Sırrı Süreyya Önder etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sırrı Süreyya Önder etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2020 Çarşamba

PAKET ÖNCESİ/SONRASI: SİYASAL BİR ANALİZ

PAKET ÖNCESİ/SONRASI: SİYASAL BİR ANALİZ


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
06.10.2013 


Barış sürecinde taraflar arasında somut sonuçlar alınmamış olsa da bir yıla yakın bir süredir karşılıklı süren bir ateşkesin varlığını kabul etmek gerekiyor. Bu süreci daha önceki süreçlerden ayıran en önemli özelliği devletin de bu süre zarfında ateşkese bağlı kalışıdır. Her iki tarafı umutlandıran ve daha ileri aşamalara gidilmesi isteğini canlı tutan da budur. Her iki taraf da söylemleriyle bu süreci bitirmek için elinden geleni yaptıysa da bunu canlı tutan Öcalan'ın tavrıdır. Hem, PKK Öcalan'ın kararı olmadan ateşkesi bozacak adımlar atamıyor hem de devlet Öcalan'ı devre dışı bırakmaya yanaşıyor. Bu süreç bu şekilde devam ediyor. Oldukça uzamış durumda. Öcalan'ın istediği anlamda bir aşamaya gelişinde hem devletten hem de PKK'den kaynaklanan sorunlar var. Bu sorunlar aşılmadan yapılan görüşmeler birbirinin tekrarı haline gelmektedir. Haziran ayından bu güne kadar ikinci aşama olarak adlandırılan aşamanın gelişimi için toplum demokratikleşme paketi beklentisi içine girdi. BDP de demokratikleşme paketi konusunda taleplerini sürekli olarak canlı tuttu.

KCK ve Kandil açısından bakıldığında KCK önce AKP’nin adım atması gerektiğini, AKP’nin beklenen adımları atmayışı karşısında sürecin devamını AKP’den beklemenin yeterli olmayacağı, demokrasi güçlerinin AKP’yi zorlaması gerektiğini ileri sürdüler.

Bu ülkede gerçek anlamda demokrasi güçleri var mıdır? Olsa da bunların Kürt siyasetiyle ilişkisi ne durumdadır? Bunların var olduğu Gezi Olaylarıyla birlikte ortaya çıktı ancak Kürt hareketi bununla yeterli ilişkiyi geliştiremedi. Kürt siyasetinin demokrasi güçlerinden anladığı bazı sol örgütler, liberal aydınlardan öteye geçmez. Bunların çoğu da şu veya bu şekilde Kürt siyasetiyle ilişki halindedir. Bunun en somut örneği de HDK’dir. Barış sürecinin başlangıcında HDK’li milletvekillerinin Karadeniz Bölgesindeki gezisinde meydana gelen olaylara bakıldığında demokrasi güçleri olarak adlandırılanların kendilerini koruma yeteneğinden yoksun oldukları ortaya çıktı. Bu nedenle “olmayan demokrasi güçleri” desek en doğrusu olacaktır. Bunların AKP’ye adım attırması mümkün değildir. 


Aslında AKP’ye adım attırmanın koşulları Gezi ile birlikte ortaya çıkan toplumsal olaylarla kendisini gösterdi. Gezi ile Kürtler arasında yeterli kontaktın oluşmayışı bu fırsatın kaçmasına neden oldu. Gezi Olaylarının başlangıcında BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in rolünü kimse inkar edemez. Ancak onun bu rolüne BDP’nin kurumsal sahip çıkışı oldukça zayıf kaldı. Daha sonraki aşmalarda ise Gezi Olaylarındaki rolü nedeniyle İmralı’ya gidiş yasağı konulması karşısında BDP’nin İmralı Görüşmelerine Sırrı Süreyya Önder’i götürme konusunda ısrarcı olmayışı Kürtlerin Gezi ile bağını oldukça zayıflamakla kalmadı aynı zamanda Sırrı Süreyya Önder’in Gezi nezdindeki ilişkilerini de zayıflattı. Özellikle o süreçte Taksim’de yapılan mitingde konuşma yapılmasının engellenmiş olması hususu da eklendiğinde Gezi/Kürt bağını oluşturacak önemli bir araçtan yoksun kalındığının kabul edilmesi gerekir. Gerçek durum böyle iken Kürt siyasetinin “AKP’den bunu beklemiyoruz,  demokrasi güçlerinden bunu bekliyoruz.” Demesi havada kalmış oluyor. Bu durumda AKP’nin paketi açıklamasını beklemekten başka bir şansının kalmadığı görüldü. BDP ve KCK gerçekten paketin gerçekten demokrasi paketi olduğuna inanmış olsaydı demokrasi güçlerine böyle bir çağrı yapma gereği duymayacaktı. Ne zaman paketin beklentilerden uzak olduğunu anladılar o zaman bu tür arayış ve çağrılar yaptılar. Çünkü kendileri yapabileceklerini yapmaya çalıştılar. Geride tek bir şey kalmıştı. O da ateşkesin bitirilmesiydi. Bunun da Öcalan’ın kararına bağlı olduğunu bildikleri için dile getirmeyi dahi düşünmediler. Devlet de bunun farkındaydı. Öcalan’ın kararı olmadan ateşkesin bitmeyeceğini biliyorlardı.

AKP paketle kolektif haklar çerçevesinde değil bireysel haklar çerçevesinde yaklaşmış durumdadır. Örgütsel yapı dikkate alınmamıştır Kürtlerin örgütlülüğü yerine tek tek Kürtlerin muhatap alınarak onların kendi örgütsel yapılarından koparak kendisine gelebileceğini düşünmektedir. Buna karşı çıkanlara da “bakın AKP sizlere hak verdi örgütlü yapı bunu kabul etmiyor.” “Haklar, BDP ve PKK'nin umurunda değildir.” Demeye getiriyor. Böylece AKP, var olan hak ve özgürlükleri  kısıtlamayı kendisine hak olarak görmeye devam ediyor. Bu durumda Kürtlerin süreç ve Öcalan hassasiyeti istismar edilmiş durumda. Kürtlerin Öcalan ilişkisi tehlikeli hale gelmiş durumda Bunun en önemli sıkıntısı Kürtlerde oluşan siyasetsizliktir. Siyasetin yükünün Öcalan’ın üzerine yığılmış olması siyasetsizliği derinleştiriyor. Kürt siyaseti demokratik siyasete doğru evrilirken mevcut siyasetleri de elinden kaçırıyor. Kendisi demokratik örgütlülüğü geliştirmediği gibi kendisi dışında yer alan Kürtlerin Türk siyasetine kaymasını/kalması da bu sürece hizmet ediyor. Hükümlü/rehine Öcalan’ın ayda bir BDP’lilerle bir araya gelmesi, Kandile/Kandil’den mektuplar yoluyla çözümde ilerleme olmayacağı görülüyor. Bunu devlet de biliyor. Ancak siyasal iradeyi temsil eden Erdoğan bunu bir türlü kabul etmiyor. Kendisinin belirlediği çerçevede olaya “terörün bitmesi” olarak bakmaya devam ediyor. İşin ilginç yanı BDP’nin bunun bilincinde olmasına rağmen bu konuda adım atmayışıdır. Bunda “AKP sonrası korku” rol oynamış olabilir. Adeta tüm yumurtaların AKP sepetine konulması durumu vardır. Erdoğan’a vurulacak bir darbe ile tüm yumurtaların kırılabileceği düşünülüyor. Erdoğan da tüm yumurtaları sırtlamanın rahatlığıyla olsa gerek Kürt siyasetini tatmin edecek adımlar atmıyor.

Başından beri paketin gizli tutulması diğer partilerin ve özellikle akil insanların raporlarının dikkate alınmayışı hükümetin konuyu bireysel hak kapsamında ele anlayışını ortaya koyuyor. Böylece devletin Kürt veya Alevi haklarının kolektif haklar çerçevesinde olmayacağını gösteriyor. Başörtüsü konusu dahi bu şekildedir. Başörtüsü konusunda bazı istisnaların oluşu bunun göstergesidir.

Öcalan üzerindeki tecrit ve rehine politikasının iki yönlü etkisi vardır. Birincisi Kürt siyasetinin önüne Öcalan konularak daha ileri taleplerin önüne engeller konuluyor; ikincisi ise gelişim ve değişime uygun Kürt siyasetinin önü kesilmiş olmasıdır. Kürtlerin demokratik siyasetini bu şekilde önü kesilmiş durumda. Hükümet de, Kürtlerin genel muhalefetin bir parçası olarak görülmemesini istiyor. Kürtleri genel muhalefetten farklı bir muhalefet olarak göstermek her ne kadar Kürtlerin muhalif duruşuna zarar vermese de bununla hükümete karşı müşterek noktalarda bir araya gelebilecek muhalefetten duyulan korkudur. Bu tarz bir ayrıştırma ile genel muhalefeti oluşturan kesimlerin gözünde Kürtlerin sanki AKP ile birlikte hareket ettikleri şeklinde bir propagandaya zemin sağlıyor. Özellikle MHP bunu çok iyi kullanıyor. CHP bir yana kendisini sol/sosyalist/liberal olarak tanımlayanlarda da böyle bir görüşün oluşmasına neden oluyor. Bu aynı zamanda genel muhalefeti oluşturan kesimlerin Kürtlerin taleplerine sessiz veya karşı çıkmasına neden oluyor. Bu durumda AKP, Kürtlerin gözünde Kürt sorununda adım atabilecek bir parti umudunun devam ettirmesine neden oluyor. Kürtlerin AKP’ye tam karşıtlık temelinde politika üretmeyişindeki açmaz burada kendisini göstermektedir. Geçmişinde ötekileştirmeyi yaşamamış CHP ve MHP’nin bu konuda kendilerini Kürtlerle özdeşleştirmeleri, empati duymaları da mümkün değildir. 

Geçmişinde ötekileştirmeyi bizzat yaşamış siyasal İslamcıların bir nebze de olsa kendileriyle özdeşleşebileceği umudu bu anlamda AKP’de daha fazladır. Ancak uzun süren iktidarın bir sonucu olarak iktidarda kalma süresi uzadıkça iktidardan gitme korkusu büyüdüğünden dolayı iktidar partisinin giderek kendisini Kürtlerle özdeşleşmesinden çok devletle özdeşleşmesini beraberinde getirdiğinden dolayı AKP’ye Kürtlerin umut bağlamasının temelleri kalmamıştır. Kürtler bunu anladıkça bağımsız demokratik siyasetin önüne açarlarsa kazanımlara daha yakın olacaklar. Aksi durumda AKP hükümeti, Kürtleri kendi siyasetine rıza gösteren bir topluluk olarak gösterecektir. Bu da Kürtlerin genel toplumsal muhalefetle ilişkilerini işlemez duruma getirir. Bu aynı zamanda, AKP’ye daha uzun yıllar iktidarda kalma şansını verir. Genel demokratik muhalefet de bu şekilde inandırılarak Kürtlerin sanki AKP ile anlaştıkları izlenimi hakim kılınıyor. Gerçekten bakıldığında Kürt siyasetinin örgütsel yapılarının muhatap alınmayışı karşısında Öcalan’ın sanki muhatap alınıyor şeklindeki algılama arasında handikap oluşmuş durumdadır.
Pakette, özel okullarda ana dilde eğitim imkanın getirilmiş olması tek başına ele alındığında diğer adımlardan daha ileri bir adımdır. Atılacak adımların genel felsefesine bakıldığında farklı bir yerde durmaktadır. AKP, diğer haklarda azar azar giderken neden bu konuda daha ileri gitmiştir? Bunun üzerinde özellikle durmak gerekiyor. Bunun hazırlıkları önceden yapılmış olabilir. İleride kendisinin etkin olabileceği kesimleri şimdiden oluşturmayı amaçlanmış olabilir. Böylece Kürt dili ve kültürünün gelişimini kendi tekeline almak istemiş olabilir. Belki bunu yaparken devlet burslarını da kullanabilir. Devlete bağlı tıpkı cemaat okullarında olduğu gibi bir “Kürt altın nesli” yetiştirmek çabası da olabilir. Ayrıca bunu “Kürtlere anadilde eğitim hakkı” verilmiş gibi gösterme çabası da olabilir. Nasıl olsa bu pratikte karşılık bulmaz da denilmiş olabilir.

AKP’nin en önemli özelliklerinden biri de hak ve özgürlükler konusunda kendi siyasal yararını düşünmüş olmasıdır. Bundan ben nasıl siyasi yarar elde edebilirim düşüncesi ön plana çıkmaktadır. Özellikle bunu kendisi dışındaki örgütsel yapıları yok sayarak yapıyor. Böylece hak ve özgürlüklerin muhatap olanların örgütsel yapılardan daha fazla o yapıyı teşkil eden kitleleri düşündüğü izlenimini vermeye çalışıyor. Bu konuda örgütsel yapıların mücadelesini görmezlikten geliyor. Pakete, Kürt hakları boyutuyla bakıldığında “sanki devlet Kürtleri Kürt örgütlerinden daha fazla düşünüyor” görüntüsü verilmeye çalışılıyor.

TRT6'ya bakınız: Dört yıllık yayın hayatında TRT 6’nın Kürt diline katkısı ne oldu. AKP eliyle kurulacak Kürtçe özel okullar Kürt diline katkı sunabilecek mi? Devletin Kürtçeye bakışı bireysel hak düzeyinde bile değildir. Doğası gereği kolektif olarak kullanıldığında anlam ifade edecek Anadilde eğitim hakkının bu şekilde geliştirici değil de engelleyici olabileceğini göz önünde bulundurmak gerekiyor.

BDP ve Kürt siyaseti AKP’nin özel okullarda anadilde eğitim hamlesine karşı önermiş oldukları “devlet aracılığıyla anadilde eğitim” önerisi de sıkıntılıdır. Öncelikle anadilde eğitim verecek devlet düşünsel olarak buna hazır mı? Sorusuna cevap vermek gerekiyor. Önümüzde 24 Saat Kürtçe yayının yapıldığı TRT6 örneği vardır. Dört beş yıldır devlet imkanıyla yayınlarına devam ediyor. 

Bu yayının başarısı nedir? Kürtler bu kanalı izliyor mu? Her şeyden önce Kürt Siyasal Kurumları ciddiye alıyor mu? Ona katkı sunabiliyor mu? Bu soruların cevabı “Anadilde eğitim devlet tarafından verilsin.” Talebinin de cevabı olacaktır. Bu haklı bir talep gibi görünse de tartışmaların buna odaklanması sorunun ağırlık merkezini görünmez kılabilir. Özel veya devlet eliyle olsa da onu yürütecek etkin yerel yönetimler olmadan bunun yaşaması mümkün değildir. BDP'li Belediyelere değil eğitim yaptırma, onların kendi şehirlerine su getirmesine dahi engel olan bir devlet gerçeğiyle karşı karşıyayız. 

Depremle yerle bir olan Van Belediye Başkanının o süreçte dahi tutuklanışı durumu göstermeye yeter de artar! Ya da seçildiği günden bu güne kadar belediyeyi bir gün dahi yönetemeyen belediye başkanları, yemin edip görevine başlamayan milletvekilleri varken anadil eğitimin yönetimin Kürtlere verirler mi hiç. Kürtlerin kendi kendisini yönetmesi, geleceği için karar verme boyutu olmadan anadilde eğitimin başarı şansının olmadığının görülmesi gerekiyor. Kürtler kendi sorunlarını ancak kendileri çözebilirler. Bunun yolu da Kürtlerin kendilerini yönetebilmesinden geçer. Nasıl ki, Irak Kürdistan’ında Kürtler yönetimi eline aldıktan sonra günlük sorunlarını çözme imkanı elde ettikçe Türkiye Kürdistan’ında olması gereken de budur. Yönetsel haklarını elde edecek Kürtler sağlıktan, eğitime, güvenliğe kadar tüm sorunlarını çözebilecekler. AKP’nin yönetsel sorunları konu edinen Avrupa Yerel Yönetimler Şartını dahi gündeme getirmeyişinin en önemli nedeni bu şartta yerel yönetim düzeyinde olsa da kendi kendini yönetmenin yolunu kapatmak içindir. Kendi sorununu çözme yeteneği kazanmak sorunu çözmekten daha çok önemlidir.

Anadilde savunma hakkını hak olmaktan çıkarıp bir yük gibi gören anlayış burada da kendisini göstermektedir. Nasıl ki anadilde savunma ne kadar kısıtlıysa anadili de eğitim de aynı şekilde kısıtlıdır.

Kürtler için nasıl ki, anadilde eğitimin kolektif bir hak ve özgürlükse; Aleviler için de Cemevi’nin ibadethane sayılması aynı anlama gelir. Devlet Kürtleri, Türkçe okula mecbur bırakırken, Alevileri de camiye mecbur bırakmak istiyor.  Alevilerin de Kürtlerin de kolektif haklarını yok sayıyor.  Ha cami içinde cemevi, ha özel okulda Kürtçe eğitim birbirinden farkı yoktur. Nasıl ki cami/cemevi projesi Alevilerin toplu yaşadıkları bölgede oluyorsa özel okulda Kürtçe eğitim de Kürtlerin yoğun yaşadıkları bölgelerde olacak gibi görünüyor. Oysa özel okullarda Kürtçe eğitim Kürtlerin göç edip yaşamak zorunda bırakıldıkları Batı illerinde ve metropollerde bir anlam ifade edebilir. Çünkü buralarda Kürtler, Türklerle birlikte yaşamaktadırlar. Bu gibi yerlerde devletin Kürtçe eğitim yapan okul açması oldukça zordur. Devlet pozitif ayrımcılık yaparak Batı ilerinde özel okulların Kürtçe eğitim yapması yolunu açması daha kolay olacaktır. Örneğin nüfusunun büyük çoğunluğunun Kürt olduğu Diyarbakır’da bu ihtiyacı özel okulla karşılamak fiilen de mümkün değildir. Bu gibi yerlerde anadilde eğitimin devlet/yerel yönetimler tarafından yerine getirilmesi zorunludur.  

Pakette dikkatle bakıldığında paketin seçim paketi olduğu açıkça görülüyor. Ağırlıklı olarak kendi çevresine ve ideolojisine hizmet ettiği gözden kaçmıyor. “Andımızın” kaldırılmasında olduğu gibi sanki bununla “Kürtlerin taleplerine” cevap veriliyor gibi bir görünüm oluşsa bile “andımızın” kaldırılması, AKP’nin Laik-Kemalistlerle olan ideolojik çabasının boyutlarından biridir. “Andımızın” kaldırılmasının bu paket içinde oluşu bunu Kürt sorunuyla bağlantılıymış gibi gösterilerek bir yandan Laik-Kemalist ideolojiye karşı bir adım atılırken diğer yandan “Bakınız Kürtler için adım atıyorum.” Demek içindir. AKP böyle yapmakla “Andımızın” kaldırılmasını zora sokmuştur. Nitekim ulusalcı ve milliyetçilerin en büyük tepkisi “andımızın” kaldırılmasına karşı olmuştur. Konusu “andımız” da olsa üstten bir kararla bir şeyi kaldırmak/yasaklamak otoriterlik anlamına gelmektedir. Kaldırma/yasaklamadan çok bunun okunup okunmayacağı tıpkı serbest kıyafet uygulamasında olduğu gibi kararının okulların okul/aile birlikleri/velilerin kararına bırakılması daha iyi olurdu.

AKP’ye seçim kazandırma amaçlı olsa da paketle BDP’ye seçimi kazandırmama da amaçlanmıştır. Çözüm sürecine BDP’yi dahil eden(?) AKP’den BDP’nin en önemli beklentisi tutuklu BDP’lilerin tahliyelerinin yolunun açılmasıydı. Paket açıldığında değil tahliyelerin yolunun açılması; tahliyelerin daha da zorlaştığı, yeni mahkeme heyetleri kurularak KCK davalarındaki yargılamaların hızlandırılması gerçeği ile karşı karşıya kalındı.

AKP, Seçim öncesi yaşanacak tahliyelerin Kürtlere yaşatacağı motivasyonu görmek istemiyor. En kritik anda Öcalan'ın avukatlarından hiç birisinin tahliye edilmeyişi, dosyanın mütalaa için savcılığı verilmiş olması, diğer dosyalara bakan heyetlerin ikiye çıkarılıp heyetlerin sadece bu davaya özgülenmesi “bir an önce ceza verelim” anlayışını gösteriyor BDP'ye yönelik bu davaların sonuçlanması halinde “BDP/PKK/Terör” bağlantısı sayılarak BDP’nin kapatılmasına doğru yol alınıyor. Yargılamaların durması, düşmesi beklenirken hızlandırılması paketin Kürt siyaseti için olumsuz sonuçlar yarattığının en önemli belirtisidir.  Bu şekilde yeni engellerle dolu seçim sistemini getirebileceği hususu da dikkate alınarak 2015 yılında yapılacak genel seçimlerde AKP’nin Kürt siyasetinin grup oluşturmasının yolunu kapatmaya çalıştığı söylenebilir.

Sonuç olarak, paketin anlamı: “Size metro yok, metrobüse mecbursunuz; özel arabası olanlar yol ve benzin buluyorlarsa arabalarını kullanabilirler.”


***

TÜRK / KÜRT SİYASİ İLİŞKİLERİ VE İTTİFAKLAR

TÜRK / KÜRT SİYASİ İLİŞKİLERİ VE İTTİFAKLAR


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 
13.08.2013 

Osmanlı Devletinin sonuna yaklaştıkça devleti ayakta tutabilmek adına üç tarz-ı siyaset denilen İslamlaşmak, Türkleşmek ve Muasırlaşmak siyaseti diğer toplulukların Osmanlı’dan ayrılmasına engel olamadı. Bunun tek bir istisnası vardı o da Kürtlerdi. Ancak İslamcılaşma Türkleşmeden hiçbir şekilde vazgeçmiyor Kürtlerde ise İslamileştikçe veya modernleştikçe Kürtleşmeden vazgeçiliyor bu anlamda İslamlaşma da Muasırlaşma da Kürtler için asimilasyonu hızlandırıcı etkisi görülüyor. İslamlaşmanın da Türkleşmenin nihai sonucu modernleşmeyi / muasırlaşmayı sağlamaktır. Cumhuriyeti kuranlar Türkleşerek modernleşmeyi seçtiler. Bunu yapan da CHP idi. Uzun yıllar İslamlaşmanın yolu kapatıldı. Modernleşmeyi esas alan Türkçülük kendisine özgü otoriter laikliği hayata geçirerek İslamcıları iktidardan uzak tuttu. Kendine özgü -Diyanetin kurulması gibi- bir din anlayışını topluma dayattı. İslamcılığın baskı altına alınması, toplum içinde etkinliğinin azalması anlamına gelmiyordu. Çok partili sisteme geçişle birlikte CHP tek parti otoriteliğine karşı DP’yi destekledi. Bundan sonraki süreçte İslamcılık görünür hale geldi. 1990’lı yıllarda “adil düzen” sloganı ile büyük bir atılım gerçekleştiren İslamcılık, AKP ile birlikte iktidara geldi. 

BDP'nin diğer Kürt partilerine ve Türkiye soluna bakışı onları ayrı bir varlık yerine kendi içine almaya yöneliktir. En son seçimlerde olan buydu.  Buna karşı duruş gösterenler örneğin Ufuk Uras bir daha aday gösterilmedi. Ertuğrul Kürkçü,  Sırrı Süreyya Önder ve Altan Tan doğrudan doğruya BDP grubu içinde yer aldılar. Şerafettin Elçi KADEP içinde yer aldıysa da ölene kadar duruşuyla BDP’den ayrılmadı. Bu arada kendi partisi de varlık göstermedi. Ölümünden sonra ise bu partinin adı söylenmez oldu. Blok milletvekili olarak seçilen Levent Tüzel ise halen bağımsız milletvekili olarak faaliyet sürdürürken diğer yandan HDK’de çalışmaya devam etmektedir. Politik aktiflik ve Kürt siyasetine uyum göstermede zorluk yaşayan Tüzel’in genel başkanı olduğu partinin başına dahi geçmeyişi onu Ufuk Uras örneğinde görüldüğü gibi ileriki aşamalarda hem Kürt hareketiyle hem de kendi partisiyle ayrı düşmekle karşı karşıya kalabilir. Bunun en önemli nedeni toplumsal temeli sağlam olan Kürt hareketinin kendisi dışındakilerle ittifak yoluna gittiğinde ittifak ettiği grupların kendi toplumlarında etkili bir tabana sahip olmaktan çok dar kadro/gruplara mensup oluşlarından ileri gelmektedir. 2007 Seçimlerinde Kürt siyasal hareketinin desteğiyle seçilen Ufuk Uras, milletvekili seçilmeden önce ÖDP’nin genel başkanıydı. Ufuk Uras, milletvekili seçildikten sonra ÖDP’ye geri dönemedi. Aynı durum Levent Tüzel için de yaşanmakta. Bu da gösteriyor ki seçim ittifakı adı altında seçime girilmesi toplumsal temelli ittifak şeklinde olmadığından dolayı buna ittifak demek de mümkün değildir. Bu aslında bir çeşit katılmadır. Ancak bunun katılma olduğu da kabul edilmez çoğu zaman. Ancak hem onlara oy veren Kürt toplumu, hem de az da olsa ona bağlı olan kendi örgütü bunun katılma anlamına geldiğini bilmektedir. 

Ona göre tavır konulmaktadır. Kürt hareketindeki toplumdan kaynaklı dominant etki bunun tersinin oluşması önünde en önemli engeldir. Kürt solu/Türk solu birlikteliği yeni değildir hatta Kürt solu, Türk solundan ayrılıp yolunu devam etmiştir. HEP’i kuranların SHP’ten ayrılmaları bunun en bariz örneğidir. HEP ilk kurulduğunda HEP’in kurucuları arasında çok sayıda sendikacı vardı. Kuruluşundan çok kısa bir süre sonra bunlar HEP’ten ayrıldılar. HEP böylece Kürt Siyasal hareketinin bir bileşeni olarak hayatını sürdürmüştür.

Türkiye’de Kürt siyasal hareketi ile Türkiye solunu birleştirme çabaları sürekli görüldüğü halde bundan bir sonuç alınmadığı gerçeği dikkate alındığında Kürt siyasetinin bundan sonraki aşamada HDP şeklinde devam ettirmenin sosyolojik bir temeli de yoktur. Kürt siyasal hareketinin içinde yer aldığı siyasal örgütlemenin adı HDP olsa bile HDP de tıpkı BDP gibi Kürt siyasal hareketi olarak görülmeye devam edecektir. Bu nedenle Kürtlerin HDP arayışı zaman kaybından başka bir anlama gelmez. Kürt hareketiyle birlikte hareket eden Türkiye solcuları BDP içinde de rahat hareket edebilirler. Onların da HDP için ısrar etmelerinin bir anlamı yoktur.

***

TAKSİM DİRENİŞİ SİYASAL ANALİZİ 2 "KÜRTLERİN TAVRI"

TAKSİM DİRENİŞİ SİYASAL ANALİZİ 2  "KÜRTLERİN TAVRI"



Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
08.06.2013 

Feyzi Çelik, ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ, Sırrı Süreyya Önder, Gezi Parkı, Reyhanlı saldırısı,


Bu durumda Kürtler ne yapmalı? Kürtler örgütlemeleri ni devam etmeli, CHP benzeri partilerle birlikte hareket etmenin koşulları olmuş olsaydı onlarla birlikte hareket edebilirlerdi. Ancak Kürtler şu anda kendilerini CHP’ye göre AKP’ye daha yakın görüyorlar. O yüzden AKP’ye karşı CHP benzeri partilerle birliktelik kurmaları zor görünüyor ancak bu durumda güç kaybeden AKP’nin Kürtler tarafından ayakta tutulmasına gerek de kalmıyor. Çünkü Kürtler, AKP’nin güçlü bir hükümet olduğunu ileri sürerek Kürt sorununu çözebileceklerine inanıyorlardı. Bu kadar gücü olmadığı, varsa da bunu kullanmak istemediği ortaya çıktı. Bu aşamada AKP’yi Kürt sorunundan çok kendisinin varoluşu söz konusu olacaktır. Kendi varoluşu sorgulanan AKP’nin Kürt sorununu çözmedeki yetersizliği de ortaya çıkacaktır. Bu durumda Kürtlerin örgütlü bir şekilde Suriye’deki Kürtlere benzer tutum geliştirmeleri daha uygun olacağı görülse de Kuzey Kürdistan ve Türkiye’nin şartlarıyla Suriye’nin şartları aynı değildir. Kürtler, doğrudan doğruya AKP’yi karşısına aldıkça AKP’nin gidişi de kolay olacağından dolayı AKP’nin yerine gelecek Ergenekoncu güçlerin AKP’ye olan kızgınlıklarını Kürtlerden alacakları konusunda kaygı duyabilirler.  Kürtlerin olası siyasi krizden AKP’nin zarar görmesini istemeyişinin arkasında bu kaygılar rol oynamış olabilir.

Kürtlerin önünde iki tecrübe var. Kuzey Irak’ta tavırları Saddam’a karşı netti. Muhaliflerin yanında yer aldılar, ABD’nin işgali ile birlikte Irak Anayasasına göre federal bir statü elde ettiler. Bundan dolayı fazla kayıpları da olmadı. Bunda Kürtlerin Irak’ta belirli bir bölgede yaşamaları da etkili oldu. Araplarla birlikte yaşadıkları Kerkük’te ise barış ortamı hiç olmadı. Kerkük’ün durumunun netleşmemesi dışında Kürtlerin muhalif Şiilerle birlikte hareket etmeleri onlar açısından doğruydu.

Suriye tecrübesine bakıldığında, Suriye’de Kürtler Irak’a göre daha dağınık bir yerleşim düzenine sahipler. Çoğu yerde Kürtler, Araplar, Hıristiyanlar birlikte yaşamaktadırlar. 2004 yılında meydana gelen çatışmalar nedeniyle Kürtler PYD’de örgütlüydüler. PYD lideri Salih Müslim tutukluydu. 2011 yılında gösterilerin başlamasıyla birlikte Kürtler beklemeyi tercih ettiler. Ne muhaliflerin yanında yer aldılar ne de Esad’a karşı eyleme geçtiler. Esad içinde bulunduğu açmazdan kurtulmak için çıkarılan af yasası ile birlikte PYD için serbest bir alan oluştu. Kürtler hem idari hem de savunma olarak örgütlenerek kendi bölgelerini koruma yoluna gittiler. Türkiye ilk günlerde Esad’ın adım atabileceğini düşündü. Onunla sürekli görüşmeler yapıyordu. Bu arada muhalifleri kendi ülkesinde örgütlüyordu. Muhalefetin Kürtlere yönelik olumsuz bir tavrı olmamasına rağmen Türkiye Kürtleri muhaliflerin içinde görmeme yolunu seçti.Bu politikasını da Suriye muhaliflerine kabul ettirdi. Türkiye, Mısır’daki gelişmelerden hareketle Müslüman Kardeşlerin iktidarı ele geçirebileceği üzerinden politika yapıyordu. Kürtlerin Suriye’de üçüncü güç olarak ortaya çıkışı ilk meyvelerini Temmuz 2012’de muhaliflerin Suriye’ye önemli bir darbe vurduğu anda oldu. Artık Esad, Şam’a sıkışmış durumdaydı. Kürtler etkin oldukları şehirleri teker teker teslim alıp kendi yapılarını oluşturdular.

Kuzey Kürdistan özellikleri itibarıyla ne Güney’e ne de Rojava’ya benzer. Yine Türkiye, ne Irak ne de Suriye gibidir. İşleyen bir ekonomiye sahiptir, dünyanın en büyük ekonomileri arasında 16. Sıradadır. Yoğun çalışan ve işçiye sahiptir. Ekonomisi de küresel ekonomiye bağlıdır. Toplumsal bağlar oldukça iç içe geçmiş durumdadır. Kürtlerin bu bağlamda tarafsız kalmaları oldukça zordur. Kürtler kendilerini Türkiye’nin demokratikleşmesinin bir parçası olarak görüyorlarsa hükümetin bu anti demokratik uygulamaları karşısında muhalif güçlerin yanında yer almaları onlardın da lehinedir.

Öcalan’ın 7 Haziran 2013’te BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş aracılığıyla gönderdiği mesajında Gezi Olayları ile ilgili olarak "Direnişi anlamlı buluyor ve selamlıyorum. Elbette ki bu duruş yeni bir siyasal kırılma yaratmıştır. Ancak hiç kimse ulusalcı, milliyetçi, darbeci çevrelere de kendini kullandırmamalı. Bu hareketin onların denetimine girmesine Türkiyeli demokrat, devrimci, yurtsever ve ilerici çevreler izin vermemeli dir." Demiştir. 

Öcalan’ın bu mesajı ile olayların ilk günlerinde BDP’nin yaptığı açıklamalar birbiriyle örtüşmektedir. Ancak gelinen aşamada Kürt Siyasal hareketinin Türkiyeli demokrat, devrimci ve ilerici çevrelerle ilişkisi de giderek zayıflamış durumdadır. Bu anlamda bakıldığında Öcalan’ın bu mesajının yeterli karşılık bulacağını sanmıyorum. Eğer kamuoyuna yansıyan yorumlar doğruysa Sırrı Süreyya Önder’in İmralı’ya gidişi hükümet tarafından veto edilmişse, vetoya rağmen BDP buna tepki göstermemişse  Öcalan’ın mesajında adı geçen Türkiyeli demokrat, devrimci ve ilerici çevrelerle Kürtlerin ilişkisini sağlayan önemli bir bağın kopmuş olduğunu da kabul etmek gerekiyor.

Taksim Direnişine bütünsel olarak bakmakta fayda vardır. İlahi bir benzetme yapmak gerekiyorsa 2007 yılında Hrant Dink’in cenazesinde bir araya gelen farklı çevrelerden oluşan kitleye benzetilebilir. O günkü koşullarda hiç kimsenin tahmin edemeyeceği oranda katılımın sağlandığı bu cenaze töreninden sonra burada oluşan dinamizm hiçbir zaman örgütlü bir yapıya dönüşüp kendisini devam ettirmedi. Ancak Taksim direnişinde bir devamlılık ve genişleme var, sokakta görülmemiş bir dayanışma, heyecan var, insanlar olağanüstü bir diriliş sergiliyor lar. Hiçbir parti, siyasi klik tek başına etkili olamıyor. Aynı safta toplanan insanlar birbirine karşı son derece saygılı, sorumlu. Haklı bir direniş dosta karşı nezaket, düşmana karşı hiç dinmeyen bir dirençle sürüyor. Kürtler bu direnişi değerlendirirken bu gerçeği göz önünde bulundurmalıdır.

Kürtler Taksim direnişinin demokratik bir arayış olduğunu kabul ediyorlar; kaygıları bunun Kürtlere karşı siyasi bir komplo ve ulusalcı bir akıma dönüşmesidir. Bu kaygıları haklı çıkaracak bir şey olacağını sanmıyorum. Tersine bu kaygıları taşıyıp uzak durmanın siyasi komplo ve ulusalcılara yer açacağını görmek gerekiyor. Taksim direnişinin meşrulaşması ve değişik çevrelerin desteğini alışında BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in mücadelesi de her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. Başbakanın Sırrı Süreyya Önder’e takındığı olumsuz tavrın Önder’in bu mücadelesiyle bağlantısı vardır.

Çözüm sürecine sahip çıkan kararlı bir başbakan ortalıkta görünmüyor. 
Başbakan gerçekten çözüm sürecine sahip çıkıp bazı adımlar atmış olsaydı o zaman Kürtler kaygılarında haklı olabilirlerdi. Reyhanlı saldırısıyla sarsılan, bu sarsıntı geçmeden Suriye’deki gelişmelerin dışında kalan AKP’nin bunu topluma anlatmasının zorlaştığı bir dönemde AKP’den çözüm sürecinin arkasında durabileceğini sanmak bundan sonraki aşamada saf dillikten öte bir anlamı da olmayacaktır. 
Yine ulusalcı ve ülkücü kesimlerin süreci Kürt karşıtlığına dönüştürmesinde AKP Kürtleri koruyamamıştır. Batı il ve ilçelerinde Kürtler hem saldırı ile karşı karşıya kalmış hem de Kürt karşıtı bir söylemin gelişmesine neden olmuştur. Bir yıl önceki güçlü Tayyip Erdoğan imajı da giderek dökülmüştür. Bu gerçekler dikkate alındığında Kürtlerin AKP ve başbakanı koruyan bir anlayış giderek Kürtleri AKP önünde mayın eşeği haline getirmek tehlikesini içinde taşımaktadır. 
Bunun Kürt karşıtlığına dönüşmeyişi biraz da Kürtlerin varlığına/direnişine bağlı olacak.

***

TAKSİM DİRENİŞİN SİYASAL ANALİZİ 1

TAKSİM DİRENİŞİN SİYASAL ANALİZİ 1



Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
08.06.2013 


BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in Gezi Parkında ağaçları sökmeye çalışan kepçenin önüne atılmasıyla başlayan eylemlerin devasa eylemlere dönüşüp Türkiye çapında yayılacağını hiç kimse tahmin etmezdi. Reyhanlı saldırısının şokunu henüz üzerinden atmadan Taksim’deki eylemlerin bu boyuta ulaşacağını hükümet de tahmin etmedi. Böylece hükümetin giderek halktan kopukluğu ortaya çıkmış oldu. AKP, sadece kendisine oy vermeyenlerin dışında kendisine oy vermiş olan kesimlerle de kopukluk yaşamaya başlamış durumdadır. Bunun ilk belirtisi liberal kesimlerin AKP’ye olan desteklerini çekmeleri ile kendisini gösterdi. AKP’nin gerek sistemle gerekse değişik kesimlerle bağlantının meşruluğunu bu kesim sağlıyordu. 2010 Yılında Anayasa oylamasında “yetmez ama evet” deyip Anayasa değişikliğinin yapılmasında rol oynayan liberal kesimlerin Anayasa oylamasından sonra AKP’nin yargı üzerinde siyasi etkinlik kurmaya başlamış olması bu kesimlerde AKP’ye karşı bir güvensizlik yaratmaya başladı.

Son olayların üzerinden analiz yapan bazı kesimler, daha önceden AKP’ye destek vermeleri nedeniyle AKP’nin bu hale gelmesinden sorumlu tuttukları liberal solculara büyük bir ateş püskürtmektedirler. Aslında uzun süredir liberaller de bunun farkına vardıkları için AKP’ye daha mesafeli yaklaşmaya başlamışlardı. Onların AKP’yi destekler mahiyette bulunmaları halinde bir anlamda AKP üzerinde bir emniyet sübabı görevi görüyorlardı. Taksim eylemlerinin en önemli sonuçların dan biri de liberallerle sol kesimlerin uzun süren ayrılığından sonra yeniden bir araya gelmeye başlamış olmasıdır. AKP, oy oranını yükseltip, devletin içine iyice girince, medyayı kontrolü altına aldıkça bu kesimlere ihtiyacı olmadığı sonucuna vardı. Bu anlamda iktidarının ustalık dönemi olarak adlandırdığı dönemi ideolojik bagajını gerçekleştirmek için kullanmaya çalıştı. Çok çocuk yapma kampanyası, Kürtaj tartışmaları, alkol yasakları, 4+4+4 uygulaması, Taksim’e ve Çamlıca’ya Cami projeleri bunun görünümlerinden bir kaçıdır. 

Bu uygulamalar öyle bir boyuta geldi ki AKP Parti olarak icraatların dışında kalmış gibi görünüyor. Başbakan ve etrafındaki birkaç bakan ve danışmanların etkinliği adeta partinin organları üzerine çıkmış durumdadır. Bakanlar kurulunda tartışılıp kararlaştırılmadan çok önemli yasalar kanun teklifi olarak doğrudan doğruya TBMM’nin önüne getirilip kabul edilmektedir. Bunlardan en önemlisi de eğitim sistemini baştan aşağı değiştiren 4+4+4’le ilgili kanundur. Yine alkolle ilgili düzenleme de bu şekilde meclise gelmiştir. Bir anlamda AKP içinde genel başkan etrafında oluşan dar bir grup önce partiyi giderek toplumu hakimiyetleri altına almaya başlamıştır. Yerel yönetimleri de etkisiz hale getiren bu dar grup AKP içinde de sıkıntıya neden olmaya başlamış tır. Bundan en çok rahatsızlık duyanların başında da cemaat gelmektedir. Cemaat kendi yayın organlarında bundan dolayı sitemlerini, eleştirilerini seslendirmeye başlamıştır. 

Dikkat edilirse Çözüm Süreci de bu dar grup etrafında yürütülmeye çalışılmaktadır.

AKP’nin 2011’den başlayarak ılımlı İslam düşüncesi doğrultusunda hızlı adımlar atmaya başlaması başta ABD olmak üzere Batılı güçlerin radikal İslam’a karşı ılımlı İslam’ı ikame etme çabası ve bu konuda AKP’nin güdümündeki Türkiye’nin İslam Dünyasında rol-model olarak ileri sürülmesi politikasının hayata geçirilişidir. 
Arap Baharı olarak adlandırılan Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da meydana gelen olayların gerisinde Ilımlı İslam’a geçiş işaretleri veren Müslüman Kardeşler örgütünün bulunduğu da dikkate alındığında AKP’nin bu örgütle olan ilişkilerini geliştirmek adına kendine daha fazla İslami renk vermek için içeride Anayasa ve yasalarda değişiklik yapma gereği duymuştur. Böylece kendisinin İslami bir hareket olduğu imajını İslam ülkelerinde yaygınlaştırıp AKP modelinin Arap Baharı yaşayan ülkelere benimsetmeyi amaçlamıştır. Ancak ne Müslüman Kardeşler istedikleri başarı elde ettiler ne de AKP onları üzerinde etkili olabildi. Tersine İslam Dünyasında mezhep çatışmaları eskisinden daha fazla görülmeye başladı. 

Bu İslam dünyasının Filistin/İsrail konusundaki görünürde de olsa ortak görülen politikalarında bölünmelere yol açtı. Bu açıdan bakıldığında İsrail’in kuruluşundan bu güne kadar en rahat günlerini yaşadığı söylenebilir. Özellikle İsrail’in gözünü sürekli korkutan Lübnan Hizbullah’ının Esad’ın yanında yer alarak Suriye’deki Muhaliflere karşı savaşmaya başlaması İsrail’e karşı zayıflama ve bölünme anlamına geliyor.
Başbakan Reyhanlı olayında da görüldüğü gibi kendi politikasının hatası olarak ortaya çıkan olumsuz sonucun sorumluluğunu kendisinde bulmak yerine başkasında bulma yoluna gitmektedir. Neredeyse Reyhanlı olayını CHP’nin üzerine atacaktı. Buradaki amacı gerçekleri kamuoyundan gizleme çabasıydı. Gezi olaylarına getirdiği yorum Reyhanlı’dakinden farklı değildi. Başbakan Erdoğan’ın eylemlerin en yoğunlaştığı 2 Haziran günkü açıklamaları olaya yeni bir boyut getirdi. Günlerdir polisi göstericilerin üzerine salan hükümet bundan sonuç alması bir yana bunu daha da büyüttüğünü söyleyebiliriz. Başbakanda bir panik havası vardır. Suriye’yi hatırlayacak olursak Suriye’de ayaklama ve gösterilerin ilk günlerinde göstericilerin üzerine güvenlik güçlerini gönderdi. Kısa bir süre içinde ince dengeler üzerinde bulunan Suriye’de mezhebe dayalı çatışmalar başladı. Bunda Beşar Esad’ın etkisi oldukça belirgindi. Ülkesinde bulunan Nusayri ve Hıristiyanların Sünni Müslüman kardeşlerin gelmesi halinde kendi gelecek güvenliklerini tehlikeye gireceğinden dolayı onlar sıkı sıkıya rejime bağlandılar. Yine Müslüman Kardeşlerden endişe duyan “Türkiye’deki Sünni/Laiklere” benzer kesimler de Esad’dan yana tavır koyunca ülke iyice iç savaş bataklığına saplanmış oldu. Erdoğan, güvenlik güçleriyle bunu engelleyemeyeceğini anladıkça kendi partililerini sokağa dökmeye çalışıyor. “Benim de bir partim var, ben istersem bir milyon kişiyi sokağa dökerim.” Diyebiliyor. Başbakanın bu söylemi tehlikeli bir söylemdir. Bu aynı zamanda tükenmişliğin de ifadesidir. Çünkü güvenlik veya başka bir yolla olayları durdurma imkanı olan birinin kendi yandaşlarını sokağa çağırmasına gerek yoktur.

Başbakan Erdoğan tüm enerjisini iktidarda kalmak amacıyla kullanıyor. Demokratik bir ülkede birilerinin gelip kendisinden iktidarı alma ihtimalini aklına getirmek istemiyor. Kendisini ilelebet kendisinin iktidarda kalacağını düşünüyor. Bunu sağlayabilmek için toplumun kendi içindeki dengelerle oynayarak kutuplaş ma yaratmaktan dahi geri durmuyor. Bunun en önemli nedeni 2014 Yılının ilk aylarında yapılacak yerel seçimler ve yaz aylarında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimidir. 

Ortadoğu’da bölgesel güç olma çabası gerçekleşmeyen hükümetin bundan sonraki bütün çabası yerel seçimleri kazanmak üzerine kurulmuştur. Bunu da kutuplaşma üzerinden yürütebileceğini sanıyor. Kendisine oy verenlere: “bunların amacı AKP karşıtlığıdır, iktidarı elimizden alırlarsa hepimizin defterini dürerler.” diyerek kendisine oy verenler üzerinde de baskı oluşturuyorlar. Böylece kendisine verilen oyları korumaya çalışıyor. Yerel seçimlerde yaşanacak bir gerileme Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı bir yana AKP’li bir Cumhurbaşkanının seçilmemesi sonucunu dahi doğurabilir. Bunun siyasal sonucu da Kutuplaşmanın oluşu seçimleri kazanabileceğini sanıyor 2015’te yapılacak genel seçimlerin kaybedilmesi dir. Başbakanın bir korkusu da AKP’yi oluşturan farklı kesimleri bir arada tutup tutmayacağı korkusudur. Kendi içinde demokratik yapıyı ortadan kaldırması buradaki kırılmayı önlemek amacıyla da olsa bunu önlemsi de oldukça zordur. Bu itibarla AKP, ciddi bir bölünmeyle karşı karşıyadır.

Tayyip Erdoğan, gerginlik politikasına sarılmış durumda, çok ileri tarihlere kadar iktidarda kalacağını sanıyor diyelim ki iktidarda kaldı ancak Türkiye karıştıysa bu iktidar olmak ona ne fayda getirecektir. Ön görüleri de doğru değildir. 

Reyhanlı’dan tutalım Gezi Parkına kadar tüm olayların sorumlusu olarak CHP’yi görmüş olması ön görüsüz olduğunu gösteriyor. Zaten Reyhanlı’da görüleceği gibi kendi istihbaratı arasında bile bir uyumsuzluk olduğu görüldü. AKP, ideolojik yönelimlerle hareket ederek kendisine oy veren %50’lik kesimi kendisine bağlı olarak görüyor oysa AKP’ye çok farklı çevre ve saiklerle oy verenleri unutmamak gerekiyor. AKP’ye İslami duyarlılıkla bağlı olanların oranı %15 civarındadır. Bunun bir kısmı da AKP’nin güç kaybetmesi durumunda gitmeye hazır Saadet Partisine oy verenlerdir. Şemsiye görevi gören bu partinin ilk fırtınada gitme tehlikesi yeni şemsiye arayışına götürebilir. AKP iktidara geldiği zaman Türkiye çok önemli bir ekonomik krizi üzerinden atmaya çalışıyordu. Ekonomik krizin mevcut partileri bir anda barajın altında bırakıp silmesi AKP’ye tek başına iktidara gelme yolunu açmıştı. Kemal Derviş’in küresel ekonomiye uyum politikasını tereddütsüz sürdüren AKP hükümetinin yönetimindeki ekonomi her zamankinden daha fazla Küresel Kapitalizme bağlanmıştır. 
Hangi nedenlerden olursa olsun Türkiye’de meydana gelecek herhangi bir kriz kırılgan yapılı ekonomiyi de olumsuz etkileyecek tir. Bunda menfaati olan çevreler de bu anlamda kaderini AKP’ye bağladıklarından dolayı AKP’nin toplumu kutuplaştırıcı ve çatışmacı tavırları bu çevrelerin AKP konusundaki düşüncelerini gözden geçirmesine neden olacaktır. Yine KOBİ olarak adlandırılan küçük ölçekli işletmelerin kendilerini yaşatmaları için huzur ve güvene ihtiyaç duydukları bir gerçektir. Çoğu gönülden Fethullah Gülen’e bağlı olan Zaman gazetesine abone olan bu orta ölçekli işletme/esnafların AKP’nin kutuplaştırıcı politikasından rahatsız olacağı da bilinmektedir.

Geçmişte devlet halkı sokağa döküyordu. Tayyip’in bir milyon kişiyi sokağa dökerim demesi gerginliği devlet/toplum gerginliğinden toplum/toplum gerginliğine dönüştürmesidir. Geçmişte onlara karşı olan korkunun benzeri onlar tarafından diğerlerine karşı hissedilmesidir. Bu korku iktidarı kaybetme korkusu dur. İktidarda kaldıkça iktidarı kendisine ait bir alanmış gibi görmeye başlar. AKP’nin iktidarının sarsılması durumunda gemiden ilk ineceklerden biri cemaat olacak.

Suriye ve Ortadoğu politikasında yanlışları ortaya çıkan hükümetin özellikle Reyhanlı Saldırılarından sonra yönetme sorunu yaşadığı gün yüzüne çıkmıştı. Her ne kadar kurumlar arası koordinasyonsuzluk denilse bile istihbaratı bir elde toplayan hükümetin koordinasyonsuzluktan şikayetçi olması kendi politikasızlığının bir sonucuydu. Aynı zamanda halka yönelik yalan ve manipülasyonun da ortaya çıkışıydı. Halkın sokaklara dökülmesini belirli bir nedene bağlamak mümkün değildir. Kimisi için Suriye konusu, kimisi için çözüm süreci, kimisi için çevre sorunları, kimisi için AKP ben Sünni çoğunluğa dayanırım mezhep kışkırtması benim işime yarar anlayışının ne kadar yanlış olduğu Suriye’de ortaya çıktı. Çoğunluk olan Sünniler lehine bir şey olmadı. Irak’ta Şii çoğunluk iktidarı aldı ancak iç savaşı durduramadı Suriye’den daha beter durumda. Huzur olmadıktan sonra %60 alsanız ne olacak. Kaldı ki Sünni/Laik gerçekliği de vardır. 
Bunların AKP’yi desteklemesi mümkün değildir. Her ne kadar Alevilerin arasından AKP’ye oy verenler çok az olsa da CHP’ye oy verenlerin büyük çoğunluğu Sünnilerden oluşuyor. Bu anlamda CHP’ye mezhep temelli bir parti olarak bakmak yanlış olacaktır. Şehirleşmiş, politikleşmiş Sünni kesim önemli oranda oy veriyor bu partiye. Tıpkı Suriye’de Sünni/Laiklerin Esad’a destek vermeleri gibi.

Muhafazakar demokratlıktan muhafazakar otoriterliğe doğru gidiş. Reyhanlı dış politikanın çöküşüydü. Yeni bir dönemin başlangıcı dedik ancak AKP bunu algılamak yerine bunu kendi partisinin iktidarına yönelik bir CHP komplosu gözüyle baktı. Bu bakış doğru değildi, kendi başarısızlığını başkasının üstüne yüklemek amacı vardı. Bundan gerekli dersler çıkarmış olsaydı bu olaylar meydana gelmeyebilirdi. Tersine bu olaydan sonra mezhepçi söylemlerine hız verdi, alkol yasası, taksim düzenlemesi..Taksim olayları ise iç politikada oluşan belirsizliklerin doğurduğu panik havasıdır. İstanbul’u kaybetme korkusu onun paniklenmesini artırıyor. Taksim olaylarını da alıp CHP’ye bağlaması bununla ilintilidir.

AKP’nin Taksim Projesini toplumdan gizlemesi, gizli niyetleri ortaya çıktıkça toplumdan daha fazla tepki topluyor. Hiç söylenmediği halde Kilisenin önünün açılıp karşısında yeni cami yapılması, AKM’nin yıkılması, AVM olarak açıklananın otel ve residansa dönüşümü öfkeyi daha da artırdı. Ben karar verdim havasına girdikçe yerelliğin ruhunu da yok etti. Milyonlarca insanı görmezlikten geldi. Taksim’i bir fetih edasıyla kendi damgasını vurmaya çalışıyor.

Olayların yaygınlaşması halinde Ordu ne yapabilir. Ordunun politik olarak hükümete bağlılığı görünüşte olsa da ordunun NATO bağlılığı göz önünde bulundurulduğunda AKP’nin mevcut orduyu istediği şekilde kullanması mümkün değildir. Ordu özerk bir şekilde hareket ederek durumdan faydalanabilir. Mısır’da olduğu gibi yapabilir. İktidarını AKP’yle paylaşımı gibi.  Kuşkusuz bu da Türkiye demokrasisi için büyük bir geri çekilme anlamına gelecektir. Bu nedenle direnişin başlangıcındaki ruhun canlı tutulması, görülmemiş büyüklükteki bu hareketliliğin  güçlü bir demokratik değişime yol açabilmesi için herkesin çaba harcaması ve mücadeleye katılması gerekiyor.

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

29 Mayıs 2019 Çarşamba

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 1

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 1


28 ŞUBAT 1000 DEĞİL, 10 YIL SÜRSEYDİ FETÖ OLUR MUYDU. 

MEHMET BİCAN 
Tansu ÇİLLER
07.11.2012
7 Kasım 2012 Çarşamba 





BİRİNCİ OTURUM 
Açılma Saati: 11.03 
BAŞKAN: Nimet BAŞ (İstanbul) 


BAŞKAN – Sayın Başbakan, öncelikle Komisyonumuzun davetine icabet edip bizi değerlendirmelerinizi almak üzere kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyorum. 

Ben biraz Komisyonumuz hakkında sizleri bilgilendirmek istiyorum. 

Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında grubu bulunan şu andaki tüm siyasi partilerin vermiş oldukları ortak doğrultudaki önergelerin birleştirilmesi suretiyle oluşturulan Komisyonumuz, ülkemizde demokrasiye müdahale eden tüm darbe ve muhtıralarla demokrasiyi işlevsiz kılan tüm girişim ve süreçlerin yine tüm boyutlarıyla araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla kurulmuştur. Bütün siyasi partilerin ortak doğrultuda vermiş oldukları önerge, demokrasimiz açısından önemli bir kazançtır. Şu anda Türkiye Büyük Millet Meclisi, 2011 seçimlerinden sonra oluşan Parlamento temsilde adalet ilkesinin 
gerçekleşmesi bağlamında toplumun büyük kesimlerinin iradesinin Parlamentoya yansıdığı, yüzde 85 oranında yansıdığı bir dönem. Aynı zamanda, seçimlere katılım oranının en yüksek olduğu seçim olması hasebiyle aynı doğrultuda iradenin bütün siyasi partiler tarafından sergilenmiş olmasını gelecek adına, gerek demokrasimiz adına umut verici bulduğumuzu ifade etmek isterim. 

Elbette, kısaca ismini okuduğum ama önergelerdeki çerçevesi itibarıyla çok geniş dönemleri içeren Komisyonumuz, meselenin tüm boyutlarıyla ele alınmasından ne anlanması gerektiği konusunda iç toplantılarında şöyle bir karara vardı: Öncelikle, darbe dönemlerinde darbe öncesinde, darbe esnasında ve darbe sonrasında olmak üzere belli dönemleri kapsayacak şekilde olayın siyasi boyutlarını araştırmayı, hukuki boyutlarını araştırmayı, ekonomik boyutlarını, iç ve dış etkileri, sosyal ve psikolojik etkilerini ve en son olarak medya etkileşimini araştırmayı çerçeve olarak çizdik. 

Takdir edersiniz ki bütün bunlar aslında birbirinden bağımsız gibi gözükse de bir darbenin yapıldığı ve demokratik dönemin kesintiye uğratıldığı dönemlerde, başta medya olmak üzere, psikolojik açıdan toplumun hazırlanmasındaki rolleri kadar ekonomik göstergelerin değişmesi veya sermayenin değiştirilmesi gibi birbiriyle çok bağlantılı ve geçişken etkilere sahip. Dolayısıyla, tüm bu boyutların araştırılmasını, belli bir çerçevede, bu kısa dönemde bir fotoğrafı Türkiye'nin önüne koymayı hedefliyoruz. 

Komisyonumuz üç ayrı alt komisyon çerçevesinde çalışıyor. Bunlardan bir tanesi, 1960 darbesi ve 71 muhtırasını içeren, bir diğeri 1980 darbesini içeren dönem, en son 28 Şubat dönemi, “postmodern darbesi” dediğimiz dönem. 
Sizin Komisyonumuza davet edilmenizi isteyen alt komisyon 28 Şubat Alt Komisyonu olmakla birlikte, ülkemizde önemli görevlerde bulunmuş, bakanlıklarınız dışında Başbakanlık yapmış birisi olarak, ülkemizin demokrasi tarihi açısından darbeler döneminin tamamının, eğer yapmak isterseniz, genel bir değerlendirmesini yapmak üzere önce sözü size bırakıyoruz; en son olarak da ilgili bölümde 28 Şubata ilişkin olarak değerlendirmelerinizi alacağız. Siz bu değerlendirmelerinizi tamamladıktan sonra biz milletvekillerimizle somut sorulara geçeceğiz. Çalışma yöntemimiz bu şekilde. 

Ben şimdi burada bulunan milletvekillerimizi size tanıtmak istiyorum. Sağımda Sırrı Süreyya Önder Bey, Barış ve Demokrasi Partisi İstanbul Milletvekili; Yaşar Karayel Bey, AK PARTİ Kayseri Milletvekili, 28 Şubat Alt Komisyonu Başkanı; Mehmet Şeker Bey, Cumhuriyet Halk Partisi Gaziantep Milletvekili, 28 Şubat Alt 
Komisyon Üyesi; İdris Şahin Bey, AK PARTİ Çankırı Milletvekili, 28 Şubat Alt Komisyon Üyesi ve üst Komisyon Sözcümüz; Feyzullah Kıyıklık Bey, AK PARTİ İstanbul Milletvekili ve 28 Şubat Komisyonu Üyesi; Enver Yılmaz Bey, AK PARTİ İstanbul Milletvekili, 1960 Darbesi Alt Komisyonu Başkanı; Cengiz Yavilioğlu Bey, AK PARTİ Erzurum Milletvekili ve 60 Darbesi Alt Komisyon Üyesi; Ahmet Toptaş Bey, Cumhuriyet Halk Partisi Afyonkarahisar Milletvekili ve de 1960 Darbesi Alt Komisyon Üyesi; Atila Kaya Bey, Milliyetçi Hareket Partisi 
İstanbul Milletvekili. Diğer arkadaşlarımız uzmanlardan oluşuyor. 

Genel bir değerlendirme yapmak üzere sözü size bırakıyorum. 

Buyurun Lütfen. 

TANSU ÇİLLER – Tabii, Sayın Başkan. Bir kere sizin şahsınızda bütün arkadaşlarımıza hoş geldiniz diyorum. Görülüyor ki çok zor bir görevi yapıyorsunuz ama başarıyla götürdüğünüzü görüyorum. Baştan hepinizi 
tekrar bir kutlamak istiyorum. 

Ben darbelere ilişkin ve 28 Şubat, aslında yaşanmışlığın içinde olan, benim açımdan değerlendirilmesi gerekli olan 28 Şubat darbesine ilişkin ilk kez konuşuyorum. Şu ana kadar birçok televizyon sekiz dokuz yıldır bunun üzerinde durdular ama ben yanlış yazılmış bir tarihin yine milletin arşivlerine, Meclisin arşivlerine doğrudan geçmesinin daha doğru bir yöntem olacağını hep düşünegeldim. Dolayısıyla, bugün burada paylaşacaklarım çoğunlukla ilk kez bu konuda söyleyeceklerimden oluşacaktır. 

Şöyle bir çerçeve içerisinde bunu ele almak istiyorum bu bakımdan: İlk önce, 28 Şubatın bir değerlendirmesini, tanımlamasını yapacağım. Bunu yaparken hem yaşanmışlığın hem de son, 2 Ekimde Sayın Özel Yetkili Savcı bizi davet etti, ısrarla davet etti ve bu davette ortaya çıkan ve gösterilen çok net belgelerin… Ki 
bunların bir bölümünü daha sonra sizinle paylaşacağım. Bu paylaşma da elbette süregelen bir yargı sürecinin hassasiyeti çerçevesinde olacak ama somut birtakım bulguları benim ve bizim Doğru Yol Partisi olarak yaşadıklarımızın da paralelinde olan ve bizi de aşan birtakım belgeleri de ilk defa yine sizinle burada, o çerçevede, o hassasiyet çerçevesinde paylaşacağım. 

Bütün bunların ışığından geçirildiğinde görülüyor ki 28 Şubat bir darbedir. Bu belki ezber bozan bir darbedir ama bir darbedir. Ezber bozan bir darbe çünkü öncelikli olarak, zihinlerde bir darbenin silahlı, tanklı yapılması, Meclisin önüne gelmesi, Meclise kilit vurulması gibi bir şartlanmışlık var. Siyasi tarihimizin bize 
bıraktığı bir şartlanma bu. 28 Şubat böyle değil, 28 Şubat tankla tüfekle yapılmadı, Meclisin önüne gelmedi tanklar. Eğer gelseydi, hiç kuşkum yok ki siyasetçi onu durdurmak için üstüne çıkardı, o tankların üstüne çıkılırdı 
ama öyle olmadı. Bunun tam tersi… Evet, bir Sincan’da tanklar yürüdü ama gittiği yer bir tatbikat alanıydı, en azından öyle söylendi ve öyle de oldu, Meclise gelmedi. Ama onun yerine, görülüyor ki Meclisin içine bir boğa salındı ve muleta da Doğru Yol Partisinin üstüne atıldı ve o darbelerle o parti parçalanarak o koalisyonun ve o Hükûmetin düşürülmesi meselesi icra edildi ve bir süreç hâlinde de devam etti. 

Şimdi, ikinci ezber bozan, 28 Şubatın ikinci ezber bozan boyutu da budur; bir süreç olması. Yine, tarihimizden gelen bir şartlanmışlık var, o da biz belli bir kesiti görürüz hep. İşte, 27 Mayısta oldu, 12 Eylülde oldu. 28 Şubat böyle değil, 28 Şubat bir süreye yayılmış ve bu yayılırken de aslında tarihi 28 Şubatla 
başlamayan, daha öne gelen neden olduğunu da izah etmeye çalışacağım- ve belki de AK PARTİ’nin 2002 seçimlerini kazanmasından sonra dahi devam eden ve illa bir gün ve tarih belirlenecekse eğer, belki Sayın Cumhurbaşkanının, Abdullah Gül’ün yukarı çıktığı veya tarih belirlemek de mümkün değil; yani böyle gölgeler hâlinde yok olan, gölgeler hâlinde başlayan ama çok somut bir darbe. Tekrar ediyorum: Sayın Savcının gösterdiği belgeler ki bunları sizinle paylaşacağım kısmen, yine o hassasiyet çerçevesinde bunda şüphe 
bırakacak bir nokta bırakmıyor. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***