Abdullah Gül etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Abdullah Gül etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2019 Çarşamba

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 1

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 1


28 ŞUBAT 1000 DEĞİL, 10 YIL SÜRSEYDİ FETÖ OLUR MUYDU. 

MEHMET BİCAN 
Tansu ÇİLLER
07.11.2012
7 Kasım 2012 Çarşamba 





BİRİNCİ OTURUM 
Açılma Saati: 11.03 
BAŞKAN: Nimet BAŞ (İstanbul) 


BAŞKAN – Sayın Başbakan, öncelikle Komisyonumuzun davetine icabet edip bizi değerlendirmelerinizi almak üzere kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyorum. 

Ben biraz Komisyonumuz hakkında sizleri bilgilendirmek istiyorum. 

Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında grubu bulunan şu andaki tüm siyasi partilerin vermiş oldukları ortak doğrultudaki önergelerin birleştirilmesi suretiyle oluşturulan Komisyonumuz, ülkemizde demokrasiye müdahale eden tüm darbe ve muhtıralarla demokrasiyi işlevsiz kılan tüm girişim ve süreçlerin yine tüm boyutlarıyla araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla kurulmuştur. Bütün siyasi partilerin ortak doğrultuda vermiş oldukları önerge, demokrasimiz açısından önemli bir kazançtır. Şu anda Türkiye Büyük Millet Meclisi, 2011 seçimlerinden sonra oluşan Parlamento temsilde adalet ilkesinin 
gerçekleşmesi bağlamında toplumun büyük kesimlerinin iradesinin Parlamentoya yansıdığı, yüzde 85 oranında yansıdığı bir dönem. Aynı zamanda, seçimlere katılım oranının en yüksek olduğu seçim olması hasebiyle aynı doğrultuda iradenin bütün siyasi partiler tarafından sergilenmiş olmasını gelecek adına, gerek demokrasimiz adına umut verici bulduğumuzu ifade etmek isterim. 

Elbette, kısaca ismini okuduğum ama önergelerdeki çerçevesi itibarıyla çok geniş dönemleri içeren Komisyonumuz, meselenin tüm boyutlarıyla ele alınmasından ne anlanması gerektiği konusunda iç toplantılarında şöyle bir karara vardı: Öncelikle, darbe dönemlerinde darbe öncesinde, darbe esnasında ve darbe sonrasında olmak üzere belli dönemleri kapsayacak şekilde olayın siyasi boyutlarını araştırmayı, hukuki boyutlarını araştırmayı, ekonomik boyutlarını, iç ve dış etkileri, sosyal ve psikolojik etkilerini ve en son olarak medya etkileşimini araştırmayı çerçeve olarak çizdik. 

Takdir edersiniz ki bütün bunlar aslında birbirinden bağımsız gibi gözükse de bir darbenin yapıldığı ve demokratik dönemin kesintiye uğratıldığı dönemlerde, başta medya olmak üzere, psikolojik açıdan toplumun hazırlanmasındaki rolleri kadar ekonomik göstergelerin değişmesi veya sermayenin değiştirilmesi gibi birbiriyle çok bağlantılı ve geçişken etkilere sahip. Dolayısıyla, tüm bu boyutların araştırılmasını, belli bir çerçevede, bu kısa dönemde bir fotoğrafı Türkiye'nin önüne koymayı hedefliyoruz. 

Komisyonumuz üç ayrı alt komisyon çerçevesinde çalışıyor. Bunlardan bir tanesi, 1960 darbesi ve 71 muhtırasını içeren, bir diğeri 1980 darbesini içeren dönem, en son 28 Şubat dönemi, “postmodern darbesi” dediğimiz dönem. 
Sizin Komisyonumuza davet edilmenizi isteyen alt komisyon 28 Şubat Alt Komisyonu olmakla birlikte, ülkemizde önemli görevlerde bulunmuş, bakanlıklarınız dışında Başbakanlık yapmış birisi olarak, ülkemizin demokrasi tarihi açısından darbeler döneminin tamamının, eğer yapmak isterseniz, genel bir değerlendirmesini yapmak üzere önce sözü size bırakıyoruz; en son olarak da ilgili bölümde 28 Şubata ilişkin olarak değerlendirmelerinizi alacağız. Siz bu değerlendirmelerinizi tamamladıktan sonra biz milletvekillerimizle somut sorulara geçeceğiz. Çalışma yöntemimiz bu şekilde. 

Ben şimdi burada bulunan milletvekillerimizi size tanıtmak istiyorum. Sağımda Sırrı Süreyya Önder Bey, Barış ve Demokrasi Partisi İstanbul Milletvekili; Yaşar Karayel Bey, AK PARTİ Kayseri Milletvekili, 28 Şubat Alt Komisyonu Başkanı; Mehmet Şeker Bey, Cumhuriyet Halk Partisi Gaziantep Milletvekili, 28 Şubat Alt 
Komisyon Üyesi; İdris Şahin Bey, AK PARTİ Çankırı Milletvekili, 28 Şubat Alt Komisyon Üyesi ve üst Komisyon Sözcümüz; Feyzullah Kıyıklık Bey, AK PARTİ İstanbul Milletvekili ve 28 Şubat Komisyonu Üyesi; Enver Yılmaz Bey, AK PARTİ İstanbul Milletvekili, 1960 Darbesi Alt Komisyonu Başkanı; Cengiz Yavilioğlu Bey, AK PARTİ Erzurum Milletvekili ve 60 Darbesi Alt Komisyon Üyesi; Ahmet Toptaş Bey, Cumhuriyet Halk Partisi Afyonkarahisar Milletvekili ve de 1960 Darbesi Alt Komisyon Üyesi; Atila Kaya Bey, Milliyetçi Hareket Partisi 
İstanbul Milletvekili. Diğer arkadaşlarımız uzmanlardan oluşuyor. 

Genel bir değerlendirme yapmak üzere sözü size bırakıyorum. 

Buyurun Lütfen. 

TANSU ÇİLLER – Tabii, Sayın Başkan. Bir kere sizin şahsınızda bütün arkadaşlarımıza hoş geldiniz diyorum. Görülüyor ki çok zor bir görevi yapıyorsunuz ama başarıyla götürdüğünüzü görüyorum. Baştan hepinizi 
tekrar bir kutlamak istiyorum. 

Ben darbelere ilişkin ve 28 Şubat, aslında yaşanmışlığın içinde olan, benim açımdan değerlendirilmesi gerekli olan 28 Şubat darbesine ilişkin ilk kez konuşuyorum. Şu ana kadar birçok televizyon sekiz dokuz yıldır bunun üzerinde durdular ama ben yanlış yazılmış bir tarihin yine milletin arşivlerine, Meclisin arşivlerine doğrudan geçmesinin daha doğru bir yöntem olacağını hep düşünegeldim. Dolayısıyla, bugün burada paylaşacaklarım çoğunlukla ilk kez bu konuda söyleyeceklerimden oluşacaktır. 

Şöyle bir çerçeve içerisinde bunu ele almak istiyorum bu bakımdan: İlk önce, 28 Şubatın bir değerlendirmesini, tanımlamasını yapacağım. Bunu yaparken hem yaşanmışlığın hem de son, 2 Ekimde Sayın Özel Yetkili Savcı bizi davet etti, ısrarla davet etti ve bu davette ortaya çıkan ve gösterilen çok net belgelerin… Ki 
bunların bir bölümünü daha sonra sizinle paylaşacağım. Bu paylaşma da elbette süregelen bir yargı sürecinin hassasiyeti çerçevesinde olacak ama somut birtakım bulguları benim ve bizim Doğru Yol Partisi olarak yaşadıklarımızın da paralelinde olan ve bizi de aşan birtakım belgeleri de ilk defa yine sizinle burada, o çerçevede, o hassasiyet çerçevesinde paylaşacağım. 

Bütün bunların ışığından geçirildiğinde görülüyor ki 28 Şubat bir darbedir. Bu belki ezber bozan bir darbedir ama bir darbedir. Ezber bozan bir darbe çünkü öncelikli olarak, zihinlerde bir darbenin silahlı, tanklı yapılması, Meclisin önüne gelmesi, Meclise kilit vurulması gibi bir şartlanmışlık var. Siyasi tarihimizin bize 
bıraktığı bir şartlanma bu. 28 Şubat böyle değil, 28 Şubat tankla tüfekle yapılmadı, Meclisin önüne gelmedi tanklar. Eğer gelseydi, hiç kuşkum yok ki siyasetçi onu durdurmak için üstüne çıkardı, o tankların üstüne çıkılırdı 
ama öyle olmadı. Bunun tam tersi… Evet, bir Sincan’da tanklar yürüdü ama gittiği yer bir tatbikat alanıydı, en azından öyle söylendi ve öyle de oldu, Meclise gelmedi. Ama onun yerine, görülüyor ki Meclisin içine bir boğa salındı ve muleta da Doğru Yol Partisinin üstüne atıldı ve o darbelerle o parti parçalanarak o koalisyonun ve o Hükûmetin düşürülmesi meselesi icra edildi ve bir süreç hâlinde de devam etti. 

Şimdi, ikinci ezber bozan, 28 Şubatın ikinci ezber bozan boyutu da budur; bir süreç olması. Yine, tarihimizden gelen bir şartlanmışlık var, o da biz belli bir kesiti görürüz hep. İşte, 27 Mayısta oldu, 12 Eylülde oldu. 28 Şubat böyle değil, 28 Şubat bir süreye yayılmış ve bu yayılırken de aslında tarihi 28 Şubatla 
başlamayan, daha öne gelen neden olduğunu da izah etmeye çalışacağım- ve belki de AK PARTİ’nin 2002 seçimlerini kazanmasından sonra dahi devam eden ve illa bir gün ve tarih belirlenecekse eğer, belki Sayın Cumhurbaşkanının, Abdullah Gül’ün yukarı çıktığı veya tarih belirlemek de mümkün değil; yani böyle gölgeler hâlinde yok olan, gölgeler hâlinde başlayan ama çok somut bir darbe. Tekrar ediyorum: Sayın Savcının gösterdiği belgeler ki bunları sizinle paylaşacağım kısmen, yine o hassasiyet çerçevesinde bunda şüphe 
bırakacak bir nokta bırakmıyor. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

28 Kasım 2018 Çarşamba

AKP., DEVLETE KARŞI

AKP.., DEVLETE KARŞI ..,

İnan Kahramanoğlu.,
05.05.2003/Sayı:29



AKP.., DEVLETE KARŞI ..,
İnan Kahramanoğlu.,
05.05.2003/ Sayı:29
AKP hükümeti ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında türban ve şeriatçı kadrolaşma ile başlayan gerilim son olarak Meclis Başkanı Bülent Arınç tarafından düzenlenen 23 Nisan resepsiyonun devlet protokolü tarafından protesto edilmesiyle birlikte tekrar şiddetlendi.

Cumhurbaşkanı’ndan Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına, üst düzey bürokratlardan yargı organları başkanlarına kadar devletin bütün organları Arınç’ın eşinin türbanlı olarak resepsiyona katılacağının açığa çıkmasının ardından tepkilerini sert biçimde ortaya koydular ve resepsiyona katılmayacaklarını açıkladılar. Bu sert tepki karşısında geri adım atmak zorunda kalan ve eşinin resepsiyona katılmayacağını açıklayan Arınç’ın girişimleri ise sonuçsuz kaldı.
23 Nisan resepsiyonunun ardından toplanan ve 7.5 saat süren ve 28 Şubat’ın ardından tarihin en uzun ikinci MGK toplantısıyla AKP-Ordu ilişkilerinde yeni bir sürece de girilmiş oluyor.
AKP devlet savaşı büyüyor
AKP ve orduyu karşı karşıya getiren ve hükümet ordu çatışması olarak adlandırabileceğimiz sürecin ilk adımlarının da yine Arınç tarafından atıldığı düşünüldüğünde ordunun tepkisini görmezden gelmeye yönelik açıklamaların, oluşan tepkinin şiddetini azaltmaya yönelik bilindik açıklamalardan öte bir anlamının olmadığı ortada.

Zira 3 Kasım seçimlerinin ardından AKP ile orduyu karşı karşıya getiren ilk olay orduyu kastederek “bazı çevrelere inat Meclis başkanlığına aday oluyorum” diyen ve başkanlığa seçilmesinin hemen ardından türbanlı eşini devlet protokolüne sokan Bülent Arınç tarafından yaratılmıştı. Arınç’ın türban zorlamasına TSK’dan yine büyük tepki gelmiş ve Arınç’ı tebrik etmeye giden MGK üyesi komutanlar yalnızca otuz saniye süren bir ziyaretin ardından Arınç’ın makamını terk etmişlerdi.
Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın 23 Nisan Resepsiyonu Devlet-AKP çatışmasının en üst seviyede ortaya çıkmasına neden oldu. Daha önce türbanı devlet protokolüne sokmaya çalışan Arınç bu defa eşini resepsiyona getirmeyeceğini açıklamasına karşın, başta Cumhurbaşkanı ve Genel Kurmay Başkanı resepsiyonu protesto ettiler. Üst düzey devlet bürokrasisinin de protesto ettiği resepsiyon böylece AKP içi bir çay partisine dönüşmüş oldu. Resepsiyonda kendi başlarına kalan AKP’nin sergilediği görüntü aslında şeriatçı hükümetin Türkiye’de ne kadar tecrit olduğunu da ortaya çıkartmış oldu. Şeriatçılar devleti kuşatmaya çalışıyorlar ancak devlet içinde köşeye sıkıştıklarını sanırız hâlâ farkedemiyorlar.
Bu ilk ciddi gerginliğin ardından hükümetin hazırladığı acil eylem planıyla özellikle YÖK yasa tasarısı ve üniversitelerde türbanın serbest bırakılması konusundaki planlarını uygulamaya koyması ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki şeriatçı kadrolaşma çabalarına hız vermesi üzerine Cumhurbaşkanından Dışişleri Bakanlığına kadar bütün devlet organlarıyla AKP karşı karşıya gelmişti.
Bu gelişmeler yaşanırken toplanan MGK’da da hükümet uyarılmıştı. MGK toplantısında alınan kararlara muhalefet şerhi koyarak imza atan dönemin Başbakanı Abdullah Gül’e yanıt bizzat Genelkurmay başkanının ağzından “başbakan irticaya cesaret verdi” denilerek ortaya konmuştu. Bu açıklama aslında AKP’nin hükümette kalmasının artık mümkün olmadığını ve ordunun AKP iktidarının Cumhuriyeti ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerine göz yummayacağını göstermişti.

Çatışmanın en üst seviyeye ulaştığı anda başlayan ABD’nin Irak saldırısı ise gündemi farklı bir noktaya taşıdı. Ancak bu süreç içinde AKP hükümeti bir yandan Kıbrıs ve Irak’ta devlet politikasını hiçe sayarak büyük tavizler verirken şeriatçı kadrolaşma çalışmalarını da sürdürmekten geri kalmıyordu.
Dolayısıyla her ne kadar varolan gerilim azalmış gibi görünse de AKP devlet savaşı alttan alta kızışmaktaydı. 23 Nisan resepsiyonunda ortaya çıkan durum işte tam da bu arka planda yürüyen kavganın patlak vermesinden başka birşey değildi.
AKP’den devlete şeriatçı kuşatma
Abdullah Gül’ün büyükelçiliklere şifreli genelgesi Ordunun büyük tepkisine yol açtı. Genelgede, Milli Görüş teşkilatları ile Fethullah Gülen cemaatine destek verilmesi isteniyordu.
AKP iktidara geldiği 3 Kasım’dan bugüne kadar aradan geçen altı aylık süre zarfında gerçekleştirdiği şeriatçı kadrolaşma operasyonunun bugün ulaştığı nokta Cumhuriyet’in şeriatçı bir kuşatmayla karşı karşıya kalması anlamına geliyor.
İlk olarak Türkiye’yi 28 Şubat’a taşıyana süreçte Cumhuriyet karşıtı şeriatçı hareket rejimi değiştirecek güce ulaşmış ancak ordunun müdahalesiyle iktidardan düşürülmüştü. Aradan geçen altı yıldan sonra bu kez yine aynı şeriatçı Milli Görüş geleneğinin temsilcisi AKP iktidarda. Üstelik AKP Refah Partisi döneminden farklı olarak Meclis’te anayasayı değiştirebilecek çoğunluğa sahip ve tek başına iktidar. Böyle olunca da devlette şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerinin engellenmesi oldukça zor hale geliyor.
AKP hükümeti iktidara geldiği ilk günden beri planlı bir kadrolaşma faaliyeti içinde bulunuyor ve bu plan bugün de aynı şekilde uygulanıyor.
THY, TRT, ISDEMİR ve daha birçok önemli devlet kuruluşlarının başına Milli Görüş kökenli kişiler atanmakta. Türbanın serbest bırakılmasına yönelik çalışmalar aynı şekilde devam ediyor. Kadrolaşma operasyonu öyle boyutlara ulaştı ki devletin en gizli belgelerinin bulunduğu Cumhuriyet Arşiv Daire Başkanlığı’na “Molla Üniversitesi” olarak bilinen şeriatçı El-ezher Üniversitesi İlahiyat mezunu Hüsnü Özer atandı. Daha önce de Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü görevine bir Muratbey Balta isimli bir imam atanmıştı.
Başbakan Tayyip Erdoğan, idealinin Amerikan modeli bir başkanlık sistemi olduğunu açıktan ifade etmeye başladı. Bu, şeriatçıların, mevcut Cumhuriyet rejimi içinde kalmak istemediklerinin, bir başkanlık yetkisi ile Türkiye imamlığına soyunmak istediklerinin de göstergesi.
Şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerini engellemeye çalışan cumhurbaşkanı Sezer’in bütün çabalarına rağmen bu atamalara engel olunamıyor. Atama kararnamelerini geri çeviren Cumhurbaşkanı aynı atama kararnamesini tekrar karşısında buluyor. Ataması gerçekleşmeyenler de görevlendirme ile istenilen görevlere getiriliyor.

AKP özellikle son bir aylık süreçte kadrolaşma faaliyetlerini kolaylaştıracak bazı yasal düzenlemeleri de uygulamaya koydu. Sadece emeklilik yaşını 61’e düşüren yeni yasayla 2 bin 100 deneyimle bürokrat görevden uzaklaştırıldı ve bunların yerine şeriatçı kadrolar atandı.
Milli Eğitim ve üniversiteler üzerindeki şeriatçı kuşatma da günden güne artıyor. YÖK’ü kaldırma çalışmalarını gelen yoğun tepki üzerine bir süreliğine geri çeken AKP bu günlerde bu planlarını tekrar gündeme getiriyor. Önümüzdeki dönemde de artararak devam etmesi beklenen türbana özgürlük ise AKP için vazgeçilmez önemde.

Bütün bu kadrolaşma tartışmaları sürerken biraraya gelen Cumhurbaşkanı Sezer ve Tayyip Erdoğan arasında geçen ve basına da yansıyan diyalog yaşanan sürecin vehametini en açık biçimde ortaya koyuyor. Sezer’in “Devletin her kademesine imamları dolduruyorsunuz” şeklindeki sözlerine Erdoğan’ın yanıtı şu oluyor: “Ben de imamlık yaptım ama şimdi başbakanım”
Şeriatçı terör örgütlerine devlet protokolü
AKP hükümeti bir yandan devlet bürokrasisi içinde yoğun bir kadrolaşma hareketine girerken bir yandan da bağlantılı bulunduğu yurt dışındaki şeriatçı örgütlenmeleri açıktan destekliyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından 16 Nisan tarihinde yayınlanan ve MGK toplantısının en önemli maddelerinden birisi olan Milli Görüş ve Fethullah Gülen cemaatinin kollanması yolundaki genelge Türkiye Cumhuriyeti devleti aleyhine faaliyet gösteren kuruluşların bizzat hükümet tarafından korunduğunu gösteriyor. Abdullah Gül imzasıyla bazı ülkelerdeki büyükelçiliklere gönderilen genelgede Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler içinde bulunan Milli Görüş teşkilatının çalışmalarının desteklenmesi isteniyor.
İran’dan gelen çarşaflı heyet de AKP’nin nasıl bir düzen istediğini gösteriyor.
Türkiye’nin terörist örgüt olarak kabul ettiği Milli Görüş, yalnız Türkiye’de değil faaliyet gösterdiği ülkelerden Almanya’da da sıkı takip altında ve 26 bin üyesi ve büyük ekonomik gücüyle “takip altındaki en büyük yabancı örgüt” konumunda. Genelgede yer alan “Milli Görüş zararlı bir teşkilat değildir. Milli Görüş Teşkilatı’nın organizasyonlarına gerektiğinde büyükelçiler ve diplomatlar da gitmelidir. Resmi heyet programlarına bundan sonra bu teşkilat da dahil edilmelidir” şeklindeki ifadelerle Türkiye tarihinde ilk kez şeriatçı terör örgütleri devlet protokolüne alınmış oluyor.
Yine aynı genelgede 28 Şubat’ın ardından Amerika’ya tedaviye giden ve nedense bir türlü iyileşip Türkiye’ye dönemeyen Fethullah Gülen ve cemaaatinden övgüyle sözediliyor. Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler yürüttüğü iddiasıyla yargılanan Fethullah Gülen ve cemaatinin yurtdışındaki okulları için Türk kültürünü yayan kurumlar ifadesi kullanılıyor ve bu okullarla ilişkilerin geliştirilmesi isteniyor.
AKP orduya savaş açtı
MGK toplantısı öncesinde ortamı geren bir diğer önemli gelişme de İran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Rıza Arif ve beraberindeki ekibin Ankara’da ağırlanması sırasında yaşanan olaylardı. Devletin resmi kuruluşu olan TRT ve Anadolu Ajansı’nın dahi içeri alınmadığı ve adeta gizli örgüt toplantılarını andıran yemekteki haremlik selamlık uygulaması ve çarşaflı kadınların yarattığı manzara Ankara’nın içine düştüğü kuşatmanın ne boyutlara ulaştığını göstermesi açısından önemli bir örnekti.

Tüm bu kadrolaşma çabalarına Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay başta olmak üzere devlet organları tarafından gösterilen karşı çıkış yaklaşan MGK toplantısı öncesinde taraflar arasındaki gerginliği daha da tırmandırdı.
AKP cephesi MGK’da hükümetin irticayla mücadele konusunda uyarılacağının ortaya çıkmasıyla birlikte saldırıya geçti. MGK’nın siyasilerin hesap vereceği bir yer olmadığını söyleyen AKP yetkilileri “MGK’da hesap vermeyeceğiz” tavrıyla tabanlarına dik durma mesajı vermeye çalıştılar. Orduya yönelik en sert saldırı ise Tayyip Erdoğan’dan geldi. Erdoğan orduyu kastederek “devletin en üst noktasından en alt noktasındana kadar hiç kimse la yü’sel (sorumsuz) değildir” diyerek MGK toplantısı öncesinde orduya meydan okumaya çalıştı.
Medyanın da yoğun desteğini arkasına alan Erdoğan partisinin Meclis’teki çoğunluğundan da güç alarak orduyu hedef alan açıklamalarına devam etti.
Erdoğan Belediye başkanlığı döneminde karıştığı ve yargılandığı yolsuzluk dosyalarını unutarak “Türkiye’nin imkan ve kaynaklarını boşa harcayanlar, statükonun korunması için direnenler, yolsuzluklar ve usulsüzlüklere bulaşanlar iddia edildiği gibi sadece siyasiler değil” sözleriyle silahlı kuvvetleri ve cumhurbaşkanını eleştirdi.
MGK toplantılarında hep dinleyen konumunda kalan şeriatçılar tek başına iktidar olmanın verdiği güçle bu kez karşı atağa geçerek baskın çıkmayı hedefliyorlardı. MGK’nın asker kanadı Milli Görüş ve Gülen cemaatini koruyan genelge, kadrolaşma ve türban tartışmalarıyla YÖK tarafından hazırlanan ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ciddiye alınmayan raporu gündemine alırken AKP kanadı da kadrolaşma faaliyetini savunacak karşı hazırlıklara girişti.
AKP AB kozunu kullanarak Orduyu tasfiye etmek istiyor
Medyanın büyük desteğini arkasına alan AKP ordu üzerinde kurmaya çalıştığı psikolojik baskıyla MGK toplantısını kazasız belasız atlatmaya çalışırken uzun vadede ordunun müdahalelerini engelleyecek bazı düzenlemelere girişeceğinin de ipuçlarını veriyor.
Özellikle AB süreci içinde demokratikleşme adı altında ordunun siyasete müdahalesini engellemeye yönelik planın iki ayağı var. ilk olarak Askerin icraat ve söylemlerinin “askeri tehdit” konularıyla sınırlandırılması öngörülüyor. İkinci olarak da 2004 sonuna kadar MGK’nın tamamen ortadan kaldırılması ya da en azından hükümete tavsiye kararı vermesi engellenmek isteniyor.
Hedefine ulaşma yolunda en büyük engel olarak gördüğü orduyu tasfiye planlarını yürürlüğe koyan AKP’nin elindeki en büyük koz da sözde AB üyelik süreci. AB üyeliği için siyasetin sivilleştirilmesi ve ordunun siyasetin dışına itilmesi AB’nin Türkiye’den taleplerinin ilk sırasında yeralıyor.
AB Komisyonu Genişlemeden sorumlu üyesi Gunter Verheugen’in Türkiye’deki ordu siyaset ilişkileri konusundaki görüşleri de AKP ile son derece uyumlu. Verheugen AKP AB ittifakının orduyu tasfiye planlarını şu sözlerle açığa vuruyor: “ordu siyasilerin emrinde olacak, siyasiler ordunun değil”
Başkanlık sistemiyle devlet ortadan kaldırılacak
Tayyip Erdoğan’ın “siyasetteki tek arzum başkanlık ya da yarı başkanlık modelidir. Bunun ideali de Amerika’da uygulanan sistem” açıklaması da orduyu tasfiye planları yapan AKP’nin geleceğe dönük niyetlerinin ne olduğunu anlamak açısından son derece önemli.
AKP, şeriat hedeflerinin önünde engel olarak orduyu ve devlet bürokrasisini görüyor ve bu amaçla giriştiği icraaatların sürekli bu organlardan geri tepmesi üzerine bu kez de başkanlık sistemini gündeme getiriliyor.
Başakanlık sistemi, devlet bürokrasisinin ortadan kalkması ve yetkinin tıpkı Amerikan sisteminde olduğu gibi başkan ve etrafındaki danışman kadrosunun denetimine girmesi demek. Başkanlık sistemine geçiş aynı zamanda Cumhuriyet rejiminin ortadan kaldırılması anlamına geliyor
Bakanlık yapmak için seçilmiş olma zorunluluğunun aranmadığı ve dışarıdan atamaların mümkün olduğu böylesi bir sistemin Türkiye’yi nerelere sürükleyeceğini tahmin etmek hiç de zor değil. Bunun şeriatçı hareket açısından yaratacağı fırsatları saymaya da herhalde gerek yok.
Başkanlık sisteminin yanısıra hükümet tarafından hazırlanan yerel yönetimler yasasayla da merkezi devlet çökertilerek yetki ve karar belediyelere devrediliyor ki bunun sonucunda şeriatçı belediyeler ve özellikle Güneydoğu’daki HADEP çizgisindeki belediyelerin etkinlikleri daha da artacak. Bu üniter devletin ortadan kaldırılması ve Türkiye’nin eyaletlere parçalanmasına yolaçacak bir gelişme
AKP 
Türkiye’yi yönetmeye devam edebilir mi?
Altı aylık AKP iktidarı Türkiye’de şeriatçı bir partinin iktidarda kalmasının mümkün olmadığı ve ordunun buna izin vermeyeceği gerçeğini doğruluyor. AKP daha iktidara gelmeden ordu tarafından dikkatle takip ediliyordu ve AKP’nin şeriatçı hareketin bir parçası olduğu ordu tarafından biliniyordu.
Ancak AKP’nin 3 Kasım seçimlerinde aldığı oy oranı ordunun müdahale etmesini geciktiren bir faktör. Arkasında geniş halk desteği bulunduğu izlenimi medyanın da aynı yöndeki yayınları biraraya geldiğinde AKP’nin bu gerilim ortamında bir süre daha iktidarda kalması mümkün.
Ancak AKP devlet ilişkilerinin geri dönülemez biçimde tahrip olduğu düşünüldüğünde uzun vadeli bir AKP iktidarına Türkiye’nin tahammülünün kalmadığı da görülmeli.
Şu anda yapılacak bir ordu müdahalesi sadece ordunun demokratik süreci kesintiye uğratan ve on yıllık periyotlarla müdahaleyi alışkanlık haline getirdiği yönündeki propagandanın güç kazanmasına ve ordunun puan kaybetmesine yolaçacak. O nedenle kısa süre içinde bir ordu müdahalesi çok mümkün görünmüyor.
Fakat çok uzun süre önce kopan AKP ordu ilişkisinin yeniden tamiri mümkün değil. O nedenle AKP’lilerin yarattığı ve yaratacağı benzeri bütün gerilimler sadece AKP’nin dosyasının kabarmasına yol açacak ve zamanı geldiğinde yapılacak müdahalenin daha da meşruluk kazanmasını sağlayacak.
Devlete savaş açan AKP karşılığını almaya başladı bile. Bu savaşın iki değil tek bir olasılığı var: Türkiye Amerikancı ve gerici AKP iktidarından kurtulacak.
İnan Kahramanoğlu - AKP devlete karşı
http://www.turksolu.org/29/kahramanoglu29.htm
***

15 Temmuz 2017 Cumartesi

27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 1

27 NİSAN E- BİLDİRİSİ , BÖLÜM 1



1.1. ADALET VE KALKINMA PARTİSİ İKTİDARI,

AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın siyasi yasaklı olması nedeniyle katılamadığı 3 Kasım 2002 seçimleri sonucunda hükümeti kurma görevi Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER tarafından Abdullah GÜL’e verilmiş ve 18 Kasım 2002 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin 58. Hükümeti kurularak göreve başlamıştır. 27 Aralık 2002 tarihinde kabul edilen 

4777 sayılı Kanun ile Anayasanın 76. ve 78. maddelerinde yapılan değişiklikle milletvekili seçilmesi önündeki hukuki engel ana muhalefet partisi CHP’nin desteği ile ortadan kalkan AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN, 9 Mart 2003 tarihinde Siirt İl Seçim çevresinde yapılan yenileme seçimi ile milletvekili seçilmiş ve 14 Mart 2003’te Türkiye Cumhuriyeti’nin 59. Hükümetini 
kurmuştur. 

Ak Parti iktidarının başlangıcı ile beraber “türban-laiklik-kamusal alan” tartışmaları da siyasetin ve devlet üst kademesinin en sıcak gündem maddelerinden biri haline gelmiştir. 20 Kasım 2002 tarihinde TBMM Başkanı Bülent ARINÇ’ın NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirve Toplantısına katılmak için Prag'a giden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER’i Ankara Esenboğa 
Havalimanındaki uğurlama törenine başörtülü eşi Münevver ARINÇ ile birlikte katılması bu tartışmaların başlangıcı olmuştur.284 Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER de 24 Kasım Öğretmenler Günü dolayısıyla çeşitli okullar ile Türk Cumhuriyetleri'nden gelen öğretmenlerden oluşan heyeti Çankaya Köşkü'nde kabulünde yaptığı konuşmada: “Toplumun gündeminden çıkmış bulunan 
başörtüsünün yeniden sorun durumuna getirilmesinin kimseye yararı yoktur. Özel alanda özgürlük kapsamına girdiğinde kuşku bulunmayan başörtüsünün, kamusal alanda kabul edilip edilemeyeceği sorunu Anayasa Mahkemesi kararlarıyla çözülmüştür. Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik kararlarına göre, artık, Anayasa'yla bağdaşmayacağı için, kamusal alanda başörtüsünü serbest bırakacak bir yasal düzenleme yapılması olanaksızdır. Kamusal alanı düzenleyen hukuksal kuralları görmezden gelinerek uygulamada dini kuralları geçerli kılmak da hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz.” diyerek bu tartışmalara katılmıştır. 285 

Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK ile Kuvvet Komutanları Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç YALMAN, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cumhur ASPARUK, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent ALPKAYA ile Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener ERUYGUR'un TBMM Başkanı Bülent ARINÇ’a 29 Kasım 2002 tarihinde bulundukları nezaket ziyaretinin 2,5 dakika gibi kısa bir süreyi kapsaması, AK Parti iktidarına ve TBMM Başkanı Bülent ARINÇ’a yönelik bir tepki olarak yorumlanmıştır. “Post Modern Ziyaret” olarak gazete manşetlerinde yer alan söz konusu ziyaretin kısa sürmesinin esas sebebinin TBMM Başkanı Bülent ARINÇ’ın eşi Münevver ARINÇ’ın yukarıda bahsedilen uğurlama törenine başörtüsü ile katılması ve başörtüsünün protokolde yer alması olarak öne sürülmüştür. 286 


23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı vesilesiyle TBMM Başkanlığınca verilen resepsiyon “türban-laiklik-kamusal alan” tartışmaları kapsamında yeni bir gerilim alanı olarak ortaya çıkan bayram kutlamalarının ilk örneğini oluşturmuştur. Söz konusu resepsiyon için hazırlanan davetiyelerde “TBMM Başkanı ve Bayan Bülent Arınç, TBMM'nin 83. açılış yıldönümü münasebetiyle 
verecekleri resmi kabulü sayın eşinizle birlikte onurlandırmanızı diler” ifadesine yer verilmiştir. Resmi kabulün TBMM Başkanının başörtülü eşinin ev sahipliğinde yapılacak olması ve davetiyelerin eşli olarak hazırlanması nedeniyle AK Partili milletvekillerinin başörtülü eşlerinin de katılabilecek olması “kamusal alan” tartışmaları çerçevesinde tepki ile karşılanmıştır. TBMM Başkanı Bülent ARINÇ ve Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN eşleriyle birlikte katılmayacaklarını açıklamalarına rağmen söz konusu resepsiyona Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER, CHP milletvekilleri, TSK Komuta Kademesi, yüksek yargı başkanları katılmamışlardır. Bu olayın ardından 30 Nisan 2003 tarihinde gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu aylık olağan toplantısı sonrasında yayınlanan basın 
bildirisinde; toplantıda “Devletin temel niteliklerinden olan laiklik ilkesinin önemi ve titizlikle korunması vurgulanmıştır” ifadesine yer verilmiş olması konunun MGK düzeyinde de gündeme geldiği göstermiştir.287 

28 Şubat süreci ile siyaset kurumu üzerindeki baskı ve dayatmaların AK Parti iktidarı döneminde de devamı ve askerin siyasi tartışma zeminine çekilmek istendiği görülmüştür. Genelkurmay Başkanlığı’nın Gazi Orduevi’nde 8 Ocak 2003 tarihinde basın mensuplarına verdiği resepsiyonda basının ısrarlı soruları üzerine Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK “Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik ve üniter yapısı, Atatürk ilke ve inkılapları konularında taviz vermemiz asla mümkün değildir. Esasen bunlar Anayasamızda yer alan hükümlerdir. Herkesin dini inancına ve bunları özel yaşamlarında ifade etme tarzını saygı duyarız. Ancak özellikle türbanın mevzuata, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararlarına aykırı olarak siyasi bir dayatma ve Cumhuriyet geleneklerini aşındırma sembol ve eylemi olarak kullanılmasını hoş görmemiz beklenmemelidir.” diyerek başörtüsü konusundaki TSK’nın tutumunu yinelemiş, Genelkurmay II. Başkanı Yaşar BÜYÜKANIT da gazetecilerin sorusu üzerine, “28 Şubat süreci devam ediyor mu? Türkiye’de irticai süreç devam ediyorsa, o süreç devam ediyor” diyerek TSK’nın siyasete müdahalesinin devam ettiğini ifade etmiştir. 

Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an Kursları ile Öğrenci Yurt ve Pansiyonları Yönetmeliğinde değişiklik yapılması ve Yükseköğretim Kurulu (YÖK) reformu yapılarak YÖK’ün kaldırılarak yerine Yükseköğretim Eşgüdüm Kurulu’nun (YEK)’in kurulmak istenmesi ve Dışişleri Bakanlığı’nın “Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri görevlilerinin, kendi görev alanlarındaki Türk dernek ve Türk vakıfları 
ile Türk kültürünü yayan özel okullarla ilişkilerini güçlendirmeleri” konulu genelgesi AK Parti iktidarına yöneltilen eleştirilerin ve muhalefetin yoğunlaştığı diğer konular olmuştur. 

Yukarıda bahsedilen konular arasında yer alan YÖK reformu tartışmaları ise YÖK’ün ve üniversitelerin Hükümete yönelik etkin bir muhalefetinin görüldüğü bir alan olmuştur. YÖK Başkanı 

Kemal GÜRÜZ başkanlığında Ankara Üniversitesi Rektörü Nusret ARAS, Gazi Üniversitesi Rektörü Rıza AYHAN, Kırıkkale Üniversitesi Rektörü Tahsin Nuri DURLU, Anadolu Üniversitesi Rektörü Engin ATAÇ, Osmangazi Üniversitesi Rektörü Necat Akdeniz AKGÜN, Kocaeli Üniversitesi Rektörü Baki KOMŞUOĞLU, Selçuk Üniversitesi Rektörü Abdurrahman KUTLU ve Başkent Üniversitesi 
Rektörü Mehmet HABERAL Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç YALMAN’ı makamında ziyaret ederek YÖK reformu, kadrolaşma ve üniversitelerin yaşadığı mali sıkıntılar konusundaki görüşlerini dile getirmişlerdir.288 Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç YALMAN ise görüşmede YÖK konusunu MGK’ya taşıyacağını belirtmiş ve " üniversitelerin açılış törenlerini iyi değerlendirilerek topluma laiklik ile ilgili mesaj verilmesini önermiştir.289 Konu ile ilgili 14 Eylül 2003 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği'nden yapılan yazılı açıklamada 1 Eylül 2003’te YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal GÜRÜZ’ÜN Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK’ü ziyaret ettiği, bu ziyaret sırasında konu üzerinde fikir alışverişinde bulunulduğu ve Orgeneral Aytaç 
YALMAN’ın gerçekleştirdiği görüşmenin Genelkurmay Başkanlığı'nın bilgisi dahilinde olduğu belirtilerek “Türkiye için hayati önemi haiz Milli Eğitim sistemine ilişkin gelişmelerin TSK tarafından da dikkatle ve yakinen izlenmesinin de doğaldır olduğu (…)Bunun yanında bünyesinde sadece yükseköğrenim düzeyinde 21 adet öğretim-eğitim kurumu bulunduran, bilim ve teknolojiden azami 
şekilde yararlanmayı hedef alan TSK için Türkiye'deki eğitim sisteminin önemi aşikardır. Bu çerçevede, TSK 20 yılı aşkın bir süredir YÖK yasası kapsamında yer almakta ve bu kurumda bir temsilcisi de bulunmaktadır. 2547 sayılı YÖK Kanunu'nda değişiklik öngören yasa taslağı üzerinde devletin ilgili bütün kurum ve kuruluşlarının önemle durması gerekliliğine inanılmaktadır.” ifade 
edilmiştir. 290 

YÖK reformuna yönelik muhalefetin yoğunlaştığı bir dönemde 25 Ekim 2003 tarihinde Ankara’da düzenlenen “Cumhuriyete Saygı Yürüyüşü” adeta darbe çağrılarının yapıldığı bir etkinlik halini almıştır. Ankara Üniversitesi ve Atatürkçü Düşünce Derneği’nin öncülüğünde rektörler, öğretim üyeleri ve sivil toplum kuruluşlarının katılımı ile gerçekleştirilen yürüyüş, bu yürüyüşte açılan “Ordu 
Göreve” yazılı pankart ile ordunun siyasete müdahale etmeye çağrıldığı, başka bir deyişle, ordunun siyasi tartışma ortamına çekilmeye çalışıldığı bir etkinlik haline gelmiştir. 

58. ve 59. Hükümetler döneminde öncelikli eylem alanları olarak kamu yönetimi reformu, ekonomik dönüşümün gerçekleştirilmesi, demokratikleşme ve hukuk reformu ile sosyal politikalar belirlenmiş291 ve AB’ye tam üyelik temel bir politika önceliği olarak benimsenmiştir. Nitekim, 16-17 Aralık 2004 tarihlerinde yapılan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirve Toplantısında Türkiye’nin 
siyasi kriterleri karşıladığı belirtilmiş ve katılım müzakerelerine 3 Ekim 2005 tarihinde başlanması kararlaştırılmıştır. 3 Ekim 2005 tarihinde AB Dışişleri Bakanları toplantısında ise Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlaması kararlaştırılarak müzakerelerin usul ve esaslarını belirleyen “Müzakere Çerçeve Belgesi”ne de son hali verilmiştir. 

Bu dönemde siyasetin temel dinamiklerinden birini oluşturan AB’ye üyelik süreci aynı zamanda sivil-asker ilişkilerinde gerginliğin yaşandığı temel alanlardan birini teşkil etmiştir. Bu süreçte reform paketleri adı altında AB müktesebatına uyum sağlanması amacıyla kapsamlı bir düzenleme faaliyetine girişilmiştir. Genel olarak devlet sisteminin sivilleşmesi, temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, insan haklarına saygı, azınlık hakları ve azınlıkların korunması gibi hususlar Türkiye’de siyaset alanını ve siyasi aktörleri önemli ölçüde etkilemiş ve bu bağlamda Türk siyasi hayatında belirleyici bir rol oynamış olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) de doğrudan ilgilendirmiştir.292 

AB’ye üyelik sürecinde Türkiye’nin AB müktesebatına uyumunun AB Komisyonu tarafından değerlendirmeye tabi tutulduğu ilerleme raporları bu dönemde 12 Eylül 1980 darbesi ile kurulan askeri vesayet sisteminin unsurlarının ortadan kaldırılmasına ilişkin hususları içermiş ve bu raporlarda TSK’nın siyaset alanındaki etkin konumuna da dikkat çekilmiştir. Söz konusu raporlarda özellikle Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) yapısı ve işlevi, sivillerin ordu üzerindeki denetiminin AB üyesi ülkelerdeki uygulamalarla uyumlu hale getirilmesi, sivil kurumlardaki askeri temsilin sona erdirilmesi ve TBMM'nin savunma bütçesi üzerinde tam kontrol sağlayabilmesi ve TSK’nın rolü ve görevleri ile siyaset alanındaki etkinliği özellikle üzerinde durulan hususlar olmuştur. Nitekim bu hususlar arasında yer alan TSK’nın siyaset alanındaki etkinliği ve etkisine ilişkin değerlendirmelere ilerleme raporlarında sıklıkla yer verildiği görülmüştür. 

“MGK’nın askeri üyeleri, yıl içinde çeşitli zamanlarda verdikleri beyanatlarda, yaptıkları konuşmalarda ve medyadaki demeçlerinde, siyasi, sosyal ve dış politika konularındaki görüşlerini açıklamaktadır.”293, “MGK dışında, Silahlı Kuvvetler Türkiye'de resmi olmayan bazı mekanizmalar aracılığıyla da etkili olmaktadır. MGK'nın askeri üyeleri, çeşitli vesilelerle yaptıkları konuşmalarda ve 
medyaya verdikleri demeçlerde, siyasi, sosyal ve dış politika konularında görüş beyan etmişlerdir.”294, 

“Türkiye'de Silahlı Kuvvetlerin rolü ve görevleri çeşitli yasal hükümlerle belirlenmiştir. Birlikte değerlendirildiğinde yorumlanmalarına bağlı olarak, bu hükümlerin bazıları, potansiyel olarak orduya geniş bir manevra alanı sağlamaktadır. Bu, özellikle, Türk Silahlı Kuvvetlerinin görevlerini, ülkenin bölünmez bütünlüğü, laiklik ve cumhuriyetçilik dahil olmak üzere, Anayasanın giriş bölümünde belirtilen ilkeler ışığında, Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamak olarak betimleyen Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun 35'inci ve 85/1'inci maddeleri için geçerlidir. Ayrıca gerektiğinde, hemen hemen her politika alanını kapsayacak şekilde yoruma açık olan MGK Kanununun ulusal güvenliği tanımlayan 2(a) maddesi için de durum aynıdır. Türkiye'de Silahlı Kuvvetler çeşitli gayriresmi kanallar aracılığıyla etkisini devam ettirmektedir. MGK'nın askeri üyeleri, çeşitli vesilelerle, siyasi, sosyal ve dış politika konularında görüşlerini ifade etmişlerdir.”295 

“Silahlı Kuvvetler kaydadeğer siyasi nüfuz kullanmaya devam etmektedir. MGK’nin askeri üyeleri, münferiden, ayrıca diğer kıdemli silahlı kuvvetler personeli, iç ve dış politika konularındaki görüşlerini kamuoyuna yaptıkları konuşmalar ve basın toplantıları vesilesiyle düzenli olarak ifade etmeye devam etmişlerdir. (…) Özellikle, Askerler tarafından yapılan açıklamalar sadece askeri, savunma ve güvenlik konularını ilgilendirmeli ve sadece hükümetin yetkisi altında yapılmalıdır.”296 



2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***



28 Ekim 2016 Cuma

ABD Dışişleri: ABDULLAH GÜL'ü Biz Yetiştirdik





ABD Dışişleri: ABDULLAH GÜL'ü Biz Yetiştirdik,



ABD Dışişleri: GÜL'ü Biz Yetiştirdik

* ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Eğitim ve Kültürel İşler Bürosu’nun İnternet sitesinde, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Amerikan Dışişleri Bakanlığı bursu ile yetiştirilmiş dünya liderleri arasında gösterildi!

* SİTEDE, “Sürdürülebilir ağ oluşturma” başlığı altında “Amerikan Dışişleri Bakanlığı, eski ve yeni mezunlarının, küresel toplumun oluşumu yolundaki çabaları için daimi destek sunuyor” deniliyor.

* ECA’nın dünya çapında mezun sayısının bir milyonun üzerinde olduğu, bunlar arasında Nobel ödülü olan 40 kişi ile eskiler de dahil 300’den fazla devlet ve hükümet başkanı bulunduğu açıklanıyor.

Bugün, köşe yazısı yerine, bir haber sunuyorum. Yorumu okura bırakıyorum: Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Eğitim ve Kültürel İşler Bürosu’nun İnternet sitesinde, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Amerikan Dışişleri Bakanlığı bursu ile yetiştirilmiş dünya liderleri arasında gösterildi!

“The Bureau of Educational and Cultural Affairs (ECA) of the U.S. Department of State” olarak adlandırılan sitede, kurumun, 1961’de Amerika Birleşik Devletleri halkı ve diğer ülkelerden insanlar arasında dostluk, karşılıklı anlayış ve barışçıl ilişkiler geliştirmek için kurulduğu bildiriliyor. Büronun ayrıca ırksal ve etnik azınlıkların temsil edilmesi için faaliyet gösterdiği de ifade ediliyor.

Siteyi siz de ziyaret ederek konuyla ilgili yayını inceleyebilirsiniz: Adres şöyle: http://exchanges.state.gov/alumni/prominent-alumni.html

ECA’nın dünya çapında mezun sayısının bir milyonun üzerinde olduğu, bunlar arasında Nobel ödülü olan 40 kişi ile eskiler de dahil 300’den fazla devlet ve hükümet başkanı bulunduğu açıklanıyor.

Sitede, “Sürdürülebilir ağ oluşturma” başlığı altında “Amerikan Dışişleri Bakanlığı, eski ve yeni mezunlarının, küresel toplumun oluşumu yolundaki çabalarının en üst düzeye çıkması için daimi destek sunuyor. Tüm dünyada kurulan ağ ile fikirlerini, projelerini ve deneyimlerini paylaşmalarına yardımcı oluyor. Ayrıca hedef odaklı yerel projelerin uygulanması için dernekler kuruyoruz” deniliyor.

Sitede, mezunlar ECA mezunu ya da Fullbright mezunu olarak tanıtılıyor.

Mezunlar arasında Abdullah Gül dışında Tony Blair, Hamid Karzai, Mohamed Yunus Ruth Simmons, Javier Solano, John Updike, Rita Dove, Werner Herzog ve Giscard d’Estaing de sayılıyor.

ECA fonları ile desteklenen girişimler

Amerikan Dışişleri Bakanlığı sitesinde ECA fonları ile, ECA mezunlarının aşağıdaki konularda geliştirdiği projelerin desteklendiği belirtiliyor.

* Yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarına danışmanlık hizmetleri.
* Düşük gelirli çocuklar için İngilizce ve sivil eğitim programları.
* Gazeteciler için eğitim.
* İş kadınları için eğitim.
* Çok yönlü diyaloglar politikası için eğitim.
* Liderlik eğitim programları.
* Borsa için eğitim
* Öğretmen eğitim seminerleri.
* Vatandaş savunma grupları organizasyonu için eğitim
* Uyuşturucuyu önleme kampanyaları.

Mezunlardan bir örnek kişi olarak tanıtılan Macar Dr. Istvan Sertö-Radics için, “Macaristan’ın uzak bir Roman köyünde halk sağlığı alanında olağanüstü bir kamu hizmeti verdi, Hubert H. Humphrey Bursları programı ve Fulbright Scholar programı ile bir aile doktorundan kasaba belediye başkanına ve bir AB temsilcisine dönüştürülen kişi” diye söz ediliyor.

Doktorun, 2002 yılında ABD Fulbright Mississippi Üniversitesi’nde misafir öğrenci olarak ırksal gerilimleri giderme araştırması yaptıktan sonra ülkesine döndüğü ve Romanları Macar toplumuna entegre etmek için öğrendiklerini uyguladığı anlatılıyor.

Doktor, azınlık ve insan hakları savunucularına da örnek gösteriliyor.

ECA’nın önde gelen mezunları

ECA kurumunun önde gelen mezunları listesi ise şöyle:
“ECA’nın önde gelen mezunları arasında, Afrika, Doğu Asya, Pasifik, Avrupa, Yakın Doğu, Orta Asya’dan ve Batı ülkelerinden 57 devlet ve hükümet başkanı var.

AFRİKA
Çat: Yusuf Saleh Abbas, Başbakan
Cote d’Ivoire: Laurent Gbagbo, Başkan
Gana: John Atta Mills, Başkan
Kenya: Mwai Kibaki, Başkan
Mauritius: Anerood Jugnauth, Başkan
Mauritius: Navin Ramgoolam, Başbakan
Mozambik: Armando Emílio Guebuza, Başkan
Namibia: Nahas Gideon Angula, Başbakan
Togo: Faure Essozimna Gnassingbe, Başkan
Uganda: Apolo Nsibambi, Başbakan
Zimbabwe: Morgan Tsvangirai, Başbakan

DOĞU ASYA-PASİFİK
Avustralya: Quentin Alice Louise Bryce, Genel Vali
Japonya: Yukio Hatoyama, Başbakan
Papua Yeni Gine: Sir Michael Thomas Somare, Başbakan
Filipinler: Maria Gloria Macaraeg Macapagal-Arroyo, Başkan
Taiwan: Ma Ying-jeou, Başkan

AVRUPA
Avusturya: Heinz Fischer, Başkan
Belçika: Yves Leterme, Başbakan
Bosna-Hersek: Zeljko Kom’ai, Dönem Başkanı
Danimarka: Lars L’kke Rasmussen, Başbakan
Finlandiya: Tarja Halonen, Başkan
Finlandiya: Matti Taneli Vanhanen, Başbakan
Fransa: Nicolas Sarkozy, Başkan
Fransa: François Filon, Başbakan
Gürcistan: Mikheil Saakashvili, Başkan
Kosova: Fatmir Sejdiu, Başkan
Litvanya: Dalia Grybauskaite, Başkan
Litvanya: Andrius Kubilius, Başbakan
Makedonya: Nikola Gruevski, Başbakan
Malta: Lawrence Gonzi, Başbakan
Hollanda: Jan Peter Balkenende, Başbakan
Norveç: Jens Stoltenberg, Başbakan
Polonya: Donald Tusk, Başbakan
Portekiz: Anibal Cavaco Silva, Başkan
Slovakya: Robert Fico, Başbakan
İsveç: Fredrik Reinfeldt, Başbakan
Türkiye: Abdullah Gül, Başkan
İngiltere: Gordon Brown, Başbakan

YAKIN DOĞU
Mısır: Dr. Ahmed Nazif, Başbakan

GÜNEY VE ORTA ASYA
Afganistan: Hamid Karzai, Başkan
Butan: Lyonpo Jigme Yoser Thinley, Başbakan
Hindistan: Pratibha Patil, Başkan
Hindistan: Manmohan Singh, Başbakan
Kırgızistan: Kurmanbek Bakiyev, Başkan
Sri Lanka: Mahinda Rajapakse, Başkan
Sri Lanka: Ratnasiri Wickramanayake, Başbakan

BATI YARIMKÜRE
Belize: Colville Norbert Young,
Genel Vali
Kolombiya: Alvaro Uribe Velez, Başkan
Kostarika: Oscar Arias Sanchez, Başkan
Dominik: Nicholas Joseph Orville Liverpool, Başkan
Meksika: Felipe de Jesus Calderón Hinojosa, Başkan
St. Kitts/Nevis: Denzil Douglas, Başbakan
St. Lucia: Stephenson King, Başbakan
Surinam: Ronald Venetiaan, Başkan
Trinidad-Tobago: Patrick Manning, Başbakan
Trinidad- Tobago: George Maxwell Richards, Başkan
Uruguay: Tabare Vazquez, Başkan


Fullbright bursu ile 155 ülkede 294 bin kişi yetiştirildi

Amerikan Dışişleri Bakanlığı sitesinden verilen link üzerinden Fulbright bursları tanıtılırken 1946’dan beri 155 ülkede 294 binden fazla kişinin bu burs ile mezun olduğu belirtiliyor.

Fullbright mezunları arasında halen dünyaya yön veren kişilerin, devlet ve hükümet başkanlarının, BM Genel Sekreterliği, Amerikan Kongresi, NATO, Nobel Ödül Komitesi gibi kurumlarda çalışanlar, ayrıca sporcular arasında olimpiyatlarda altın madalya kazananlar bulunduğu bildiriliyor.

Fulbright’ın İslam Dünyası için 3-6 haftalık kısa programı bulunduğu; özellikle Orta Doğu ve Orta Asya ülkelerinde yerel örgütlenme, sivil örgütlenme, toplum gruplarının etkileşimi gibi konularda gençlere kurs verildiği belirtiliyor.

Fullbright Türkiye Komisyonu’nun bugünkü yönetiminde, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından YÖK Başkanlığı’na atanan ODTÜ Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan da görev yaptı. AKP hükümetinin Devlet Bakanı Ali Babacan, ABD’de işletme yönetimi öğrenimi gördükten sonra Fulbright bursu ile yüksek lisans eğitimini tamamladıktan sonra bir süre Amerika’da kaldı ve mali danışman olarak çalıştı.

Fulbright Yönetim Kurulu’nun Onursal Başkanlığı’nı ise ABD Türkiye Büyükelçisi Ross Wilson yapıyor.

2009 Yönetim Kurulu aşağıdaki Türk ve Amerikalı üyelerden oluşmaktadır:

James Jeffrey, (Onursal Başkan) Amerikan Büyükelçisi, Ankara
John Thomas Mc Carthy, (Başkan) İNG Bank Türkiye Müdürü, İstanbul
Dr. Sharon A. Wiener, Başkonsolos, İstanbul Konsolosluğu, İstanbul
Kaya Arıkoğlu, Mimar ve Şehir Tasarımcısı, Arıkoğlu Arkitekt Ltd. Şti, Adana
Dr. Craig Dicker, (Veznedar) Kültür Ataşesi, Amerikan Büyükelçiliği, Ankara
Doç. Dr. Fatma Taşkın, (Başkan Yardımcısı), Ekonomi Bölümü Başkanı, Bilkent Üniversitesi, Ankara
Prof. Dr. İhsan Dağı, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Ankara
Namık Güner Erpul, Genel Müdür Yardımcısı, İkili Kültürel İlişkiler Genel Müdürlüğü, Dış İşleri Bakanlığı, Ankara
Prof. Dr. İbrahim Özdemir, Genel Müdür, Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara

Fulbright Eğitim Komisyonu’nun Tarihçesi

Fulbright Eğitim Komisyonu, kendi İnternet sitesinde verilen bilgiye göre 1949’da ABD ve Türkiye arasında imzalanan ikili anlaşma sonucunda kurulmuştur.

Sitede aynen şöyle deniliyor:

*Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu Türk ve Amerikalı üniversite mezunlarını, akademisyenleri ve öğretmenleri seyahat ve diğer masraflarını kapsayan burslarla destekler ve ABD’de eğitim almak isteyen Türk öğrencilere danışmanlık hizmeti sunar.

Komisyon 1949’daki kuruluşundan beri, Türk ve Amerikan hükümetleri tarafından fonlanmıştır. Komisyon bu fonu artırmak için özel bağışlar da kabul etmektedir.

Türkiye Fulbright Programı kurulduğundan beri 4000’den fazla Türk ve Amerikalı öğrenci ile akademisyene burs imkânı sağlamıştır.

Fulbright mezunu Türk öğrenci ve öğretim üyeleri programlarını tamamlayıp kendi ülkelerine geri dönünce, kurumlarında önemli mevki sahibi olmuş, eğitim aldıkları ülke ile bağlarını da koparmayarak, Fulbright’ın amacını uygulamış ve gerçekleştirmiş olurlar.

Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İngiltere’de Exeter Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptı ancak ABD Dışişleri Bakanlığı internet sitesinde Bakanlığın ECA bursu ile okuduğu bildiriliyor.

Arslan BULUT / YENİÇAĞ, 20 Aralık 2009

Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."


TÜRK GENÇLİĞİNİN ANDI !!!

EY TÜRK'ÜN BÜYÜK ATASI GAZI MUSTAFA KEMAL ATATÜRK !!!

Her zaman, her yerde ve her durumda Atatürk ilkelerinden ayrılmayacağımıza, çağdaş uygarlığa geçmek için bütün zorlukları yeneceğimize namus ve şeref sözü verip, kendimizi büyük Türk Milletine adarız.


  • 90'lı yılların başından beri, "G. Fuller'in gözünün nuru, pek sevgili asistanı" Barkey, Tayyip ve Gül ile enseye tokat-yanağa şaplak samimiyetinde görüşüyor muydu¿?
  • Gül'ün, hangi devlete her "gezisinde" hoşbeş ettiği yakın dostu 'Kavakçı'ların türbansever 'Merve'si, hangi devletin, Din Hürriyeti Tasarısı kapsamında devşirilmiş ve tasması çıkarılmıştır¿?
  • Gül'ün -şu sıralar 'cennetin anahtarı rozetimizdir' diye meczubî söylemlerde bulunan- hocasıyla birlikte, başkanıyla hoşbeş ettiği UASR hangi devletin İslâmî örgütüdür¿? 
  • Gül ile 'İslâm ve Demokrasi' uzmanı John Lee Esposito'nun ilişkisi nedir¿? Esposito'nun ve Fuller'in yakın dostu olan S. Sayarı'nın içinde olduğu ayrı ayrı kuruluşların bulunduğu Georgetown University hangi devletin istihbarat teşkilâtının güdümündedir¿?
  • Gül, 1995'in Ağustos ayında .....kan devletinin istihbarat teşkilâtının başkanı Başkanı John Deutch ile görüştü mü, sonrasında hangi devlete gitti¿?
  • Gül, 1997 yılının Şubat ayında, .....kan-Türk Konseyi yıllık toplantısına katılmış mıdır¿?
  • Abdullah Gül aynı yılın, aynı ayının 18'inde görüştüğü Richard Barkley, hangi devletin Ankara eski büyükelçisidir¿? 
  • Abdullah Gül aynı yılın, aynı ayının 26'sında, CFR'nin yuvarlak masa toplantısına katılmış mıdır¿?
  • Gül, 1998'de USIP başkanı M. Grossmanla gizlice görüştü mü¿? Bu görüşmeye M. Abramowitz de katılmış mıdır¿?
  • Gül, o sırada Dışişleri Bakanı olduğu 2006 yılının 4-5 temmuzunda, hangi devlete gidip aradaki soğukluğu gidermek için tavizler verdi¿? Hangi devletin bugün Azerbaycan Büyükelçisi olan parlak çocuğuyla, o günlerde bir otel odasında hoşbeş etti¿? 
  • "The Atlantic Council"in 13 Eylül 2007'de düzenlediği toplantıya katılan M. Grossman, M. Abramowitz ve M. Parris, hangi devletin eski Ankara büyükelçileridir¿? Toplantının konusu, hangi devlet ile Türkiye'nin geleceği hakkındadır¿? İlgili toplantıda, Abdullah ve Tayyip için "Güvenilir isimlerdir. Verdikleri sözleri tuttular. Daima ...'nin iyi müttefiki oldular" diyen N. Burns, hangi devletin Dışişleri bakanının yardımcısıdır¿? Toplantıdan birkaç gün sonra Burns, Ankara'ya gidip Gül ile görüştükten sonra devletinin başkenti Washington'a döndü mü¿?

Kaynakça: Amerika perestler, CIA'nın Muteber Adamı, Sivil Örümceğin Ağında

abdullah-gul-un-2-sayfa-9-maddelik-gizli-anlasmasi-t17959-15.html
Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız¿? meselesi değildir. Mesele, zaten emrivâki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehâl, olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır. 

Fakat ihtimâl, bazı kafalar kesilecektir!



7 Nisan 2016 Perşembe

AKP, Türkiye'de Anayasa Mahkemesi'ne düşman, Fransa'da Anayasa Mahkemesi kapısında!





AKP, Türkiye'de Anayasa Mahkemesi'ne düşman, 
Fransa'da Anayasa Mahkemesi kapısında!




Serap Yeşiltuna



Fransa Senato Genel Kurulu Soykırım İnkar Yasası'nı kabul etmişti.
Ancak geçtiğimiz hafta yasa teklifinin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvuru yapıldı. 77 senatör ve 65 milletvekilinin imzasıyla yapılan başvuru değerlendirmeye alındı.

Sonucu ne olacak, Fransız yargısı bu yasanın Anayasa'ya aykırı olup olmadığını nasıl değerlendirecek göreceğiz.
Bir yasama, yürütme, yargı mekanizmasının olduğu, hasbelkader demokrasinin olduğu her ülkede böyle bir yasanın Anayasa Mahkemesi'ne gitmesi doğaldır.
Bunun sebeblerini sonuçlarını bu yazıda tartışmayacağız.
Burada garip olan yasanın Anayasa Mahkemesi'ne gitmesi değil Türkiye'deki tepkileridir bizce.
Tayyip Erdoğan AKP gurup toplantısında yaptığı konuşmada kararı şöyle değerlendirdi:
"Anayasa Konseyi'ne her iki taraftan da bu müracaatın 60 sayısının üzerinde gerçekleşmesi tabii önemli bir adım. Gerçekten bu imzaları koyan gerek Fransız senatörlere, gerek milletvekillerine özellikle Tayyip Erdoğan olarak milletim adına kalbi şükranlarımızı ifade ediyoruz. Çünkü Fransa'daki siyasetçilere yakışan buydu, olması gerekeni yaptıklarına inanıyorum. Temennimiz odur ki Anayasa Konseyi de daha önce zaten bu konuyla ilgili biliyorsunuz, yaptıkları açıklamaları da var. Bu beklentiler istikametinde verilecek bir kararla bu hakka uygun olmayan, hakikate uygun olmayan süreç, Fransa'nın değerleriyle ters düşen süreç tekrar Fransa'nın değerleriyle uygun hale gelir diye düşünüyorum."
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ise " Fransız senatörler bu adımla kendi değerlerine sahip çıktı. Türk-Fransız dostluğunun kazanmasını diliyorum." dedi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de " Ben Fransızların kendi ülkelerine böyle büyük bir gölge düşürülmesine müsaade edeceklerini tahmin etmiyordum. Şimdi Anayasa Mahkemesi muhakkak ki doğru kararı verecektir " diyordu.

Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, henüz yasa Anayasa Mahkemesi'ne gitmeden Fransız parlamenterlere çağrı yapıyordu:

"Bizim doğrudan dahil olmadığımız bir süreci takip ediyoruz. İnanıyoruz ki Fransız parlamenterler yasal imkanlarını kullanarak Anayasa Konseyi'ne müracaat etsinler ve konseyin bunu Anayasaya aykırı bulması halinde bu tasarı bir daha görüşülemeyecek duruma gelsin."

Bu açıklamalar bize oldukça garip geldi çünkü saydığımız bu isimlerin Anayasa Mahkemesi'ne ya da parlamenterlere çağrı yapmak şöyle dursun, Anayasa Mahkemesi dendiğinde tüylerinin diken diken olduğunu çok iyi biliriz.
Meclis'ten geçen herhangi bir yasanın Anayasa Mahkemesi'ne gitmesini milli iradeye vurulmuş bir darbe, bu başvuruyu yapan parlamenterleri de milli irade düşmanı, demokrasi düşmanı diktacılar olarak değerlendirirler.
Mesela Tayyip Erdoğan'ın şu sözleri bilindiktir:
"Anamuhalefet Anayasa Mahkemesine adeta yatağı sermiş, Anayasa Mahkemesi anamuhalefet mahkemesi haline gelmiştir."
Ya da "Onyıllardır biri Anayasa Mahkemesi önünde diğeri Danıştay'ın önünde iki nöbetçi kulübesi kurdular oradan yürütmenin adeta elini kolunu bağladılar." diyerek Anayasa Mahkemesi'ne muhalefetin Anayasa Mahkemesi'ne başvurularını eleştirir dururdu.
Ancak şimdi birdenbire her şey değişti ve Türkiye'de Anayasa Mahkemesi düşmanları Fransa'da Anayasa Mahkemeci kesiliverdiler.
Tabi bu durum yandaş basına da sirayet etti. Zaman gazetesi haberi "Fransa'da sağduyu kazandı"başlığıyla veriyordu.
Türkiye'de yapıldığında diktacılığın ve seçkin elitlerin halkın iradesine koyduğu ipotek olarak değerlendirilen Anayasa Mahkemesi başvurusu, Fransa'da demokrasinin ve Fransa'nın da kendi değerlerinin gereği oluyordu.
Bu gerçekten oldukça yüzsüzce gözümüzün önüne serilen bir çifte standart uygulamasıdır.
Fransa'da değil de Türkiye'de bir mahkeme kararını bekliyor olsaydık; AKP'nin hazırladığı bir yasa, AKP ile ilgili bir kapatma davası, katsayı ya da türbanla ilgili bir mesele ya da Cumhurbaşkanlığı ile ilgili bir konu olsaydı Anayasa Mahkemesi'ne giden parlamenterlerin ne faşistliği kalırdı ne diktacılığı, ne demokrasi düşmanlığı ne milli irade saygısızlığı…
Denklemi kurmuşlardır: Fransa'daki milletvekilleri antidemokrattır, Anayasa Mahkemesi ise son derece adil…
Türkiye'de ise tam tersi, milletvekilleri demokrattır, Anayasa Mahkemesi ise önyargılı…
Sadece…


İşlerine öyle geldiği için…


http://www.turksolu.com.tr/353/yesiltuna353.htm

..