KÜRDİSTAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KÜRDİSTAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2020 Pazartesi

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINI 100.YIL DÖNÜMÜNDE 3.DÜNYA SAVAŞI 1 SAVAŞ GÖÇMENLERİ SORUNU

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINI 100.YIL DÖNÜMÜNDE 3.DÜNYA SAVAŞI 1 SAVAŞ GÖÇMENLERİ SORUNU


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 2014 Birinci Dünya Savaşının yüzüncü yıl dönümü. Yüzyıl önce yaşanan dünya savaşının en önemli sonucu Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Rus Çar İmparatorluğunun yıkılışı ile sonuçlandı. Büyük toprak kaybına rağmen, Osmanlı'nın çekirdek toprakları üzerinde Türkiye kurulurken, Rusya'da Sovyetler Birliği kuruldu. Batı'nın kendi içindeki güç dengeleri Osmanlı'nın tamamen silinmesini gerektirmediği için Türkiye bir şekilde tarihte yerini almış oldu.

Bunun bedeli de Kürtlere ödetildi. Kürdistan, Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında bölüşüldü. Sonrasında Kürtler ayaklandıysa da bunda başarılı olamadılar.

Batı içi çatışma/denge noktasında Batı'dan (Rusya dahil) destek alamadılar.

Birinci Dünya Savaşından sonra yeni bir güç olarak kendisini gösteren ABD, İkinci Dünya Savaşının sonucunun belirlenmesinde de etkili olunca bu Batı'nın öncülüğünün ABD'nin eline geçmesi anlamına geliyordu. İkinci Dünya Savaşının galiplerinden biri de Sovyetler Birliği idi. Geçmişte, hegemonya/siyasi anlayış farklılık şekilde oluşan Batı içi çatışmaya bu boyutlara ideolojik (Sosyalizm-Liberalizm) yön eklenmiş oldu. Dünya iki bloğa ayrıldı. Bloklar arası çatışma tarihsel Doğu-Batı çatışmasını dahi geride bırakmıştı. Asya, Yakın Doğu, Afrika, Güney Amerika'da her yerde yaşanan buydu.

Sovyetler Birliğinin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra eskisi gibi olmasa da bu rolü Rusya oynamaya devam ediyor. Başkalarının toprak ve yönetimi üzerinde etkili hale getirerek güç paylaşımını/savaşını başkaları üzerindeki emperyal anlayış bu günkü sorunların ana kaynağıdır. Bunun en görünür nedeni ülkelerin karşı karşıya gelişi, ülkeleri oluşturan halkların etnik/dinsel/mezhepsel olarak karşı karşıya getirilmesidir. Toplumun kendi sorunlarını çözme yeteneğini yok ederek kendisine muhtaç hale getirmesidir. Böylece küresel güçler kendi aralarındaki savaşları kendi toprakları dışında, kendi insan kaynaklarını kullanmadan yürütebilmektedir ler. Savaşların en önemli sonucu, büyük göçmen istilasıdır. Bir savaşta, göçmenlerin sayısı, niteliği, göç yönleri savaşın uzun ve sert geçeceğinin en önemli belirtisidir. Suriye açısından bakıldığında toplam nüfusu 20 Milyon olan Suriye'den komşu ülkelere (Ürdün, Türkiye, Lübnan, Irak) beş milyona yakın mülteci göç etmek zorunda kaldı. Bunlara kayıt dışı olarak daha uzak yerlere göç edenler de dahil edildiğinde yaşanan göçler Birinci Dünya Savaşında Balkanlar ve Doğu Avrupa'da yaşanan göçleri gölgede bırakacak durumdadır. Göçmenlerin saysısallığının savaşın süresinin belirleyiciliği karşısında, savaşın giderek daha da boyutlanacağını göstermekle kalınmayacağını, fiziki kitlesel imha/soykırımların yaşanacağını gösteriyor. Göç nedeniyle meydana gelebilecek bir sorun da göçün yönünün olduğu ülkelerin buna paralel olarak savaşa girme riskini taşımasıdır. Türkiye, bu göçmen tehlikesini ön göremedi. Göçmen sayısının kritik miktarını yüzbin olarak belirledi. Buna göre hazırlık yaparak başlangıçta göçmen gelişini teşvik etti (Sınırlarda çadır kentler kurarak, buradaki konforu basına servis etti). Kısa süre içinde Türkiye'ye gelen Suriyeli sayısı 1,5-2 milyona dayandı. Sınırdaki çadır kentler yetersiz olduğundan dolayı, kısa sürede bu göçler Türkiye'nin her yerine doğru ilerledi. Göç edenlerin kontrolü kolay olmadığından dolayı hiç de beklenmeyen olayların (Suriyelilere karşı Irkçı yönelmeler, radikal islam'a eleman olma, ucuz iş gücü) meydana gelişi de kaçınılmazdı. Türkiye ile Esad Suriye'si savaş halindedir. Saddam'ın ve Kaddafi'nin akibetinin Esad'ın başına gelmemiş olması Türkiye'yi germiş durumdadır. Tüm hesaplarını Esad'ın gidişi üzerine kuran Türkiye yaşadığı Kürt sorununa ek olarak bir göçmen istilasına uğramış olması, Türkiye'yi kıpırdamaz bir duruma getirmiştir. Türkiye, Kuzeyinde Rusya ile sorunlar (Ukrayna, Kırım, Çeçen), Güney Doğusunda Suriye, Irak ve Kürtlerle sorunlar yaşamaktadır. Kobani nedeniyle ABD ile oluşan yaklaşım farklılıkları da dikkate alındığında "hareketsizliği" mahkumiyeti daha da iyi anlaşılmaktadır. Buna Türkiye'de belirli bir iç konsensüs (CHP, Cemaat, Askerin durumu vs) olmadığı da eklenirse zorluğun derecesi daha da açık görülecektir. Birinci Dünya savaşında Osmanlı'nın yaşadığı yenilgi Suriye savaşı ile devam edecek gibi görünüyor. Çünkü, Osmanlı Birinci Dünya Savaşına girerken, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğuyla ittifak halinde girmişti. Bu ittifak dahi savaşı kazanmasına yeterli olmamıştı. Göçmenlerin yarattığı sorunlara geri dönecek olursak, savaş sona erse dahi göçmenlerin geldikleri veya geri dönecekleri yerlerde sorunların devam edeceği, yeni bir boyut kazanacağının bilinmesi gereklidir. Diyelim ki, Suriye savaşını Esad kazandı. Esad, egemenlik kurduğu topraklarda devlet/kamu düzenini sağladığı zaman malını mülkünü orada bırakıp göç edenler geri döndüklerinde mallarının yeni sakinler tarafından kullandığını gördüklerinde bunun yeni bir çatışmaya neden olabileceği de ön görülmelidir. Aynı durum, Esad rejiminin yıkılması halinde de görülecektir. Türkiye'nin savaşması çok zordur. Türkiye'nin durumu Birinci Dünya Savaşına adeta sürüklenen Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna benzemektedir. Kuzey Doğu'da bir yandan Rusya ve Polonya ile Güneyinde ise Milliyetçi Sırplarla savaşması mümkün değildir. Ayrıca onlarca farklı halkı içinde barındırdığı için içten de kaynamaktadır. İmparatorluğun her yerinden İmparatorluğun çekirdek merkezlerine doğru savaş nedeniyle büyük bir göç de yaşanmaktadır. Yukarıda da dediğimiz gibi Türkiye'nin "düşmanı bol, gücü sınırlı" durumu savaşa girmesine uygun değilse de Türkiye'yi birden fazla cephede savaşa sürüklemek isteyen siyasi kadrolar, bu haliyle Türkiye'yi savaşa sokarlarsa, durumu aynen daha birinci dünya savaşı bitmeden lime lime olan Avusturya-Macaristan'ın durumunu yaşayacaktır. Böylece 20.Yüzyılın başında eksik kalan, Türkiye'nin küçülmesi de 21.Yüzyılın başında gerçekleşmiş olacaktır.
Enver/Talat'ın rüyasını gören Erdoğan / Davutoğlu da Enver / Talat'ın da gerisine düşecektir. ***

GERÇEKLİĞİ OLMAYAN İYİMSERLİK

GERÇEKLİĞİ OLMAYAN İYİMSERLİK


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 09.09.2014 İnsan, bazen çok önem verdiği bir yeri bulabilmek için arayışlara girer, ondan bundan yardım ister. Bulunacak yeri bulmak zorlaştıkça, aranılan yeri bulmak, aradığınız yeri bulup da orada gerçekleştirmek istediğinizi bir tarafa bırakıp, orayı bulmak bile başlı başına bir başarı gibi görünür. Elinizde bir pusula veya harita olmadığı için, aradığınız yeri sürekli başkalarına sormak zorunda kalırsınız. Defalarca, farklı kişilere sordukça, gideceğiniz yere gitme amacınızı da unutursunuz. Zamanınız az kalmıştır. Sizin için gideceğiniz yerdeki amacınızı gerçekleştirmek ikinci plana düşmüştür. Cezaevine düşenler de öyle. Önce hemen serbest bırakılacaklarına inanırlar, sonradan bir savcı veya hakimin karşısına çıkmayı dahi özlemle ararlar. Dışarı çıkma isteği bir anda mahkemeye çıkma düşüncesine dönüşür. Ama burada eksilmeyen tek şey umudun varlığıdır. Ancak umut, beklentilerle yoğruldukça, tükenir.
Adı “Süreç” olsun, “çözüm” olsun ya da “çözüm süreci” olsun, herkesin gözü bunda. Ancak giderek, bu kelimeler, asıl anlamlarından uzaklaştıkça, tıpkı “Umudun” tüketilmesine benzer bir akibet bunları da bekliyor. Sahip olmayacağını bilip de sahibi olma umudunu canlı tutar gibi, umudu yarınlara taşır gibi yine de çözümün olabileceğine inanmaya başlıyoruz. İnanmaya başladıkça, umudun öldüğünü de kabullenmiş oluyoruz. Umudun, bireyselliği, kişiye bağlılığı, inanmada yoktur. Çünkü, inanma ile bireysellik bir tarafa bırakılmış, gerçekleşme başkalarına bağımlı hale gelmiştir. Başkası yapacak, siz başkasının yapacağına inanacaksınız. Amaçsız umut durumuna düşmek aynen budur. Nazi Zindanında yazılmış ölüm ilamının tarihini bilen “Dar Ağacından Notlar” kitabının yazarı Julios Fuçik : “Geçen yıl, geçen ay, bugün, yarın-gözlerimiz hep, umudumuzu taşıyan yarına dönük. Şansınız olmayabilir, yarın vurulabilirseniz de- ama ah, o yarın da ne çok şey olabilir! Hele bir yarın olsun, bak nasıl her şey değişecek… Değişebilir yani. Hiçbir şey durmuyor ki… Hiçbir şey durağan değil ki… Kim bilir yarın neler olacak? Yarınlar geçiyor, binlerce insan ölüyor, onlar için yarın yok artik. Geride kalanlar, umutlarından bir şey yitirmeden sürdürüyor. Kim bilir neler olabilir yarın? İnsanlar, bir yığın söylenti yayıyorlar, her gün. Her hafta savaşın sonunun geldiğini uyduruyor biri, bu söylenti ağızdan ağza, daha doğrusu kulaklara varan ağızlarda dolaşıyor. He hafta. yeni bir mutlu heyecan fısıltısı dolaşıyor, Pankrats'da, hemen inanıyoruz. Böyle şeylere inanmamak için zorluyor insan kendini. Yalan umutlarla oyalanmak. doğru değil diyor kendi kendine Ama boşuna. iyimserlik, yalanlara dayanmaz, dayanamaz alanlarla beslenmez iyimserlik Gerçeklere dayanmalıdır savaşın tek bir yolla bitebileceği gerçeğini gören bir iyimserlik yaşayabilir. Yüreğinin derinlerinde gerçeğe inanıyor insan. Bu inanç bir gün karara dönüşecek, ve kazanılan bir gün, yaşanılabilen bir gün, feda edemediğiniz yaşam sizi korkutan ölüm arasındaki bağı kaldırabilir de İnsan yaşamında öylesine çok gün yok. Ama gene de günlerin çabuk, daha çabuk, daha çabuk geçmesini istiyor insan. Genellikle insanin yaşamından bir gün alıp götüren, ömrünü kısaltan zaman, insanın en büyük dostu burada.. Ne garip! Yarın, bugün oluyor. Öbürgün, bugün oluyor ve sonra geçip gidiyor. Askılar, daha karşı hücrenin kapısında öyle duruyor.”
“Çözüm, barış ve süreç” sihirli üç kelime… Herkesin dilinde, hükümetin, devletin, Kürtlerin! Kim varsa bunlarla yatıp kalkıyor. Gerçekliği olmayan bir iyimserlikle. ***

23 Aralık 2020 Çarşamba

SÜREÇ HAKKINDA SORULAR

 SÜREÇ HAKKINDA SORULAR


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
12.12.2013 
 
     Geçmişten günümüze bütün T.C hükümetlerinin amacı PKK'ye silah bıraktırmaktır. Kimisi bunu "mücadele" kimi de müzakere yoluyla yapmak istedi. Şimdiki başbakan hem mücadeleyi hem de müzakereyi bir arada yürütüyor. Bundan sonuç alınmayacağını bildiği için en azından "müzakereye" bazı Kürtleri ikna ederek sonuçta mücadelede başarılı olacağına inanmış durumdadır. Ona bu inandırıcılığı sağlayanlara sadece bazı umut kırıntıları dışında bir eğilimi olmamasına rağmen neden ona katlanıldığı merak konusudur.
 
Neden "devlet" haline gelen Barzani liderliğindeki Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi(KBY)nin silahlı oluşu tehlike olarak görülmüyor da PKK'nin silahlı olması tehlikeli olarak görülüyor? Bu sorunun cevabı Türkiye ile ABD'nin PKK ve Kürt sorunu konusundaki bakış açılarının aynı oluşudur. PKK'nin silah bırakışı daha önceki yıllarda ve özellikle 2004 yılından sonra PKK'den ayrılan azımsanmayacak bir sayıda gerillaların peşmergeye katılmış olmasıdır. O nedenle sorun siyasi boyutludur. Bu siyasi boyutun anlamı PKK'nin siyasi dönüşümünü sağlamaktır. Derinliğine düşünüldüğünde bütünsellik içeren en önemli Kürt siyasi gücü PKK'dir. Bu siyasi güç tüm Kürdistan'da meşruiyet alanı buldukça diğer siyasi güçlerin en azından şimdiki güçlerini koruyamayacağı da açıktır. Bu nedenle Türkiye gibi gerici/inkarcı bir devletin PKK dışı Kürtlere ilgisinin temelinde yer alan kaygı budur. 

Kürtler tarihte devlet olamadılar. Barzani ile bu fırsatı yakaladılar Türkiye de buna destek veriyor. Bu fırsattan faydalanıp Türkiye'nin Kürdistan'ın doğumuna ebelik yaptığı yalanına sarılmanın bir anlamı yoktur. Bunun asıl anlamı olsa olsa kendi ekonomik çıkarları gereği muhtaç olduğu enerji kaynaklarını sağlamak bunun karşılığında Kürtleri bağımlı ilişkiye mahkum ederek petrol sahibi olan Kürtleri petrol sahibi olmayan Kürtlerin karşısına koymaktır. Bir nevi Arapların bölünmesi gibi. Zengin Suudi Arapları bir devlet onun yanıbaşında Yoksul Yemen Arap devletinde olduğu gibi. Ya da petrolün olduğu bölgelerin bir tür birleşik arap emirlikleri gibi oluşları. Bu durum Kürtlerin 21.yüzyılı da kayıp yüzyıl olarak geçirmesi anlamına gelmektedir. Gelecek misyonunu taşıyanların tasiyeciden çok tasfiyecilikteki ısrarlarını gözden geçirmelerinin zamanı gelmiştir. En kötüsünü kötülüğü kendisine uğraş haline getirenlere yapılacak her yardım ayağa bağlanan ikinci pranga olmaktan öte beyinleri felç eden bir prangaya dönüşecektir. 
Kürdün isyan ve devrim dinamiği Ortadoğu halklarının da devrim dinamiğidir. Kurtulan Kürt ve Kürdistan tüm Ortadoğu'yu dönüştürme potansiyeli demektir. 

Bu potansiyeldeki geri adımlar onların umutlarını tüketecektir. 

İslamiyet geçmişte olduğu gibi Batı karşısında farklılaşmanın ve direnişin odağı olmaktan çıkmıştır. En son İran/Batı ilişkilerinin geldiği nokta da dikkate alındığında farklı islami yorumların onlar için tehlike olarak görülmemeye başlandığı dikkate alındığında Kürtlerin buradaki direnişi İslam’ın farklılığı ve onlar karşısında duruşunun yeni bir biçimi olduğunun görülmesidir. Burada en ilginç olan muhalif İslam’ın radikalleştirilerek Rojava'da Kürtlerle savaştırılması ve Kürtlerin de bunu Batıya mesaj verecek nitelikte onlarla mücadelesini Batıya anlatma çabası içine girmiş olmasıdır. 

Cemil Bayık'ın 'ateşkesi yeniden gözden geçirebiliriz' şeklindeki demeci sürecin devamı için çok önemli bir uyarıdır. Yüksekova provakasyon mu değil mi tartışmalarının yoğun olarak yaşandığı bir dönemde birbirine karşıt iki tarafın provakasyon üzerinde durmaları aynı hususları savundukları anlamına gelmez. Türk tarafına göre provakasyonu yapan Kandil'dir. Kürt tarafına göre ise paralel devlettir. Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki, Cemil Bayık'ın yaz aylarındaki "çekilmeleri durdurduk" açıklamasını ve etkilerinin bundan sonraki halinin nasıl olacağını Cemil Bayık'ın "ateşkesi gözden geçirebiliriz." açıklamasıyla birlikte ele alındığında Kürtlerin 21 Martta ilan ettikleri demokratik siyaset yönündeki stratejik kararın da işlemez hale geldiğinin artık görülmesi gerekir. Devletin bazı şeyleri görmezlikten gelmesinin ötesinde demokratik bir hakkın talebini içeren her türlü eylemi provakasyon olarak nitelemesinin aslında devlette stratejik bir kararlaşmanın olmadığının en önemli göstergesidir. 

Devlet hale Türkiye Kürdistan'ın haklarının kolektif olarak tanınması konusunda yasal ve anayasal düzenlemeler bir yana söylem düzeyinde dahi bu dile getirmiş değildir. Sorunun en can alıcı yönü Kürtlerin kendilerini yönetebilme ve kendi kaderini belirleme sorunudur. Gerek geçen yasama döneminde gerekse bu yasa döneminde BDP'nin Ankara'da temsilinin Kürt sorununa bu bakış açısından bir açılımın önünü açacak bir uygulama içine girilmemiştir. En başta BDP'nin de içinde yer aldığı anayasa komisyonu bir oyalama alanına dönüşmüş  bir sonuç alınmadan kapatılmıştır. Bundan sonraki süreçte Kürtlerin kendi kimlikleriyle parlamentoda bulunuşlarının bu konuda ilerleme sağlayıp sağlamayacağı kuşkulu hale gelmiştir. Sorun TBMM'nin tutanaklarından "Kürdistan" ifadesinin çıkarılıp çıkarılmayacağı konusuna sıkıştırılacak bir husus olmaktan çıkmıştır. Bu konuda yasal düzenlemeler olmadıktan sonra tutanaklarda "Kürdistan" ibaresi var mı yok mu o kadar önemli değildir. Bu Türk parlamentosunda ateşli bir şekilde sinirlice anlatmanın bu saatten sonra Kürtlerde etkisinin olmayacağının da bilinmesi gerekiyor. Türkiye devletinin bakış açısı "terör" bakış açısıdır. Görüşmeler yapmış olsa da görüştüğü kişi kendilerine göre "terörist başıdır"  Kürtlerin oluşturduğu sistemin bütünlüğü devletin bütünlüğüne tehdit olarak görülüyor ve bu o kadar büyük bir tehdit olarak algılanıyor ki Barzani'yi resmileştirmeye kadar gidiyor. Barzani'nin bu resmileştirme rolünün vermesinin anlamını çözmesi gerekiyor. 

Ne yazık ki o da sistemin çarkları arasında kendisini yalnızlaştırdığını görecek durumda değildir. 

Karzailaşma veya Kral Abdullah'laşmaya doğru gittiğini artık anlaması gerekiyor. 
Türkiye, çeteleri Rojava'da Kürtlerin üzerine sürdü ancak bunda başarılı olması bir yana kendisine yönelik bir tehdit haline geldiğini gördükçe bu çetelerin Irak ve Irak Kürdistan’ında eylem yapmalarını kolaylaştırdı. El Kaide sopası Hewler'de, Süleymaniye'de de kullanılmaya başlandı. Özellikle Süleymaniye'deki gazeteci ve Talabani'nin korumasının öldürülmesinde görüleceği gibi komployu Talabani'nin partisine kabul ettirme çabası olarak görülmelidir. Irak Kürdistan partilerinin Rojava'ye destekler yönündeki çabalarını engellemek amaçlı olabilir. Bunun yanında El Kaide'ye Türkiye Kürdistan'ından sonra Irak Kürdistan'dan yoğun katılımların oluşu gelecekte Irak Kürdistan'ındaki siyasetin kırılgan hale geleceğinin işaretleridir. Ve bunun arkasındaki Türkiye etkisini mutlaka görmeleri gerekiyor. Bunu Barzani yürüteceği politika ile defetme yeteneğinden yoksundur. Bu farklı gelişen parçanın Kürdistan'ın geneline uyumunun sağlanması için KDP dışında yer alan Kürt partilerinin buna tavır koyması gerekiyor. PKK'nin de Rojava'da gösterdiği başarıyı burada da göstermemesi için hiç bir neden yoktur. Aksine PKK'nin siyasal gücünü burada aktif hale getirmeyişi PKK'nin diğer parçalarda dahi gerilemesine neden olabilir. 

KDP, Rojava'dan sonra Türkiye Kürdistan’ında örgütleme atağına nasıl girişiyorsa PKK de Irak Kürdistan’ında örgütlenme hakkına sahiptir. 

İşte Türkiye, Kürdistan'ı genel olarak etkisi altına alabilecek siyasal hareketleri köstekleme anlayışının amacı genel hedeflere ulaşabilecek siyasal gücü yok etmektir. Yok etmeyi başarmasa da onu zayıf düşürmektir. Bunun sonucunda da kendilerini var sayan Kürt partilerinin kendi halkının genel desteğinden yoksun kalışlarının devam etmesidir.

***

KÜRTLER İÇİN MUASIR MEDENİYET YANILMASI VE KEMALİZM’İN SİVİLLEŞMESİ.

KÜRTLER İÇİN MUASIR MEDENİYET YANILMASI VE KEMALİZM’İN SİVİLLEŞMESİ.


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
08.11.2013 

Türkiye’nin sorunlarının nasıl ki muasır medeniyetle çözüleceğine inanılmışsa Kürt sorununun da bu yolla çözüleceğine inanılmıştır. Buna Kürtleri de inandırmışlardır. Kürtlerin tarihsel bağlarında koparılarak uygarlık zincirine dahil etmek için Kürtler de buna ikna oldular. İttihat ve Terakki’nin karakteristik yönü merkeziyetçi bir anlayışa sahip oluşudur. Bunu Batı ve özellikle Fransa’yı örnek alarak yapıyor. Kürtlerin kendi yerel/otoriteleri olan ağa/şeyhlere yönelik politik dil geliştirmeleri bununla bağlantılıdır. Ziya Gökalp’in ilk eylemi olan Diyarbakır Postanesini basıp o dönem etkili olan İbrahim Paşa’yı merkeze şikayet etmesi ve Şaki İbrahim Destanını yazışı bu bakış açısı, solla bir şekilde ilişkili olan Kürtleri etkilemiştir. İsmail Beşikçi Doğu Anadolu’nun Düzeni adlı çalışmasında bunun etkisindedir. Bunların daha sonra özellikle Barzani eleştirileri yapılırken ilkel milliyetçilik küçültülmesi, başta Dr.Şıvan olmak üzere o dönem TİP içinde yer alan Kürtlerin bakış açısı bu şekildedir. Kürtlerin ağa ve şeyhlerin arkasından giderek kurtulamayacağı daha da ileri giderek bunlardan kurtulmadıkça önlerinin açılamayacağı konusunda etkili propagandalar yapılıyordu. Böylece aşiret ve şeyhlerin kendilerini korumak adına devlete daha fazla yönelmelerine neden oldu. Zaten Cumhuriyetten bu yana buna benzer politikalar uygulanıyordu. Ancak bir çok aşiret ve şeyh bu politikaya alet olmak istemiyordu. Kürtlerin ileri gelenleri sanki rejimle işbirliği yapmış gibi gösteriyorlar. Bu gerçekçi değildir. Atatürk Kürdistan İllerindeki milletvekili kotasını atama yöntemiyle çoğunlukla Kürt olmayan kişileri CHP milletvekilliğine atıyordu. Kürt ağa ve şeyhlerinin TBMM’nde temsili çok partili döneme geçildikten sonra DP ile birlikte olmuştur. Ahmet Türk vs kişilerin KSH içinde yer alışları dahi Kürt burjuvazisi, aristokrasisi şeklinde niteleyen çok sayıda solcu ve Kürt de vardır. Bunlar temelde dönemin genel kurmay başkanı İlker Başbuğ gibi düşünüyorlar. Onlara göre aşiret ve aşiret reislerinin yeri devlet yandaşlığı ve koruculuktur. Devlet yandaşıysa aşiret lideri olsun olmasın önemli değildir ancak KSH’den yana tavır koyuyorsan feodal ve gerici olmuş oluyorsun.

1960 Askeri darbesinden sonra Kürdistanlı ağa ve şeyhlerin toplama kamplarına gönderilişi onlar üzerinde baskı kurarak bir yandan küçük düşürmek bir yandan da onların direnç gücünü kırarak kendi politikaları doğrultusunda hareket etmeye zorlamaktı. Ondan önceki dönemde bu kesimler aleyhine edebiyat dahil olmak üzere yoğun karalama kampanyasına girildiği görülüyor. 1958 Yılında Irak’ta askeri darbe ile yönetime gelen General Kasım’ın Kürtlerle iyi ilişkiler içinde oluşu, Kürdistan hareketinin Türkiye’ye yayılacağı korkusu 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin asıl amaçlarından birinin Kürt hareketinin yeniden gündeme gelişini önlemek olduğunu göstermektedir.

1960’tan sonra devletin Kürt aşiret liderleri ve şeyhleri üzerindeki baskılar Kürtler arası yerel dengenin sarsılmasına neden olmuştur. Denge durumunda olan aşiret ve ailelerin etkinliği yok edilmekle kalmıyor aynı zamanda Kürdistan’da etkin olmayan bazı aşiretlerin diğer aşiret ve aileler üzerinde egemenlik kurmasının yolunu açıyordu. Bir yandan da Kürt sorunu gerçek kökeninden uzaklaştırılarak ekonomik geri kalmışlık ve feodal güçler olarak adlandırılan ağalık ve şeyhliğe bağlanıyordu. Modernizm önünde birer engel olarak gösterilen ağalık ve şeyhlere karşı Kürtler bir yandan mücadeleye çağrılırken, diğer yandan bazı ağa ve şeyhlerle siyasal ilişkiler geliştiriliyordu. Toplumun aydınlanma yoluyla kurtulabileceği, bunun yolunun da Kürtlerin asimilasyonundan geçeceği görüşleri Kürtler arasında dahi taraftar bulabiliyordu. Kürt toplumunun aydınlanmacı bir anlayışla uyandırılacağı anlayışı tutmadı. Tutmadıkça aşiretleri kendisine bağlı hale getirmenin yollarını aradı. Böylece geçmişte aşiretler içinde olan kısmi demokratik yapı da ortadan kalktı. Aşiretler belirli kişilerin güç alanı haline geldi. 

1960’lı yıllarla birlikte Kürt hareketinin bu dönemde Türkiye sol ve sosyalistleriyle irtibat haline gelmesinin bu sürece denk gelmesi de dikkat çekicidir. 1970’li yıllardan sonra Kürt hareketinin Türkiye solundan ayrılarak bağımsız bir yapıya kavuşması bu ideolojik yöneliminde bir değişliği beraberinde getirmeyerek, aşiret, ağa ve şeyhlik mücadele edilmesi gereken toplumsal yapılar olarak görülmeye devam edildi. O dönemin en önemli sloganlarından birinin “Kahrolsun ağalık” oluşu bu hususu açıklamak için yeterlidir. PKK’nin ilk silahlı eylemlerini Siverek-Hilvan’da ağalara karşı yapmış olması aşiretsel yapı ve ağalığın Kürdistan devrimine engel olduğu konusundaki anlayıştan ileri gelmektedir. Aradan yıllar geçmesine rağmen ağalara karşı bu denli etkin eylemlilik yapılmasına rağmen Siverek ve Hilvan’da ağalığın etkisinin devam ediyor oluşu dikkate alındığında burada büyük bir yanlışlık mı yapıldı sorusunun sormamak elde değildir. Bunu devletin, aşiretleri Kürt hareketine karşı kullanmasına bağlamak da kolaycılığa kaçmak olacaktır. 1990’lı yıllarda Kürdistan’ın geneline yayılan serhıldanların Siverek ve Hilvan’da kıpırdamalara sağladıysa da geçmişin bulutlarının yeniden belirmesiyle Siverek ve Hilvan’ın erken uyanışı yeniden bastırıldı. Bunun en önemli sonuçlarından biri de ağa ve aşiretleri kendilerine alan yaratmış olmalarıdır. Ağa ve şeyhlik zemininin geleneksel rolünden sapıp sistemin birer milis gücü haline geldi.

Geleneksel veya aşiretsel yapıyı feodal olarak niteleyip, devrim tarafından yok edilmesi, mücadele edilmesi gereken bir aksaklık görülmesinin temelinde Türk modernleşmesinin Kürtler üzerindeki etkisinden ileri gelmektedir. Kürtçeyi, giderek Kürtleri çağrıştıracak ne varsa yok edilmesi veya dönüşüme uğratılarak Türklüğe mal edilmesi bununla birlikte devam etmiştir. Bunu gerektiğinde zor kullanılarak gerektiğinde kültürel araçları kullanarak yapmışlardır. Örneğin Cumhuriyet sonrası Türk edebiyatında öğretmenin olumlu, cami hocasının kötü olarak gösterilmesinin Kürtlerdeki karşılığı ise başkaldıran eşkıya olumlu, ağa ve şeyh kötü olarak tasvir edilir. Yaşar Kemal’in köy romanlarının tamamında bu tema hakimdir. Aynı şekilde bu konuda yapılan filmlerde de durum bundan farklı değildir. Filmlerin geniş kesimler üzerindeki etkisi dikkate alındığında dikkate alındığında bunun toplum üzerindeki olumsuz etkisini göz önünde bulundurmak gerekir. Aslında İttahat ve Terakki’nin bu kesimlerin karşıtlığı üzerinden yürütülen çalışma şekillerini kendilerini sol/sosyalist olarak niteleyen kesimleri de etkilemiş durumdadır. Ve bunu devrimci bir tavır olarak niteliyorlardı. Aynı politik anlayış Kürtlerde de etkili olmuştur. İslam ve geleneksel Kürt toplumsal yaşamı olumsuz olarak alındıkça bunlara karşı mücadele edilmesi gereken alan olarak bakılmakta dır. Bu bakımdan BDP’nin 2011 seçimlerindeki Cuma namazları türü eylemlilikleri, Altan Tan ve Şerafettin Elçi’nin milletvekili seçilmeleri bu konudaki siyaset değişikliklerinin belirtileri olarak görülse de bunda başarılı olduğu ya da dengeyi tutturduğu söylenemez. AKP’nin giderek muhafazakar-otoriterleşmesi, Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanı oluşu gibi etkenlerden dolayı Alevilerin CHP’ye daha da bağlanmaları, BDP’nin Aleviler içinde yeterli taban bulmayışı da önemli bir sorun olarak yerli yerinde duruyor. 

Özellikle 3 Kasım 2013’te Kadıköy’deki Alevi mitingindeki Atatürk söylemi, büyük bir Atatürk posterinin açıldığı da dikkate alındığında giderek Kürt siyasal hareketinin Alevilik tabanı üzerinden gelişimini de zora sokmuştur. Alevilik/Atatürk ilişkisine anlam veremeyen Kürt siyasetinin bu konuda Alevi mitingine eleştiri getirmeye başlamıştır. AKP’nin bireylerin özel alanına daha fazla müdahale edişi, Sünni İslam anlayışını toplum ve devlet yaşamında etkili hale getirmesi karşısında Alevilerin kendilerini koruma adına Kürt Siyasal Hareketinden çok CHP / Atatürkçülüğe yönelmeleri üzerinde Alevileri bu konuda yargılamak yerine onları anlayacak tarzda siyaset geliştirmek daha iyi olacaktır. Ne denilirse denilsin Kemalizm’in devlet yapısından uzaklaştırıldığı bir gerçeklik ise de Kemalizm’in Türk toplum yapısında giderek etkinliğini artırdığı da bir gerçekliktir. Bu da Kemalizm’e sivillik yolunu açmış bulunmaktadır. Adeta Kemalizm, devlet yapısından sökülüp atıldıkça onun oluşturduğu toplumsal yapıyı devlet/asker/yargı gücüyle değil de kendi sivil toplum gücüyle yapmaya çalışan toplumu da anlamak gerekiyor. Kürt hareketine meydan okuyan artık Kemalist devlet geleneği değil, bu geleneği politik alanda marjinalleştirerek Türkiye’deki İslamcılığı neoliberal politikalarla küresel sermayeye entegre eden AKP’dir. AKP, Kürt meselesindeki inkarcı ve asimilasyonist siyasetin tüm sorumluluğunu geleneksel Kemalist devlet geleneğine yükleyerek İslamcı siyasetlerin sorumluluklarını ustalıkla gizledi.[1]

AKP’nin Kemalizm’i devlet yapısından uzaklaştırması başlangıçta Kürtler içinde heyecan yarattıysa da Kemalizm’in uzaklaşması Kürt haklarının tanınması sonucunu doğurmadı. Bunu Kürt toplumu da fark etmiştir. Kemalist andın okullarda kalkması, Diyarbakır’daki “ne mutlu Türküm diye” tabelasının kalkması dahi Kürtlere değişik bir heyecan yaşatmamıştır. AKP’nin Kürdistan Bölgesel Yönetimi üzerinde baskı kurarak Kürtler arası birlikteliği önlemeye çalışması yine Rojava’da Kürtlere karşı radikal İslamcılara arka çıkışındaki olumsuz rolünü gören Kürtler AKP’nin “andımız” ve “ne mutlu türküm diyene” tabelasını kaldırmalarını Kürtler açısından samimi görmez. Tıpkı Şırnak’taki havaalanına Şerafettin Elçi adının verilmesi de Ahmet Kaya’ya ödül vermesinde olduğu gibi. 

Bu nedenle Kürt siyasi hareketi Türk siyasetindeki bu değişiklikleri/alt üstleri dikkate alarak eski ezberlerini bozmak zorundadır. Siyasette devleti, partner olarak görmek yerine toplumsal dinamikleri partner haline getirmelidir. Aynı şekilde Türk toplumu da kendisini devletle özdeş olarak görmekten vazgeçmelidir. Kürtlerin devlete isyanını, başkaldırışını kendi isyan ve başkaldırışının bir parçası olarak görmelidir. Gezi’nin Kürtlerle bütünleşmeyişinde bunun etkisi oldu.

[1] Cuma Çiçek (Paris Politik Etütler Enstitüsü) Radikal İki 3 Kasım 2013

*** 

BAŞBAKANIN BDP ELEŞTİRİLERİNİN SİYASAL ANLAMI

BAŞBAKANIN BDP ELEŞTİRİLERİNİN SİYASAL ANLAMI



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
16.10.2013 


    Devlet tarafında kim bulunursa bulunsun yaklaşık yirmi yıldır Devlet ile PKK arasında geliştirilen ilişkilerde değişmeyen tek aktör Abdullah Öcalan'dır. Öcalan Suriye'de iken böyleydi. Suriye'den çıkarılıp Türkiye'ye teslim etmesi bu gerçeği değiştirmedi. Ne PKK onun lideliğinden vazgeçebildi ne de devlet onu gözardı edebildi. Bu konumu giderek pekişti. PKK'de 2003-2004 yıllarında yaşanan ayrılmalar dahi bunun üzerinde etkili olamadı. PKK'den ayrılanlar dahi açıktan Öcalan karşıtlığı yapmadılar. Öcalan'ın bu duruşu PKK'den ayrılanlara yönelik tasfiyeyi de önlemiş oldu. Osman Öcalan kastedilerek 'kardeş katili' olarak tarihe geçmek istemiyorum diyen de Öcalan'ın kendisidir. Bu söz gerçek anlamda Kürtler arasındaki 'bırakujinin' bitmesi anlamına geliyordu. Öcalan'ın bu konumunu bildiği için Qandil, içinden Öcalan'ı eleştirmek geçse de bunu doğrudan doğruya yapmak yerine bunu BDP üzerinden yapmak yolunu seçiyor. Devlet de aynı şekilde hareket ederek eleştirilerini BDP üzerinden vermeye çalışıyor. Devlet Öcalan'la avukat görüşmelerini yasaklarken, 

Öcalan'la görüşecek BDP'lirin kim olacağı/olmayacağını, görüşme şekil ve zamanını belirlerken hedefinde avukatlar veya BDP değildir. Bunun hedefinde Öcalan vardır. Öcalan'ın kendisi de bunun farkındadır. Siyasal bir parti olan BDP bunu açıklamakta zorlansa da Öcalan görüşmek istediği sürece bu durum devam edecektir. Şu anda BDP içinde Öcalan'la görüşebilecek BDP'lilerin sayısı bir elin parmak sayısının altına düşmüş durumdadır. Peki bu durumda BDP siyasi tavır koyarak bu şartlarda da olsa görüşmeleri neden devam ettiriyor? BDP mutlaka bunu konuşuyordur. Ancak Öcalan, görüşmelerin kesilmesini istemiyor. Öcalan'ın görüşmelerin kesmeyişini onun tutsaklığına bağlayanlar olsa da bu gerçekçi bir yorum değildir. Öcalan orada devletin isteklerini yerine getiren biri değildir. Kürt siyasetinin tabanınından ve örgütlülüğünden gücünü aldığının farkındadır. Yıllardır devlet onunla görüşüyorsa bunun nedeni onun liderliğinin devam ediyor olmasıdır. Etkinliği olmayan biri olsaydı çoktan unutulmuş olacaktır. Devlet/Öcalan/Qandil ilişilerinin tarihsel/diyalektik anlamı vardır. Bu ilişkiye eklenen Irak Federe Kürt Yönetimi/Barzani üzerinde de durmak gerekiyor. Bu ilişkilerde önemli rol oynuyor. BDP'lilerin Öcalan'ın mektuplarını Hewler üzerinden Qandil'e kolayca ulaştırmaları bu konuda sorun yaşamamış olmalarında Türk devleti ile Barzani ilişkisiyle de doğrudan bağlantılıdır. Barzani'nin bu konudaki rolü de hem devleti hem de Öcalan'ı dengeler mahiyettedir. Öcalan'ın tutsaklığı, Talabani'nin hastalığı da dikkate alındığında Barzani'nin bu konumuyla dengenin görünmeyen bir yerinde yer aldığını gösteriyor. 

    BDP ya bu siyasi gerçekleri kabul edip bu doğrultuda politika yapacak ya da bağımsız bir politik yapı olduğunu ortaya koyacaktır. Başbakan'ın BDP'ye yönelik eleştirilerin temeli de buna dayanmaktadır. BDP bu konuda bağımsız siyasi tavır koyabilseydi başbakan belki de BDP'yi eleştirme gereği bile duymazdı. Bağımsız duruşunun olmayışı BDP'yi çekiç/örs gibi araya sıkıştırmış durumdadır. BDP'nin burada "ben muhatap alınmadım" savunması da yersiz kalıyor. Pratiğiyle 'muhatap' olduğu zaten görülüyor. İradem Öcalan söylemi, DTP kapatıldıktan sonra sineyi millete gidilmeyişi, yemin konusu, açlık grevinin bitirilmesi hususları gözönünde bulundurulduğunda BDP'nin çoktan muhatap olduğu da biliniyor. Bunlara bir bütün olarak bakıldığında BDP'nin siyasi çıtası da bellidir. Bunu devlet de, Öcalan da, Qandil de biliyor. O nedenle BDP liderliklerinin yapabilecekleri bir şey yoktur. Olsa olsa onlara düşecek olan "günah keçiliğidir." Bundan BDP çatlayacak/parçalancak diyenler de umutlanmasın.


***

PAKET ÖNCESİ/SONRASI: SİYASAL BİR ANALİZ

PAKET ÖNCESİ/SONRASI: SİYASAL BİR ANALİZ


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
06.10.2013 


Barış sürecinde taraflar arasında somut sonuçlar alınmamış olsa da bir yıla yakın bir süredir karşılıklı süren bir ateşkesin varlığını kabul etmek gerekiyor. Bu süreci daha önceki süreçlerden ayıran en önemli özelliği devletin de bu süre zarfında ateşkese bağlı kalışıdır. Her iki tarafı umutlandıran ve daha ileri aşamalara gidilmesi isteğini canlı tutan da budur. Her iki taraf da söylemleriyle bu süreci bitirmek için elinden geleni yaptıysa da bunu canlı tutan Öcalan'ın tavrıdır. Hem, PKK Öcalan'ın kararı olmadan ateşkesi bozacak adımlar atamıyor hem de devlet Öcalan'ı devre dışı bırakmaya yanaşıyor. Bu süreç bu şekilde devam ediyor. Oldukça uzamış durumda. Öcalan'ın istediği anlamda bir aşamaya gelişinde hem devletten hem de PKK'den kaynaklanan sorunlar var. Bu sorunlar aşılmadan yapılan görüşmeler birbirinin tekrarı haline gelmektedir. Haziran ayından bu güne kadar ikinci aşama olarak adlandırılan aşamanın gelişimi için toplum demokratikleşme paketi beklentisi içine girdi. BDP de demokratikleşme paketi konusunda taleplerini sürekli olarak canlı tuttu.

KCK ve Kandil açısından bakıldığında KCK önce AKP’nin adım atması gerektiğini, AKP’nin beklenen adımları atmayışı karşısında sürecin devamını AKP’den beklemenin yeterli olmayacağı, demokrasi güçlerinin AKP’yi zorlaması gerektiğini ileri sürdüler.

Bu ülkede gerçek anlamda demokrasi güçleri var mıdır? Olsa da bunların Kürt siyasetiyle ilişkisi ne durumdadır? Bunların var olduğu Gezi Olaylarıyla birlikte ortaya çıktı ancak Kürt hareketi bununla yeterli ilişkiyi geliştiremedi. Kürt siyasetinin demokrasi güçlerinden anladığı bazı sol örgütler, liberal aydınlardan öteye geçmez. Bunların çoğu da şu veya bu şekilde Kürt siyasetiyle ilişki halindedir. Bunun en somut örneği de HDK’dir. Barış sürecinin başlangıcında HDK’li milletvekillerinin Karadeniz Bölgesindeki gezisinde meydana gelen olaylara bakıldığında demokrasi güçleri olarak adlandırılanların kendilerini koruma yeteneğinden yoksun oldukları ortaya çıktı. Bu nedenle “olmayan demokrasi güçleri” desek en doğrusu olacaktır. Bunların AKP’ye adım attırması mümkün değildir. 


Aslında AKP’ye adım attırmanın koşulları Gezi ile birlikte ortaya çıkan toplumsal olaylarla kendisini gösterdi. Gezi ile Kürtler arasında yeterli kontaktın oluşmayışı bu fırsatın kaçmasına neden oldu. Gezi Olaylarının başlangıcında BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in rolünü kimse inkar edemez. Ancak onun bu rolüne BDP’nin kurumsal sahip çıkışı oldukça zayıf kaldı. Daha sonraki aşmalarda ise Gezi Olaylarındaki rolü nedeniyle İmralı’ya gidiş yasağı konulması karşısında BDP’nin İmralı Görüşmelerine Sırrı Süreyya Önder’i götürme konusunda ısrarcı olmayışı Kürtlerin Gezi ile bağını oldukça zayıflamakla kalmadı aynı zamanda Sırrı Süreyya Önder’in Gezi nezdindeki ilişkilerini de zayıflattı. Özellikle o süreçte Taksim’de yapılan mitingde konuşma yapılmasının engellenmiş olması hususu da eklendiğinde Gezi/Kürt bağını oluşturacak önemli bir araçtan yoksun kalındığının kabul edilmesi gerekir. Gerçek durum böyle iken Kürt siyasetinin “AKP’den bunu beklemiyoruz,  demokrasi güçlerinden bunu bekliyoruz.” Demesi havada kalmış oluyor. Bu durumda AKP’nin paketi açıklamasını beklemekten başka bir şansının kalmadığı görüldü. BDP ve KCK gerçekten paketin gerçekten demokrasi paketi olduğuna inanmış olsaydı demokrasi güçlerine böyle bir çağrı yapma gereği duymayacaktı. Ne zaman paketin beklentilerden uzak olduğunu anladılar o zaman bu tür arayış ve çağrılar yaptılar. Çünkü kendileri yapabileceklerini yapmaya çalıştılar. Geride tek bir şey kalmıştı. O da ateşkesin bitirilmesiydi. Bunun da Öcalan’ın kararına bağlı olduğunu bildikleri için dile getirmeyi dahi düşünmediler. Devlet de bunun farkındaydı. Öcalan’ın kararı olmadan ateşkesin bitmeyeceğini biliyorlardı.

AKP paketle kolektif haklar çerçevesinde değil bireysel haklar çerçevesinde yaklaşmış durumdadır. Örgütsel yapı dikkate alınmamıştır Kürtlerin örgütlülüğü yerine tek tek Kürtlerin muhatap alınarak onların kendi örgütsel yapılarından koparak kendisine gelebileceğini düşünmektedir. Buna karşı çıkanlara da “bakın AKP sizlere hak verdi örgütlü yapı bunu kabul etmiyor.” “Haklar, BDP ve PKK'nin umurunda değildir.” Demeye getiriyor. Böylece AKP, var olan hak ve özgürlükleri  kısıtlamayı kendisine hak olarak görmeye devam ediyor. Bu durumda Kürtlerin süreç ve Öcalan hassasiyeti istismar edilmiş durumda. Kürtlerin Öcalan ilişkisi tehlikeli hale gelmiş durumda Bunun en önemli sıkıntısı Kürtlerde oluşan siyasetsizliktir. Siyasetin yükünün Öcalan’ın üzerine yığılmış olması siyasetsizliği derinleştiriyor. Kürt siyaseti demokratik siyasete doğru evrilirken mevcut siyasetleri de elinden kaçırıyor. Kendisi demokratik örgütlülüğü geliştirmediği gibi kendisi dışında yer alan Kürtlerin Türk siyasetine kaymasını/kalması da bu sürece hizmet ediyor. Hükümlü/rehine Öcalan’ın ayda bir BDP’lilerle bir araya gelmesi, Kandile/Kandil’den mektuplar yoluyla çözümde ilerleme olmayacağı görülüyor. Bunu devlet de biliyor. Ancak siyasal iradeyi temsil eden Erdoğan bunu bir türlü kabul etmiyor. Kendisinin belirlediği çerçevede olaya “terörün bitmesi” olarak bakmaya devam ediyor. İşin ilginç yanı BDP’nin bunun bilincinde olmasına rağmen bu konuda adım atmayışıdır. Bunda “AKP sonrası korku” rol oynamış olabilir. Adeta tüm yumurtaların AKP sepetine konulması durumu vardır. Erdoğan’a vurulacak bir darbe ile tüm yumurtaların kırılabileceği düşünülüyor. Erdoğan da tüm yumurtaları sırtlamanın rahatlığıyla olsa gerek Kürt siyasetini tatmin edecek adımlar atmıyor.

Başından beri paketin gizli tutulması diğer partilerin ve özellikle akil insanların raporlarının dikkate alınmayışı hükümetin konuyu bireysel hak kapsamında ele anlayışını ortaya koyuyor. Böylece devletin Kürt veya Alevi haklarının kolektif haklar çerçevesinde olmayacağını gösteriyor. Başörtüsü konusu dahi bu şekildedir. Başörtüsü konusunda bazı istisnaların oluşu bunun göstergesidir.

Öcalan üzerindeki tecrit ve rehine politikasının iki yönlü etkisi vardır. Birincisi Kürt siyasetinin önüne Öcalan konularak daha ileri taleplerin önüne engeller konuluyor; ikincisi ise gelişim ve değişime uygun Kürt siyasetinin önü kesilmiş olmasıdır. Kürtlerin demokratik siyasetini bu şekilde önü kesilmiş durumda. Hükümet de, Kürtlerin genel muhalefetin bir parçası olarak görülmemesini istiyor. Kürtleri genel muhalefetten farklı bir muhalefet olarak göstermek her ne kadar Kürtlerin muhalif duruşuna zarar vermese de bununla hükümete karşı müşterek noktalarda bir araya gelebilecek muhalefetten duyulan korkudur. Bu tarz bir ayrıştırma ile genel muhalefeti oluşturan kesimlerin gözünde Kürtlerin sanki AKP ile birlikte hareket ettikleri şeklinde bir propagandaya zemin sağlıyor. Özellikle MHP bunu çok iyi kullanıyor. CHP bir yana kendisini sol/sosyalist/liberal olarak tanımlayanlarda da böyle bir görüşün oluşmasına neden oluyor. Bu aynı zamanda genel muhalefeti oluşturan kesimlerin Kürtlerin taleplerine sessiz veya karşı çıkmasına neden oluyor. Bu durumda AKP, Kürtlerin gözünde Kürt sorununda adım atabilecek bir parti umudunun devam ettirmesine neden oluyor. Kürtlerin AKP’ye tam karşıtlık temelinde politika üretmeyişindeki açmaz burada kendisini göstermektedir. Geçmişinde ötekileştirmeyi yaşamamış CHP ve MHP’nin bu konuda kendilerini Kürtlerle özdeşleştirmeleri, empati duymaları da mümkün değildir. 

Geçmişinde ötekileştirmeyi bizzat yaşamış siyasal İslamcıların bir nebze de olsa kendileriyle özdeşleşebileceği umudu bu anlamda AKP’de daha fazladır. Ancak uzun süren iktidarın bir sonucu olarak iktidarda kalma süresi uzadıkça iktidardan gitme korkusu büyüdüğünden dolayı iktidar partisinin giderek kendisini Kürtlerle özdeşleşmesinden çok devletle özdeşleşmesini beraberinde getirdiğinden dolayı AKP’ye Kürtlerin umut bağlamasının temelleri kalmamıştır. Kürtler bunu anladıkça bağımsız demokratik siyasetin önüne açarlarsa kazanımlara daha yakın olacaklar. Aksi durumda AKP hükümeti, Kürtleri kendi siyasetine rıza gösteren bir topluluk olarak gösterecektir. Bu da Kürtlerin genel toplumsal muhalefetle ilişkilerini işlemez duruma getirir. Bu aynı zamanda, AKP’ye daha uzun yıllar iktidarda kalma şansını verir. Genel demokratik muhalefet de bu şekilde inandırılarak Kürtlerin sanki AKP ile anlaştıkları izlenimi hakim kılınıyor. Gerçekten bakıldığında Kürt siyasetinin örgütsel yapılarının muhatap alınmayışı karşısında Öcalan’ın sanki muhatap alınıyor şeklindeki algılama arasında handikap oluşmuş durumdadır.
Pakette, özel okullarda ana dilde eğitim imkanın getirilmiş olması tek başına ele alındığında diğer adımlardan daha ileri bir adımdır. Atılacak adımların genel felsefesine bakıldığında farklı bir yerde durmaktadır. AKP, diğer haklarda azar azar giderken neden bu konuda daha ileri gitmiştir? Bunun üzerinde özellikle durmak gerekiyor. Bunun hazırlıkları önceden yapılmış olabilir. İleride kendisinin etkin olabileceği kesimleri şimdiden oluşturmayı amaçlanmış olabilir. Böylece Kürt dili ve kültürünün gelişimini kendi tekeline almak istemiş olabilir. Belki bunu yaparken devlet burslarını da kullanabilir. Devlete bağlı tıpkı cemaat okullarında olduğu gibi bir “Kürt altın nesli” yetiştirmek çabası da olabilir. Ayrıca bunu “Kürtlere anadilde eğitim hakkı” verilmiş gibi gösterme çabası da olabilir. Nasıl olsa bu pratikte karşılık bulmaz da denilmiş olabilir.

AKP’nin en önemli özelliklerinden biri de hak ve özgürlükler konusunda kendi siyasal yararını düşünmüş olmasıdır. Bundan ben nasıl siyasi yarar elde edebilirim düşüncesi ön plana çıkmaktadır. Özellikle bunu kendisi dışındaki örgütsel yapıları yok sayarak yapıyor. Böylece hak ve özgürlüklerin muhatap olanların örgütsel yapılardan daha fazla o yapıyı teşkil eden kitleleri düşündüğü izlenimini vermeye çalışıyor. Bu konuda örgütsel yapıların mücadelesini görmezlikten geliyor. Pakete, Kürt hakları boyutuyla bakıldığında “sanki devlet Kürtleri Kürt örgütlerinden daha fazla düşünüyor” görüntüsü verilmeye çalışılıyor.

TRT6'ya bakınız: Dört yıllık yayın hayatında TRT 6’nın Kürt diline katkısı ne oldu. AKP eliyle kurulacak Kürtçe özel okullar Kürt diline katkı sunabilecek mi? Devletin Kürtçeye bakışı bireysel hak düzeyinde bile değildir. Doğası gereği kolektif olarak kullanıldığında anlam ifade edecek Anadilde eğitim hakkının bu şekilde geliştirici değil de engelleyici olabileceğini göz önünde bulundurmak gerekiyor.

BDP ve Kürt siyaseti AKP’nin özel okullarda anadilde eğitim hamlesine karşı önermiş oldukları “devlet aracılığıyla anadilde eğitim” önerisi de sıkıntılıdır. Öncelikle anadilde eğitim verecek devlet düşünsel olarak buna hazır mı? Sorusuna cevap vermek gerekiyor. Önümüzde 24 Saat Kürtçe yayının yapıldığı TRT6 örneği vardır. Dört beş yıldır devlet imkanıyla yayınlarına devam ediyor. 

Bu yayının başarısı nedir? Kürtler bu kanalı izliyor mu? Her şeyden önce Kürt Siyasal Kurumları ciddiye alıyor mu? Ona katkı sunabiliyor mu? Bu soruların cevabı “Anadilde eğitim devlet tarafından verilsin.” Talebinin de cevabı olacaktır. Bu haklı bir talep gibi görünse de tartışmaların buna odaklanması sorunun ağırlık merkezini görünmez kılabilir. Özel veya devlet eliyle olsa da onu yürütecek etkin yerel yönetimler olmadan bunun yaşaması mümkün değildir. BDP'li Belediyelere değil eğitim yaptırma, onların kendi şehirlerine su getirmesine dahi engel olan bir devlet gerçeğiyle karşı karşıyayız. 

Depremle yerle bir olan Van Belediye Başkanının o süreçte dahi tutuklanışı durumu göstermeye yeter de artar! Ya da seçildiği günden bu güne kadar belediyeyi bir gün dahi yönetemeyen belediye başkanları, yemin edip görevine başlamayan milletvekilleri varken anadil eğitimin yönetimin Kürtlere verirler mi hiç. Kürtlerin kendi kendisini yönetmesi, geleceği için karar verme boyutu olmadan anadilde eğitimin başarı şansının olmadığının görülmesi gerekiyor. Kürtler kendi sorunlarını ancak kendileri çözebilirler. Bunun yolu da Kürtlerin kendilerini yönetebilmesinden geçer. Nasıl ki, Irak Kürdistan’ında Kürtler yönetimi eline aldıktan sonra günlük sorunlarını çözme imkanı elde ettikçe Türkiye Kürdistan’ında olması gereken de budur. Yönetsel haklarını elde edecek Kürtler sağlıktan, eğitime, güvenliğe kadar tüm sorunlarını çözebilecekler. AKP’nin yönetsel sorunları konu edinen Avrupa Yerel Yönetimler Şartını dahi gündeme getirmeyişinin en önemli nedeni bu şartta yerel yönetim düzeyinde olsa da kendi kendini yönetmenin yolunu kapatmak içindir. Kendi sorununu çözme yeteneği kazanmak sorunu çözmekten daha çok önemlidir.

Anadilde savunma hakkını hak olmaktan çıkarıp bir yük gibi gören anlayış burada da kendisini göstermektedir. Nasıl ki anadilde savunma ne kadar kısıtlıysa anadili de eğitim de aynı şekilde kısıtlıdır.

Kürtler için nasıl ki, anadilde eğitimin kolektif bir hak ve özgürlükse; Aleviler için de Cemevi’nin ibadethane sayılması aynı anlama gelir. Devlet Kürtleri, Türkçe okula mecbur bırakırken, Alevileri de camiye mecbur bırakmak istiyor.  Alevilerin de Kürtlerin de kolektif haklarını yok sayıyor.  Ha cami içinde cemevi, ha özel okulda Kürtçe eğitim birbirinden farkı yoktur. Nasıl ki cami/cemevi projesi Alevilerin toplu yaşadıkları bölgede oluyorsa özel okulda Kürtçe eğitim de Kürtlerin yoğun yaşadıkları bölgelerde olacak gibi görünüyor. Oysa özel okullarda Kürtçe eğitim Kürtlerin göç edip yaşamak zorunda bırakıldıkları Batı illerinde ve metropollerde bir anlam ifade edebilir. Çünkü buralarda Kürtler, Türklerle birlikte yaşamaktadırlar. Bu gibi yerlerde devletin Kürtçe eğitim yapan okul açması oldukça zordur. Devlet pozitif ayrımcılık yaparak Batı ilerinde özel okulların Kürtçe eğitim yapması yolunu açması daha kolay olacaktır. Örneğin nüfusunun büyük çoğunluğunun Kürt olduğu Diyarbakır’da bu ihtiyacı özel okulla karşılamak fiilen de mümkün değildir. Bu gibi yerlerde anadilde eğitimin devlet/yerel yönetimler tarafından yerine getirilmesi zorunludur.  

Pakette dikkatle bakıldığında paketin seçim paketi olduğu açıkça görülüyor. Ağırlıklı olarak kendi çevresine ve ideolojisine hizmet ettiği gözden kaçmıyor. “Andımızın” kaldırılmasında olduğu gibi sanki bununla “Kürtlerin taleplerine” cevap veriliyor gibi bir görünüm oluşsa bile “andımızın” kaldırılması, AKP’nin Laik-Kemalistlerle olan ideolojik çabasının boyutlarından biridir. “Andımızın” kaldırılmasının bu paket içinde oluşu bunu Kürt sorunuyla bağlantılıymış gibi gösterilerek bir yandan Laik-Kemalist ideolojiye karşı bir adım atılırken diğer yandan “Bakınız Kürtler için adım atıyorum.” Demek içindir. AKP böyle yapmakla “Andımızın” kaldırılmasını zora sokmuştur. Nitekim ulusalcı ve milliyetçilerin en büyük tepkisi “andımızın” kaldırılmasına karşı olmuştur. Konusu “andımız” da olsa üstten bir kararla bir şeyi kaldırmak/yasaklamak otoriterlik anlamına gelmektedir. Kaldırma/yasaklamadan çok bunun okunup okunmayacağı tıpkı serbest kıyafet uygulamasında olduğu gibi kararının okulların okul/aile birlikleri/velilerin kararına bırakılması daha iyi olurdu.

AKP’ye seçim kazandırma amaçlı olsa da paketle BDP’ye seçimi kazandırmama da amaçlanmıştır. Çözüm sürecine BDP’yi dahil eden(?) AKP’den BDP’nin en önemli beklentisi tutuklu BDP’lilerin tahliyelerinin yolunun açılmasıydı. Paket açıldığında değil tahliyelerin yolunun açılması; tahliyelerin daha da zorlaştığı, yeni mahkeme heyetleri kurularak KCK davalarındaki yargılamaların hızlandırılması gerçeği ile karşı karşıya kalındı.

AKP, Seçim öncesi yaşanacak tahliyelerin Kürtlere yaşatacağı motivasyonu görmek istemiyor. En kritik anda Öcalan'ın avukatlarından hiç birisinin tahliye edilmeyişi, dosyanın mütalaa için savcılığı verilmiş olması, diğer dosyalara bakan heyetlerin ikiye çıkarılıp heyetlerin sadece bu davaya özgülenmesi “bir an önce ceza verelim” anlayışını gösteriyor BDP'ye yönelik bu davaların sonuçlanması halinde “BDP/PKK/Terör” bağlantısı sayılarak BDP’nin kapatılmasına doğru yol alınıyor. Yargılamaların durması, düşmesi beklenirken hızlandırılması paketin Kürt siyaseti için olumsuz sonuçlar yarattığının en önemli belirtisidir.  Bu şekilde yeni engellerle dolu seçim sistemini getirebileceği hususu da dikkate alınarak 2015 yılında yapılacak genel seçimlerde AKP’nin Kürt siyasetinin grup oluşturmasının yolunu kapatmaya çalıştığı söylenebilir.

Sonuç olarak, paketin anlamı: “Size metro yok, metrobüse mecbursunuz; özel arabası olanlar yol ve benzin buluyorlarsa arabalarını kullanabilirler.”


***

KÜRTLER İÇİN AKP, POST-CHP’DİR

KÜRTLER İÇİN AKP, POST-CHP’DİR



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
06.10.2013 


      Laik/Türkçü CHP, yeniden Kürdistan’da gelişebilir mi? Kürtler arasında da bunu candan isteyenler olabilir. Ancak tarihsel süreç buna izin vermez. CHP, milliyetçi Türkçü ideolojisinden vazgeçip demokratik bir yapıya dönüşürse gelişeblir. O zaman da  CHP, CHP olmaktan çıkar. CHP’nin Kürdistan’daki misyonun AKP yürütüyor. AKP, dünya siyasetinde yeni bir tür yeni CHP rolünü oynamaktadır. Bunu Cumhuriyet döneminde CHP’nin yaptığı gibi yapıyor. Laiklik, modernleşme ve İslam’ı birlikte yürütmek yoluyla. CHP, laiklik ve modernleşmeyi İslam dışı yöntemlerle yaparken, AKP buna İslam’ı eklemiştir. CHP de İslam’dan vazgeçmemiştir. İslam’ın, bir güç olmasını engelleyerek(Batı da bunu istemiştir.) laiklik adı altında kendi kontrolüne almıştır. Ve siyasi talebi olmayan İslam’ı kendisine destek olarak görmüştür. Kur’an tefsirlerinin devlet eliyle yapılması, diyanetin kurulması bununla ilgilidir. Siyasal taleplerde bulunabilecek tekkeler kapatılmış devlete bağlı tarikatlar oluşturulup desteklenmiştir. 

İslam evrenselliğinin önüne geçmek için yoğun ideolojik çalışmalar yapılmıştır. Böylece dinsel kitlenin talepte bulunmasının yolu kapatılmıştır.

Türklük sıkıştığı alanlarda İslamcılığı hep imdada çağırmıştır. Kürt halkının baskı karşısındaki direnişi Türkçülüğü işlemez duruma getirdi. Kürdistan’da hiçbir etkinliği kalmadı. Laik Türkçülük (CHP) Irkçı Türkçülük(MHP) nin hiçbir rolü kalmamıştır. Batı’da da giderek eriyordu. Türkçülük yok oluşa doğru gidiyordu. 

Bu durumda İslamcı aşı yeniden deneniyor. Türkçülüğün İslamcı yönü ortaya çıkarılarak Kürtlerin devlete bağlılığı sağlanmaya çalışıldı. Bunu AKP yapacaktı. Bunu, Ortadoğu’da etkin olmak isteyen emperyalist güçlerden ayrı düşünmemek lazımdır. Canlı bir Türkçülüğün yaşatılması emperyalist güçlerin de isteğiydi. Giderek güçlenip devlet kapısına hakim hale gelen bu görüş Türkçülükten vazgeçmeyecek. Kürtleri cezaevine ve şiddetle kıstırmayı temel politika haline getiren bu devlet yapısının geçmişin eleştirisi üzerinden şirin görünme çabası bir örtü olmaktan başka bir anlama gelmez. Kürtleri sözcüsüz ve örgütsüz bırakıp kendi ilkel çözümünü kabul ettirmek çabasını görmek gerekiyor. Yine Kürtler devlet yapısı içinde etkili olmanın yolu da tamamen kapatılmış durumda.
İslamcılık Türkçülüğü Kurtarabilecek mi?

İslamcılık Türkçülükle birlikte anılır oldu. Milletin tanımı yapılırken dini birlik vurgusu zaten hep yapılıyordu. İstiklal Marşındaki “millet” vurgusunun temeli buydu. Buna rağmen Mehmet Akif çeşitli eziyetlere tabi tutuldu. Ancak onun şiiri ırkçı devletin marşı olarak okutulmaya devam ediliyor. Mehmet Akif ve onun şiiri İstiklal Marşı, İslamcılarla Türkçüler arasında ara bağlantı rolünü oynamaya devam ediyor. Al bayrak vurgusu da bununla bağlantılıdır. İşte tarihi olan bu bağlar ve Türkçülüğün kurtuluşunu İslam’a bağlı olduğu bir aşamaya daha gelmiş bulunuyoruz. Ve bu aşamada Türkçülük yeni bulduğu nefesle bir dönem daha etkinliğini devam ettirecektir. Ancak burada bir soru daha vardır: İslamcılık yaşatıldıkça İslam egemen olacak mı?

Hatırlanacağı gibi I.Dünya savaşından sonra Türkçülük yenilgiye uğramış ve bu nedenle yüzünü Anadolu Müslüman Türkler ve diğer halklara dönmüştü. Mehmet Akif’in düşünceleri  ve I.BMM yapısı dikkate alındığında İslami bir dileyiş olduğu görüldü. Bu şekilde Kurtuluş savaşı yaşandı. Başarı geldikten sonra bunlar tasfiye edildiler. Türkçülük, tehditleri boşa çıkardıktan sonra İslamcılık yönünü bir tarafa attı. Yeni bir Atatürk Türkçülüğü yürürlüğe konuldu. Ezan dahi Türkçeleştirildi. Buna karşı oluşan tepkiler şiddetle bastırıldı. O sıkışık durumda Türkçülüğün İslamcılığı etkisiz hale getirmesinde Türkçülerin Batıcıların desteğini almaktan sonradır.

Şu anda AKP bir anlamda Türk-İslam sentezine göre hareket ediyor. Temel kaygısı Türkçülüğün devam edip etmeyeceği kaygısıdır. Mevcut 12 Eylül Anayasasına yapışıp kalmasının en büyük nedenlerinden biri de budur. Suriye’de Irak’ta yapmak istediği de budur. Bağımsız stratejik bir çalışmadan çok dünya dengelerinde bir partnere tutunma çabasından başka bir anlamı yoktur. Bunların ideolojik olarak Fethullahçılıktan öte bir ideolojisi de yoktur. İsrail’e kıl dokundurmayan ve ABD’de rehine gibi yaşayan, Kürt Said’i Köylü Said yapan Gülen derin ilişkiler ve AKP’ye esir olan bu hareket temelde Türkçü olduğundan dolayı tarihte hiç olmadığı kadar Türkçülüğe hizmet edecek gibi duruyor. Çünkü Türkçülüğe hizmet eden bir İslamcılık dolaylı yönden Batı’ya karşı Doğu’nun bütünlüğünü ve mücadele gücünü de doğu aleyhine geliştirmektedir. Gülen Hareketinin TV’de Kürtçe yayın yapması, anadilde eğitim konusunda olumlu sinyaller vermiş olması onu Türkçülükten uzaklaştıran eğilimler olarak görmemek gerekiyor. Türkçülüğün Batı’yla ilişkisi değişik tonlarda olsa da(İslami/Laik vs.) olsa süreklilik halindedir. Bu şekilde, NATO rolü, daha iyi oynanıyor. Afganistan, Pakistan daha kolay kontrol ediliyor. Sonuçta İslami kökeni kuvvetli olan bir hareketin toplum ve devlet yapısında etkili hale gelmesini de istemezler. Bir süre sonra onun hareket alanları ve kapsamı hatırlatılır. Gülen’in ABD’de bulunuşu ve ABD dışına adım atmayışı onu siyasetteki etkinliğinin vesayet altına alınması içindir. Nitekim İsrail, batı ile ilişkiler ve Radikal İslam’a yönelik sert tavırları onun ABD’de bulunmasıyla doğrudan ilgilidir. Bunu en iyi bilen de Türkiye’deki İslami hükümettir. Son dönemlerde Hükümet/Hizmet tartışmaları bununla ilgilidir. Yaptığı yatırımlar özellikle medya ve eğitim alanındaki yatırımlarının kapsamı da dikkate alındığında bunların yaşamı için siyasal iktidarla kapışmasının kendileri için olumlu olmayacağının farkındalar. Onlara “basit bir tarikat oldukları” hatırlatılır, devlet işlerinin kendilerinde olduğu vurgusu yapılır, onların görevinin itiraz etmeyen, itaat eden bir toplumun devamı için toplumda sufiliğin devam etmeleri halinde yaşamaya devam edeceği konusu özellikle işlenir. Nakşilikte de Kadirilikte de durum bundan farksızdır. Said’i Nursi’ye yapılan ve Said’i Nursi’nin yaptığı da buydu. Eski/Kürt Said’in yerini Yeni/Nur Said geldi. Böylece İttihat ve Terakki akımının etkisinde olmayan Eski Said düşüncesinde dönüşüm yaşatılarak onunla bağlantılı hale getirildi.  

19.Yüzyılın sonu 20.Yüzyılın başında Osmanlıcılık nasıl ki İmparatorluğu kurtarmayı başarmadıysa; Türk siyasi yaşamında 100 yıla aşkın süredir etkili olan Türkçülük, İslami rütuş ve dayanaklarla da olsa Batı’nın etkisinden çıkamayacaktır. İslam Kardeşliği adı altında Ortadoğu’daki siyasetin yerlerde süründüğü dikkate alındığında Türk-İslamcılığın Batı’nın daha fazla kalıcı hale gelmesindeki araçsallığını görünür kılmıyor mu? 20. Yüzyılın başı yeniden tekrarlanıyor. Kürtler CHP’nin neler yaptıklarını gördükleri için CHP’ye kapıyı kapattılar. Aynı işlevi gören AKP’nin de bu yüzünü görmenin zamanı gelmiştir.


***

ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN GERÇEK AKTÖRÜ ERDOĞAN MI?

ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN GERÇEK AKTÖRÜ ERDOĞAN MI?


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
02.10.2013 

      Turgut Özal'ın gelişi Kürt sorununun çözümsüzlüğü üzerineydi. Özal, uzun süre şiddetle çözebileceğine inandı. Ancak bunu yapamayacağını anlayınca barışçı yoldan çözüm arayışına girdi. Bu şekilde çözümsüzlükten çözüm yanlısı yolunda ilerledi. Önünde içte ve dışta büyük engeller vardı. Erdoğan ise başa gelir gelmez çözüm yanlısı olduğunu gösterdi. 

Çözüm yanlısı olarak başlayan tavrı çözümsüzlüğe/oyalanmaya doğru gitmeye başladı. Çözümsüzlükten çözüme, çözümden çözümsüzlüğe Türk siyasetinin genetiğine işlenmiş, adı ne olursa olsun Özal/Erdoğan'dan çözüm beklemek mümkün görünmüyor. Çünkü Kürt sorunu tarihiyle, sosyolojisiyle bütündür. 

Bu sorunun çözümü tüm Türkiye düşüncesinin bütünüyle dönüşümüyle mümkün olabilir o da olamayacağına göre iş mücadele güçlerine kalmıştır. Mücadele nasıl ki askeri yapıyı sarstıysa bu konuda da sarsacaktır. Özal çözüme giderken ölümüne yaklaşırken, Erdoğan çözümsüzlüğe giderek siyasal ömrünü uzatmaktadır. Kürtler için değişmeyen kurallar yürüyor. Asimilasyon tam gaz...

Kürt sorunu konusunda en kritik tavrı koyan İlker Başbuğ'un tutuklanması üzerinde özellikle durulmalıdır. Bu kez çözümsüzlük yanlısı olanın Erdoğan olduğunun bilinmesi gerekiyor. İlk kez görevi başındayken aftan, Kürtlerin bireysel olsa da haklarından söz eden birinin o süreçte tutuklanıp müebbede mahkum edilmesini Ergenekon’a bağlamak o kadar kolay olmasa gerek. Çözümsüzlüğün tek kaynağının asker olmadığı neden görülmek istenmiyor?

7 Şubat 2012 darbesi olarak adlandırılan soruşturmada Erdoğan'ın rolü nedir? Erdoğan'ın da soruşturma ile karşı karşıya kaldığı doğru mu? Bunların hiç biri doğru değil; her şey Erdoğan'ın kontrolü altındadır. Soruşturmayı açtıran da durduran da odur. Başbuğ tutuklandığındaki tutuklamaya yönelik tepkisini , Başbuğ, müebbede mahkum edilirken neden tepki göstermeyişi bu konuda Erdoğan’ın karar verici olduğu konusunda bilgi veriyor. Yarın öbür gün aynı şeyi Hakan Fidan için de yapabilir. Başbakan Hakan Fidan'ı ustaca kullanmakta onun aracılığıyla çözüm yanlısı gibi görünerek başkanlığa doğru gidiyor. Asıl tehlike onun başkanlığında görülecektir, bu arada Kürtlerin direniş ve örgütlülüğünü de dağıtabilse onu durdurabilecek hiç bir güç de kalmaz.

Akil İnsanları da aynı amaçla kullandı. Bunu ilk fark eden Murat Belge'ydi. Demokrasi paketinden akil insanların raporundan iz bile yok. Oyalama, kandırma boyutunun nerelere uzandığının açıklığa kavuşması için Kürt siyaseti kafasını gömdüğü kumdan çıkarmalı artık...

Erdoğan, uluslar arası politikada da etkili olabilmek adına başka ülkelerin iç işlerine değişik yöntemler kullanmaya başladığı konusundaki ip uçları üzerinde de durmak gerekiyor. Özellikle 2010-2011 yıllarında Irak’ta Sünni Haşimi’nin başkanlığı/başbakanlığı için çok uğraştı. Bu plan başarılı olmayınca Haşimi’i kendi ülkesinden kaçarak Türkiye’ye sığındı. Haşimi, Türkiye’ye sığındıktan sonra oluşan yeni Irak yönetimi Haşimi’yi “terör olaylarından” sorumlu tutarak idam cezasına mahkum etti. Irak’ta her gün onlarca patlama yaşanmaya devam etmekle kalmamakta;Hewler(Erbil) saldırılarında olduğu gibi Irak Kürdistan’ın kalbine kadar gelmiş oldu. Bunu,Türkiye’nin Kürtlerin Rojava’daki kazanımlarına karşı destek verdiği radikal İslamcılardan ayrı düşünmek mümkün değildir. Rojava konusunda Kürdistan Bölgesel Yönetimini tam olarak yanında görmemesi nedeniyle onlara göz dağı vermek isteyebilir. Hewler saldırısına bu açıdan bakmaya fayda vardır.

Erdoğan’ın durumu böyle iken bunu ustaca gizlemek için manevralar yapsa da görünür duruma gelmiştir. Bunu daha fazla sürdürmesi de mümkün değildir. Kürt sorununu çözmek adına Şırnak Havaalanına “Şerafettin Elçi Havaalanı”, Alevi Sorununu çözmek adına Nevşehir Üniversitesine “Hacı Bektaş-ı Veli” adının vermekle soruna çözüm getirmeyeceğini anlaması gerekiyor. Hele hele en büyük Boğaz Köprüsünün adı “Yavuz Sultan Selim” olduğu müddetçe bu göstermelik jestlerin bir anlam ifade etmediği de görüldükten sonra…       

***

ÇARŞI GRUBUNA OPERASYON: DALGA/PAKET DEMOKRASİSİ (!/?)

ÇARŞI GRUBUNA OPERASYON: DALGA/PAKET DEMOKRASİSİ (!/?)



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
28.09.2013 


Yine bir “Şafak Operasyonu”…Binlerce polis eşliğinde önceden belirlenmiş adreslere baskınlar yapılıyor. Kameralar eşliğinde insanlar uykularından uyandırılıyor, kollarına kelepçeler takılıp polis araçlarına bindiriliyor. 
Bildik bir yöntem yeniden uygulanıyor. Yine dalgalar şeklinde geleceği haber veriliyor. 
Her zaman olduğu gibi en vurucu halka ilk halka oluyor. Bu dalgada da diğer dalgalarda olduğu gibi yargıyı göremiyoruz. İşin başında daha önceki zamanlarda İstanbul Baş Zaptiyesi olan şimdilik İç işleri Baş Zaptiyesi haline gelen Muammer Güler’i basının karşısına çıkarken görüyoruz. Devlet tarafından değişen bir şey yok… Değişen evi baskına uğrayanlar oluyor ve bunların başında da Beşiktaş taraftar grupları tabi ki “Çarşı Grubu”... Zamanlama da müthiş! Pazartesi günü “Demokratikleşme Paketi(?)” açıklanacak… “Dalga/Paket” dengesizliği belki de eş zamanlı yaşanacak….

AKP’nin önce Parti, sonra Parti-Devlet, şimdilik Devlet-Parti haline geldiğinin resmi burada ortaya çıkıyor. Yapılan bu operasyonunun gözden kaçırılmaması gereken en önemli yönü Organize Suçlar Şube Müdürlüğünün de siyasi şubeye dönüşmüş olmasıdır. Gezi olaylarında görüldüğü gibi Çevik kuvvetiyle, TOMA’sıyla siyasi polis haline gelen genel polis teşkilatının topluma yaşattığı bu durum, polis “Sıkı Yönetimi”dir. Çarşı grubuna yönelik şafak operasyonu ile bunun boyutu ortaya çıkmıştır. Toplum bütün olarak polis tehlikesi altındadır. Geçen hafta Beşiktaş-Galatasaray Derbisindeki “olaylarla” bunun fitili ateşlenmişti. Basın susturulmuş daha doğrusu ileriki günlerde yapılacak operasyonları meşru gösterecek yayınlar yapıyordu. Nitekim Cuma sabahı yapılan operasyonla basın bu tavrını devam ettirdi.
Türkiye genel bir hapishaneye dönüşmüş durumda; şafak operasyonlarıyla insanlar “koğuşlarından” alınıp “tek kişilik” hücrelere doldurulmaktadır. Tahliye olanlar da “tek kişilik” hücrelerinde “koğuşlarına” gönderilmektedir. Buna hükümetin kendi siyasi rakiplerini yok etmesi, sindirmesi gözüyle bakmak yeterli değildir. Otoriterleşme sıradan yaşam alanlarına yayılmış durumda. En tehlikelisi de polisin tamamen AKP’nin Polisi haline gelmiş olmasıdır.

Neden Beşiktaş Taraftar Grubu?

Her ne kadar basın/yayın organlarında “şafak operasyonunun” Fenerbahçe ve Galatasaray taraftar gruplarına yönelik olduğu yazılsa bile bu operasyonun asıl hedefi Beşiktaş Çarşı grubudur. Bunun en önemli nedeni Çarşı Grubunun “Gezi Direnişinde” oynadığı roldür. Hükümet bunun arkasındaki gerçeği örtbas etmek için diğer kulüplerin taraftar gruplarına operasyon yaparak “genel bir görüntü” vermek istemiştir. Kuşkusuz diğer taraftar gruplarını da kendi etkisine getirmediği sürece onlara da baskı uygulayacaktır, geçmişte onlara da uygulamıştır.  İktidarın, adeta bir siyasi rakibini tasfiye edecek tarzda Çarşı Grubu üzerine gitmesi üzerinde özellikle durmak gerekiyor. Baskı boyutunun ileriki süreçte yatay veya dikey olarak toplum üzerindeki boyutunu şimdiden görmemizi sağlıyor. Bunun herkes tarafından bilinmesi gerekiyor. Çarşı Grubunun eski siyaset/muhalefet anlayışını aşan tarzdaki toplumsal tabanlı direnişinin toplumun geneline yayılacağı endişesi hükümeti bu grubu hedef haline getirmiştir. Bu açıdan bakıldığında Çarşı Grubuna salt “taraftar” gözlüğüyle bakmak yanlıştır. Böyle olmuş olsaydı hükümet bu grubun üstüne siyasi polisini göndermezdi. Bu olayda hedef AKP’ye karşı oluşan/oluşacak toplumsal muhalefettir. Bu nedenle Kürdüyle, demokratıyla, devrimcisiyle, liberaliyle ne olursa olsun çarşı grubuna sahip çıkılmalıdır.
Basın ve medyanın imkanları seferber edilmiş;herkesin dikkati 30 Eylül Pazartesi günü açıklanacak “Demokratikleşme Paketine” çevrilmiş durumda. 

Paketin açıklanma arifesindeki “şafak operasyonunda” gözaltına alınanlar aynı gün mahkemelere sevk edilecekken, paketten bir şey çıkmayacağı “Cuma Şafağı” ile “Çarşı Grubuna” takılan kelepçe ile yeterince açık değil mi?

Her yer hapishane, şafak operasyonlarıyla insanlar hücrelere dolduruluyor.

***

BİR YARGICA MEKTUP (*)

BİR YARGICA MEKTUP (*)


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 

(*) A.Öcalan'ın Avukatları hakkında tutuklama kararı veren hakim.

      Meslekte yükselişinizi, başından beri takip ettiğiniz bu soruşturma ve bu dava sayesinde yaptınız. Yargıladıklarınıza, "Kimin Kürtçe savunma, kimin Türkçe savunma yapacağını gözlerinden biliyorum." dediniz. Onları sadece evlerinde, iş yerlerinde  değil, en mahrem, en gizli yerlerinde bile takip edip izlediniz. Bunu  da hiçbir hukuki, ahlaki kaygı duymadan yaptınız.

Biri bizi gözetliyor programı gibi evin en detay yerlerini sıkılmadan, utanç duymadan izlediniz. Ya da izlenmesine izin verdiniz. Bununla da yetinmediniz  polis ve savcıyla birlikte davranarak, avukatlardan tükürük örneği talep ederken, onları peşin olarak örgüt üyesi olarak kabul ettiniz. Onlarla kedinin fare ile oynadığı gibi oynadınız. Devleti hukuk tanımaz yetkilerle, otomatik olarak ve insafsız bir şekilde kullandınız. Bir hırsızın, bir gaspçının çalıp gasp ettiği mallara davrandığı gibi davrandınız avukatlara… Öyle hoyratça ve cömertçe davrandınız ki bir hırsız ve gaspçının savurganlığını bile aştınız.

Siz, önünüze gelen dinlemelere konu telefonlara baktığınızda hiç mi düşünme gereği duymadınız? Herkesin yıllarca, belki de öğrenciliğinden beri kullandığı cep telefonlarını dinlemeye alırken, hiç mi düşünmediniz?

Sizin her şeyden önce, bir yargıç olarak değil, bir insan olarak, yargıladıklarınızı gözetlediğiniz kadar, kendinizi de gözetlemeniz içinize bakmanız gerek. Devlet aklının size tanımış olduğu bu keyfi bakış açısı; önce sizi sıradan insan haklarını ihlalinde hiçbir beis görmemeye, bunun sonucu olarak ta Kürt halkının katliamına kadar gidebilmesinin yolunu açmaya götürüyor. Devletin size ve bürokrasiye böylesine sonsuz bir kredi açması, size sonsuza dek koruma şemsiyesinin içinde yaşama garantisi vermiyor. Geçmişte devletin bazı üst yöneticilerinin Ergenekon yargılamalarından sıyrılmak için suçu bazı memur ve subayların üstüne yıkıp soruşturmadan muaf kalmaları gibi.

Sizin yargıç olarak göreviniz, önünüze gelen dosyada, savcı ve polisin dediklerini onaylamak mıdır? Yoksa hukuksuzluklara dur demek mi? Oysa siz hep onay mercii oldunuz. İnsan haklarının güvencesi olduğunuzu hiçbir zaman hatırlamadınız.
Sizden önce telefon dinlemeleri reddeden hakim, yıllarca PKK ve Kürt davalarında hakimlik yaptı. PKK'yi ve avukatları sizden az tanıdığını da hiç kimse söyleyemez. Onlar da "iyi ceza" veriyorlardı.  Ancak sizin yaptığınız  gibi, bu telefon görüşmelerinin meslek ve iş gereği olarak değerlendirdikleri için dinleme taleplerine/saçmalıklarına izin vermediler. Ama bu saçmalıklara son verme konusunda kararlı davranan hakimlerin özel yetkileri ellerinden alınarak size de gerekli uyarıları yapmış oldular. Ne yazık ki siz ve sizin gibi davranan arkadaşlarınız giderek daha fazla polis/savcının onay mercii haline geldiniz. Oysa önünüze gelen avukatlara ait telefon rehberini karıştırsanız, bu avukatların bir kısmının telefonlarının sizde de kayıtlı olabileceğini görebilirdiniz. Onlarla her gün birlikte oldunuz. Birlikte çay içtiniz. Ama siz bir yandan zevkle çayınızı içerken bir yandan onları sorgulama yoluna gittiniz. O kadar sınırsız bir yetkiyi kullandınız ki, bu davada bundan sonra yargıçlık yapmaya devam etmekle, bir hukukçu olmaktan çıkarak başka bir adlandırmayı hak edecek hale getirdiniz kendinizi. Oysa sizi de güvenceye alacak olan hukuktur. Siz hukuktan uzaklaştıkça, kendinizin de gelecekteki hukuk güvencesini ortadan kaldırdınız. Siz hukuktan uzaklaştıkça, hukukun koruyucu kanatları da sizden soğuyacak ve size gerekli olduğu anda onu arayan durumuna düşeceksiniz.

Burada yargılanan kişilerin aile yapılarını da biliyorsunuz. Onların iş yerleri telefonları gibi bellidir. Bunu herkesten daha iyi bilecek durumdasınız. İbrahim Bilmez'in yeni evlendiğini, Cemal'in yeni çocuk sahibi olduğunu, eşinin hasta olduğunu, Van depreminde evi ve iş yerinin yıkıldığını da biliyordunuz. Bu kadar mı katılaştınız devlet aklı denilen basmakalıplara hizmet etmek adına? Bırakalım hukuku, vicdanınızın yerini almamalı bu. Bunun adı devlet aklı da olsa…
Tayyip'in kükremesi, "Benim için Kürt sorunu yoktur. Çocuk da kadın da olsa vurun.” demesi, “Çekip gitsinler.” demesi yok mu? O bunları söylerken, bir annenin evladı, onu seven bir eşin kocası, bir çocuğun babası olduğunu unutur gibi yapıyor. Devlet aklı adına hareket ettikçe, onu içselleştirip normal bir davranışı haline getirdikçe,  babalık, kocalık rolü de görünmez oluyor. Kendisini öyle kaptırmış ki; gelecek için tasarladığı devlet aklının devamı için, durmadan “Çocuk yapın.” diyor. Ancak yaşayan genç nüfusun ne olacağı, nasıl iş bulacağı, nasıl eğitileceği, demokrasi içinde yaşayıp yaşamayacağı umurunda bile değil. Onun söylemek istediği tek şey vardır. "Ölmeye, öldürmeye devam etsinler."  Akoğlan-Akdoğan onun yerine de düşünüyor. Hızını alamıyor. Öcalan'ın da Karayılan'ın da yerine düşünüyor. Tipik bir sömürge zihniyeti ile konuşuyor. 

Orda yaşayanın insan olabileceğini düşünemiyor. Ya da düşünmek istemiyor. Kendi öldürdükçe, darbe vurduğunu canlı yayında ilan ediyor. Bir sivil üst düzey görevlinin, operasyonları bu kadar canlı bir şekilde izlediği, şimdiye kadar görülmedi. O ildeki görevli her dakika canlı yayında dahi her an ona ulaştırmak için çaba harcıyor. Bunun utanmadan, sıkılmadan övünerek ve şişinerek, canlı yayında gündeme getirebiliyor. 

Size dönelim. Siz sadece bu davanın şimdiki yerinde durmuyor, yeni davalar ve soruşturmalar konusunda ip uçlarını veriyorsunuz. Yani, polislik savcılık ve hakimliği birlikte yürütmeye devam ediyorsunuz.

Hakimin tarafsızlığı çok önemlidir. Hazırlık ve soruşturma, bir iddia/savcılık işlemidir. Nitekim bazı durumlarda sulh yargıcı bizzat savcılık rolünü dahi yapabilmektedir. Bu nedenle, hazırlıkta ve soruşturma sürecinde yer alan bir hakimin, aynı davada kovuşturma makamının başında yer alması başlangıçtaki konumunun devam ettiği anlamına gelir. Türk hukuk tarihinde olmayan bir örnek konumuna geldiniz. Hazırlık hakimi olarak tutuklama karı verdiğiniz bir yargılamada heyet başkanlığını da siz yapmış oluyorsunuz. 

Son olarak ta, hem Özel Görevli Ağır Ceza Mahkemesi, hem de TMK İle Görevli Mahkeme unvanlı mahkemenin de başkanlığı sıfatını elde eden bir hakim oldunuz. Değil siyasi davalarda normal davalarda dahi görünen bir durum değil bu. Belki ileride Yargıtay Üyeliğine yükselir ve bu davanın temyiz sürecine de bakarak, bir konuda dünya rekoru kırabilirsiniz! Bu dava sizi o kariyeri sağlayacak gibi görünüyor! Ve siz bu davanın her aşamasında yer almış bir hakim olarak tarihe geçmiş olacaksınız! Belki de hedefiniz bu… 

Bu arzunuzu da hiçbir şekilde gizlemiyorsunuz.

Taraf gibi davranıyorsunuz. Kalıplaşmış gerekçelerle ve kopyalayıcı yöntemlerle insanları tutukluyorsunuz.

Sizin arkanızdaki etkili lobi, bu davada görev yapmaya devam etmeniz için etkin bir mücadele verdi.

Meclis bile bu davayı elinizden almayı başaramadı.

Av. Feyzi Çelik

***

TÜKETEN BEKLENTİ: KAFKA’NIN "DAVA" ROMANINDAN

TÜKETEN BEKLENTİ: KAFKA’NIN "DAVA" ROMANINDAN


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 
01.09.2013 

     Kafka'nın Dava romanında geçen Yasaya girmek isteyen taşralı ve yasa önünde nöbet tutan bekçinin hikayesi: "Yasa önünde nöbet tutan bir bekçi vardır. Taşralı bir adam bir gün ona gelip yasaya girme izni ister. Ancak bekçi o anda izin veremeyeceğini söyler. Adam düşünür ve daha sonra girip giremeyeceğini söyler. 'Belki' der bekçi, 'ama şimdi olmaz' Bekçi, her zamanki gibi açık duran kapının önünden çekilir ve adam içeri bakmak için eğilir. Bunu gören bekçi güler ve "madem ki girmeyi bu kadar çok istiyorsun, beni aşarak girmeyi dene bakalım." Ama bil ki ben güçlüyüm. Üstelik bekçilerin en küçüğüyüm. Her bir salonun girişinde gitgide daha güçlü bekçilere rastlayacaksın. Üçüncüsünden itibaren onların görüntüsüne ben bile katlanamıyorum. Taşralı adamın yasanın her zaman açık olduğunu sanmıştır. İzin verilinceye kadar kapıda bekler. Yıllar geçer. Yalvarır, yanında bulundurduklarını rüşvet olarak verir bekçi onları alır ona sırf bir şeyi ihmal etmediğini sanmayasın diye kabul ediyorum der. Adam yıllar boyu beklerken sürekli olarak bekçiyi inceler. Diğer nöbetçileri unutur. Yasa'ya girmesine izin vermeyen ilk ve tek kişi olduğunu düşünür. Sonraları yaşlandıkça, homurdamakla yetinir. Çocuklaşır ve bekçiyi incelediği uzun yıllar boyunca sonunda kürkünün yakasındaki bitleri bile tanıdığı için, onlardan bekçiyi yumuşatmasını rica eder. Artık ölüme yaklaşmıştır. Ölmeden önce, beyninde toplanan tüm anıları, bekçiye henüz sormadığı bir soruya dönüşür. Bu kapıdan içeri girmek yalnız sana tanınmıştı. Bu giriş sırf senin için yapılmıştı. Ben artık gidiyorum kapıyı da kapatıyorum."

Beklentiler Tüketir Egemene Zaman Kazandırır

     AKP'nin yaptığı kritik yasalar genel olarak kanun yapma tekniğine uygun değil. Özgürlükçü bir anlayış yok. Toplumda umut yaratmak. Taş atan çocuklarla ilgili düzenlemelerde olan buydu. Üçüncü ve dördüncü yargı paketinin kapsamı böyleydi. Belirli bir çözüm iradesi yok. Toplumda umut yaratarak kendini sürdürme çabası görülüyor. Toplumu hep bir paket beklentisi içinde tutuyorlar. 

Bu sadece hukukta değil, siyaset ve ekonomide de böyledir. Bu toplumu kendi dinamiği üzerinden örgütlenmesi yerine her şeyi devletten bekleme durumuna sokmak anlayışıdır. Devletsiz yaprak kıpırdayamaz anlayışıdır. Bu devlet kapısı önünde bekleme/bekletme anlayışıdır. Birey arkasında duran devlet olduğunu düşünmeye devam ettikçe kendi özünden ve kurumlarından uzaklaşırken gerçek anlamda örgütlü yapıya girmek isteyenler üzerinde baskı uygulanır. Temelini gözetim toplumundan alan (gözetim toplumunda gözeten görünmez, gözetilenin ise tüm yaşamı kontrol altındadır, hareketleri, tavırları, eğilimleri, düşünceleri, anlayışları gözetilen tarafından bilinmektedir.) gözetim faaliyeti şimdilik "denetimli serbestlik" şeklinde kendisini gösterirken siyasal anlamda denetimli demokrasi demektir. Kürt toplumu üzerindeki gözetlemenin boyutu daha da kapsamlıdır. Onun ekonomik sosyal statüsü de bu kapsamda ele alınır. Bir türlü zorlamalar dayatılarak herkesi kendisine bağlama amaçlanıyor. Beklentiler yaratılarak sistem hem kendisini yürütüyor hem de sistem karşıtlığını bekleme durumunda bırakarak onların çözüm gücünü de tüketerek kendi çözümünü(?) bir şekilde dayatıyor.
İşçi, işverenin kendi iş koşullarının iyileştirmesi, dayak yiyen kadının kocanın dayağının biteceği beklentisi gibi beklentiler bunun somut örnekleri. Böylece beklenti içinde tutularak "umut" canlı tutulurken;geçmişin zalimliklerine karşı "öfke" de unutturuluyor.


***

ÇÖZÜM SÜRECİ ÇÖKERSE

ÇÖZÜM SÜRECİ ÇÖKERSE



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 
28.08.2013 

Baharın başlangıç gününde başlayan çözüm süreci sonbahara yaklaştıkça çözümsüzlük sürecine doğru mu gidiyor? Susan silahlar yeniden patlayacak mı? Daha önceleri olağan hale gelen gözaltı ve tutuklama dalgaları yeniden başlayacak mı? Bu sorulara cevap vermeden önce çözüm sürecinin çözümsüzlük sürecine dönüşünün ne Kürt tarafına ne de Türk tarafına bir yararı vardır. Daha önce silahlı güçler arasında yaşanan çatışmaların yaygınlaşarak bir iç savaşa dönüşebileceği tehlikesi vardır. Bu da Suriye'de olduğu gibi Türkiye'yi küresel/bölgesel yabancı güçlerin müdahale alanı haline getirebilir. Bu nedenle mecliste bulunan AKP, CHP, MHP ve BDP gruplarına tarihi bir görev düşmektedir. Bu sorun sadece iktidar partisinin ve PKK'nin sırtına yüklenecek bir sorun değildir. Bu partiler ortak bir siyasi tavır geliştirerek ne olursa olsun çözüm sürecinin amacına ulaşması için elinden geleni yapmalıdırlar. Yerel seçimler yaklaşıyorlar diye oy kaybetme / kazanma sevdasından vazgeçmeliler.

Göründüğü kadarıyla çözüm sürecini sürdürme konusunda en kararlı kişi Öcalan'dır. Zor koşullarda olmasına rağmen süreci ayakta tutabilmek için elinden geleni yapmıştır. Ancak onun da çözüm gücü olabilmesinin sınırları vardır. Bu sınırları aşabilecek güç hükümet ve başbakandadır. Ancak gelinen aşamada bu da yeterli değildir. Sorunun çözümü konusunda bakış açılarında da yakınlaşmalar olmalıdır. Kürt tarafı ile hükümetin çözümün nasıl olacağı konusunda bakış açıları birbirinden uzaktır. Ortak noktaların bulunup çözümün hızlı bir şekilde olması zorunludur. Bunun anahtarı başbakanın elindedir. 
Şu ana kadar göründüğü kadarıyla çözümsüzlüğün temel nedeni başbakanın kendisidir.

PKK'nin silahlı mücadeleyi bırakmata tereddüde bırakmıştır. 
Bu bakımdan KCK Eş Genel Başkanı Cemil Bayık'ın 1 Eylül uyarısı dikkate alınmalıdır. 1 Eylül'den sonra stratejik bir kararla demokratik siyaset kararından yine stratejik bir kararla silahlı mücadeleye dönüş olabilir.
Batı ittifakının Suriye'ye silahlı müdahale arifesinde çözüm sürecinin çözümsüzlüğe evrilmesi Türkiye'de yeni savaş cephelerine dahil edilmesini beraberinde getirebilir. Savaş cephesi haline gelen Türkiye'de güçlenecek olan demokratik siyaset yapı yerini askeri baskıcı bir yönetimin yolunu da açabilir. Bu nedenle genel demokratikleşme ile birlikte çözüm sürecinin devamında herkesin yararı olacaktır.

***

TÜRK / KÜRT SİYASİ İLİŞKİLERİ VE İTTİFAKLAR

TÜRK / KÜRT SİYASİ İLİŞKİLERİ VE İTTİFAKLAR


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 
13.08.2013 

Osmanlı Devletinin sonuna yaklaştıkça devleti ayakta tutabilmek adına üç tarz-ı siyaset denilen İslamlaşmak, Türkleşmek ve Muasırlaşmak siyaseti diğer toplulukların Osmanlı’dan ayrılmasına engel olamadı. Bunun tek bir istisnası vardı o da Kürtlerdi. Ancak İslamcılaşma Türkleşmeden hiçbir şekilde vazgeçmiyor Kürtlerde ise İslamileştikçe veya modernleştikçe Kürtleşmeden vazgeçiliyor bu anlamda İslamlaşma da Muasırlaşma da Kürtler için asimilasyonu hızlandırıcı etkisi görülüyor. İslamlaşmanın da Türkleşmenin nihai sonucu modernleşmeyi / muasırlaşmayı sağlamaktır. Cumhuriyeti kuranlar Türkleşerek modernleşmeyi seçtiler. Bunu yapan da CHP idi. Uzun yıllar İslamlaşmanın yolu kapatıldı. Modernleşmeyi esas alan Türkçülük kendisine özgü otoriter laikliği hayata geçirerek İslamcıları iktidardan uzak tuttu. Kendine özgü -Diyanetin kurulması gibi- bir din anlayışını topluma dayattı. İslamcılığın baskı altına alınması, toplum içinde etkinliğinin azalması anlamına gelmiyordu. Çok partili sisteme geçişle birlikte CHP tek parti otoriteliğine karşı DP’yi destekledi. Bundan sonraki süreçte İslamcılık görünür hale geldi. 1990’lı yıllarda “adil düzen” sloganı ile büyük bir atılım gerçekleştiren İslamcılık, AKP ile birlikte iktidara geldi. 

BDP'nin diğer Kürt partilerine ve Türkiye soluna bakışı onları ayrı bir varlık yerine kendi içine almaya yöneliktir. En son seçimlerde olan buydu.  Buna karşı duruş gösterenler örneğin Ufuk Uras bir daha aday gösterilmedi. Ertuğrul Kürkçü,  Sırrı Süreyya Önder ve Altan Tan doğrudan doğruya BDP grubu içinde yer aldılar. Şerafettin Elçi KADEP içinde yer aldıysa da ölene kadar duruşuyla BDP’den ayrılmadı. Bu arada kendi partisi de varlık göstermedi. Ölümünden sonra ise bu partinin adı söylenmez oldu. Blok milletvekili olarak seçilen Levent Tüzel ise halen bağımsız milletvekili olarak faaliyet sürdürürken diğer yandan HDK’de çalışmaya devam etmektedir. Politik aktiflik ve Kürt siyasetine uyum göstermede zorluk yaşayan Tüzel’in genel başkanı olduğu partinin başına dahi geçmeyişi onu Ufuk Uras örneğinde görüldüğü gibi ileriki aşamalarda hem Kürt hareketiyle hem de kendi partisiyle ayrı düşmekle karşı karşıya kalabilir. Bunun en önemli nedeni toplumsal temeli sağlam olan Kürt hareketinin kendisi dışındakilerle ittifak yoluna gittiğinde ittifak ettiği grupların kendi toplumlarında etkili bir tabana sahip olmaktan çok dar kadro/gruplara mensup oluşlarından ileri gelmektedir. 2007 Seçimlerinde Kürt siyasal hareketinin desteğiyle seçilen Ufuk Uras, milletvekili seçilmeden önce ÖDP’nin genel başkanıydı. Ufuk Uras, milletvekili seçildikten sonra ÖDP’ye geri dönemedi. Aynı durum Levent Tüzel için de yaşanmakta. Bu da gösteriyor ki seçim ittifakı adı altında seçime girilmesi toplumsal temelli ittifak şeklinde olmadığından dolayı buna ittifak demek de mümkün değildir. Bu aslında bir çeşit katılmadır. Ancak bunun katılma olduğu da kabul edilmez çoğu zaman. Ancak hem onlara oy veren Kürt toplumu, hem de az da olsa ona bağlı olan kendi örgütü bunun katılma anlamına geldiğini bilmektedir. 

Ona göre tavır konulmaktadır. Kürt hareketindeki toplumdan kaynaklı dominant etki bunun tersinin oluşması önünde en önemli engeldir. Kürt solu/Türk solu birlikteliği yeni değildir hatta Kürt solu, Türk solundan ayrılıp yolunu devam etmiştir. HEP’i kuranların SHP’ten ayrılmaları bunun en bariz örneğidir. HEP ilk kurulduğunda HEP’in kurucuları arasında çok sayıda sendikacı vardı. Kuruluşundan çok kısa bir süre sonra bunlar HEP’ten ayrıldılar. HEP böylece Kürt Siyasal hareketinin bir bileşeni olarak hayatını sürdürmüştür.

Türkiye’de Kürt siyasal hareketi ile Türkiye solunu birleştirme çabaları sürekli görüldüğü halde bundan bir sonuç alınmadığı gerçeği dikkate alındığında Kürt siyasetinin bundan sonraki aşamada HDP şeklinde devam ettirmenin sosyolojik bir temeli de yoktur. Kürt siyasal hareketinin içinde yer aldığı siyasal örgütlemenin adı HDP olsa bile HDP de tıpkı BDP gibi Kürt siyasal hareketi olarak görülmeye devam edecektir. Bu nedenle Kürtlerin HDP arayışı zaman kaybından başka bir anlama gelmez. Kürt hareketiyle birlikte hareket eden Türkiye solcuları BDP içinde de rahat hareket edebilirler. Onların da HDP için ısrar etmelerinin bir anlamı yoktur.

***