş değişikliklere uğratan iki insan tanıyorum. Bu iki insan da, bizim bölgemizden yani, Doğu-Avrupa’dan gelmektedirler. Biri Rusya’daki büyük bir kuvvetin doğmasına sebep olan Büyük Petro, diğeri ise, Mustafa Kemal Atatürk’tür. Verdiğim bu iki örnek dünyada, kendi kişilikleriyle kayıba giden iki büyük devleti değiştirebilme gücüne sahip olan insanlardı. 

Türk ve Balkan ülkeleri halkları 500 yıl beraber yaşadılar, onların damarlarından aynı kan aktı. Benim ana dilim olan Arnavutça’da 2000’in üstünde ortak kelimemiz ve atasözümüz bulunmaktadır. Örneğin: Can, cam, tavan, taban, cep, döşeme, “Can çıkar huy çıkmaz”, “Allah bir söz bir”, “Ak akçe kara gün için”, “Allah’tan korkmayandan kork”, “Al gülüm, ver gülüm”, “Söz gümüşse, sükût altındır” gibi. Romence’de, Bulgarca’da, Yunanca’da aynıdır. 

Büyük özellik ve önem taşıyan bir husus vardır ki, o da Atatürk’ün Türkiye ve Balkan ülkeleri arasındaki anlaşmalarla ilgili güzel fikirleridir. 17 Mayıs 1937’de, Ankara’da akredite olan bir diplomatla yaptığı konuşmada, Mustafa Kemal, “Balkan devletleriyle, anlaşmalardan ziyade, daha çok duygularla birbirimize bağlıyız” diyordu. 

Atatürk, Balkan devletlerinin birbirlerine karşı kardeşçe yaklaşmalarının sebebini sadece gelenekler değil, o anların getirdiği bir mecburiyetin ve iki taraflı işbirliği, eşitliği, ayrıca birbirlerinin iç düzeninde birbirlerine karışmamasını öngörüyordu. 

4-11 Kasım 1993’te Selanik’te düzenlenen ve Arnavutluk, Bulgaristan, Yugoslavya, Yunanistan, Türkiye delegelerinin katılmış olduğu 4’cü Balkanlar Konferansı’nda bu vesileyle, Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu evine levha asıldığında bakın, Yunanlı delegelerin temsilcisi olan Papanastasiu şunları söylüyordu: 

“Mustafa Kemal sadece dost ülkenin temsilcisi değil. O Balkan ülkelerin büyük devlet adamdır.Türkiye devletini gençleştirdikten sonra, bunu, Balkan ülkelerine yaklaştırmayı, dost olarak kazandırmayı bilmiştir ve böylece bu ülkelerin birbirlerine bağlanmaları fikrine en bağlı, bu fikrin en ateşli havarisi olarak nitelendiriyorum.” 

Anı plaketinin yanında Atatürk’ün resmi bulunuyor ve bunların yanında da şu sözler yazılıdır: “Türk milletinin büyük müceddidi ve Balkan ittihadının müzahiri GAZİ MUSTAFA-KEMAL burada dünyaya gelmiştir. İş bu levha Türkiye Cumhuriyeti’nin onuncu yıldönümü münasebetiyle konulmuştur. Selanik, 29 Birinci teşrin 1933”. 

20 Ekim 1931 tarihinde, İstanbul’da İkinci Balkan Konferansı yapılmıştır. Delegeler, Ankara’ya giderek, Atatürk tarafından kabul edilmişlerdi. Aynı gün, Türkiye Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Gazi, Konferansa katılan Balkan Devletlerinin şerefine birer telgraf çekmiştir. 
Arnavutluk Kralı’na Ahmet Zogu’ya çekmiş olduğu telgrafta, Atatürk şunları belirtiyordu: “Bugün, İkinci Balkan Konferansı’na katılan delegeleri Ankara’da kabul etmekle gerçekten, bir memnuniyet hissettim. Arnavut millî makamları tarafından gerek benim hakkında ve gerekse Türk milleti hakkında beyan edilen temennilerden çok duygulandım. Bu vesileden yararlanarak, gerek Ekselanslarınızın ve gerekse Arnavut ulusunun bahtiyarlığı ve refahı için en içten dileklerimi sunuyorum. Bu suretle, ancak benim değil, Türk ulusunun da 
duygularını belirtmiş oluyorum.” 

Yukarıda bahsettiğim ve Ankara’da düzenlenmiş olan Balkan Konferansı’nda Kemalist Türkiye’nin, ilerleme ve modernleşmeye yönelik yürüdüğü ve daha o zamanlardan beri GüneyDoğu Avrupa’ya yakışan bir ülke olarak ve ayrıca o zamanlardan beri, Avrupa’ya entegre olduğu düşünülüyordu. Aynı Balkan Konferansı’nda, Atatürk’ün diğer ülkelere tebliğ ettiği tebrikler, bu yeni doğan realitenin yankısını teşkil etmekte idi. 

O zamanlar, Romanya’nın kaderini belirleyen ve çok büyük kişiliğe sahip olan, Nicolae Titulescu, Balkan ülkelerinin iyiliği için bütün zorlukları aşma rolünü üstlenmişti ve Atatürk’te bütün aktifliğiyle, Romanya’nın yanında idi. 

Birçok şeylerin yanısıra, Türkiye’nin artik işgal edici konumuyla ve yapısıyla değil, tam tersine, “Yaşlı” Avrupa’nın kucağında yer almak istediğini herkese ispatlamıştır. 

Bunu kanıtlayıcı bir manzarayı çizmek istersek eğer, Atatürk’ün hükûmetiyle beraber, Arnavutluk gibi küçük bir devlete karşı gösterdiği dostluk ve Arnavutluğu Türkiye gibi eşit tutması son derece güzel bir olaydır. 

Mustafa Kemal Paşa, Türk ve Arnavut milletleri arasındaki dostluk ilişkilerin gelişmesine büyük bir önem vermiştir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin lideri, “Biz Arnavut milletini seviyoruz. Biz Arnavutları kendi kardeşlerimiz gibi görüyoruz. Onlar bizlere uzak değildir. Biz, Arnavutların, devlet ve millet olarak, gelişmelerini, güçlenmelerini ve ileri gitmelerini arzu ediyoruz. 
Bizler Arnavutluğun, herşeyden önce, müstakil bir devlet olarak, Balkanlar’da lâyık olduğu yeri almasını isteriz. Arnavutluk bizim samimiyetimizden emin olmalıdır. Arnavutluk, hiçbir zaman, Türk milletinin ona karşı olan kardeşlik duygularından şüphelenmemelidir. Bu duygular ancak bir tabirden ibaret değildir, kalbin derinliklerinden gelen duygulardır” demiştir. 

9 şubat 1934 tarihinde, Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya, dört devlet olmak üzere, Balkan Anlaşmasını imzalamışlardır. 
Bulgaristan ve Arnavutluk dışarıda kalmışlardır. Arnavutluğun bu bölgesel teşkilâtta gereken yerini alması hususunda yakından ilgilenen Atatürk, ayni zamanda, faşist İtalya’nın baskıları karşısında, zor durumlardan geçen Arnavutluğun müşkül vaziyetini de göz önünde bulundurarak, şunları beyan ediyordu: “Arnavutluğun, 

Balkan Paktına girmesiyle ilgili olarak, şimdiye kadar herhangi bir teşebbüs yapılmamış ve somut girişimlerde bulunulmamış ise, bu hususta, kendi menfaatleri dikkate alınmıştır. Benim arzum Arnavutluğu bu Anlaşmanın tabîi ve daimî bir üyesi olarak görmektir. Arnavut Devleti, uygun şartlara kavuşunca, en kısa zamanda, bir arzunun gerçekleşmesini ümitle beklemekteyiz. Arnavutluk her ne kadar, bu Anlaşmada olmazsa da, işler bir yola konulmuştur ki, Arnavutluk Hükûmeti, Balkan hudutlarını garantili ve bilmiş sayılmaktadır.” (Ayni yer). 

Geleneksel Arnavut-Türk ve Balkan - Türk ilişkileri iyi bir istikamette devam etmiş ise, hattâ fevkalâde bir seviyeye yükselmiş ise, bunu, her şeyden ve herkesten önce, büyük Atatürk’e borçlu olduğumuzu düşünmekteyim. O’nun realizmi ve ileri görüşü, sayesindedir ki, bu gün dahi, Balkan, özellikle Arnavutluk ile Türkiye, iyi ve kötü günlerde, yan yana devam etmektedirler. 

Bazılara göre, 1920, 1930 hatta 1940 yıllarında, Kemalist Cumhuriyeti, Türkiye’nin Avrupa’ya ilgisi olmadığı, hatta ve hatta, Avrupa ülkesi olması için çaba sarf etmediği şeklinde söylentiler vardır. 

Bu yönde, o zamanlar iki çeşit hareket vardı. ilk önce, on sekizinci yüzyılın (XVIII. yy) sonlarında Türkiye’de başlatılan laikliğe giden genel bir yapılanma vardı. Bu olay Mustafa Kemal’in yaptığı bir konuşmada toplumun, Avrupaî bir uygarlığa ulaşması gerektiği, fakat Türk kökeninin unutulmamasının, şart konulduğunu açıklıyordu. Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olarak görülmesi, o zamanlar, millîyetçi bir hareket görülüyordu ve böylece Türkler de Avrupalılara eşit olacaklardı. Elbette tarihe dayanarak, ve tarihi olaylarla tasdik edilerek, bu batılaşma biraz tereddüt gösteriyordu; çünkü Türkiye’nin modernleşme yolu Avrupa ile kavga etmekten geçmişti. 

Özgürlük savaşında, Türkiye, elindeki silâhıyla, Yunanistan’a ve Ermeniler’e hak tanıyan Avrupa’nın karşısına çıkmıştı. Çünkü, Avrupa, Osmanlıyı bölmesinden öte, Türkiye’yi de bölmek istemişti. Neticede, 1920’de imzalanan Sevr Antlaşmasına göre, Türkiye Yunanistan’a Ege bölümünden bir parça ve Doğu-Anadolu’dan, Ermenilere bir parça toprak vermişti. Bu gün bile millîyetçi konuşmalarda, Türkiye’nin Avrupa’ya zorla girmek istediği ve yine Türkiye’nin Avrupa’nın iznini almadan geliştiği söyleniyor. Bu günkü Türkiye toplumunda “Sevr kompleksi” denilen ve laikler tarafından, hatta bir kampı tarafından kuvvetli bir cereyan esmektedir. 

Avrupa’ya girmek veya Avrupa’dan korku fikir tartışmaları bir süre daha devam edecektir. Bu konuda çoğu zaman şu konu işlenmektedir: 
“Avrupa bizlerden neyi istiyor ve bizler de ona neyi verebiliriz?” 
. Türklerin çoğu Avrupa’ya entegre olmayı “iyi bir iş” olarak algılasa da, dini ve kültürel yapısını bozmamak, kimliğini kaybetmemek şartıyla, bunu kabul etmektedirler. Otantik Kemalistlere ve laikizme bağlı olanlara bakıldığında, bunlar tamamıyla batılaşmış durumdalar fakat onlar bile, ulus-devlet statülerini tutmak gerekliliği taraftandırlar. 

Sonuç olarak, Türkiye büyük bir zorlukla karşılamaktadır. Bu yüzden, henüz genç ve hassas olarak, birçok ülkenin bulunduğu bir bölgeye entegre olmak Türkiye için zor bir olaydır. Bir şekilde Atatürk’ün Türkiyesi ve özellikle kendisi hayattayken, hep Avrupa’ya doğru bakmıştır; fakat, kardeş gözüyle bakmıştır. Sovyetler Birliğinden kurtulan Türk devletleri bile, Kemalist düşünceleri en güzel 
şekilde muhafaza edip, ayakta tutuyorlar. Bu gün Atatürk geleneğini koruyan ve devam ettiren Türkiye’nin yeri Avrupa’nın yanındadır, diye düşünmekteyim. Akademisiyen ve ayni zamanda, Uluslararası Güney-Doğu Avrupa Araştırma Derneğinin (AIESEE) Genel Sekreteri olan Razvan Theodorescu, ”Güney-Avrupa’daki birkaç arkadaşımın karşı gelmiş gelmiş olsa da, ben, Türkiye’nin Avrupa’ya girmesinden yanayım ve bu yolda yürümeye kararlıyım. Bizler burada sadece kültürel bir politika yapıyoruz; demek ki, Türkiye’nin kültürel 
politikasının da burada yeri vardır.” diye vurgulamıştır. 

Aşırı İslamcılar ve Turancılar yeni kurulmuş olan devlet için kendi ideolojilerini empoze ederken ve bu devlete bunu yakıştırırken, bütün bunlara karşı gelen Mustafa Kemal Atatürk, “Gerçeklere ve ulusun sınırlarına dönelim” diyordu. Böyle bir düşüncenin, Osmanlı Devletine karşı son darbe olması gerekiyordu. Çünkü, Osmanlı hayati boyunca kendi ülkesi dahil, egemenliği altında tuttuğu ülkelerde de derin izler bırakmıştır. Yine, Atatürk, “Özgürlüğü kısıtlanan bir ülke ölüme ya da kayıba mahkûmdur” diye vurguluyordu. Öte yandan, yine Mustafa Kemal’e göre, özgürlük her topluma uygarlıkve modernleşme getireceğini, görmekte idi. 

Modern Türkiye’nin kurucusu, hür ve özgür yaşamak, hem insanın hem de her ulusun hakkı olduğunu ve her ülke dünya uygarlığını zenginleştirdiğine inanıyordu. Bütün ülkelerin vatandaşları, öyle bir eğitim almalıydı ki, kıskançlıktan, açgözlülükten, kin ve nefretten, uzak tutmalıydı. 

Atatürk, çoğu zaman Türkiye’nin kaderinin diğer ülkelere bağlı olduğuna inanarak, “Ulusların iyiliği için çalıştığında, elbette kendi ülkene mutluluğu ve barışı sağlamış oluyorsun “ diye düşünmekteydi. 

Türkiye’yi işgal savaşından sonraki günlerde Gazi, savaş alanında gezerken duygulu anlar yaşayarak, kadavra ve silahları gördüğünde, nöbetçi askere: “Burada gördüklerin insanlığı kesinlikle onure etmiyor. Onlar bizim ülkemizi işgal ettiler ve bizler de korunduk Acaba, kim suçlu?” diye sordu. Birkaç metre mesafede yürümeye devam ederken, yerlerde yatan Yunan bayrağını görerek onun hemen kaldırılmasını emretti. Çünkü, fikirlerine göre, bir ulusun sembolü ayaklar altında çiğnenemez ve ona saygı gösterilmelidir. 

İkinci Dünya Savaşına doğru, ilerleyen senelerde, Ankara, Yugoslavya Başbakanını ağırlıyordu. Bu Başbakanın Hitlerizme olan düşkünlüğü biliniyordu. Tam tersine, Atatürk, Güney’den gelen bir şiddete maruz kalınırsa, Balkan işbirliğinin gerektiğini düşünerek, bu misafir için bir balo gecesi düzenlediğinde, orada bulunanlar, Gazi’nin, Belgratlı misafire, “Bizler kimsenin düşmanı değiliz, sadece insanlığın düşmanlarına karşıyız” şeklinde konuştuğunu duymuşlardır. 

Atatürk homojen, modern sınırları korunmuş ve geçmişin hatıralarından arınmış bir devlet kurmak istiyordu. 

O’na göre: “Herkes kendi için değil, herkes, herkes için çalışmalıydı”. Çünkü, “büyük sanat eserleri, önemli girişimler, ancak toplu bir güçle elde edilebilirdi”. 

Mustafa Kemal, eğer “Güvenlik, bütün uluslar için değilse, o zaman dünya barışı sağlanamaz” sözüne dikkat çekmekteydi. 

Atatürk’ün bütün düşünceleri, bir Avrupa ileri görüşlü olduğunu ispatlamaktadır ve ayni zamanda, Türkiye’nin yerinin, doğal olarak “Yaşlı” Avrupa’nın yanında olduğuna içten inanmaktaydı. 
Şanlı Atatürk’ün ismi ve kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devletleri, ebediyen yaşasın! 

***

29 Mayıs 2019 Çarşamba

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 18

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 18




ATİLA KAYA (İstanbul) - Hâlen JİTEM için “Yok.” diyorlar resmî olarak. 
TANSU ÇİLLER – Yani var mı, ne derecede yok, hangi kapsamda, ne zaman kuruldu? Çok evvelden kurulduğu ifade ediliyor. Ne zaman kuruldu, kim kurdu, ne yaptı; hâlen biliyor muyuz? Bunca iktidar, bunca siyasi irade… Dolayısıyla “Çiller niye çözemedi?” “Tecrübesizdi, şuydu, buydu.” Doğru olan tarafları var. Ben bunları bilerek girmedim siyasete; doğru ama soracağım yerlere de sorduk bunları ama hâlâ da çözemedik. 

Yalım Erez, kurulmasında da rol oynadı, gitmesinde de rol oynadı. Ben, örtülü ödenek, gayrimenkul ilişkileri vesaire… Her başbakan nasıl kullandıysa örtülü ödeneği ben de öyle kullandım, milletim için kullandım, ülkem için kullandım. Ve anladığım kadarıyla en az kullananlardan biri de benim yani eğer çıkan rakamlar 
ortalarda, doğruysa. Bunun gayrimenkullerle hiçbir ilişkisinin olması mümkün değil. Ben gayrimenkuller konusunda hesabımı defalarca ama defalarca da… 
Ben buradan çıkarak siyasete girdim, başka bir yerden çıkmadım. Benim bu yalıyı dahi siyasetten sonra aldığım söylendi. Bunların aslında altını çizen iki olay vardır, bunu da ben çok açık biçimde söyleyeyim: Biri, Amerika’daki otellerin, mal varlığının olmasıdır. Ben Amerika’da 9 yıl kaldım, zaten evimiz vardı orada. Bunu biliyor, herkes bilerek girdim zaten siyasete. Mal varlığımın hesabını verdim, girerek girdim. O mal varlığının üstünde nasıl arttığının hesabını verdim, defalarca, defalarca, defalarca… Yetmedi, beni IRS’e şikayet ettiler. IRS dünyanın en katı kurumlarından biridir; en katı yani bulmaması mümkün değil. Hani kara paraydı, ak paraydı, bilmem neydi, şuydu, buydu… IRS’e gittiniz mi bitti olay. IRS’in denetiminden geçirdiler beni; sağ olsun Mesut Yılmaz. 
Ben siyasete gittiğimden, daha uzun, o döneme rağmen daha zor dönemde siyasetten çıktım. Hiç kimse benim kendi iş adamlarımı bulduğum veya 
kendi iş adamlarımı yarattığım konusunda bir şey söyleyememiştir; yapmadım çünkü. Hiç kimse, benim çocuklarımın şu işi kurduğunu, bu işi kurduğunu söyleyememiştir; yapmadım çünkü. Dolayısıyla, son derece rahatım. Ben, tabanımın başını öne eğecek hiçbir şey yapmadım Allah’a şükür. 
Şimdi, gelelim “Hangi özelleştirmeden pay istediler?” Bu “beşli çete” ile Çörekçi Paşa konuşmuş, Karadayı ile vesaire. Yalnız şunu biliyorum: Ben “beşli çete” ne yaptı, ne etti, onların arasındaki ilişkiyi bilemem. Ama şunu biliyorum: Bu 28 Şubat Kararları’ndan sonra o “beşli çete” denen, bütün hepsi çıktılar ve “Bunu 
onaylıyoruz.” dediler. Yani “Bunun karşısında demokrasi adına duruyoruz.” diyen bir refleks vardı, o çıkmadı ortaya yani o kesin. Bunun dışında bu arada… 
NİMET BAŞ (İstanbul) – Araya giriyorum, böyle bir refleks beklenebilir miydi bilmiyorum. Zaten o beşi bir araya gelip Cumhurbaşkanı Demirel’i ziyaret ettiler ve kapıda şöyle bir açıklama yaptılar: “Yani o PKK öncesi süreçte biz ekonomiyle ilgili meseleleri bir kenara bıraktık. Ülkenin geleceği tehdit altında, irtica tehdidi altında. Bizim artık öncelikli meselemiz budur.” dediler. Yani o giden süreci hazırlayan aktörlerdi aynı zamanda. İyi ki demokrasi karşısında bir tutum almadık. 

TANSU ÇİLLER – Evet, irtica konusuna her zaman biz mesafeli olduk, yani irtica bir iç tehdit midir? Doğru Yol Partisi geleneğinde… Biz muhafazakâr bir tabandan geliyoruz. Mesela ben şunu size çok açıkça söyleyeyim: Şu anda söylüyorum, siyaset öncesi olduğu için söylüyorum. Yani siyasette hani birtakım çıkarlar 
oluyor, birtakım laflar edebilir siyasetçi, bunu da zaman zaman görüyoruz: Bu işin bir mantığı da vardır ama ben Boğaziçi Üniversitesinde ekonomi bölümü başkanıyken, o sırada başörtüsü yasakları geldi. Ben başörtüsü yasaklarına çok şiddetle karşı çıktım. Dedim ki: “Benim girecek talebemin başının örtülü olması değil, başının üstünde ne olduğu değil başında içinde ne olduğu önemlidir benim için.” Dolayısıyla, bu konuda bizim bir sıkıntımız yoktu yani parti olarak da olsun, bireysel olarak da bir sıkıntımız yoktu. Ancak belli bir korku zaman zaman üste çıkıyordu. Şöyle, işte, acaba hakikaten kanlı bir şey mi olur? Yani gelirler, hepimizin bütün özlük hakları elimizden gider mi? Zaman zaman böyle bir hava yaratılıyordu, özellikle o kelimenin sihri neyse, o “Kanlı mı olacak, kansız mı olacak?” meselesi iz bırakmıştır, bu doğru. Ama ben irticayı hiçbir zaman bir iç tehdit olarak gerçek anlamda görmedim, asıl mesele dış tehdit olacak PKK’dır. Böyle tanımlamam lazım. Bizim partinin tabanının refleksleri de bu doğrultudadır zaten, yani o bir gerçek. 

Ondan sonra, “Demokrasi adına hangi özelleştirmeden pay alınmak istendi?” Vallaha ,özelleştirmeden, mesela bir şirket vardı ki bunlar… Zaten bizim özelleştirmelerimiz kısıtlı oldu. Yapılan özelleştirmeler şeydeydi… 

Diğerlerinin niye yapılmadığında, aslında birtakım baskıların olabileceğini hissetmiş olmanın etkisi vardır, onu da söyleyeyim. Koalisyon ortağımızın tavrının etkisi vardır; bu da doğru. Ama çimento sanayisine ilişkin çok ciddi 
ve somut sıkıntılarım oldu. Yani sıkıntılar şuydu: Birisine veriyorsunuz ihaleyi, kazanıyor; ikincisine veriyorsunuz, daha güçlü geliyor, onu da kazanıyor; üçüncüsünü, dördüncüsünü, beşincisini istiyor. Zaten yarısından fazlası 
birisinin elinde, topyekûn verirseniz o monopol olur. İnşaat kesimini tümüyle bloke edersiniz. Yani o kadar fiyatları istediği gibi ortaya koyar ki bunu yapmanız mümkün değil. Dolayısıyla, bunu reddediyorsunuz. “Ne hakkın var?” diyor, ondan sonra başlıyor varan bir, varan iki, varan üç… Eşinizle ilgili… Zaten ilk kadın başbakanın eşi olmak da kolay bir şey değil, onu söyleyeyim. Yani Özer Bey’i gerçekten tanımak lazım ilk önce. 
Yani yaratılan imajla kendisi arasında çok büyük fark vardır, çok büyük farklar var. Benim eşimle ilgili yaratılan şey, mafya, çete, bilmem şu ilişkiler, bu ilişkiler… Yani hayretler içinde kalıyoruz gerçekten. Mesela bir tane, Halim Paşa Yalısı. Yakmışız, işte oradaki bütün şeyleri almışız resimleri, o resimleri bilmem nerelerde saklamışız. İlk önce yakmışız orayı yani ve bunu benim eşim yapmış ve bütün bunlardan rant toplamış falan. 
Yani bunlar günlerce gidiyor. Ondan sonra, işte, bilmem, şey için petrol bilmem nesinde özel bir şey olmuş, Baybaşin’le bilmem ne yapmış. Baybaşin diye çıkarılan şey Özer Bey’in Aydın Doğan’la yaptığı şey, Adalara. 
CENGİZ YAVİLİOĞLU (Erzurum) – 4046 sayılı Özelleştirme Kanunu sizin zamanınızda mı çıktı Sayın Başbakanım? 
TANSU ÇİLLER – Sayı, adı ne? 
CENGİZ YAVİLİOĞLU (Erzurum) – 94’ün sonu, 95’in başı… 
TANSU ÇİLLER – O Özelleştirme Kanunu’nun içeriği neydi? 
CENGİZ YAVİLİOĞLU (Erzurum) – Özelleştirmeyle ilgili ilk kanun. 
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – 85’te, 85 o. 
CENGİZ YAVİLİOĞLU (Erzurum) – Hayır, hayır. 95’teki… 
BAŞKAN – Daha sonra özelleştirme yöntemleri hakkında yeniden değişiklikler, aynı sayılı Kanun’da değişiklikler yapılmış olabilir. 
TANSU ÇİLLER – Şimdi söyleyeceğim şey hatırlayabileceğim bir şey olmuyor yani sayıyı hatırlayamadım, şeyi hatırlayamadım ama özelleştirme konusunda ciddi bir siyasi irademiz vardı, o doğru. 
BAŞKAN – Sayın Başbakan, sorularımız tamamlandı. Arkadaşlarımın anlayışına sığınarak ve de daha doğrusu, bir anayasal hakkı kullanarak, bugüne kadar Komisyonda dinlediğimiz hiç kimse hakkında olumlu veya olumsuz bir yorum yapmamaya gayret ettim Başkan sıfatıyla. Ama bugün çok tarafsız kalarak bir değerlendirme yapmayacağım, bir kadın olarak pozitif ayrımcılık yapacağım. 

Öncelikle bizimle paylaştığınız tüm değerli bilgiler için ve samimiyetiniz için çok teşekkür ediyorum. Darbelerin gerekçeleri her dönemde değiştirilmiştir, değişmiştir ama iç tehdit algısı şeklinde oluşturulan, zaman zaman komünizm, zaman zaman iltica, zaman zaman aşırı milliyetçilik şeklinde tezahür eden olaylar… Bu Komisyon çerçevesinde dinlediğimiz, özellikle devleti temsil eden önemli kurumların başındakiler tarafından gerçekte böyle tehditler olmadığını, 80 darbesine giden süreçte ciddi bir sol yapılanma olmadığını, komünizm 
riski olmadığını, diğer dönemde milliyetçi akımların güçlenmesini bir tehdit olarak algılayıp bunların olmadığını… Yani aslında devletin hangi dönemlerde hangi algıları öne çıkardığı ve aslında bu algılar doğrultusunda kullandığı bütün aktörlerle -medya, sivil toplum dâhil olmak üzere yarattığı bu algılarla aslında birtakım ekonomik çıkarların da en ön planda olduğunu ve aslında devlete sermaye yapısı olarak eklemlenmiş bir ülkede sermaye gruplarının çıkarlarının çoğu zaman devletin çıkarlarıymış gibi sunulduğunu, dolayısıyla sizin aslında 
içinden geldiğiniz kitlenin de sizinle daha sonra, bırakın barışık olmayı, düşman olmasının nedeni sizin devletin çıkarlarını ön plana alan, sermaye gruplarının çıkarlarını geride bırakın siyasi tavrınızın da rolü olmuş olabileceğini düşünüyorum, bütün bu tehdit ve tehlike algılarında. 

“28 Şubat ezber bozan bir darbedir.” dediniz. Biz hep “atipik” diyoruz o nedenle de çok uzun süre… 
Çünkü orada artık rol silahlı kuvvetlerin işaret ettiği, başta medya olmak üzere, “Bu kez silahsız kuvvetler halletsin.” şeklinde talimatlarla… Bugün aslında çok yakın tarihimizle yüzleşiyoruz, tanıklarımız var. Türkiye bunu başarabiliyor, bu açıdan çok da şanslıyız hepimiz. Çünkü biz yakın tarihiyle değil, çok uzak tarihiyle bile hesaplaşmayı, yüzleşmeyi, bu tanıklıkları başarabilmiş bir ülke değiliz. Dolayısıyla, bugün bu Komisyondaki tanıklığınız bizim açımızdan tarihî anlamda önemlidir ve anlamlıdır. 

Değer verdiğiniz ve bunca saat gerçekten kesintisiz olarak cevaplandırdığınız tüm sorular için… Şantaj, menfaat, ikbal ve o dönemde azınlığın demokratik anlamda seçilmiş ve çoğunluğa karşı teslim edilişini çok net olarak aktardınız, anlattınız. Kurulan bu siyasi partinin, özellikle DTP’nin bütün bu planların önceden hazırlandığının en önemli delili olduğunu, önceden kurulup sonra aktarmaların yapıldığını ve sizin aslında dış dünyayla o dönemde kurmuş olduğunuz ilişkilerde, Albright’la yaptığınız görüşmelerde her ne kadar böyle bir 
tehdidin, fiilî bir darbe riskinin olmadığını görseniz de o dönemde bunların geniş manada oluşmuş, kurumlar nezdinde oluşmuş, siyasiler üzerinde oluşmuş korkuyu gidermeye de yeterli olmadığını anlatmaya çalışmanıza rağmen… Gerçekten, Batı Çalışma Grubu belgelerine ulaştıktan sonra yapılması gerekenler konusunda “Eğer rota başka türlü olsaydı, bugün başka türlü mü yazılırdı?”yı… Aslında hepimizin kafasında bir soru işareti. 
Gerçekten, hedef gösterildiniz ve çoğu vakit aşağılama düzeyine varan değerlendirmeler yapıldı. O dönemde siyaset dışında bir kadın olarak izlediğim zamanlarda beni de şahsen çok rencide etmiştir. Çünkü vurguların hemen hemen tamamı yaptığınız siyasi eleştirilerden ziyade cinsiyetinize yönelik bir ayrımcı tutumdu açıkçası, bunu çok algıladık. Türkiye'nin ilk kadın Başbakanı olmanın belki de ağır bir bedeliydi bir manada ama bu ağır bedelin karşılığında belki de bugün Türkiye’de kız çocukları “Gelecekte Başbakan olacağım.” veya “Şu görevde bulunacağım.” diyebiliyorlar. Bu anlamda zor dönemler belki ama bir hayalin kurulmasını, kız çocuklarımızın hayal kurmasını sağladınız. 

Gerçekten, daha sonraki dönemlerde de her şeye rağmen, gördük ki millet iradesini arkasına almayan, azınlık da olsa hiçbir siyasi iradenin devam edemeyeceğini. Ama söylediklerinizden en önemlisi, bence, siyasi istikrarın toplum için gelecekte ne kadar önemli olduğu vurgusuydu. Gerçekten, bu çekiştirilmeye müsait siyasi ortamların da darbelere veya o yumuşak karına vurmaya hevesli olduklarını vurguladınız. Gerçekten, belki şu anda da burada sorulan bazı sorularda benim gözlemlediğim, bütün sorulara tüm açık yürekliliğinizle ve samimiyetinizle cevap verdiğiniz kanaati var bende. Bunu bu anlamda önemsiyorum ve aslında bütün sorulara da son derece soğukkanlı bir şekilde cevap verdiniz ama burada size soru sorduktan sonra ayrılan Sırrı Süreyya Önder Bey dışarıda yaptığı açıklamada sizin ağladığınızı ifade etmiş. Dolayısıyla, ben şimdi Komisyon toplantısını sonlandırmadan önce açıkça bir tespitte bulunmak istiyorum. Serinkanlı ve sağduyulu, soğukkanlı bir şekilde verdiğiniz tüm cevaplar karşısında belki de sizi en çok etkileyen şey, duygularınızı katmadan değerlendirdiğiniz tüm olayların dışında, bilerek insanları ölüme gönderdiğiniz iddiası karşısında dayanamadınız, duygulandınız ve gerçekten, bunu çok insani buluyorum. Erkek siyasetçiler bunu nasıl buluyor, bilmiyorum ama ben bir kadın olarak bu hissiyatı… 
İDRİS ŞAHİN (Çankırı) – Ağırlık hâlen bizde Başkanım, Dikkat edin. 
BAŞKAN – Evet, sayı olarak çoksunuz biliyorum ama bu Komisyona gelen bazı erkek konuşmacılar “Erkek gibi çıktım.” filan dedikleri zaman da düzeltiyorum. Kadın gibi olmak da değil, aslında cesaretle bazı şeylerin… Cinsiyetle değil, cesaretle olmak, insan kimliğimizle olmak… Dolayısıyla, bunu belki bir zayıflık olarak gösterme girişiminde olanlar olabilir ama ben, dediğim gibi, son derece insani ve bir annenin duyguları ve hassasiyeti olarak algıladığımı ifade ederek tekrar samimiyetiniz, içtenliğiniz ve güzel ev sahipliğiniz için teşekkür 
ediyorum tüm Komisyon üyelerim adına. 
TANSU ÇİLLER – Ben de hepinize çok teşekkür ediyorum. Buraya kadar zahmet ettiniz, ayaklarınıza sağlık, gönlünüze sağlık. Bütün yapmak istediğimiz şey, gelecek nesillere doğruları aktarmada, yanlış yazılmış bir tarihin gerçeklerini bir kez daha paylaşmada size yardımcı olabilmek. 

Çalışmalarınızda başarılarınızın devamını diliyorum. Hepinize tekrar teşekkür ediyorum geldiğiniz için, sağ olunuz. 

Kapanma Saati: 16.08 

*** 

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 17

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 17


ENVER YILMAZ (İstanbul) – Evet, Sayın Başbakan, son çizdiğiniz çerçeveye ilişkin çok kısa bir değerlendirme, ben onu algıladım, size de sormak istiyorum. “Yani o dönemde Doğru Yol Partisinin genel başkanı siz olmasaydınız Sayın Demirel’in tavrı, 28 Şubat sürecine yönelik, böyle olmayacaktı.” diyebilir miyiz? 

TANSU ÇİLLER – Hayır, yani diyemeyiz. Niye diyemeyiz? Hayır hayır, diyemeyiz çünkü mesele, bizimle olduğu için çok daha kolay oldu. Çünkü kamuoyunda “ANAP mı, Doğru Yol Partisi mi?” dendiği zaman milletin bağrında, esnafın gözünde vesaire Doğru Yol Partisi çok daha öndeydi ama etkin gruplar diyelim, 
egemen gruplar diyelim, Doğru Yol Partisini istemez hâle gelmişlerdi. Niye? Gümrük birliği, fonlar, teşvikler, bütün bunlar uygulanmış. “Anadolu sermayesi”, “Kartel medya” demişim. “Kartel medya” kavramını ilk ben kullandım. Yani dolayısıyla, bir çok şey olmuş. Neden ben bunu yapmışım? Durup dururken dostlarıma… Onlar benim dostlarım çoğu. Diyorum ben, Sanayi odalarının baş danışmanıyım, TÜSİAD’ın baş danışmanıyım, Ticaret odalarının baş danışmanıyım, ben bunların hepsini tanıyorum, seviyorum. Yani bir derdim yok, kişisel bir derdim yok. Ama bir tercih bu. Bir krizden çıkaracaksınız, çok kıt kanaat birtakım kaynaklarınız var; bunu çok iyi kullanmak mecburiyetindesiniz. İşsizlik adına çok iyi kullanmak mecburiyetindesiniz. Dolayısıyla, bunları 
KOBİ’lere, bunları esnafa, bunları şuraya yapıyorsunuz. Bir anlamda, bir miktar rekabeti getiriyorsunuz. Bakın, bu rekabet gelmeseydi o dönemde, Türkiye’de bu ihracat patlaması olmazdı. Cari açığın yüzde 300 küsur olan, yüzde 370’leri bulan, millî gelire oranının yüzde 125’idir sadece Avrupa Birliğine olana yüzdesi. Geri, yüzde 1.400, 1.500’e yakın kısmı yani cari açığın Avrupa Birliğinden kaynaklanan bölümünün bütün Asya ülkelerinden olan cari açığa oranı on ikide 1, on üçte 1’dir ve onların da ihracatına, oraya yaptığımız ihracatta da yükselme, o rekabetin Türkiye’de tesis edilmiş olmasındandır, çok dinamiktir bu iş. Ben bunun özel dersini yıllarca vermiş bir kişi olarak bunun ne kadar gerekli olduğunu gördüm Türkiye için. Dolayısıyla, yani bilmiyorum… 

ENVER YILMAZ (İstanbul) – Evet, 1960 yılından itibaren, darbeleri araştıran bir Komisyonuz; 60 darbesi, 71 muhtırası, 12 Eylül, 28 Şubat. Siz de 90-98 yılları arasında Başbakanlıkta en üst yöneticilik yapmış, devlet yönetiminde bulunmuş bir devlet büyüğüsünüz. Kısaca, o, yönetici olduğunuz döneme ilişkin öz eleştirili bir soru sorulduğunda “keşke” diyebileceğiniz cevaplarınız var mıdır? 
TANSU ÇİLLER – Var, birçok var. 
ENVER YILMAZ (İstanbul) – Yani ana başlıklarıyla alabilirsek… 
TANSU ÇİLLER – Yani bir kere şunu söyleyeyim: Çok idealistim. Yani bir siyasetçinin biraz daha pragmatist olması lazım. Yani o Thatcher’ın bana söylediği laflar boşuna değil. Hem Gümrük Birliğine gireceksin, bu kadar sanayiciyi karşına alacaksın hem tutacaksın tüm özel televizyonları canlandıracak sın, özel televizyonların kanunlarını çıkaracaksın, bütün o baskıları üstüne çekeceksin. Çünkü bu böyledir. “Pendulum” derler ya buna; bir buraya gider, bir buraya gider. Katı bir iletişim sisteminden, ülkenin haber alma sistemini sadece TRT’yle yaparken, bir de STAR televizyonu var, onu da, kanunu yok, iyici kıstırıyorsunuz “Bak, sen kanunsuz iş yapıyorsun.” diye. Birdenbire onların kanunlarını çıkarıyorsunuz “Ben radyomu istiyorum.” diyerek. 

Benim çocuklarım da o sırada; ilkokula bile gitmiyor küçük oğlum. Yani o da istiyor radyosunu. Benim yani isteğim, ülkede liberal olsun, her şey duyulsun, her şey konuşulsun. Onu yapıyorsunuz, sonra karşılıklı terör mücadelesini buluyorsunuz bütün bunları yaparken. Ondan sonra, çıkıyorsunuz… Ben çok iyi bir başbakanlık yaptım. Yani bütün şeye rağmen çok rezistans gösterdim. Ülke için, millet için doğru olanı yaptım; bundan hiçbir şüphem yok. Ama gerçekçi miydi bu kadar şeyi bir arada yapmak, bu kadar karşıya almak? Ondan sonra, 
tutuyorsunuz… Göremedim orada yani “Refah Partisiyle koalisyon yapmam” derken gerçekten samimiydim. 
Yani o, kanlı, bilmem neyli ihtilaller, canım böyle şey mi olur? Yani DNA’larım reddetti, böyle şey mi olur? Kanlı gelecek, bütün laik cumhuriyet gidecek. Nedir bu? Sonra, bunun aslında devletle milletin bütünleşmesi gereğinin bir şartı olduğunu, o koalisyonun, idrak ettim, başta edemedim bunu. Bunun gibi… Yani aslında, başbakanlık uygulamalarında bence sıkıntım olmadı ama bir siyasetçi olarak, bugün çok daha farklı görüyorum bütün olayları. 
BAŞKAN – Çok teşekkür ediyoruz. 
Son soruyu ve son sözümüzü Alt Komisyon Başkanımız Yaşar Karayel Bey’e bırakıyorum. 
YAŞAR KARAYEL (Kayseri) – Sayın Başbakan ev sahipliğinize teşekkür ediyoruz, sunumlarınız için de teşekkür ediyoruz. 
Biz özellikle 28 Şubat ve 27 Nisanı değerlendiren Alt Komisyon olarak biz, bu çalışmalarımızı daha çok 1991 yılından itibaren alarak, darbelerin başlangıcı nerelere dayanıyor; buradan başlayarak son güne kadar gelme durumundaydık. Bu noktalarda da, şu ana kadarki konuklarımızdan bu konuların hepsini dinleyerek geldik. Burada, şöyle bir tespit söz konusu oldu: 1991 yılından itibaren ilk genel seçimlere gelinirken Refah Partisi, Milliyetçi Çalışma Partisi, Islahatçı Demokrasi Partisi bir birlik oluşturuyorlar, bu birliğin oluşmasıyla 
Meclise milletvekili sokuyorlar ilk defa ve bu sokulmayla birlikte de devletin belli kurumlarının bir karşı duruşu ve ideolojik tavırlara karşı kendilerini korumaya almak gibi bir refleksi gelişiyor. Bu tarihten itibaren başladığımızda hem PKK belası hem de bu tip radikal, devletin belli kurumlarına göre radikal olan bu tip söylemlerle Meclise girenlerin önünün kesilmesiyle ilgili bir sürü iş ve işgaller oluşuyor. Bunlara baktığımız zaman, biraz önce size de sorulan, bu Kürt aydınlarının öldürülmesi, iş adamlarının öldürülmesi, üniversite hocalarının öldürülmesi, bununla ilgili gazetecilerin öldürülmeleri, sağdan soldan kimi seçmişlerse onunla ilgili Türkiye’de, tabiri caizse, belli kurumlar, ister bunun adına JİTEM deyin ister kontrgerilla deyin, ne ise, nasıl isimlendiriliyorsa böyle bir temizlik harekâtının olduğu maalesef bu ülkede yaşanarak hep birlikte geldik. Bunun hem devlet olarak bedelini ödedik hem de millet olarak bizler ödedik. Biz 80’de öğrenciydik, 71’de öğrenciydik ama bu, bir neslin de, tabiri caizse, telef olmasına, bir neslin yok olmasına çok büyük ızdıraplar; aile, iş ve insanların zulüm görmesine, evlerinin ve yuvalarının dağılmasına sebep oldu. Bu yüzden, böyle bir sıkıntısı hem iktidarların hem de milletin başının belası oldu. 

Siz de söylerken Sayın Başbakanım, dediniz ki: “251 milyar TL’lik bir kayıp oldu bu dönemde.” O, iki yıllık bir kayıpsa eğer Türkiye zaten ondan sonraki dönemde çok büyük bir batağa saplandı ve tek bir sente muhtaç bir ülke hâline dönüştü ve bunların hepsinin sebebine de karşılıklı baktığımızda; aslında bir görünen 
yüzü var darbelerin, bir de görünemeyen tarafı var. Görünen yüzünde, işte, Doğru Yol Partisinin parçalanması, Refah Partisinin irticai faaliyetleri, devletin kendisine göre tedbirler almasından; görünmeyen yüzüne de baktığınız zaman, bu ekonomik kayıpları Türkiye’nin çok daha başının belası hâline gelmiş. Yani tabiri caizse, bağımsız bir ülke iken bağımlı bir ülke hâline gelerek, ekonomik olarak hem dışarıdaki güçlü ülkelerden borç almak gibi bir sıkıntıya da düşmüş, alamamak gibi bir sıkıntıya da düşmüş. Bunların hepsine baktığımız zaman, 
bu yaşadığımız şeylerden bir de ders çıkartmamız ve Türkiye’nin geleceğiyle ilgili bir perspektif geliştirmemiz gerekir. Bu Komisyonumuzun da hem 60’tan başlayarak, 28 Şubat ve 27 Nisan dâhil olmak üzere, bir daha bunların olmaması için gayretlerimiz var. Bu gayretler içerisinde de sizin gibi, devlete hizmet etmiş büyükleri de dinleyerek, tabiri caizse, gelecek nesillere bir doküman hazırlamak ve bu gelecek nesillere de bir ışık tutmak istiyoruz. 

Bu noktalarına baktığımız zaman da son 28 Şubat dönemiyle ilgili bize Sayın Başbakan, özellikle sizinle ilgili, bunun adına ne derseniz deyin, “Refah Partisiyle olan koalisyonunuzu bozmak”, “Doğru Yol Partisinin içini boşaltmak” yani ama bununla ilgili en yakın çalışma arkadaşlarınıza baktığımız zaman Refahyol 
Hükûmetinin kurulmasına, sizinle birlikte büyük önem veren bunun olmasına gayret gösteren Yalım Erez, yıkılmasında da kurulması kadar bir gayret göstermiş. Burada diyor ki Sayın Yalım Erez: “Ben, Sayın Çiller’le görüştüm, örtülü ödenek işlerini konuştum kendisiyle.” Doğru Yol Partisinin milletvekilleri nin üzerinde de etkili olmuş bu görüşme. Örtülü ödeneklerin, yurt içinde ve yurt dışında gayrimeşru olarak girişimlerde kullanıldığı şeklinde sizinle görüşmüş. Bununla ilgili, sizin, örtülü ödeneklerini mal edinmek diyerek gayrimenkul, içeride ve dışarıda edinmekle ilgili sizinle görüştüğünü; bunları da, sizden ayrılmasında bir gerekçe olarak gösteriyor. Bu, gerçekten bu gayrimenkul edinmişleri, siz belki cevaplandırdınız ama bir kısmını, bunu tekrar cevaplandırırsanız memnun olurum. 

Bir de efendim, hükûmetin istifaya zorlanmasında, özellikle bu, “Bir Asker, Bir Diplomat” kitabında Güven Erkaya değişik şeylerden bahsediyor. Burada, özellikle diyor ki: “Doğru Yol Partisi, bizim bu yapmış olduğumuz sıkıştırmalardan ve korkutmalardan etkilendi, bizim de zaten hedeflediğimiz buydu. Bir ihtilal yapmak, bir darbe yapmak düşüncesinde değildik. Çörekçi Paşa’yla birlikte, Çevik Bir’le biz bir araya geldik Genelkurmay Başkanlığında. Bundan Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın da bilgisi vardı. Bunlarla ilgili 
görüşmelerimiz oldu. Karadayı’ya da söyledim, o da bu görüşlerimizi bizimle paylaştı.” şeklinde söylüyor. Buradan baktığımız zaman, hükûmeti istifaya zorlayan oluşumlar arasında, asker, sermaye, basın , STK’lar, bu “beşli çete” diye o zamanlar basında yer alan mafya bağlantısı hakkında sizde nasıl bir düşünce oluştu? Medya patronları, hangi özelleştirmelerden, sizden pay talep ettiler, bunun rant olarak karşılığı neydi? Bunların, doğrusu, sizin partinizin ve iktidarınızın yıkılmasında da belki kamuoyu açısından çok büyük tesirleri oldu. 

Bir de efendim, “Demokrasi uğruna, bu ülke irticaya teslim edilemez.” diyordu asker, bunları yazdırıyorlardı, basında manşet yaptılar. Siz de buna karşılık “Laikliğin teminatı benim.” dediniz. Ama Güven Erkaya diyor ki : “Özde değil sözde, siz, savunuyorsunuz. Onun için de gereğini yapmıyorsunuz.” gibi size bir 
suçlama söylüyor. Hâlbuki terör, sizin zamanınızda en az seviyeye indirilmiş ve başarılı da bir, o zaman hükûmet etme anlayışınız oluşmuştu. O zaman askerlerle aranız iyiyken, nasıl oldu da askerler size karşı böyle bir tavır 
sergileme durumuna geldiler? 

Bir de, bu Cengiz Bey sordu, bu irtica tehdidi nasıl oldu da… Yani irtica neticede içeride olan bir faaliyettir varsa ki bununla ilgili devletin birimleri var, adli kuvvetleri var, idari kuvvetleri var bununla ilgili, suç işleyen karşılığını, cezasını çeker. Nasıl oldu da irtica Türkiye’nin dış tehdidine karşı öne geçti, PKK’nın önüne geçti? Bunun öne geçmesinde size iletilen bilgiler var mıydı? Bu, yoksa askerlerin bir kurgusundan ibaret miydi? 

Doğru Yol ve Refah Partisinden oluşan bu Hükûmetin yıkılmasının bir enstrümanımı mı oldu? Bunlarla ilgili de görüşlerinizi bizimle paylaşırsanız… 
Ben tekrar teşekkür ediyorum. 
TANSU ÇİLLER – Teşekkür ederim Sayın Karayel. 
Evet, ilk önce bu 251 milyar TL… Yani bu gösteriyor ki her darbenin aslında asıl bedeli… Evet, işte, yok, şu hedef oldu, bu hedef oldu, Çiller’e gitti, Doğru Yol Partisi parçalandı, Refahyol çökertildi, hükûmet gitti; sonuçta Refah Partisi kapatıldı, sonuçta belediye başkanları görevden alınıldı, hapse gönderildi vesaire. Bütün bunlar, bu sonuçlar, bunlar kişisel sonuçlar bir yerde, siyasi de sonuçta. Ama asıl bedeli millet ödüyor. Yani burada gördüğümüz şey, bunun asıl bedelinin milletçe ödendiği. Biz bunu başta çok daha az hesap etmiştik, 65 
civarı hesap etmiştik ama 251 milyar TL olarak ortaya konuyor, 2 milyon da kişi işsiz kalıyor. 
YAŞAR KARAYEL (Kayseri) - Bu iki yılda olan bir zarar mı Sayın Başbakan? 
TANSU ÇİLLER – Bu, 2001 krizinin Türkiye’ye zararı yani topyekûn, topyekûn krizin değerlendirilmesi. O, 2001 krizine giden sürecin aslında tohumları 28 Şubatta ekiliyor ve netice itibarıyla Sayın Ecevit gerçekten hiç kimseye hiçbir şey vermiyor. Yani Sayın Ecevit’in kendisi fiilî olarak bu işin içinde değil ama Ecevit döneminde de bu rant meselesi çok büyük ölçüde devam ediyor ve bana göre, işte, 29 Şubatın süreç olması da buradan kaynaklanıyor. Ve sonuçta, bunun bütün bir mali portresi çıkıyor ve millet bu bedeli ödüyor, millet ödüyor yani 
bunun için. Burada, bakılacak olursa eğer çok ciddi sonuçları var bunun yani 1997 yılında bıraktığınız Türkiye’ye bakıyorsunuz… Mesela, bir şey söyleyeyim size, millî gelirin oranı olarak söyleyeyim, iç borçlar, dış borçlar, millî gelir oranı olarak: Siz bırakıyorsunuz iç borçları yüzde 28’de, gayrisafiye oran olarak yüzde 14’te bırakıyorsunuz, yüzde 68’e çıkıyor, yüzde 14’ten yüzde 68’e; oran olarak söylüyorum. Yani her ülke, büyüdükçe nominal olarak borç seviyeleri büyür ama millî gelire olan oranı olarak baktığınız zaman, bu ciddi bir kötüleşmeyi gündeme getiriyor. 

Bütün bunu, bütçe açıklarında da görmek mümkün, her şeyde görmek mümkün. Borç faizlerinde de çok görmek mümkün. Tekrar faizler çok yükseliyor yani Refahyol’un bıraktığı dönemin çok üstüne çıkıyor tekrar. 

Ve Netice itibarıyla, çok büyük bir maliyet milletçe ödeniyor. Bence, her darbenin en çok öne çıkarılması gerekli olan noktası da bu. Darbenin maliyetleri gerçekten millete çıkıyor. Bunu görmek lazım. 

Bunun gelecek nesillere doküman olması da bu açıdan da çok önemli. Yani gelecek nesiller hem bu nüans farklarını hem bu ezber bozan noktaları görebilmeli hem nasıl işlediğini görebilmeli hem de, aynı zamanda, maliyetin gerçekte millete çıktığını görebilmeli. 

Şimdi, Sayın Yalım Erez… 

YAŞAR KARAYEL (Kayseri) - Efendim, oraya geçmeden bir şey arz edebilir miyim? Oraya baktığınız zaman, bu 251 milyar TL’nin kaybının karşılığında bir kazananın olması gerekiyor. Vatandaş fakirleşti, cebine giren bir şey yok, o para da kayboldu. Kime gitti, bu paraya ne oldu? 
TANSU ÇİLLER – İşte, kaybolan, buharlaşan, bankalardaki “Bunlar, bunlar.” diye ifade edildi bunların hepsi. Her bir bankanın ne kadar maliyet geçirdiğini yani buharlaşan, yok olan ve belli kesimlere aktarılan rantlar olarak çıktı ortaya. Zaten ekonomide aldığınız her kararda, işte, bunu görmek çok önemli yani birinden bir yere kaynak aktarımı oluyor. Bütün bunların araştırmaları epeyce yapıldı, hatta banka bazında yapıldı; bunlara bakmak mümkün. 

Şimdi, İkincisi… 

YAŞAR KARAYEL (Kayseri) - Örtülü ödeneklerin kullanılması… 
TANSU ÇİLLER – Evet, evet. 
Şimdi, bu arada bir de Kürt aydınları, kontrgerilla vesaire var. 
Kürt aydınları meselesi var, kontrgerilla meselesi var. Ben de Başbakan olduğum zaman bunu sordum, JİTEM’i sordum. “Nedir bu? Yani birtakım şeyler söyleniyor. Nedir bu, neyin nesidir bu?” Genelkurmaya sordum, Teoman Koman’a sordum doğrudan doğruya 3. Jandarmanın başında olduğu için ona sordum, Sayın Cumhurbaşkanına sordum, “Yok böyle bir şeyler.” dedi. Yani ben, netice itibarıyla bir ekonomi profesörüydüm ve çok idealist giriyorum olayın içine. Birtakım şeyleri öğreneceksiniz yani. Nereden öğreneceksiniz? Buradan 
öğreneceksiniz, başka nereden öğreneceksiniz. Dolayısıyla, ne var ne yok… Ne vardı? Bugün hâlen davalarda bence yani bizim tek başına bunu çözememiş olmamızın bir büyük eksiklik olarak görülmesi de doğru değil. 

Çünkü hâlâ, bakın, onca davada hâlâ çözemedik neyin tam olarak ne olduğunu. 


18. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***